22 Şubat 2015 Pazar

YAZIK,


YAZIK,





Yekta Güngör Özden

Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın doğal sonucu, eşitlikçi yurttaşlar düzeni, halk demokrasisi, erdem, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü temelinde yükselen, ulusal simgemiz laik Cumhuriyet’in 80. yıldönümü, Cumhurbaşkanlığı çağrısı ve Atatürkçü Gençler’in alanlarda sergiledikleri sözlerle ilgili tartışmalar nedeniyle yaraşır olduğu coşkudan uzak biçimde kutlandı. Günün anlamı yeterince belirtilemedi. Kimi kuruluşların etkinlikleri, Cumhuriyet’in önemi konusunda özlenen düzeyi ve doyuruculuğu sağlayamadı. Takiyyeciler, destekçileri medya kesimiyle gündem değiştirip dayatmalarını gerçekleştirme oyunlarını sürdürdüler. Yaygın halk söylemiyle “sessiz ve derinden” bildiklerini okumaya, inatlarını sertleştirerek ustalarının açtığı yoldan yürümeye ağırlık verdiler. YÖK Yasası, İmam Hatiplilere ayrıcalık tanıyacak girişim, Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı ile amaçları daha belirgin duruma geldi. TÜBİTAK’ın çalışmalarını engelleyen diktacı tutum yasama çoğunluğuyla kurallaştırılmaya çalışılırken kestane ve kızılçam ağaçlarını orman alanı dışına çıkaran Yasa Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme gerekçeleri gözardı edilerek yeniden benimsendi. Türban yalanıyla savunulan sıkmabaş-bohçabaşı ödünsel nitelikte yaklaşımla geçiştiren CHP’nin hukuksal-demokratik geleneklere aykırı biçimde yürütülüp sonuçlanan kurultayı yanında ulusalcı, ilerici, Atatürkçü kuruluşların dağınıklığı, yerel seçimler için genelleşen ilkesizliğin boyutları umutları gölgelemektedir. AB’nin bu kez de Kıbrıs koşulunu getirmesi, kredi karşılığında PKK/KADEK’e ilişmemek koşuluyla Irak’a asker gönderme kararını boşlukta bırakan ABD’nin kürt aşiretlerine öncelik vermesi, yaklaşan Kıbrıs seçimlerine yabancıların el atması yetmiyormuş gibi günümüz iktidarının tutumu bilinen muhalefeti destekleyici çabaları endişeleri arttırmaktadır. Konuşulup tartışılacak o kadar çok konu var ki değerlendirmek için sıralamakta güçlük duyuluyor. Yine de kimilerine değinmeyi yararlı buluyoruz.

Cumhurbaşkanı’nın Cumhuriyet resepsiyonu

Anayasa’nın 104. maddesinde “Devletin başı” olduğu ve Cumhuriyet’i temsil ettiği belirtilen Cumhurbaşkanı’nın ulusal bayramımız nedeniyle düzenlediği geleneksel kutlama görüşmesidir. Çağrılılardan isteyen katılır. Cumhurbaşkanı da uygun bulduklarını çağırır. Devletin başının çağrısı olmakla birlikte devletin çağrısı değildir, kişisel çağrıdır. Nitekim, gelişigüzellik sayılacak kimi durumlar kişisel olduğunu kanıtlamaktadır. Ancak, ölçülerin gerçekçi ve uygar olması gerekir. Kin, kırgınlık, karşıtlık, öç almak gibi duygusallıklar Cumhurbaşkanlığı’ndan beklenmez. Cumhurbaşkanı’nın sıkmabaşı kullanma amacını ve yaygınlaştırıp devlete dayatma çabalarını gözeterek önlem alması hakkı, hattâ görevidir. Ancak, yöntemi yanlış olduğundan gereksiz ve sakıncalı tartışmalara yol açmıştır. Çağrılanların giyimleri, kadınların başları açık olması not olarak belirtilseydi sıkmabaşa bağımlı şeriatçı kesim dışında kimsenin bir diyeceği ya da denileceklerin hiçbir önemi olmazdı. 29 Ekim çağrılarına yanıt notu konulmaz. Yer ayrılmadığı için çağrılılar özgürdür. Çağrı buyruk da sayılmaz, zorunluluk da taşımaz. Saygı gereklerine uyulur. Yabancı konuklar onuruna verilen yemekler için yapılan çağrıların altında yanıt beklendiği notu (LCV) vardır. Burada bir anımı okuyucularla paylaşmak isterim. İran Cumhurbaşkanı’nın onuruna Cumhurbaşkanlığı’nda (Demirel zamanı) verilecek çağrıyı aldığımda katılacakmışım gibi davranıp özür bildirmedim. Çağrı önce telefonla, sonra faksla yapılıyor, daha sonra özel yazılı kartı geliyordu. Masaya konulacak kartımın ve sandalyemin kaldırılmaması yokluğumun bilinmesi için gerekliydi. Anıt-Kabir’de saygı duruşundan kaçınan bir temsilcinin yemeğine katılmayı içime sindiremezdim. Yemeğe katılmadım. Adım yazılı olduğu için kınama eylemim anlaşılmıştı. Konuları kişiselleştirmeyi asla uygun bulmam ama kimi okuyucular istedikleri için yineliyorum, benim bu tür toplantılara emekli olduktan sonra katılmam istenmedi, ben de hiç düşünmedim, beklemedim, aldırmadım. Çağırmak hakkının karşılığı da katılıp katılmamak hakkıdır. Mahkeme çağrıları gibi katılmama durumunda uygulanacak bir yaptırım yoktur. İstenen çağrılır, istenmeyen çağrılmaz. Çağrı ve çağrılanlar çağıranlar için bir göstergedir.
Zamanında Genel Kurulu’nu toplamayan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendiliğinden dağılma durumuna düştüğünü ilgililer bilmek zorundadır.

Gençlerin çağrısı

29 Ekim kutlamaları için Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ile Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı’nın düzenlediği yürüyüşte kimi gençlerin “Ordu Göreve” yazılarını dalgalandırması kimi kesimlerin tepkisine neden oldu. Gerici, çıkarcı, AB’ci, ABD’ci, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olanların yanında yanlış anlayıp yanlış değerlendirenlerin, amaçlı yaklaşanların bulunması doğaldır. Kimi ilerici, Atatürkçü bilinen ya da öyle sanılan, aydın tanınan kişilerin de sakıncalı sayanlarla benzer eleştiri getirmesi yadırgatıcı olmuştur. Yöntem yanlışlığı, yer ve zaman, çağrı biçimi üzerinde durulabilir. Herkesin aynı biçimde düşünüp davranması beklenemez. Ancak, demokratik bir etkinlikte devingen gençlere içtenlikle ve iyi niyetle yaptıkları bir çağrıyı amacı dışında yorumlayıp suçlamak, üstelik hukukçu kesilerek önceden savcı ve polis yerine geçerek işlem isteyip sonuç belirlemek çağdaş kişilikle bağdaşmayan bir tutumdur. Kanımca “Ordu Göreve” çağrısı asla bir darbe istemi içermemektedir. Durumu, tutumu, yeri, yönü, görevi ve kişiliği belli kimilerinin “Darbeci-Saddamcı” sakızıyla başvurdukları yalanlarına ekledikleri yeni suçlamalara katılanların aymazlığını açıklayan tepkileri anlamsızdır. Ordu’nun görevi darbe midir ki “görev” sözcüğünden “darbe” akla gelmektedir? Kimsenin darbe istemediği Irak olayları nedeniyle gündeme gelen tartışmalarda, okuduğunu anlayan herkesin kavrayacağı biçimde anlatılmