Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2021 Salı

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar

 Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar




TASAM  12 Eki 2021

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar
ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir....

“Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar“

Dünyadaki temel trendlere bakıldığında “toprak ve makineyi“ takiben “bilgi ve bilgiye dayalı ürünler“ temelli yeni ekonomi çağında küresel rekabet “mikro-milliyetçilik“, “entegrasyon“ ve “öngörülemezlik“ üzerinden gelişmekte, hayatın ve devletin yeni doğasını belirleyen meydan okumaların; “kaynak ve paylaşım krizi“, “üretim-tüketim-büyüme“ formülünün sürdürülemezliği, Çin kaldıracı ile “orta sınıfın tasfiyesi“, “enerji, su ve gıda güvensizliği“, hayatın her alanında “4. boyuta geçiş“, “işgücünde insan kaynağının tasfiyesi“, değişen devlet doğası ve beklenti yönetimi temelinde “sert güçten yumuşak ve akıllı güce geçiş“ olduğu temel referanslar olarak şekillenmektedir.

Tüm bu temel parametreler içerisinde, teknolojideki dönüşümler; yapay zeka, sanal/artırılmış gerçeklik ve mobilite merkezli gelişerek tüm insan hayatını ve doğasını değiştirmeye adaydır. “Endüstri 4,0“ ve “Toplum 5,0“ kavramlarının dünyanın dönüşümünü endüstri ve toplum boyutları ile yönetmek açısından önemli başlıklar olduğu aşikârdır. Bir diğer etken de Çin’in dünya sahnesinde her geçen gün etkinleşmeye başlamasıyla oluşturduğu türbülanstır. Yeni İpek Yolu projesi “Kuşak ve Yol“; hem karadan hem denizden yüzden fazla ülkeyi ilgilendiren bir küresel entegrasyon projesi olarak şekillenmekte, iktisadi pastanın dağılımını kalıcı olarak değiştirmektedir. Orta sınıfı olmayan ülkelerde, otoriter rejimler ya da kaos, iki seçenek olarak önümüzde durmaktadır. Bölgesel ve küresel güvenlik anlamındaki iş bölümünün nasıl yapılacağı ve bedellerinin nasıl paylaşılacağı da önümüzdeki dönemin tartışma konuları olmaya adaydır.

Güvenlik üzerinden yeni ittifakların gelişmesi ise başat ülkelerin aldıkları risklerden ve inisiyatiflerden okunabilmektedir. Mülkiyet ve güç kavramlarının niteliği ile iş modeli tarihsel olarak değişmektedir. “Başarıda Başarısızlık“ sendromu yaşayan AB’nin geleceğini; Brexit sonrası Batı’da yeniden canlanan kamplaşmanın sonuçları belirleyecektir. Tüm bu gelişmelerle birlikte, “Güvenliğin Ekosistemi“, hukukuyla birlikte değişmektedir. “Güvenlik - Demokrasi“ ikilemini bundan sonra çok daha fazla yaşanacaktır. Çünkü orta sınıfı eriyen ve güvenlik ekseni sofistike bir zemine kayan ülkelerde demokrasinin yaşatılması zordur. “Güvenlik bize otoriter rejimler mi getirecek“ sorusunun daha fazla tartışılması gerekmektedir.
Türkiye; 84 milyonluk nüfusu, gelişerek büyüyen ekonomisi ve Afro-Avrasya ana kıtası ortasındaki jeostratejik konumu ile öne çıkmaktadır. Avrupa, Karadeniz, Kafkaslar, Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkeleri ile arasındaki tarihî, siyasi ve kültürel bağları, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası alanda yükselen aktivitesi, NATO, AGIT ve CICA gibi örgütlerin önemli üyelerinden olması ve son dönemde geliştirdiği aktif dış politikası ile küresel platformda önemi gittikçe artan bir aktör hâline gelmiştir.

ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir.
Osmanlı Devleti ile ABD arasındaki ilk temaslar 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’deki Türk limanlarında sürdürülen deniz ticareti ile başlayıp gelişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki diplomatik ilişkiler ise 1927’de başlayıp bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrasında hızla genişleyip derinleşmiştir.

Türkiye ile ABD arasında; ikili, bölgesel ve küresel birçok konuda her düzeyde yoğun ilişki ve ziyaret trafiği söz konusudur. Temaslarda, ikili ilişkilerin yanı sıra, terörizm ile mücadele, Suriye, Libya ve Irak’ta yaşanan gelişmeler, PYD/YPG/PKK ve DAİŞ tehdidi öne çıkmakla birlikte, Kıbrıs sorunu ve Doğu Akdeniz, İran, Kafkaslar, Venezuela ile NATO konuları, enerji güvenliği, kitle imha silahlarının yayılması gibi konular da ele alınmaktadır.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında iki ülke ilişkilerinde hassas bir döneme girilmiştir. Bu bağlamda, FETÖ faaliyetleriyle mücadele ve örgüt liderinin iadesi ikili gündemde en üst sıralarda bulunmaktadır. Karşılaşılan zorluk ve sınamaların aşılması, ikili ilişkilerin gündeminde öne çıkan konuların ele alınması ve işbirliğinin daha da ileri götürülmesi amacıyla iki ülke arasındaki temaslar her düzeyde yoğun şekilde sürdürülmektedir.

Türkiye - ABD ekonomik ve ticari ilişkilerinin hukuki çerçevesini 1990 tarihli “Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması“; 1997 tarihli “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması“ ve 2000 tarihli “Ticaret ve Yatırım Çerçeve Anlaşması“ (TIFA) teşkil etmektedir.
ABD Türkiye’nin önemli ticaret ortaklarından biridir. Türkiye - ABD ikili ticaretinde, 2020 yılında ticaret hacmi yaklaşık 22,1 milyar dolar, ticaret açığı ise Türkiye aleyhine yaklaşık 1,8 milyar dolar civarında olmuştur. ABD 2020 yılında Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı 3. ülke ve en çok ithalat yaptığı 5. ülke olmuştur. Türkiye’nin ABD’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; motorlu taşıtlar, kazanlar, makine aksam ve parçaları, demir ve çelik, halılar, mineral yakıt ve yağlardır. ABD’nin Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; hava taşıtları, demir ve çelik, mineral yakıt ve yağlar, kazan, makine ve mekanik cihazlar ile optik, tıbbi ve cerrahi cihazlardır. İki ülke de ikili ticaret hacmini 5 katına çıkarmayı hedeflemektedir.

Türkiye’de 1.874 Amerikan şirketi faaliyette bulunmaktadır. Türkiye'yi 2019 yılında 585.303 Amerikalı turist ziyaret etmiştir.

Demokrasi, laiklik, G20 üyeliği, Dünya Ticaret Örgütü üyeliği ve kalkınmacı ekonomilere sahip olmaları iki ülkenin ortak özellikleridir. Türkiye, büyüyen ekonomisi, geniş pazarı, askerî gücü, bilişim teknolojisindeki üstünlüğüyle küresel alanda etkin bir güç olan ABD’ye gereken önemi vermektedir.

Türkiye, ABD için kilit müttefik olmayı sürdürmektedir ve hâlâ ABD’yi fazlasıyla önemli bir ortak olarak görmektedir. Bu iki ülke Orta Doğu’da barışı ve istikrarı destekleme, terörizme ve aşırıcılığa karşı mücadele, açık ve küresel bir ekonomiye teşvik etme, güvenli enerji taşımacılığı sağlama, Karadeniz’de, Kafkaslar’da ve Orta Asya bölgelerinde güvenliğin sağlanması, Birleşmiş Milletler ile yararlı işbirliğinin devamı gibi çok sayıda ortak menfaati paylaşmaktadır. Böylesine önemli stratejik çıkar örtüşmesi, karşılıklı yararlı işbirliği için gelecek vaat eden spektrum fırsatı sağlamaktadır.

Ancak bugün Türkiye - ABD ilişkileri daha önce sahip olduğu stratejik kaliteden yoksundur. “Model Ortaklık“ beklentileri şöyle dursun; iki taraf da güncel konu alanlarının ötesini görebilmenin zor olduğu kanısında olup gerçek çıkarları ile siyasi amaçları arasında etkili bağ kurmakta zorluk yaşamaktadır. Bu ilişki yapısı, her iki ülke için daha geniş stratejik çıkarlara hizmet edebilmesi adına genişletilmeli ve derinleştirilmelidir. Bu bağlamda Haziran 2021’de yapılan son NATO Zirvesi'nin ve Devlet Başkanları düzeyinde yapılan görüşmenin sonuçları, rol paylaşımı ve önceliklerin yeniden belirlenmesi için yeni bir milattır. Yaşanacak gelişmeler; sürdürülebilir, reel politik ve karşılıklı önceliklere dayalı bir süreç gelişip gelişmeyeceğini teyit edecektir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ivme kazanan küreselleşme ve ardından çok boyutlulukla gelen temel eğilim, ülkelerin tek başlarına değil belirli bölgesel işbirlikleri ve bölge-ötesi ortaklıklar vasıtasıyla güçlenmesi yönündedir. Ülkeler artık ekonomik, siyasal, kültürel bakımdan diyalog ve iş birliğine dayalı açık bir yapıya doğru yönelmekte, uyum sağlayamayanlar ise ciddi istikrarsızlıklar yaşamaktadır.

İki ülkenin, bölgesel meselelere çözüm bulunması hususunda işbirliği içinde çalışmalarına duyulan ihtiyaç da derinden hissedilmektedir. Çok boyutlu şekillenen dünya güç sistematiği içerisinde Türkiye - ABD ilişkilerinin ifade edilen “model ortaklık“ niteliği kazanabilmesi için, yalnızca siyasi ve stratejik temelli değil, her parametrede karşılıklı derinlik oluşturacak bir yapıya doğru yönelinmesi gerekir. Tarih; iki ülkeye karşılıklı bağımlılığı derinleştirecek stratejik fırsatlar sunmaktadır. Bu bağlamda sektör temsilcilerini stratejik boyutu da kapsayan bir yaklaşımla bir araya getirecek olan Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu önemli bir işlev görecektir.

Ana Tema
Düşünce Diplomasisi Yeni Dünya Yeni Ufuklar
***

19 Ocak 2021 Salı

COVID-19, NE BEKLEMELİ?

 COVID-19, NE BEKLEMELİ? 





Editörün Notu COVID-19  Ne Beklemeli ? 
Dr. Ufuk ULUTAŞ 
T.C. Dışişleri Bakanlığı Stratejik  Araştırmalar Merkezi Başkanı 


Dr. Ufuk ULUTAŞ, Anahtar Kelimeler, ABD-Çin Rekabeti, Ekonomi, Ulus Devletler, Uluslararası Örgütler, Çok Taraflılık, 

Çin’de baş gösteren COVID-19 salgınının başından beri uluslararası toplum, pandeminin uluslararası ilişkiler üzerindeki olası etkisini tartışmaktadır. Salgın Çin sınırlarının dışına taşıp Batılı merkezlere ulaştıkça, ihtiyatlı tahminler yerini, pandeminin sistemsel değişimleri tetikleyeceği ve küresel sistem üzerinde büyük etki bırakacağı yönündeki aceleci yargılara bırakmıştır. Sözkonusu senaryoya göre, Batı kaybederken Çin üstünlük sağlayacak, küresel sistemin büyük kurumları çökecek ve yenilerinin kurulmasına zemin hazırlanacaktır. Daha sonra ise pandeminin kapsamı ve küresel sistem üzerindeki derin etkisine dair varılan bu erken kanılar yerini, “bekle ve gör” yaklaşımını benimseyen ve pandeminin uluslararası siyasetin birçok alanında dönüştürücü etkiye sahip olacağını ancak daha fazlasını beklemenin hatalı olacağını ileri süren bir dizi ihtiyatlı analize bırakmıştır. “Hiçbir şey aynı olmayacak” ile “hiçbir şey değişmeyecek” yaklaşımları arasında büyük bir makas bulunmaktadır ve sağlıklı analizler bu aralıkta yer almaktadır. 
Pandemi sırasında tahminlerde bulunmak oldukça zordur. Zorluğun bir nedeni, devam etmekte olan bir krizle mücadele ediyor olmamızdır. Ancak pandeminin küresel ekonomiyi ne kadar sarsacağını, farklı toplumları ve kurumları nasıl dönüştüreceğini ve devletlerin bunun üstesinden gelmek için hangi adımları atacağını henüz tam anlamıyla bilmiyoruz. 

Virüsle mücadelenin farklı aşamalarındaki devletleri mukayese etmek ise oldukça zordur. Örneğin, virüsün ilk vurduğu ülke olması nedeniyle Çin, yola erken çıkmış ve pandemiyi kontrol altına almıştır. Salgın Avrupa ve ABD’ye aylar sonra gelmiştir ve her ikisi de COVID-19’la mücadelelerini halen kazanmaya çalışmaktadır. Virüs sonrası döneme ait tahminlerde bulunmak zor olsa da, pandeminin birçok küresel akımı güçlendireceğine ilişkin güçlü emareler mevcuttur.
 Bir süredir bu konu hakkında konuşuyor olsak da, ABD-Çin rekabetinin, eğer çoktan gerçekleşmediyse, tırmanacağına dair güçlü işaretler mevcuttur. Son zamanlarda ticaret savaşları şeklinde kendini gösteren rekabet, virüsün kaynağına ilişkin çelişkili iddialar ve Trump Yönetimi’nin Çin’e pandemi hususunda “erken dönemdeki ihmalinin” bedelini ödetme isteği nedeniyle yeni boyutlara taşınacaktır. ABD’deki bazı analistlerin ileri sürdüğü gibi, Çin’i küresel ekonominin dışında 
tutmak mümkün olmasa da, ABD’nin kendisi gibi düşünen diğer devletlerle bir araya gelerek pandemiyi, Çin’e karşı bir koz olarak kullanacağını hayal etmek yanlış olmayacaktır. Diğer yandan Çin, Batı’nın salgını “yanlış yönetmesinden” 
istifadeyle, virüsün kendi topraklarından kaynaklanmadığına dair duruşunda oldukça kararlı görünmektedir. Çin, tıbbi yardımlarla Batı şehirlerinde bir sempati kazanma kampanyası başlatırken, pandemi sırasında küresel liderliği terk eden 
ABD, birçok kişi tarafından eleştirilmiştir. Hangisinin diğerine üstün geleceğini belirlemek zor olsa da, virüs sonrası dönemde uluslararası ilişkilerde birçok konuda ABD-Çin rekabetinin etki sahibi olacağı iddia edilebilir. 

Pandemi, güçlü devletler düşüncesini öne çıkartacaktır. COVID-19 ve benzeri pandemiler hayatın bir gerçeği olarak görüldükçe ve algılanan tehditler ulusal güvenlik doktrinleri kapsamına dahil edildikçe, pandemilere karşı mücadelede 
devlete, merkezi ve eşsiz bir yapı olarak daha fazla ihtiyaç duyulacaktır. Sağlık hizmetleri, güvenlik ve refah sağlayıcısı olarak devlet, küresel ve ulusal tüm salgınlarda tek başına ve en ön safta yer almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Avrupa Birliği (AB) gibi uluslar üstü kurumların bu dönemde yetersiz ve etkisiz kalması göz önünde bulundurularak, kendi kendine yeterlilik fikri ile güçlü devletler arasındaki bağlantı kuvvetlenecektir. COVID-19 salgını öncesi uluslararası sistemde önde gelen veya nispeten güçlü oyunculardan bazıları, pandemi nedeniyle kendilerini zor durumda buldular ve olumsuz anlamda dünya lideri oldular. Pandemi, devletin gücünü ölçen mevcut araçların, devletin fiili gücünü belirlemede yetersiz kaldığını göstermiştir. 

Devlet gücünü değerlendirirken, realist uluslararası ilişkiler yaklaşımının 
bilhassa yoğunlaştığı askeri güç, ekonomik güç ve nüfusa ek olarak, sağlık sistemleri, tedarik zincirleri ve acil müdahale kapasitesini de hesaba katmak gerekmektedir. Güçlü devletler, bazı eski analizlerin ortaya koyduğunun aksine, otoriter olmak zorunda değildir; Türkiye, Almanya, Güney Kore, Japonya gibi ülkelerin gösterdiği üzere, otoriter devletlerin COVID-19 salgınına karşı demokratik olanlardan daha verimli mücadele ettiği savı tamamen asılsızdır. 
Pandemi sırasında uluslararası örgütlerin iyi performans gösterdiğini iddia edebilecek fazla kişi çıkmayacaktır. Bu, kendi kendine yeten ulus-devletler fikrinin pandemi sırasında ağırlık kazanmasının nedenlerinden biridir. 

DSÖ’den Avrupa Birliği’ne, çok taraflı kurumlar uluslararası toplumun beklentilerini karşılamada yetersiz kaldılar. Bu gerçek, aşırı sağcı, tek taraflı ve izolasyoncu gündemleri yaymak ve çok taraflılığı sorgulamak amacıyla, başta Avrupa olmak üzere dünyadaki birçok milliyetçi akım tarafından bir mücadele kozu olarak kullanılacaktır. Halihazırdaki bu durum krizin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır; Zira pandemi çok taraflılığın gereksizliğini ortaya çıkarmamış, aksine küresel krizlerin çok taraflı yaklaşımlar gibi küresel müdahaleler gerektirdiğini ve sorunun çok taraflılığın kendisiyle değil, mevcut çok taraflı mekanizmaların etkisizliğiyle ilgili olduğunun altını çizmiştir. Bu nedenle, teorik olarak pandemi, çok taraflı kurumların çağımızın sorunlarına karşı daha etkili ve duyarlı hale getirilmesi amacıyla yürütülen reform çabalarına verimli bir zemin oluşturmalıdır. Ancak uygulamada bu kurumlar, reformlara beklenenden daha dirençli olduklarını göstereceklerdir. 

   Üzücü can kayıplarının haricinde pandeminin ekonomik etkisinin, diğer her şeyden daha fazla önem arz ettiği söylenebilir, zira pek çok ekonomist, dünya ekonomisinde kaydadeğer ölçüde daralma öngörmektedir. Örneğin, Dünya 
Bankası Grubu’na göre, gelişmekte olan ekonomiler COVID-19 pandemisinin sağlık ve ekonomi alanındaki etkileriyle ciddi şekilde sarsılırken, 60 milyon insan aşırı yoksulluğa düşebilir. İşsizlik, gelişmiş ekonomilerde bile yükselişe geçmiş olup, zayıf refah sistemlerine sahip ülkeler, bu olağanüstü zamanlarda vatandaşlarının ekonomik yaralarını saramamaktadırlar. Var olan sosyal, ekonomik ve politik sorunları arttıracağı için küresel bir resesyonun birçok ülkede şüphesiz siyasi sonuçları olacaktır. Dolayısıyla dünya ekonomisi, İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme benzer bir kurtarma programına gereksinim duyacaktır. 

Kurtarma programına öncülük edecek araçlara sahip aktörler, etki alanlarını genişleteceklerdir. Burada dikkat edilmesi gereken endişe verici eğilim, salgının sosyo-ekonomik etkilerini ve ardından gelen ekonomik durgunluğu kötüye 
kullanan aşırı sağcı, yabancı düşmanı ve ırkçı hareketlerin yükselişi olacaktır. Dolayısıyla ekonomik toparlanma bazı ülkelerde sadece ekonomik çöküşü engellemekle kalmayacak, aynı zamanda toplumsal uyumu ve siyasi istikrarı da 
koruyacaktır.

 *** 

Uluslararası toplum olarak, devam eden salgınla ilgili tünelin sonunu gördüğümüz de, daha gerçekçi bir hasar değerlendirmesi yapabilmek için daha iyi konumda olacağız. 
Dolayısıyla, pandeminin uluslararası ilişkilerde başat ve yükselen akımlar üzerindeki gerçek etkisini ölçebileceğiz. 
Ancak, devletlerin ve küresel yapılanmanın bugün attığı -veya atmadığı - adımlar, gelecekte karşılaşacakları fırsat ve sınamaları belirlediğinden, bazı ön değerlendirmelerin yapılması önem taşımaktadır. Benzer şekilde, devletlerin pandemiyle mücadelede gösterdikleri performans ile COVID-19 sonrası küresel siyasetin analizi arasında güçlü bir bağ vardır. Aynı zamanda pandemi sonrasında, sürdürülebilir bir vizyon geliştirmek ve bu vizyona yerel ve küresel ölçekte destek temin etmek, devletler için hayati öneme sahiptir. Devletlerin küresel sistem içinde kendilerine biçtikleri rollerin ve kapasitelerinin, gelecekteki konumları üzerinde önemli bir etkisi olacaktır. 
Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Antalya Diplomasi Forumu tarafından yayımlanan serinin ikincisi olan bu kitap, uluslararası toplumun henüz tünelin ucundaki ışığı görmediği bir dönemde yazılmıştır. Bu kitap saygın bilim insanları, 
küresel düşünürler ve uzmanların COVID-19’un uluslararası sistem, devletler, insanlar, büyük güç rekabeti, uluslararası kuruluşlar, güvenlik, küreselleşme ve çatışmalar üzerindeki muhtemel etkisine ilişkin değerlendirme ve analizlerinden 
oluşmaktadır. Salgın bazı devletlerde kontrol altına alınmış olsa da henüz bir aşı bulunmamıştır, çeşitli yoğunluklarda sokağa çıkma kısıtlamaları devam etmektedir, pek çok ülkede mağazalar ve üretim tesisleri tam anlamıyla yeniden 
açılmamıştır ve uluslararası seyahate ilişkin ciddi kısıtlamalar mevcuttur. Bununla birlikte her bir makale, ele alınan konuya ilişkin değerli iç görü sağlamakta, çeşitli bakış açıları ve düşünce biçimleri sunmaktadır. Dünyanın farklı köşelerinden 
yazarlar, kendilerine has geçmişlerini ve deneyimlerini ortaya koymaktadır. Kitabın küresel krize ilişkin küresel bir perspektif sunmasını temin etmek amacıyla, dünyanın her yerinden saygın yazarları kapsayan bir liste oluşturulmuştur. 

Pakistan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden Aizaz Ahmed Chaudhry, uluslararası topluma birbirine tutunarak İkinci Dünya Savaşı’nın sonundaki işbirliğine benzer bir küresel sistemi birlikte inşa etme çağrısında bulunmaktadır. 

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Roma Ofisi’nden Teressa Coratella, Avrupa’nın yeni değerler, dayanışma, iddialı sosyal ve ekonomik girişimlere dayalı yeni bir başlangıç yapmak üzere bir Büyük Güç olarak algılanmak isteyip istemediğine 
dair bir karar vermesi gerektiğini iddia etmektedir. ABD’deki Hudson Enstitüsü’nden Michael Doran, ABD-Çin rekabetinin yoğunlaşacağını ancak derin ve iç içe geçmiş iki ekonomi arasındaki rekabetin sınırlı kalacağını ve ABD’yi, Türkiye dahil, müttefikleriyle bağlarını güçlendirmeye sevk edeceğini tahmin etmektedir. Arjantin’in eski Cumhurbaşkanı Eduardo Duhalde, COVID-19’un, dünya ekonomik düzeninin olağanüstü hazin durumunu ortaya çıkardığını ve tarihte eşi benzeri görülmemiş eşitsizlikler oluşturduğunu ileri sürmektedir. İsrail’deki Hayfa Üniversitesi’nden ve MITVIM’den (İsrail Bölgesel Dış Politikalar Enstitüsü) Ehud Eiran, pandeminin ABD ve Çin arasındaki büyük güç rekabetini derinleştireceği ve mevcut koşullar altında, işbirliğinden ziyade çatışmanın daha muhtemel bir senaryo olduğu yorumlarına katılmaktadır. 

Katar Üniversitesi’nden Afyare Elmi ve Avustralya Griffith Üniversitesi’nden Abdi Hersi, pandeminin, Afrika’da halihazırdaki vahim ekonomik durumu kötüleştireceğini, göç dalgasını ve büyük güç rekabetini tetikleyeceğini ancak, aynı zamanda kıtadaki işbirliği ve bütünleşmeyi olumlu yönde etkileyebileceğini ileri sürmektedir. Princeton Üniversitesi ve Orfalea Küresel Araştırmalar Merkezi’nden Richard Falk, beklenen, gerekli görülen ve istenilen arasında net çizgiler çizerek, COVID-19 sonrasında küresel yönetişime dair alternatif tahminlerde bulunmaktadır. 

Katar’daki Georgetown Üniversitesi ve Doha Lisansüstü Eğitim Enstitüsü’nden İbrahim Fraihat, pandeminin, pandemi öncesindeki düzeni yok etmesinin düşük olasılık olduğunu; aksine mevcut paradigmayı güçlendireceğini ve dünya 
sahnesinde daha fazla güç yayılımı yaratacağını tahmin etmektedir. ABD merkezli Jeopolitik Gelecekler Başkanı George Friedman, dünyanın durgunluktan bunalıma doğru gittiğini ve bunu büyük sosyal istikrarsızlık, ekonomik korku ve siyasi gerilimin izleyebileceğini öngörmektedir. Friedman’a göre hükümetler, diğer ülkelere bağımlılıklarını azaltarak ulusal güvenliklerini korumaya odaklanacaklar dır. Japonya’daki Keio Üniversitesi’nden Yuichi Hosoya, enternasyonalist bir politikanın, Koronavirüs’ün gelecekteki dalgalarının yayılmasını kontrol altına almaya yardımcı olabileceğini savunmaktadır. Münih Güvenlik Konferansı ve Hertie Okulu’ndan Wolfgang Ischinger’e göre ise pandemi, ABD liderliğinin azalması, gergin transatlantik ilişkiler, azalan küresel işbirliği ve yeniden güçlenen milliyetçilik ve büyük güç politikası gibi uluslararası siyasetteki mevcut eğilimleri hızlandıran bir katalizör görevi görmüştür; aynı zamanda Avrupa projesi için bir dayanıklılık testidir. Omran Merkezi’nden Ammar Kahf, “Yeni Normal”in, pandeminin süresi ve şiddeti ile birlikte küresel güç politikalarına göre belirleneceğine inanmaktadır. Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi’nden Andrey Kortunov, Rus dış politikası için tehdit ve fırsatları sıraladıktan sonra, mevcut krizin, eski dış politika gardırobunu düzenlemek için sağlam bir gerekçe olduğunu savunmaktadır. 
İsrail Milli Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nden (INSS) Galia Lindenstrauss, pandeminin bazı küreselleşme süreçlerini yavaşlatacağı, hatta tersine çevireceği beklentilerini göz önünde bulundurarak, pandeminin diaspora toplulukları üzerindeki etkisinin nasıl olacağı sorusunu cevaplandırmaktadır. Ulusal Singapur Üniversitesi, Asya Araştırmaları Enstitüsü’nden Raja C. Mohan’a göre dünya, çok taraflı kuruluşları şekillendirmek için yoğun bir rekabet çağına doğru ilerliyor 
olabilir ve ABD için Çin kaynaklı sınama Sovyet Rusya’nın en güçlü zamanlarında neden olduğundan daha çetin olabilir. 

Harvard Üniversitesi’nden Joseph S. Nye Jr., Başkan Trump işbirliği ve yumuşak güç politikası sürdürmediği sürece, mevcut politikaların milliyetçi popülizmi ve otoriterliği teşvik edeceğini savunmaktadır. Stiftung Wissenschaft und 
Politik’den Volker Perthes, pandemiden sonra “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganını aşırı iddialı bulmakta ve pandeminin bu aşamasında kesin cevaplar yerine geçici varsayımların beklenebileceğine inanmaktadır. George 
Mason Üniversitesi’nden Richard Rubenstein, COVID-19 salgınının, Çin ve muhtemel diğer rakiplere kıyasla, Amerikan imparatorluğunu daha fazla zayıflatacağını yazmaktadır. 
Kent Üniversitesi’nden Richard Sakwa’ya göre ise pandemi, uluslararası yönetişimin zayıflığını, devlet eyleminin üstünlüğünü, büyük güç rekabetlerini ve Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikadaki genel çıkmazı güçlendirmiştir. 
Hindistan’daki Gözlemci Araştırma Vakfı’ndan (ORF) Samir Saran, COVID-19 salgını sırasında Amerikan liderliğinin yokluğunun altını çizmekte, Çin’i önde gelen mücadeleci olarak görmekte ve büyük güçler başlarını öteye çevirir veya 
kendi çıkarlarını gözetirken, birçok topluluğun pandeminin korkunç sonuçlarıyla başa çıkmak zorunda kaldığı küresel bir düzensizliği eleştirmektedir. İtalya’daki Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden (Istituto Affari Internazionali) Nathalie Tocci, 
COVID-19 pandemisini Avrupa Birliği’nin iç bütünlüğü ve küresel rolü için belirleyici bir an olarak görürken; 

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Madrid Ofisi’nden Jose Ignacio Torreblanca ise krizin, çok taraflılığın, AB’nin yeteneklerinin ve ulusal düzeyde demokratik siyasetin güçlendirilmesine yol açabileceğini öngörmektedir. Guatemalalı Nobel Barış Ödülü 
sahibi Rigoberta Menchú Tum, pandeminin kendimizi hem maddi hem de manevi olarak yeniden değerlendirmemize, bireysel ve kolektif yaşam tarzımızı yeniden düşünmeye ve uluslararası örgütlerde radikal değişiklikler yapmaya zorlaması gerektiğini yazmaktadır. Macaristan’daki Dış İlişkiler ve Ticaret Enstitüsü’nden Marton Ugrosdy, COVID-19’un iki kısa vadeli sonuca yol açacağını savunmaktadır: BM sistemi daha önemsiz olacak ve büyük çok taraflı kuruluşların etkinliği zayıflayacaktır. Çin’deki Renmin Üniversitesi’nden Yiwei Wang, ideolojik kısıtlamaların ötesine geçme çağrısında bulunmakta ve COVID-19 gibi küresel krizlerle başa çıkmak için, bilimsel sistemlerde küresel çapta yeniliği teşvik 
etmektedir. Almanya’daki Körber Vakfı’ndan Joshua Webb ve Ronja Scheler’e göre, pandemi, Berlin’in dış politikasının üç temel sacayağındaki büyük çatlakların altını çizmiştir: Avrupa entegrasyonu, transatlantik işbirliği ve ihracata dayalı ekonomi modeli. Son olarak, Körfez Araştırmaları Merkezi’nden Mahjoob Zweiri, COVID-19 salgınını büyük bir depremden ziyade kum kayması olarak nitelendirmekte ve sadece bir olay nedeniyle büyük değişikliklerin meydana gelmeyeceğini belirtmektedir. 

Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Antalya Diplomasi Forumu bu kitabın oluşturulmasındaki yönlendirmeleri ve desteklerinden ötürü Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Sayın 
Yavuz Selim Kıran’a minnettardır. Çalışmalara öncülük etmeleri ve hiçbir zaman esirgemedikleri destek, bu yayının hazırlanmasını mümkün kılmıştır. Büyükelçi Burak Akçapar da kitabın her aşamasında büyük katkı sağlamıştır. 

Bu kitaptaki bazı makalelerin derlenmesine yardımcı olan Büyükelçiliklerimize de ayrıca teşekkür ederim. COVID-19’un küresel politikalara etkisine ilişkin literatüre yapılan ilk katkılardan biri olan bu kitabı hazırlamak için pandemi günlerinde saatlerce fazla mesai yapan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin çalışkan personeline ve Dışişleri Bakanlığı Tercüme Dairesi Başkanlığı’na özel teşekkürlerimi sunarım. 

Editörün Notu COVID-19: Ne Beklemeli? 


***

16 Ocak 2021 Cumartesi

COVID-19 SONRASI, DEPRESYON, RESESYON VE KÜRESEL, YENİDEN YAPILANMA

COVID-19 SONRASI, DEPRESYON, RESESYON VE KÜRESEL, YENİDEN YAPILANMA 



Depresyon, Resesyon ve Küresel Yeniden Yapılanma, Dr. George FRIEDMAN, Jeopolitik, Ekonomi, Çin, Türkiye,




Dr. George FRIEDMAN, Geopolitical Futures Kurucusu ve Başkanı, ABD 
2019 Aralık ayı sonunda yayımlanan 2020 Tahmin Raporumuzda yılın çerçevesini üç büyük gücün çizeceğini öngörmüştük. İlk olarak, özellikle ağırlıklı şekilde ihracata bağımlı ülkeler olmak üzere, tüm ulusları etkileyecek bir döngüsel resesyon bekliyorduk. İkinci olarak ise, milliyetçiliğin ve uluslararası örgütlere karşı güvensizliğin artacağını tahmin ediyorduk. Bunun, resesyonun özellikle münferit uluslar ve bölgeler arasında farklı çıkarlar ve farklılıklar meydana getireceği Avrupa’da belirgin olmasını bekliyorduk. Brexit, bu anlamda Avrupa Birliği’nde ortaya çıkan tiyatronun sonuncu değil, sadece ilk perdesiydi. Üçüncü olarak, ABD’nin ulusal güvenlik odağını Çin ve Rusya’ya kaydırma sürecini 
hızlandıracağını ve diğer bölgelerde askeri varlığını azaltacağını tahmin ediyorduk. Buna ek olarak ABD’nin küresel çevreyi şekillendirmek için askeri gücü yerine ekonomik gücünü giderek daha fazla kullanacağını öngörmüştük. Birçok ülke 
ABD’ye sermaye ve ticaret bakımından bağımlı olduğu için bu, halihazırda Çin, İran ve Rusya'da olduğu gibi önemli bir araç haline gelecekti. Önde gelen ekonomik ve askeri güçte meydana gelen kaymalar, küresel sistemi diğer uluslardaki kaymalardan daima daha fazla etkiler. 
Sözkonusu tahminler temelde hatalı olmamakla birlikte, Çin’de ortaya çıkan küçük bir salgının daha sonra Koronavirüs pandemisine dönüşeceğini öngörmekte başarısız olmuştur. Pandemi resesyonu derinleştirdi, Avrupa gibi bölgelerdeki mevcut gerilimleri alevlendirdi ve ABD’nin askeri stratejisindeki değişiklikleri hızlandırdı. 
Salgınla ilişkili en önemli mesele, sözkonusu durumun sadece kötü bir resesyon mu yoksa bir depresyon mu olduğudur. 
Depresyonlar temel olarak resesyonlardan farklıdır. Resesyon konjonktür devrinin işleyişi için gerekli olan döngüsel bir olaydır. Öncelikli olarak zayıf işletmeleri başarısızlığa zorlayarak ekonomiye verimlilik dayatan ve sermayenin yeniden tahsis edilmesine imkan sağlayan finansal bir sınamadır. 

Depresyon ise finansal olmaktan ötedir. Ekonominin temel unsurlarının, sadece uzun vadede onarılabilecek şekilde tahrip edilmesine yol açar. Ekonomiyi önemli ölçüde küçültür ve işsizliği de aynı ölçüde artırır. Dolayısıyla depresyonun önemli siyasi sonuçları vardır. Resesyon ekonomi çerçevesinde kaymalara yol açabilir. 
Depresyon ise rejimin değişmesine sebep olabilir. Bu nedenle depresyon tamamen farklı bir olaydır ve kökeni ekonomi olmakla birlikte jeopolitik bir olaya dönüşen bir meseledir. 
Dünya 1920’den beri iki büyük depresyon geçirmiştir. İlki Birinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle meydana gelmiştir ve Avrupa’nın genelini ve belirli bir zaman sonra ABD’yi etkisi altına almıştır. İlk depresyona neden olan unsurlar, Avrupa’nın 
fiziksel ekonomisinin yok edilmesi, iş gücünün tahrip edilerek kesintiye uğraması, Avrupa sanayisinin sivil kullanımdan askeri kullanıma geçişi ve eski hale dönmek için gerekli olan sermaye ve insan gücünün eksikliğiydi. Bu durum, özellikle terhis 
edilen askerleri kapsayan çok büyük bir işsizlikle sonuçlandı. 

İki savaş arasındaki kriz hem yenilgiye uğramış olan hem de galip gelen ülkeleri istikrarsızlaştırarak radikal siyasi güçlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Galip gelen ülkelerde bu kuvvetler kontrol altına alındı. Almanya ve Rusya gibi yenilgiye uğrayan ülkelerde veya İspanya ve İtalya gibi diğer ülkelerde depresyon, diğer ülkelerin suçlanması yoluyla destek kazanmaya odaklanılmasına neden olarak iç rejimde kaymalar oluşturdu. Avrupa’da savaşın neden olduğu derin ekonomik 
yıkımdan Hitler ve Lenin ortaya çıktı. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ikinci bir depresyon ortaya çıktı. Ekonominin yıkılması ve üretimin savaşa yönlendirilmesi, İngiltere’den Japonya’ya büyük bir sosyal ve siyasi felaket meydana getirdi. Bu iki şekilde kontrol altına alındı. İlk olarak ABD ve Sovyetler Birliği istikrarsızlığı bastırdı. Sovyetler güç tehdidiyle, Amerikalılar ise iyi gelişmiş iş gücünü kullanan sermayenin yardımıyla bunu gerçekleştirdi. Depresyonun niteliği ezici bir dış gücün dayatılmasına veya 
böyle bir gücün mevcut olmayışına bağlıdır. 

Koronavirüs pandemisi savaşlardan üç şekilde farklıdır. Birincisi, askeri bir sona ulaşmak için tasarlanmamış biyolojik bir olaydır. İkincisi, dünyadaki hemen hemen her ulusu etkilemiştir. Üçüncüsü, kendine özgü bir yıkım biçimine sahiptir. Siyasi-askeri bir eylem olmadığı için, Soğuk Savaş sırasında nükleer tehdidin ele alındığı gibi müzakereler yoluyla çözülemez. 
Küresel olduğu için de önceki depresyonlardan sonra olduğu gibi harekete geçecek istikrarlı bir platform yoktur. 
Tıbbi yatıştırma veya engelleme yöntemi mevcut değildir. Mevcut yegane strateji insanları birbirinden izole etmektir. Bu da işgücünü ekonomiden ayırarak ekonomiye benzersiz bir şekilde zarar verir. İşgücü ve müşteri eksikliği, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1929 krizinde olduğu gibi, ekonomik sistemin ani bir düşüşe geçmesine neden olur. Ekonomi küçüldükçe işletmeler başarısız olur ve tecrit edilenler işsiz kalır. 1929’dan sonra Amerikan ekonomisi yaklaşık %30 oranında daraldı. 
Mart 2020’de tecrit başladığında, ekonomi %5 oranında daraldı. Yılın ilk çeyreğinin sonuna kadar, %15 oranında başka bir daralma daha olması muhtemel. Pandemi yılın üçüncü çeyreğine kadar devam ederse, ekonomik netice 1929’dakine 
benzer olacaktır. Hükümetler tarafından sermayenin küresel infüzyonunun gerçekleştirilmesi durumunda, meydana gelmesi muhtemel sermaye eksikliği sistemi yeniden canlandırmayı zorlaştıracaktır. Bu sürecin tıbbi bir çözüm yolu bulunmasıyla sona ermesi muhtemel olmakla birlikte, böyle bir tıbbi çözüm Haziran’da bulunsa bile, üretim ve dağıtım için gereken süre bizi yılın üçüncü çeyreğine itecektir. Dünya henüz ilk küresel depresyon dönemine girmemiş olsa da oraya doğru gidiyor. 

Öngörmüş olduğumuz resesyondan depresyona doğru ilerliyoruz. Bunu takip eden süreç çok büyük bir sosyal istikrarsızlık ve ekonomik felaket olur. Bu, rejimler çerçevesinde ve ötesinde siyasi gerilimlere yol açacaktır. 

Hükümetlerin kendi ulusal çıkarlarına odaklanmak zorunda kalması işbirliğini zorlaştıracaktır. Bunun yanı sıra, ülkeler dış tedarik zincirlerinin ve ithalata bağımlılığın oluşturduğu tehlikenin farkında oldukları için ulusal stratejiler diğer ülkelere daha ucuz üretim için oluşturulan bağımlılığı azaltarak ulusal güvenliği korumaya odaklanacaktır. 
Dünyaya baktığımızda, Çin’in azalan ihracatı ve ABD gümrük vergileri nedeniyle zaten sarsılmış olduğunu, Hong Kong’un iç belirsizliğin yanı sıra dış tüketimin azalması ve Çin tedarik zincirine karşı isteksizlikle boğuştuğunu fark ediyoruz. Halihazırda Rusya verimlilik düşüşüyle tetiklenen petrol fiyatlarındaki çöküşle uğraşıyor (petrol gayrisafi yurtiçi hasılasının yaklaşık %30’unu oluşturuyor). AB’de gördüğümüz ihtilaf, Almanya ve Kuzey Avrupa’nın, farklı ihtiyaçları olan Güney Avrupa ile yüzleşmesiyle arttı ve bu sırada Doğu Avrupa mesafesini korumaya devam ediyor. ABD ise dünyadaki rolünü değiştiriyor, çevresel alanlara karışmaktan kaçınıyor ve Çin ile Rusya gibi varoluşsal tehditlere odaklanıyor. 

Her şeyden önce, kendi ekonomik kriziyle başa çıkmak istiyor ve başka yerlerde sorumluluk almak istemiyor. İlk depresyon İkinci Dünya Savaşı’yla sonuçlandı, ikincisi ise Soğuk Savaş’la. Mevcut olanın ağır bir resesyon değil de bir depresyon olduğu ortaya çıkarsa, o zaman her bir hükümetin kendi ulusal çıkarlarına odaklanmasını bekleyebiliriz. Ayrıca, halihazırda ABD ve Çin arasında gördüğümüz gibi, uzun süredir var olan şüphecilik daha da derinleşebilir. Hiçbir hükümetin zayıf görünmek istemediği bir dünyada dış politika kendi başına bir servettir. 

Türkiye’nin durumu ise bambaşkadır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya’daki faaliyetleri büyük bir bölgesel güce dönüşme yolundaki uzun vadeli bir sürecin parçasıydı. Elbette ki Türkiye de tüm diğer ülkeler gibi pandemiden nasibini aldı. 
Fakat ABD’nin bölgeye olan ilgisi azalıyor ve Rusya da ciddi biçimde zayıflamış durumda. Mevcut durumun korunması olasılığı yüksek. ABD’nin yatırım ve ithalatı durdurarak Çin’i zayıflatma fırsatı olduğu gibi, Türkiye’nin de krizi, bölgeyi yeniden yapılandırmak için kullanma fırsatı mevcut. Ancak, ABD, Türkiye ve diğerleri için asıl mesele dış politika aracılığıyla uluslararası durumu idare ederken, içerideki gerilimi yönetmek olacak. 
Durumun sadece bir resesyon olduğu ortaya çıksa ve her şey eski haline dönse dahi, ülkeler içindeki ve arasındaki kırılma çizgileri belirginleşmiştir. Depresyondan kaçınabiliriz, ancak ülkelerin kendi çıkarlarına daha fazla odaklanmasından 
veya diğerler ülkelere olan aşırı bağımlılığa karşı şüphe duymalarından kaçınamayız. Bu olayla dünyanın öz güveni teste tabi tutulmuştur. Şimdi, sahip olduğumuzu düşündüğümüz seçeneklerin büyük güçler tarafından elimizden alınabileceğini keşfetmiş bulunuyoruz. 


***

11 Ocak 2021 Pazartesi

COVID-19 VE RUS DIŞ POLİTİKASI.,

COVID-19 VE RUS DIŞ POLİTİKASI.,





Dr. Andrey KORTUNOV 
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Başkanı, Rusya 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

 Rusya, ABD-Çin Rekabeti, Ekonomi,Yalnızlık Politikası, Dr. Andrey KORTUNOV ,Orta Doğu, Afrika, Güney Asya, Sovyet Birliği,Virüs sonrası, Dünyada, Şiddetli İki Kutupluluk, 

Tüm büyük küresel krizler gibi Koronavirüs pandemisi de her devletin dış politikasına ek riskler, sınamalar ve tehditler getirirken yeni fırsatlar ve olasılıklar da sunmaktadır. Rusya da bundan nasibini almaktadır. Bize göre Rusya’nın kendine özgü durumu karşılaştığı tehditler stratejik ve sistemliyken fırsatların büyük ölçüde taktiksel ve durumsal olmasından kaynaklanmaktadır. Fırsatlar ve tehditler dengesi birçok değişkene bağlı olmakla birlikte, esasen Rusya’nın diğer 
devletlere ve bilhassa uluslararası rakiplerine kıyasla COVID-19 ile nasıl başa çıktığına bağlıdır. Moskova’nın Koronavirüs’le mücadelede sahip olduğu herhangi bir karşılaştırmalı avantaj - ister COVID-19 sebebiyle yaşanan kayıpların sayısı olsun, ister göreceli ekonomik kayıp ölçeği olsun - Moskova’nın Koronavirüs sonrası dünyadaki fırsatlar yelpazesini bir şekilde genişletecektir. Herhangi bir başarısızlık dış politika tehditlerini artıracak ve fırsatları azaltacaktır. Şimdi bu fırsat ve tehditlerin bir listesini derleyelim. 

 Fırsatlar, 

Rusya’nın Dünya Görüşünün Teyit Edilmesi, 

Rusya’daki yöneticiler son yıllarda ulusal devletlerin önceliğini ve egemenliğin önemini vurgulayarak, Batı dayanışmasının istikrarını ve çok taraflı Batı diplomasisinin etkinliğini sorgulayarak, ısrarla kendi “Vestfalyan” uluslararası 
ilişkiler modelini geliştirmiştir. Şu ana kadar, epidemiyolojik kriz sözkonusu Rus görüşünü teyit etmektedir. Kriz ulusal devletleri desteklemekte, uluslararası örgütlerin acizliğini ortaya koymakta ve Batı’nın kendi beyan ettiği değerlerini ve 
ilkelerini gerçekten takip edip etmediği konusunda şüpheler yaratmaktadır. 
Bu gelişme hem Rusya’nın iç ve dış propagandası için geniş fırsatlar sunmakta hem de Kremlin’in kriz sonrası dünya düzeninin baş mimarlarından biri olma arzusunun haklılığını ortaya koymaktadır. 

Batının Uluslararası Önceliklerini Düzenleme Olasılığı, 

Bilhassa önde gelen batılı devletlere ağır bir darbe vuran pandemi, bu devletlerin dış tehditler hiyerarşilerini gözden geçirmelerine ve böylelikle dış politika önceliklerini düzenlemelerine neden olabilir. Rusya’nın küresel politikadaki 
“ana sorun” ve Batı’nın çıkarlar için “ Ana Tehdit ” olduğuna dair yerleşik fikri COVID-19 hızla değiştirmektedir. Böyle bir zihinsel değişimin Moskova’nın batılı ortaklarıyla ilişkilerinde olumlu değişimlere yol açması pek olası görünmese de 
ilişkilerde “ mini bir sil baştan ” için fırsatlar yaratacağına inanmaktayız. 

En azından Batı’nın Moskova üzerindeki artan baskısının yanı sıra çatışmanın daha da tırmanmasının önlenmesini bekleyebiliriz. 

Büyüyen Küresel “İktidar Boşluğu” 

Uluslararası taahhütleri frenleme önerileri COVID-19 pandemisinden çok önce başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerde popülerdi. Ancak pandemi dış politika uygulamalarında artan bir etkiye sahip olacak bu tarz fikirler için güçlü bir katalizör etkisi yaratacaktır. Bu gelişme, özellikle küresel Güney için ikili ve çok taraflı mali ve ekonomik yardım programlarının kısıtlanması ile gelişmekte olan devletlere yönelik askeri ve siyasi taahhütlerin azaltılmasında zuhur edecektir. Orta Doğu, Afrika, Güney Asya ve Sovyet Birliği sonrası bölgede büyüyen “ İktidar Boşluğu ” Rus dış politikası için ek fırsatlar yaratabilir. 

Tehditler, 

Rusya’nın Kötüleşen Küresel Ekonomik Durumu, 

Son 2008-2009 Küresel Kriz tecrübesi, yeni bir çalkantı durumunda Rusya’nın diğer ülkelerden daha kötü etkileneceği tahmininde bulunmamıza neden olmaktadır. Küresel petrol fiyatlarında kısmi bir toparlanmanın yaşanması şüphelidir. Birikmiş mali rezervler hızla küçülecek, Rus ekonomisinin küresel ortalama büyüme oranına geri dönme süresi gözden geçirilecek ve Rusya’nın küresel ekonominin merkezinde yer alamaması tehdidi devam edecektir. Buna bağlı olarak, Rusya’nın savunma ve dış politika kaynaklarının daralması tehdidi ortaya çıkmıştır. Bu, Rusya’nın müttefikleri ve ortakları için desteğini, uluslararası örgütlere sağladığı finansmanı ve Rusya’nın Paris İklim Anlaşması’nın uygulanması gibi yoğun maliyetli çok taraflı girişimlere katılımını etkileyecektir. Ülkenin mevcut sosyo-ekonomik modelinin COVID-19 sonrası dünyada değişmemesinin Rus “ulusal markası” için önemli sonuçları olacaktır. 

Rusya’da İzolasyonizmin Yükselişi, 

Moskova’nın İtalya’dan Venezuela’ya kadar çeşitli ülkelere yardım çabalarına Rus toplumunun ilk tepkisi karışıktı. 

Pandemi şüphesiz izolasyonist duyguları artırmakta, aktif ve enerjik bir dış politika yapmak hususunda halkın desteğini azaltmaktadır. Daha önce halk Rusya’nın Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’daki mevcudiyetini Rusya’nın salt pozitif olarak 
algılanan “süper gücünün” bir göstergesi olarak görmüştü. Şimdi ise bu mevcudiyet artarak azalan kaynakların amaçsız israfı olarak görülmektedir. Pandemi dikkate alındığında, “Kırım’a ilişkin fikir birliğinin” geçersiz hale geldiği ve vatandaşların gözünde Rus dış politikasını haklı göstermenin giderek zorlaştığı sonucuna ulaşılabilir. 

Virüs sonrası Dünyada Şiddetli İki Kutupluluk, 

COVID-19 pandemisi açık bir şekilde yeni ABD-Çin iki kutupluluğunu hızlandırmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde kısa süre önce başlatılan seçim kampanyası Trump ve Biden’ın Pekin’e karşı birbirleriyle yarışarak sergiledikleri acımasız tutumla kendini göstermektedir. İki dev arasındaki çatışma BM Güvenlik Konseyi, DSÖ, G20 ve diğer uluslararası örgütlerin etkinliğini baltalamaktadır. Büyüyen sert iki kutupluluk küresel ilişkilerde tüm katılımcılar için sistemsel 
riskler barındırmaktadır. Rusya ek olarak başka özel tehditlerle de karşı karşıyadır. Moskova ve Pekin arasında büyüyen zıtlık gittikçe görünür hale gelirken, Çin’in (Hindistan, Vietnam ve hatta Japonya gibi) gerçek ve olası rakipleriyle işbirliği çok daha sorunlu hale gelmektedir. 

Not 

Winston Churchill’e atfedilen “ İyi bir krizi asla boşa harcamayın ” deyişi hiçbir zaman böylesine yerinde olmamıştır. 
Ne Rusya ne diğer devletler Koronavirüs pandemisinin tetiklediği sisteme ilişkin küresel krizi boşa harcamamalıdır. 
Bir kriz kimseye geçmiş hatalarını veya geçmiş başarılarını unutması için bir gerekçe sunmamaktadır. 
Bununla birlikte, kriz eski dış politika “ Gardırobunu ” şöyle bir silkelemek için hem geçerli bir bahane hem de sağlam bir fırsat sunmaktadır. 
Yakından incelendiğinde güvelerce yenmiş ve modası geçmiş şeylerin gün yüzüne çıkacağı muhakkaktır. 

***

COVID-19 SONRASI YENİ NORMAL KÜRESEL YÖNETİŞİM

 COVID-19 SONRASI YENİ NORMAL KÜRESEL YÖNETİŞİM 



COVID-19 Sonrası, Yeni Normal Küresel Yönetişim,  Bretton Woods Oyunun kuralları Toplantısı, Dr. Ammar OMRAN KAHF,
Küresel Yönetişim, Ekonomi, Uluslararası Örgütler, Ulus Devlet, Türkiye, 


Dr. Ammar OMRAN KAHF
Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Suriye, 



SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

COVID-19 pandemisi küresel siyasi ve ekonomik yapılardaki fay hatlarını ortaya çıkarmıştır. Salgın sadece sağlık ve ekonomi alanlarında bir krize neden olmamış aynı zamanda çeşitli küresel yönetişim yapılarının ve mekanizmalarının sorgulanmasına yol açmıştır. 
Bu salgının hem etkisi hem de kapsamı yönünden küresel yönetişim ve ekonomide II. Dünya Savaşı’ndan beri görülmemiş bir dönüm noktası olduğu kabul edilebilir. Ekonomik anlamda 2008-09 Ekonomik Krizi’ni geçmiştir. Siyasi olarak da küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık üzerine kurulu tedarik zincirlerini daha korumacı tedbirler lehine sorgulanır hale getirmiştir. “Yeni normalin” ne olacağı salgının ne kadar uzun ve hangi şiddette süreceğinin yanı sıra, küresel güçlerin önümüzdeki süreçte ayrışma ve rekabet veya işbirliği ve uyum içinde hareket 
etmeyi tercih etmelerine bağlı olacaktır. Küresel tedarik zincirleri, karşılıklı bağımlılık ve korumacı tedbirler gibi ekonomik sisteme yönelik kısa ve uzun vadeli değişiklikleri değerlendirmek “yeni normali” ve uluslararası kuruluşların 
azalan rollerini daha iyi anlamamız için yardımcı olacaktır. 

Mevcut salgın alevlendirdiği jeopolitik ve ekonomik koşullar nedeniyle de derin bir etki yaratacaktır. 

Küresel Yönetişimde “Yeni Normal” 

Dünya Liderleri 1944’te savaşları önleyecek ve ekonomik sistemin işleyişini düzenleyecek küresel düzen için “ Oyunun kurallarını ” belirlemek üzere Bretton Woods’ta bir araya gelmişti. 11 Eylül 2001 sonrasında ise zamanın ABD Başkanı 
George W. Bush, yeni küresel bir hal almaya başlamış olan terör şebekelerinin bir sonucu olarak “yeni dünya düzenini” ilan etmişti. Küreselleşmiş ve sınırların olmadığı bir dünyada dijital dünya ve yapay zeka önceki tasarım ve küresel çerçeveye artık uymayan karşılıklı bağımlılıkları ortaya çıkardı. Bir başka küresel istikrarsızlaşma sürecinden çıkarken, benzer şekilde yeni bir yönetişim çerçevesine ihtiyaç duyuyoruz. 
Küresel yönetişimin geleceğini tahmin etmek için henüz çok erken olabilir ancak bu aşamada çeşitli akımlar ve eğilimler tespit edilebilir. Uluslararası ve bölgesel kuruluşların erken uyarı sistemlerini harekete geçirmedeki başarısızlıkları 
ülkeleri sorunu tek başlarına ele almak zorunda bırakmıştır. Avrupa Birliği de hem ekonomik hem de teknik olarak kendi üye devletlerinin ihtiyaçlarına hızlıca yanıt vermekte yetersiz kalmıştır. İçine kapanmış olan ABD, federal hükümet ve eyaletler arasında mücadele yaşanırken hızlıca sınırlarını kapamaya yönelik popülist ve korumacı tedbirlere başvurmuştur. Dünya Sağlık Örgütü’nün bilimsel kanıtlardan ziyade hükümetlerin sağladıkları verilere dayanan çelişkili mesajlar vermesi siyasallaşmış olarak görülmesine ve ihtiyaç duyulan tavsiye ve yardımları sağlamada etkisiz bulunmasına neden olmuştur. 
Bu durum, yaklaşık 4 milyon sakinin ve yerinden edilmiş insanın yaşadığı Suriye’nin kuzeybatısına ilk aşamada 300 test kitinin göndermesiyle iyice görünür bir hal almıştır. Sınırlarını kapatan ülkelerin ve çok az miktarda malzemeye sahip olan kalabalık hastanelerin kaotik ve karışık görüntüsü, uluslararası ve bölgesel kuruluşların geçerliliklerinin ve yeterliliklerinin sorgulanmasına neden olmuş, Milliyetçilik hatta Yabancı düşmanlığının artmasına yol açmıştır. Bu da Batı tarafından ekonomik olarak terk edildikleri için mutsuzluk yaşayan ülkelerin gönlünü almak için Çin tarafından istismar edilen bir güç boşluğunu ortaya çıkarmıştır. 

    AB açısından gerçek tehdit dağılmaktan ziyade kamuoyu tarafından konu dışı ve yetersiz görülmek ve küresel düzeyde tutarlı hareket etme kabiliyetine güven duyulmamasıdır. İlave olarak, artan ABD-Çin rekabetinde AB’nin konu dışı kalması dengeyi sağlama ve bu tür rekabetlerin olumsuz etkilerini hafifletecek istikrar sağlayıcı politikalar üretme yeteneğini riske atmaktadır. Küresel yönetişimdeki sözkonusu güç boşluğu sistemde çatlaklara yol açmakta, bu da benzer düşünceye sahip ülkeler arasında daha fazla işbirliğini teşvik eden Türkiye gibi kolaylaştırıcı ülkelerin daha etkili olmasını sağlamaktadır. 
    Küresel liderlerin ve seçmenlerinin eşi benzeri görülmemiş bu krizin büyüklüğünü ve küresel yönetişim üzerindeki etkisini fark edip etmemeleri, dünyanın daha fazla izolasyon ve korumacı tedbirler almaya yönelmesini veya kolektif eyleme ve gelecekteki krizleri bütünleşik bir teknik yaklaşımla ele almaya dayanan yeni “oyun kuralları”nın ortaya çıkmasını belirlenecektir. 

Doğru hareket tarzı bir yaklaşım değişikliği ile bilimsel kurumlara ve kolektif olarak yapılacak araştırmaları destekle başlamaktadır. 

Sağlık Sektörüne yapılacak yatırım sınırlara bağlı değildir ve işbirliğini gerektirmektedir. Yatırımlar, bilimsel ve yenilikçi altyapılara kaydırılmalıdır. Bunun, gelecekteki yönetişim ve bu tür sınamalara yanıt verme hususunda 
büyük etkisi olacaktır. Küresel düzeyde ve birçok hükümet tarafından alınan siyasi kararlar güvenilir bilimsel kanıtlara dayanmamaktadır. Bunun olması hem ulus devlet düzeyinde hem de küresel düzeyde gereklidir. 

Bu kriz, asıl sorumlu aktörün ulus-devlet olduğunu gözler önüne sermiştir. Hiçbir uluslararası kuruluş veya yapı COVID-19’u önleyememiş ve salgınla mücadeleye liderlik edememiştir. Küresel bir sorun olmasına rağmen devletler meseleyle kendi imkanlarıyla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bu da sınırlı ve bütünlükten yoksun bir müdahaleye yol açmıştır. İhtiyaç duyulan sağlık önlemleri ve ekonomik araçlar tek bir ulus devletin kapasitesinin üzerinde olup yerel ekonomiler ve ticaret üzerinde benzeri görülmemiş bir baskı yaratmıştır. COVID-19 krizi küreselleşme nin sorgulanmasına, ülkelerin daha korumacı tedbirler almasına ve tedarik zincirleri ile temel sektörlerini sınırları içinde güvence altına almalarına neden olmuştur. Bu durum, COVID-19 sonrası dönemde küresel yönetişimi, uluslararası kuruluşların rolünü ve ulus devletlerin meşruluğunun yeniden gündeme gelmesini etkileyecektir. Birçok ülke ekonomilerini ithalata bağımlılığa son vererek temel hizmet ve ürünlerini güvence altına alacak şekilde şekillendirmiştir. 

Ayrıca, ABD’nin Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) fon sağlamayı kesmesi ile rehberlik ve liderlik konusundaki yetersizliğine yönelik eleştiriler artmıştır. 

AB’nin de bazı üye devletlere yardım hususunda yetersiz müdahalesi varoluş nedenini sorgulatmıştır. 

Gelecekteki Ekonomi Trendleri, 

Uluslararası ekonomi ve toplumun istikrarı, küresel salgınları önlemek, yönetmek ve kontrol altına almak için gerekli bilimsel altyapı ve yönetişim mekanizmalarına bağlıdır. 
Küresel ekonominin büyüme oranlarının negatif seviyelerde kalması ve işsizlik oranlarının Avrupa’da %6-7, ABD’de %15 ile II. Dünya Savaşı’ndan beri görülme miş yüksek sayılara ulaşması beklenmektedir. Uluslararası sistem G20 ve G20+ ile görüldüğü üzere yönetişim değişikliklerine sahne olacaktır ve ekonomik düzelme birkaç yıl alacağı için önümüzdeki dönemde ekonomik sınamalar bizi beklemekte dir. Bu durum, birçok ülke uluslararası sistemin kırılganlığının ve bilhassa gıda ve sağlık sektörlerinde bağımlı olmanın risklerinin farkına vardığı için geçerlidir. Çin, çevresindeki ve Kuşak ve Yol Girişimi bölgesindeki ülkelere altyapı yatırımları yapmak suretiyle Batı’nın sahip olduğu nüfuzla rekabet etmeye çalışacaktır. “Uyum” ve işbirliğine dayalı ancak hiyerarşik ve “merkeze” yani Çin’e hizmet eden uluslararası ilişkiler sistemini öne çıkartmaktadır. 

Önümüzdeki süreçte ABD-Çin jeopolitik rekabeti ve ekonomik savaşıyla birlikte daha fazla ekonomik kötüleşmeye tanıklık edeceğiz. 
Kolektif bir küresel yaklaşım uygulanabilir olmakla birlikte bunun gerçekleşmesi yakın zamanda pek mümkün görünmemektedir. 

Her iki ülke de COVID-19 sonrası kendi küresel yönetişim modelini ve ekonomik canlanmasını ortaya koyacaktır. 

“Yeni normalin” Çin veya ABD merkezli bir küreselleşme modeline yakın olması küresel pazarlardaki ekonomik müdahalelerinin hızına ve derinliğine bağlı olacaktır. Birçok ülkeye ihtiyaç duydukları tıbbi ekipmanları ihraç edebilen ve Rusya, Avrupa ve Batı arasında benzersiz bir jeopolitik arabulucu konumuna sahip Türkiye gibi ülkeler için ilave fırsatlar mevcuttur. 


***

COVID-19 SONRASI AFRİKA’YA BAKIŞ

COVID-19 SONRASI AFRİKA’YA BAKIŞ 





Afrika, Ekonomi, Göç, Demokrasi, Uluslararası İşbirliği, Doç. Afyare A. ELMI, Dr. Abdi M HERSI, COVID-19 Sonrası, Afrika, Bakış, Dünya Sağlık Örgütü,

Doç. Afyare A. ELMI 
Katar Üniversitesi Körfez & Araştırmaları Programı Öğretim Üyesi, 
Dr. Abdi M HERSI 
Katar & Griffith Üniversitesi Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Merkezi Araştırmacısı, Avustralya 



Bir kıta olarak Afrika, farklı gelişim aşamalarında olan 55 ülkeden oluşmakta ve son otuz yıldır genel olarak yükselişini sürdürmektedir. 
Örneğin Ruanda, Etiyopya, Fildişi Sahili ve Senegal gibi ülkelerin hepsi etkileyici bir ekonomik büyüme gösterdi. 

Dahası, hem birçok ülke siyasi açıdan demokratikleşti, hem de devletlerarası ve devlet içi çatışmalarda önemli ölçüde bir azalma gerçekleşti. Fakat Afrika 
da dünyanın geri kalanı gibi COVID-19 pandemisinin etkilerine maruz kalacaktır. Dünya Sağlık Örgütü Afrika'da 44 milyondan fazla insanın Koronavirüs’e yakalanabileceği ve 190.000 civarı insanın hayatını kaybedebileceği konusunda uyarı yaptı. Neyse ki, bu makalenin yazıldığı dönemde, kıtadaki COVID-19’un bulaşma oranı Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika'ya kıyasla nispeten düşük seyrediyor. Afrika Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’ne göre günümüze dek (Mayıs 2020), kıtada 64.241 vakadan 2.293 kaydedilmiş ölüm gerçekleşmiştir. Afrika'nın COVID-19 sonrası görünümünü tahmin etmek için erken olmasına rağmen, pandeminin olumsuz etkilerinin ekonomi, düzensiz göç ve büyük güç rekabetini idare etmeden kaynaklanan daimi sınamalar üzerinde yoğunlaşacağını düşünüyoruz. Diğer yandan, COVID-19’un özellikle sağlık hizmetlerine öncelik verilmesi ve yaygınlaştırılması konusunda kıtadaki işbirliği ve entegrasyona olumlu etkileri olacaktır ve demokratikleşme sürecini güçlendirecektir. Olumsuz Etkileri: Ekonomi, Göç ve Büyük Güç Rekabeti Afrika'daki COVID-19 salgını nispeten sınırlı kalmış gibi görünse de kıta üzerindeki ekonomik etkisi yıkıcı olacaktır. 

Afrika Kalkınma Bankası’nın (AfDB) yayımladığı ilk tahminler 500 milyar Dolarlık bir ekonomik kayıp olduğunu ve kaybın artmaya devam ettiğini gösteriyor. Ekonomistler Afrika devletlerinin, virüsün hızla yayılacağı korkusuyla ilk olarak 
işletmeleri kapatarak ticari faaliyetleri sınırlandırmalarının önemli bir ekonomik maliyete yol açacağını savunuyorlar. 

Kıta ekonomisinin petrol ve gaz üretimi ile turizme yönelik sektörleri daha büyük risk altındadır. Amerika Birleşik Devletleri ve diğer gelişmiş ulusların aksine Afrika kıtası, ekonomisine trilyonlarca Dolar enjekte etme imkanına sahip değildir. 

AFDB Başkanı Akinwumi Adesina’ya göre, mevcut durumda kıtadaki ülkeler için 10 milyar Dolarlık bir kredi imkanı bulunmaktadır. Dünya Bankası (DB) Sahraaltı Afrika bölgesinin en sert darbeyi alacağını, 2019 yılındaki %2,4’lük büyüme oranının düşüşe geçerek 2020 yılında %-5,1’e kadar ineceğini tahmin ediyor. DB bu olumsuz tahminleri daha da ileri taşıyarak Sahraaltı Afrika bölgesinin son 25 yılın ilk durgunluğunu yaşayacağı öngörüsünde bulundu. 
İşçi dövizi transferleri Afrika kıtası için büyük bir can damarı olmanın yanı sıra önemli düzeyde yatırım ve istihdam yaratıyor. COVID-19’un dünyanın çeşitli bölgelerindeki Afrika diasporası tarafından ülkelerine transfer edilen paralara da 
olumsuz etkisi olmaktadır. Afrika diasporasından milyonlarca kişi işlerini kaybettiği için memleketlerinde yaşayan ailelerine ve sevdiklerine destek sağlama güçleri azalmış durumdadır. DB verilerine göre 2020 yılında işçi dövizi transferleri yalnızca Sahraaltı Afrika bölgesinde yaklaşık %23,1 oranında azalacak olup, bu Avrupa ve Orta Asya bölgelerinden sonraki en büyük ikinci düşüş olacaktır. İşçi dövizlerinin yokluğu milyonlarca Afrikalının yaşam şartlarını ve gıdaya erişimlerini kısıtlıyor. 

Ayrıca, bu durum Afrika'nın gıda kıtlığı yaşamasının önünü açıyor. 

Ekonomiyi bir kenara bırakırsak Afrika, dünyanın geri kalanına gerçekleşen göçün ve yer değiştirmenin önemli bir kaynağı olmanın yanı sıra, dünyadaki mültecilerin ve yerinden edilen kişilerin önemli bir bölümüne ev sahipliği yapıyor. Daha 
önce benzeri görülmemiş bu Koronavirüs pandemisi sürecinde birçok donör ülkenin, yardım bütçesini kesmesi ve kendi vatandaşlarının refahına odaklanması yönünde vatandaşlarının ilave baskısı ile karşı karşıya kalması muhtemel. Bu nedenle, zengin donör ülkelerdeki aşırı milliyetçi yaklaşımlar, mülteciler ve ülke içinde yerinden edilmiş kişiler dahil en savunmasız grupları olumsuz yönde etkileyecektir. Dünya Gıda Programı, salgını açlığın takip edeceğini ve bu sebeple birçok Afrikalı da dahil, yüz milyonlarca insanın hayatının etkileneceğini öngörüyor. 
Uluslararası Göç Örgütü (IOM) geçtiğimiz günlerde, Afrika'da sınırların kapanması ve sınır geçişlerindeki rejimin sıkılaştırılması nedeniyle düşük oranda düzensiz göç meydana geldiğini bildirdi. Özellikle, Afrika Boynuzu'ndan Orta Doğu'ya doğru uzanan dünyanın en yoğun göç rotasındaki rakamlar son üç ayda daha düşük seyretti. 

Bununla birlikte politikacılar ve politika yapıcılar, düzensiz göçün geçici olarak düşük olduğu mevcut dönemin getirdiği rahatlığın rehavetine kapılmamalıdırlar. Zira kısıtlamaların olmayacağı ve sınır geçişlerinin kolaylaşacağı COVID-19 sonrası dönemde sınırlarda ortaya çıkacak sayılar şimdiki dönemde bildirilen düşük sayılardan oldukça farklı olacaktır. Politikacılar ve politika yapıcılar ayrıca COVID-19 sonrası dönemde kıtadaki gençlerin yaşayacağı olası zorlukları ele almaya odaklanmalıdır. 

Pandemiden kaynaklanan yukarıda belirttiğimiz ekonomik krizin Afrika kıtası için geniş kapsamlı sosyal sorunlara neden olabileceğine inanıyoruz. Pandemi, Orta Doğu gibi hedeflere yönelik başta işgücü göçü olmak üzere düzenli göç hareketlerini de azaltma potansiyelini taşımaktadır. İşgücü ithal eden ülkelerin sanayileri COVID-19'un ekonomik etkilerine karşı benzer bir mücadele içinde olduklarından eskiden olduğu kadar çok insanı istihdam edemiyorlar. 

Son olarak, COVID-19 yenilenen büyük güç rekabeti içinde Afrika devletleri için yeni bir belirsizlik ortamı yarattı. 

Çin, Afrika’da Amerika Birleşik Devletleri'nin yaptığından çok daha büyük yatırımlar gerçekleştirerek Afrika'ya yerleşti. 

Birçok Afrikalı lidere göre, Çin somut gelişme ve altyapı sağlarken, Batı, eski kafalı yardımlar ve yüksek faizli kredilerde takılıp kaldı. Öte yandan, Afrika ile uzun süredir devam eden siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerinden yararlanan ABD 
öncülüğündeki Batılı demokrasiler son yıllarda daha agresif hale geldiler. Örneğin, Afrika boynuzu büyük güçler için bir yarış alanına dönüştü. Birçok Afrika ülkesinin bu rekabeti idare etmede zorlanacağını ve bu nedenle bazı ülkelerde sınırlı 
bir istikrarsızlığın ortaya çıkacağını düşünüyoruz. 

Olumlu Etkileri: İşbirliğinin Artışı, Demokratikleşmenin Devamı ve Sağlığa Öncelik Verilmesi Dünyanın diğer bölgelerinde ortaya çıkması öngörülen korumacılık ve milliyetçiliğin aksine, COVID-19 sayesinde Afrika’daki işbirliği ve entegrasyon süreci güçlenecektir. Bu eğilime iki unsur katkıda bulunacaktır. İlk olarak, sömürge yönetimlerinin getirmiş olduğu yapay sınırlara rağmen, birçok etnik grup ulus aşırı yayılma göstermektedir. İkinci olarak, ekonomik büyümedeki yavaşlama nın ve pandeminin sınırları aşan tehlikesi kıtadaki devletler arası işbirliğini  hızlandıracaktır. 
Esasen, çok az sayıda Afrika ülkesi sınırlarını kontrol edebilmektedir. 

Buna ek olarak, Afrika’nın “silahları susturma” sloganını benimsemesi, devlet içi ve devletler arası çatışmaların sona ereceğine işaret etmektedir. COVID-19’un kıtanın devletleri ve farklı bölgeleri üzerindeki etkileri kesinlikle çeşitli olacaktır. Bazı otokratik yöneticiler COVID-19'u daha uzun süre iktidarda kalmak için bir bahane olarak kullanmaya çalışsalar da Afrika'nın girişken sivil toplumunun kıtadaki demokratikleşme sürecini devam ettirerek geliştireceğine inanıyoruz. 2020’de yapılması planlanan bir düzine seçime ilişkin olarak yalnızca Etiyopya seçimleri resmi olarak yaklaşık altı ay erteledi. Tanzanya ve Burundi gibi diğer ülkeler, seçimleri zamanında gerçekleştirmekte kararlılar. Bazı kırılgan devletlerde gecikmeler olsa bile, Afrika'nın demokrasiye doğru ilerleyişinin geri döndürülemez olduğu fikrindeyiz. Afrika'nın yakın geçmişinde yaşanan çok sayıdaki siyasi çatışma nedeniyle sivil toplum ve genç nüfus ortaya çıkabilecek herhangi bir 
fırsatçı diktatörü yenilgiye uğratacaktır. 

Afrika, birçok sağlık krizi yaşamış (HIV-AIDS, tüberküloz ve sıtma) ve Ebola salgınını da başarıyla kontrol altına almıştır. Bu hastalıklara maruz kalmış olan insanlar Koronavirüs’e karşı daha savunmasız olsalar da, krizler birçok Afrika devletinin direncini güçlendirdi. Bariz kurumsal zayıflıklara rağmen, bu krizler esnasında kazanılmış eşsiz beceri ve deneyimler kesinlikle kıtaya yardımcı olacaktır. Ayrıca, Afrika devletlerinin sağlık ve eğitim hizmetlerine öncelik vererek bütçelerini önemli ölçüde artıracağını düşünüyoruz. 

Kısacası, devam etmekte olan Koronavirüs salgınına ilişkin öngörüde bulunmanın zorluklarının farkındayız. 

Yine de COVID-19 sonrası dönemin Afrika için sancılı olabileceğini düşünmekle birlikte, kıtanın gelecekteki görünümünün umut ve iyimserlik dolu olduğu fikrindeyiz. 

***

18 Kasım 2019 Pazartesi

ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi., BÖLÜM 2

ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi., BÖLÜM 2



ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirlik Koşulları 

Uluslararası düzen ve bu düzen içinde aktörlerin konumu zaman içinde değişmektedir. Bu değişim, bazen devlet yöneticilerinin tutumlarından ve bazen de halklardan kaynaklanmaktadır. Uluslararası düzenin değişimi daha farklı unsurlardan daha derin ve köklü olgulardan da kaynaklanabilir. Nedeni ne olursa olsun, değişim kesin ve süreklidir. Tarih boyunca, uluslararası düzenin ve aktörlerin değişimi gözlenmiştir. Bu bağlamda olmakla beraber, günümüz uluslararası sistemi ve aktörleri de değişmiştir. Örneğin 1980’lerin ya da 
1990’ların koşulları yoktur. Bu değişim aktörleri, güç mücadelesini, bölgeleri ve içindekileri de değiştirecek ve etkileyecektir. Arap halklarının 2010’un sonlarında başlattığı değişim de bu düşünceyi desteklemektedir. ABD ve Ortadoğu’da değişmiştir ve değişmeye devam edecektir. 

İki kutuplu sistemin sona ermesi ile birlikte ABD’nin küresel gücü de sorgulanmaya başlanmıştır. ABD’nin diğer devletlerle karşılaştırıldığında, çok büyük bir askeri, ekonomik ve diplomatik güce sahip olduğu bir gerçektir. Ancak, ABD’nin 2003 Irak Savaşı’nda hegemon bir güç olarak sergilediği liderliğin her safhasında ciddi sorunlar ve eksiklikler görülmüştür. 

Benzer şekilde nükleer silahsızlanmayı sağlayamaması, BM’yi insanlar için bir koruma kalkanı haline getirememesi de ABD liderliğinin başarısızlıklarından dır.30 

Wallerstein’a göre ABD gücü gerilemektedir. ABD rüyası denen şey, gerçekliğin tam bir temsili değildir. Bu bilinçaltı özlemleri ve temel değerleri temsil eder. Amerika’nın ekonomik perspektifinde düşüş vardır. Dünya ekonomisi 1970’lerden beri uzun bir nispi ekonomik durgunluk içindedir. ABD’nin askeri gerileme durumu, diğer toplumlarda 1945’ten sonra başlayan ABD karşıtlığı, Amerikan milliyetçiliğinin tarihsel işgal niteliği ile teori de güçlü ama pratikte zayıf olan sivil özgürlükler geleneği ABD gerilemesinin nedenleridir.31Bu 
gerileyişin durdurulabilmesi gerileme unsurlarının ortadan kaldırılmasını gerektirir. 

Peköz’e göre dünya genelinde hangi jeopolitik alanın ön plana çıktığı ve askeri işgal hedefleri arasına girmesi gerektiğini belirleyen öncelikli ölçü; stratejik kaynaklar olarak bilinen petrol, doğal gaz, elmas, altın, uranyum gibi yer altı madenlerinin bulunmasıdır. Bu bölgeler doğal olarak uluslararası sermayenin egemenlik alanını oluşturur. Bu nedenle yapılması gereken şey Ortadoğu’nun küreselleştirilmesidir.32 

Brezezinski’ye göre enerji kaynaklarına ulaşmak, sundukları zenginliği paylaşmak, ulusal hırsları, tüzel çıkarları harekete geçirir, tarihi iddiaların ateşini yeniden yakar, yayılmacı duyguları canlandırır ve uluslararası rekabeti tutuşturur. Bölgede hem güç boşluğu, hem de istikrarsızlık olması, durumu daha da belirsiz hale getirir. Sınır sorunları ile etnik ve dini çatışmalar da bölgeyi istikrarsızlaştırır.33 

ABD Enerji Enformasyon Dairesi’nin 2011’de yayımlanan tahminlerine göre, 2008’den 2035’e kadar dünya enerji tüketimi % 53 oranında artacaktır.34 Durum böyle olunca, enerji üzerinden yaşanan rekabet nedeniyle, Ortadoğu Bölgesi üzerindeki çıkar çatışması artacaktır. Buna bölgenin diğer özellikleri de eklenince bölge çatışma alanına dönüşebilecektir. 

Ortadoğu coğrafyasının en belirgin karakteristiğinden biri de İslam’dır. Ortadoğu’nun kültürel ve dinsel örgüsü, İslam dininin motiflerini taşımaktadır. İslam, bölgede en önemli toplumsal etki ve meşruiyet unsurudur. Benzeri bir durum devletler için de geçerlidir. Bölge devletlerinin rutininde bile İslam’ın önemli bir yeri vardır. Bu nedenle bölge dışı aktörlerin politikalarını belirlerken, İslam’a ait değer sistemini de nazara alması gerekmektedir. 

ABD’nin Ortadoğu stratejisinin sürdürülebilirliğini etkileyen en önemli unsurlardan biri, medeniyetler arasında uzlaşmayı sağlayıcı politikaların izlenmesidir. Bu nedenle İslami değerlerle ya da bölge medeniyetiyle çatışan bölgesel politikaların başarı oranı yüksek olamaz. 

11 Eylül saldırıları, İslam ile Batı arasına mesafe koymuştur. İslam ile Batı arasında kurgulanmış engeller, neredeyse İslami değerlerle Batı değerlerinin uzlaşamayacağı şeklinde sabit bir düşünce haline gelmiştir. İslam ile Batı arasındaki ilişki dünya siyasetinde hayati önemdedir.35 

Batı ile İslam dünyası arasında 11 Eylül saldırılarının derinleştirdiği mesafe, ABD politikalarının bölgesel algısını da etkilemiştir. Batıyı temsil ettiği kabul edilebilecek önemli ülkelerden biri olan ABD ile İslam’ın merkezi olan Ortadoğu Bölgesi arasındaki mesafenin derinleşmesi, ABD’nin Ortadoğu politikalarını olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. 

ABD gücünü etkileyen unsurlar ABD’nin Ortadoğu stratejisini de etkilemektedir. 
ABD’nin güç kapasitesindeki artış ve azalışlar bölge politikalarına da yansımaktadır. 

ABD gücünün önemli belirleyicilerinden biri enformasyon devrimi olarak ifade edilmektedir.36 ABD’nin bilgiye hükmeden yapısı ABD’yi küresel ölçekte güçlü kılan unsurlardan biridir. 

ABD, en fazla bilimsel yayın üreten, en fazla patente sahip olan, dünyanın en fazla teknoloji üretip pazarlayan ülkesidir. ABD, teknoloji alanında piyasanın %30’unu elinde bulundurmaktadır. Adı küreselleşmeyle anılan NTIC sektöründe, merkezi ABD’de bulunan 26 şirket, sektörün toplam cirosunun yarısını gerçekleştirmektedir (834 milyar dolar). 

Dünyanın en büyük 10 telekomünikasyon şirketinden 5’i (ATT, Verizon,…), en büyük 10 bilgisayar imalatçısından 7’si (IBM, HP, Dell,…), en büyük 10 bilgisayar yazılımcısından 8’i (Microsoft, Oracle,…) ve en büyük 10 hizmet şirketinden 9’u (Ingram, Micro, PwC, Accenture,…) “Amerikan” menşelidir. İnternet sektöründe de dünya çapında ABD hegemonyası mevcuttur.37 

2003 tarihine dair olan bu verilerin günümüzde daha yüksek rakamlarla ifade edilebileceği ortadadır. Ancak ekonomik gücün düşüşünün en fazla etkileyebileceği sektörlerden biri de bilişim sektörüdür. ABD’nin ekonomik daralma nedeniyle bilişim sektöründeki konumunu kaybetmesi, küresel ya da bölgesel politikalarını sürdürebilmesini de olumsuz etkileyecektir. 

Bölgesel ABD stratejisinin sürdürülebilirlik koşullarından önemli bir ayağını da, ABD’nin güç kullanma politikası oluşturmaktadır. ABD, Afganistan ve Irak örneklerinde olduğu üzere; askeri gücünü bölgede kullanmaya yöneldikçe bölge yönetimleri ve toplumları tarafından istenmeyen aktör durumuna gelecektir. Yapılan kamuoyu yoklamalarında ABD karşıtlığının artmasında askeri güç kullanımının yattığı ifade edilebilir. 

ABD’nin İsrail’i koşulsuz destekler bir görüntü vermesi, bölgede ABD için güven zedeleyici bir durumdur. Her ne kadar İsrail’in bölgedeki varlığının sürdürülmesi ve güvenliğinin sağlanması ABD için en öncelikli çıkarlardan ise de, ABD’nin Arap ülkeleriyle ilişkilerinin sürdürülmesi de ABD çıkarına görünmektedir. Aksi halde ABD’nin bölgesel başarısı olumsuz etkilenebilir. Bu tutum, desteklenen aktörün sadece İsrail olmasından da kaynaklanmamakta, aynı zamanda ABD’nin uluslararası hukuka uygun hareket etmemesinden de olumsuz etkilenmektedir. 

Ortadoğu Bölgesi’nin heterojen yapısı da ABD politikalarının sürdürülebilirliğini etkilemektedir. Bölgenin jeoekonomik ve jeopolitik özellikleri, bölgesel aktörlerin farklı çıkarlara sahip olması nedeniyle çıkar çatışması içinde olması, ABD’yi zora sokmaktadır. ABD, bölgesel çıkar çatışmalarının yönetimini gerçekleştirebildiği, uzlaştırabildiği düzeyde etkin olabilecektir. 

Ortadoğu, bir taraftan Irak, diğer taraftan Lübnan ve Filistin meseleleri, İran'ın nükleer programı ve Suriye faktörüyle ABD’nin birçok hesabını bozmaktadır.38 Bölgede girift yapılar söz konusudur. Bu girift yapı nedeniyle, ABD’nin bölgesel aktörler arasındaki çıkar çatışmalarını yönetmesi, istikrarı sağlaması, kalıcı ve dostane barışa dayalı ilişkiler geliştirmesi oldukça zor görünmektedir. Bunları başaramayan bir ABD’nin bölgesel çıkarlarını gerçekleştirmesi de zorlaşmaktadır. 

Askeri gücü, ABD üstünlüğünün önemli bir parçasıdır. ABD’nin askeri giderleri, dünya askeri harcamalarının yarısına yakındır.39 ABD, ekonomik olarak güç kaybettikçe ve askeri harcamaları da orantısal olarak makul bir düzeye inmedikçe bölgesel ve küresel çıkarlarını kaybetme riski ile karşı karşıyadır. ABD’nin askeri kapasitesini sürdürmesi ekonomik gücüne bağlıdır. Denizaşırı askeri operasyonlar yapan, askeri gücünün çoğunluğunu ülke dışında ve denizaşırı bölgelerde bulunduran ve yüksek teknolojili silahlar kullanan ABD 
için harcamaların karşılanabileceği kaynakların temini zorunlu görünmektedir. Çıkarlarını askeri eylemlerle koruyan, destekleyen ya da geliştiren bir ABD için mevcut koşullar sürdürülebilir olmaktan gittikçe uzaklaşmaktadır. 

Kennedy’e göre ABD, göreli bir çöküş sürecine girmiştir. O’na göre bu iddianın dayanakları da dönemin hızlı değişen küresel dinamikleri, Amerikan çıkarları ile kapasitesi arasındaki fark, ABD bütçesinin kötü durumu, ABD’nin üretim gücünün göreli azalması ve özellikle yeni ekonomik meydan okuyucuların ortaya çıkışıdır.40 Kennedy’nin bu tespitleri 2000’lerden de önce yaptığı düşünülürse günümüzde söz konusu alanlarda daha da kötüye gidişin olduğu, bu durumun da ABD hegemonyasını büyük oranda zayıflattığı ifade edilebilir. 

Üstelik o dönemde ABD’ye meydan okuyucu olacağı düşünülen Japonya iken günümüzde meydan okuyucuların sayısının da arttığını ifade etmek gerekir. 

ABD için Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi aktörler de meydan okuyucu ya da en azından ABD çıkarlarını etkileyen aktörlerdir. ABD gücünde önceye göre bir erime yaşanırken bu aktörlerin gücünde ise yirmi yıla yakın bir zamandır düzenli bir artış söz konusudur. 

ABD hegemonyasının en büyük destekçileri ABD menşeli sivil toplum örgütleri ile çok uluslu ortaklıklardır. ABD’nin küresel ve bölgesel hakimiyetinin sürdürülebilirliği bu şirketlerin ve Çokuluslu Ortaklıkların (ÇUŞ) ekonomik gücünde ve politik etki kapasitesinde onarılamaz düşüşün yaşanmamasına bağlıdır. Böyle bir değişim olması durumunda ABD Ortadoğu’da etkinliğini kaybetmeye yüz tutar. 

ABD şirketlerinin % 62’sini oluşturan çoğunlukla enerji ve demir çelik alanında faaliyet gösteren toplam 26 şirket, kendi çıkarları için ABD’nin askeri müdahalelerini desteklemektedir. ABD bu şirketler aracılığıyla dünya petrollerinin 2/3’ünün kontrolünü elinde bulundurmaktadır.41 
Durum böyle olunca, ABD’nin bölgesel stratejisinin sürdürülebilirliğini üstlenmiş olan şirketlerinin gücünde bir değişimin olması ABD hegemonyasını doğrudan etkiler. 

Ortadoğu devletlerindeki petrolün millileştirilmesi çalışmaları Batıyı her zaman rahatsız etmiştir. Başta ABD olmak üzere Batılı güçler Ortadoğu enerji kaynaklarının bölgeselleştirilmesine veya millileştirilmesine her zaman karşı çıkmıştır. Bölgesel işgalleri izleyen “restorasyon dönemlerinde” her zaman Batılı şirketlerin ve Sivil Toplum Kuruluşları’nın uluslararası anlaşmalar yoluyla söz sahibi olması politikası izlenmiştir. ABD’nin II. Körfez Savaşı’ndan sonra izlediği politika da budur. ABD şirketleri Irak hükümeti ile 30 yıl ve daha uzun süreyi kapsayan imtiyazlı petrol anlaşmaları imzalamışlardır. Bu sürecin devam ettirilmemesi ABD bölgesel stratejisinin sonunu hazırlar. Bu nedenle Batılı güçlerin en temel politikalarından biri; kendi şirketlerine, ülke kaynaklarının çıkarılması, işletilmesi ve pazarlanmasında rol verilmesidir. 

ÇUŞ’lar ve STK’lar dışında Düşünce Kuruluşları’nın da (Think-Tank) üreteceği fikirlerin, ABD’nin bölgesel varlığında ve etki kapasitesinde söz sahibi olacağı söylenebilir. 
Söz konusu kurum ve kuruluşlar hali hazırda ABD politikalarının belirlenmesinde de rol üstlenmektedirler. 

ABD, politik sistemini oluşturan yasama, yürütme ve yargı üçlüsüne bir dördüncü unsur olarak Think-Tank kuruluşları da eklenmiştir. ABD’de üç yüzden fazla düşünce kuruluşu vardır. Lobiler ise bunlara eklemlenen beşinci halkayı oluşturmaktadır. ABD politik sisteminde altı binden fazla kayıtlı, bir o kadar da gayri resmi lobi faaliyeti gösteren kişi veya kuruluş vardır.42 Bütün bunların ABD dış politikasını dolayısıyla da Ortadoğu politikasını yönlendirdiği söylenebilir. 

Yeni Muhafazakarlar başta olmak üzere, birçok düşünce kuruluşu George W. Bush yönetimine yakındı ve nüfuz sahibiydi. Benzer şekilde düşünce kuruluşları Obama Dönemi’nde de etkin olma çabalarını sürdürmek niyetindedirler.43 

II. Körfez Savaşı (2003) ve sonuçlarının bölgenin güçler dengesini değiştirdiği şüphe götürmez. İran, Irak ile birlikte Ortadoğu’daki petrol rezervlerinin nerdeyse yüzde ellisine sahip olan Şiilerle yaklaşık seksen milyonluk bir Şii Hilali meydana getirilmiştir. 44 ABD’nin Şiiliğin anavatanı olan İran ile sorunlu ilişkileri ABD’nin bölgesel başarısını etkileme kapasitesine sahip bir diğer faktördür. 

Almanya Eski Dışişleri Bakanı Fisher, dünyanın, ABD’nin dış politikasında çok taraflılığa dönmesine muhtaç olduğunu, ABD’nin, Ortadoğu, Kuzey Kore, Darfur, Afrika veya Kafkasya'da tek başına başarı elde edemeyeceğini, Amerika'nın yokluğunda da bu yerlere dair umutların tatsızlaştığını, küresel büyüme, enerji, nükleer silahların yayılmaması ve terör gibi konularda da durumun aynı olduğunu bu sorunların çözülmesinin veya büyümesinin engellenmesinin tek taraflılıkla başarılamayacağını, aynı şekilde, ABD ve kararlı liderliğinin 
yokluğunda da hiçbir çözüm sağlanamayacağını ifade etmektedir.45 

Bu yaklaşıma göre; günümüz dünyasındaki pek çok sorununun kaynağı ABD’nin tek taraflı politikalar izlemesidir. 
Bu nedenle ABD’nin tek taraflılıktan vazgeçerek çok taraflılığa dönmesi dünya düzenin sağlanması ve Ortadoğu’da barış ve istikrar için gerekli görünmektedir. Ancak ABD’nin çok taraflı politikalar izlemesi durumunda da anılan sorunları çözebileceği tartışmalıdır. 

Sonuç 

ABD’nin gücünde ve etki kapasitesinde bir düşüş olduğu ifade edilebilir. 
Bu saptama ABD’nin kısa ya da orta vadede çökeceğine dair bir öngörüyü içermemektedir. ABD’nin etki kapasitesindeki düşüşün devam edip etmeyeceği koşullara bağlıdır. ABD gücündeki görece kayıp, ABD’nin hegemon güç olması gerçeğini değiştirmemiştir. ABD, bu yüzyılın hala en güçlü ve en etkili uluslararası aktörüdür. 

ABD gücü ile birlikte konjonktürel ve bölgesel unsurlardaki değişim, günümüz Ortadoğu politikalarını yumuşatmıştır. Askeri güç kullanımı ağırlıklı politikaların hakim olduğu Bush Dönemi’ne nazaran, Obama Dönemi ABD politikaları diplomasiye daha fazla ağırlık vermiştir. 1990’ların uluslararası düzeninin iki kutuplu düzeninden çok kutuplu düzene doğru değişim, bölgesel gelişmeleri ve politikaları da etkilemiştir. 

Bir taraftan ABD’nin ekonomik gücünde düşüş yaşanırken; diğer taraftan Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi aktörlerin gücünde artış meydan gelmiştir. ABD’nin tek taraflı politikaları sürdürülebilir değildir. ABD’nin çok taraflı politikalar izlemeye başladığı da söylenebilir. Ancak bu tür politikaların da uluslararası düzenin mevcut sorunlarını çözebileceğini söylemek zordur. 

Ortadoğu’da 2010’dan itibaren başlayan hızlı toplumsal ve yönetsel içerikli değişim, ABD’nin Ortadoğu politikalarını etkileyen bir diğer unsurdur. ABD’nin bölgedeki otoriter yönetimlerle ilişkisinde dönüşüm yaşanacağı anlaşılmaktadır. Hegemon gücündeki erimenin devamı ile politikalarının meşruiyetine olan inancın azalması ABD’nin Ortadoğu politikalarının da sürdürülebilirliğini azaltacaktır. 

ABD’nin bölgesel politikalarının sürdürülebilirliği, günümüz için diğer uluslararası aktörlerin izleyeceği politikalardan çok, kendi gücündeki değişime bağlıdır. ABD’nin Ortadoğu politikalarının sürdürülebilirliği ve seyrini ABD’nin izleyeceği politikaların niteliği daha derinden etkileyecektir. 

Kaynakça 

A. Öner Pehlivanoğlu, Ortadoğu ve Türkiye, (Kastaş Yayınları, İstanbul, 2004). 
Abdullah Özkan, “ABD'nin Emperyal Dış Politikasının Türkiye ve Bölgemize Yansımaları”, http://www.tasam.org/modules.php?name=News&file=print&sid=357, (09.11.2006, 20:05). 
Alan Doig, James P. Pfiffner, Mark Phythian and Rodney Tiffen, “Marching in Time: Alliance Politics, Synchrony and the Case for War in Iraq, 2002-2003” Australian Journal of 
International Affairs, (Vol. 61, No.1, March 2007): ss.23-40. 
Alon Ben Meir, “11 Eylül Sonuçları”, Çev. Serpil Açıkalın, , 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Edt. Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, (USAK Yayınları, Ankara, 2011): ss.9-39. 
Andre Gunder Frank, “ABD’nin Ekonomik Limit Aşımı ve Askeri/Siyasi Emperyal Rüzgarın Tersine Esişi mi?” 11 Eylül: Öncesi ve Sonrası, Bülent Aras, Gökhan Bacık, 
(Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006): ss.149-157. 
Antony Best, J.M.Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze, Uluslararası Siyasi Tarih, (Yayın Odası, İstanbul, 2006). 
Bülent Aras, “11 Eylül ve Dünya Siyaseti”, 11 Eylül: Öncesi ve Sonrası, Bülent Aras ve Gökhan Bacık, (Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006). 
Bülent Aras, “ABD’nin Ortadoğu Politikaları ve Filistin Sorunu”, Milletlerarası Ortadoğu, Kaos mu, Düzen mi? Konferansı, Yayına Hazırlayanlar, Ali Ahmetbeyoğlu, Recep 
Ahıskalı, Hasan Demiroğlu, Yahya Başkan, (Altan Matbaacılık, Tarih ve Tabiat Vakfı, İstanbul, 2004): 339-352. 
Deniz Ülke Arıboğan, “Barışı Hayal Edemeyen Bölge; Ortadoğu”, Milletlerarası Ortadoğu, Kaos mu, Düzen mi? Konferansı, Yayına Hazırlayanlar, Ali Ahmetbeyoğlu, Recep 
Ahiskalı, Hasan Demiroğlu, Yahya Başkan, (Altan Matbaacılık, Tarih ve Tabiat Vakfı, İstanbul, 2004): ss.271-276. 
Doğu Silahçıoğlu, ABD, İsrail, İran Denklemi ve Türkiye, (Günizi Yayıncılık, İstanbul, 2006). 
E. Fuat Keyman, Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye, “ABD Hegemonyası ve Tek Taraflılık”, (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005). 
Erhan Akdemir, “11 Eylül Sonrası Amrika’nın Ortadoğu Politikası ve Düşünce Kuruluşları”, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Edt. Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, (USAK YAYınları, Ankara, 2011): ss.281-332. 
Günay Aydın, “ABD’nin Enerji Politikaları ve Enerji Arz Güvenliği”, Uluslararası İlişkilerde Güncel Sorunlar ve Yeni Gelişmeler, Ed. Hasret Çomak, (Umuttepe Yayınları, Kocaeli, 2010): ss.285-301. 
Harry Magdoff, Sömürgesiz Emperyalizm, (Devin yayıncılık, İstanbul, 2005): 81-88. 
Henry Kissinger, Diplomasi, (İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2002). 
Immanuel Wallerstein, “America and the World:The Twin Towers as Metaphor”, Understanding September 11, Craig Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer, Social Science 
Research Council, (The New Press, New York, 2002): ss.345-360. 
Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi, Kaotik Bir Dünyada ABD, (Metis Yayınları, İstanbul, 2004 :11-14. 
İdris Bal, ABD Politikaları ve Türkiye, (Lalezar Kitapevi, Ankara, 2008). 
İdris Bal, Güvenlik Kıskacında Türkiye, (Lalezar Kitabevi, Ankara, 2009). 
Joschka Fisher, “Dünya ABD’nin Çoktaraflılığa Dönmesine Muhtaç”, Radikal Gazetesi, 25.12.2006. 
Kayhan Karaca, “ABD Dünyayı Nasıl Yönetiyor?”, 
http://www.dispolitika.org.tr/dosyalar/kkaraca_230603-b_p.htm, (23.09.2011, 12:05). 
Maxime Lefebvre, Amerikan Dıs Politikası, (İletişim yayınları, İstanbul, 2005). 
Mert Bilgin, Türkiye’nin Küresel Konumu, (IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008). 
Muammer Öztürk, “ABD'nin Denizaşırı Yönetim Kabiliyeti Ortadoğu'da Kötürüm Oldu” Radikal Gazetesi, 21.11.2006. 
Murat Silindir, Amerikan Gücünün Geleceği, (Lalezar Kitapevi, Ankara, 2009). 
Mustafa Aydın, “Amerika Dünyadan Ne İstiyor, ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Dış Politikası” http://www.stradigma.com/index.php?sayfa=makale&no=60., (18.10.2009, 16:02). 
Mustafa Peköz, Küresel Güçlerin Ortadoğu Stratejisi, (Kalkedon Yayıncılık, İstanbul, 2007): 75-91. 
Nasuh Uslu, “1980’lerden Günümüze Türk Amerikan İlişkilerinin Genel Seyri ve Temel Boyutları”, 1980-2003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Turgut 
Göksu, Ali Şen, Abdulkadir Baharçiçek, Hasan H. Çevik (Ed.), (Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003) :184-186. 
Neslihan Dikmen, Yasemin Doğancı, Ceren Sümer, Eylem Turan “Obama Dönemi Amerikan Dış Politikasında Bölgesel Yaklaşımlar”, (Bahçeşehir Üniversitesi, 
Uluslararası Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi, İstanbul, 2009). 
Nye S. Joseph, The Paradox of American Power-Why The World’s Only Power Can’t Go Alone, (Oxford University Press, Oxford, 2002). 
Paul Kennedy, The Rise And Fall Of The Great Powers Economic Change and Military Conflict from 1500 to 2000, (New York, Random House, 1997). 
Richard Falk, “Amerikan Liderliğinin Açmazları”, Çev. Ebru Afat, Küresel Güçler, Fatma Sel Turhan, (Küre Yayınları, İstanbul, 2005): ss.25-28. 
Richard L. Bernal “The Aftershock of 9/11:Implications for Globalization and World Politics” University of Miami, The Dante B. Fascell North-South Center, 
Working Paper Series, Paper No: 10, September 2002, . 
http://www.miami.edu/nsc/publications/NSCPublicationsIndex.html#WP., (12.11.2009, 11:15). 
Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi, (Alfa Kitap, İstanbul, 2004). 
Tayyar Arı, Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, (Alfa Yayınları, İstanbul, 2004). 
Tayyar Arı, Yükselen Güç, Türkiye-ABD İlişkileri ve Ortadoğu, (MKM Yayıncılık, Bursa, 2010). 
U.S. Energy Information Administration, International Energy Outlook 2011, September 2011, 
http://www.eia.gov/forecasts/ieo/pdf/0484(2011).pdf, (07.10.2011, 23:55) 
Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, (Barış Kitap, Ankara, 2011). 
Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası: Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, Çev. Yelda Türedi, 
(Inkılap Kitabevi, İstanbul, 2005): 177. 

DİPNOTLAR;

1 A. Öner Pehlivanoğlu, Ortadoğu ve Türkiye, (Kastaş Yayınları, İstanbul, 2004): 262-265. 
2 Antony Best, J.M.Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze, Uluslararası Siyasi Tarih, (Yayın Odası, İstanbul, 2006): 219. 
3 Tayyar Arı, Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, (Alfa Yayınları, İstanbul, 2004) : 224. 
4 Best ve Diğerleri, a.g.e. s.433-434. 
5 Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, (Barış Kitap, Ankara, 2011): 150. 
6 Alan Doig, James P. Pfiffner, Mark Phythian and Rodney Tiffen, “Marching in Time: Alliance Politics, Synchrony and the Case for War in Iraq, 2002-2003” 
   Australian Journal of International Affairs, (Vol. 61, No.1, March 2007): 38. 
7 Richard L. Bernal “The Aftershock of 9/11:Implications for Globalization and World Politics” University of Miami, The Dante B. Fascell North-South Center, Working Paper Series, Paper No: 10, September 2002, 
   http://www.miami.edu/nsc/publications/NSCPublicationsIndex.html#WP., (12.11.2009, 11:15), p.10. 
8 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi, (Alfa Kitap, İstanbul, 2004): 607-608. 
9 Mert Bilgin, Türkiye’nin Küresel Konumu, (IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008): 414-415. 
10 Bilgin, A.g.e. s. 415. 
11 İdris Bal, ABD Politikaları ve Türkiye, (Lalezar Kitapevi, Ankara, 2008) :112. 
12 Tayyar Arı, Yükselen Güç, Türkiye-ABD İlişkileri ve Ortadoğu, (MKM Yayıncılık, Bursa, 2010): 321. 
13 E. Fuat Keyman, Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye, “ABD Hegemonyası ve Tek Taraflılık”, (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005):31. 
14 İdris Bal, Güvenlik Kıskacında Türkiye, (Lalezar Kitabevi, Ankara, 2009): 114. 
15 Doğu Silahçıoğlu, ABD, İsrail, İran Denklemi ve Türkiye, (Günizi Yayıncılık, İstanbul, 2006): 17. 
16 Mustafa Aydın, “Amerika Dünyadan Ne İstiyor, ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Dış Politikası” 
     http://www.stradigma.com/index.php?sayfa=makale&no=60., (18.10.2009, 16:02). 
17 Silahçıoğlu, A.g.e. s.19. 
18 Erhan Akdemir, “11 Eylül Sonrası Amerika’nın Ortadoğu Politikası ve Düşünce Kuruluşları”, 11 Eylül Sonrası 
    Ortadoğu, Edt. Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, (USAK Yayınları, Ankara, 2011):316. 
19 Neslihan Dikmen, Yasemin Doğancı, Ceren Sümer, Eylem Turan “Obama Dönemi Amerikan Dış Politikasında 
     Bölgesel Yaklaşımlar”, (Bahçeşehir Üniversitesi, Uluslararası Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi, İstanbul, 2009): 23. 
20 Murat Silindir, Amerikan Gücünün Geleceği, (Lalezar Kitapevi, Ankara, 2009) :135-137. 
21 Henry Kissinger, Diplomasi, (İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2002): 9-10. 
22 Nasuh Uslu, “1980’lerden Günümüze Türk Amerikan İlişkilerinin Genel Seyri ve Temel Boyutları”, 1980-2003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Edt. Turgut Göksu, Ali Şen, Abdulkadir Baharçiçek, Hasan 
H. Çevik, (Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003) :184-186. 
23 Bülent Aras, “11 Eylül ve Dünya Siyaseti”, 11 Eylül: Öncesi ve Sonrası, Edt. Bülent Aras, Gökhan Bacık, (Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006): 13-14. 
24 Immanuel Wallerstein, “America and the World:The Twin Towers as Metaphor”, Understanding September 11, Craig Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer, Social Science Research Council, (The New Press, New York, 2002): 352. 
25 Abdullah Özkan, “ABD'nin Emperyal Dış Politikasının Türkiye ve Bölgemize Yansımaları”, 
    http://www.tasam.org/modules.php?name=News&file=print&sid=357 ., (09.11.2006, 20:05), s.1. 
26 Bülent Aras, “ABD’nin Ortadoğu Politikaları ve Filistin Sorunu”, Milletlerarası Ortadoğu, Kaos mu, Düzen mi? 
Konferansı, Yayına Hazırlayanlar, Ali Ahmetbeyoğlu, Recep Ahıskalı, Hasan Demiroğlu, Yahya Başkan, (Altan Matbaacılık, Tarih ve Tabiat Vakfı, İstanbul, 2004) :340 
27 Andre Gunder Frank, “ABD’nin Ekonomik Limit Aşımı ve Askeri/Siyasi Emperyal Rüzgarın Tersine Esişi mi?” 11 Eylül: Öncesi ve Sonrası, Bülent Aras, Gökhan Bacık, (Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006): 149-157. 
28 Günay Aydın, “ABD’nin Enerji Politikaları ve Enerji Arz Güvenliği”, Uluslararası İlişkilerde Güncel Sorunlar ve Yeni Gelişmeler, Ed. Hasret Çomak, (Umuttepe Yayınları, Kocaeli, 2010):290-291. 
29 Deniz Ülke Arıboğan, “Barışı Hayal Edemeyen Bölge; Ortadoğu”, Milletlerarası Ortadoğu, Kaos mu, Düzen mi? Konferansı, Yayına Hazırlayanlar, Ali Ahmetbeyoğlu, Recep Ahıskalı, Hasan Demiroğlu, Yahya Başkan, (Altan 
Matbaacılık, Tarih ve Tabiat Vakfı, İstanbul, 2004) :271-272. 
30 Richard Falk, “Amerikan Liderliğinin Açmazları”, Çev. Ebru Afat, Küresel Güçler, Fatma Sel Turhan, (Küre Yayınları, İstanbul, 2005) :25-28. 
31 Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi, Kaotik Bir Dünyada ABD, (Metis Yayınları, İstanbul, 2004) :11-14. 
32 Mustafa Peköz, Küresel Güçlerin Ortadoğu Stratejisi, (Kalkedon Yayıncılık, İstanbul, 2007): 75-91. 
33 Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası: Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, Çev. Yelda Türedi, (Inkılap Kitabevi, İstanbul, 2005): 177. 
34 U.S. Energy Information Administration, International Energy Outlook 2011, September 2011, 
http://www.eia.gov/forecasts/ieo/pdf/0484(2011).pdf, (07.10.2011, 23:55), p.1 
35 Bülent Aras, “11 Eylül ve Dünya Siyaseti”, A.g.m., 17. 
36 Nye S. Joseph, The Paradox of American Power-Why The World’s Only Power Can’t Go Alone, (Oxford University Press, Oxford, 2002): 41. 
37 Kayhan Karaca, “ABD Dünyayı Nasıl Yönetiyor?”, http://www.dispolitika.org.tr/dosyalar/kkaraca_230603-b_p.htm, (23.09.2011, 12:05). 
38 Muammer Öztürk, “ABD'nin Denizaşırı Yönetim Kabiliyeti Ortadoğu'da Kötürüm Oldu” Radikal Gazetesi, 21.11.2006. 
39 Maxime Lefebvre, Amerikan Dıs Politikası, (İletişim yayınları, İstanbul, 2005): 87. 
40 Kennedy Paul, The Rise And Fall Of The Great Powers Economic Change and Military Conflict from 1500 to 2000, (New York, Random House, 1997) :514-540. 
41 Harry Magdoff, Sömürgesiz Emperyalizm, (Devin Yayıncılık, İstanbul, 2005): 81-88. 
42 İdris Bal, Güvenlik Kıskacında Türkiye, s.119-120. 
43 Erhan Akdemir, A.g.m, s.332. 
44 Alon Ben Meir, “11 Eylül Sonuçları”, Çev. Serpil Açıkalın, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Edt. Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, (USAK Yayınları, Ankara, 2011):19. 
45 Joschka Fisher, “Dünya ABD’nin Çoktaraflılığa Dönmesine Muhtaç”, Radikal Gazetesi, 25.12.2006. 


***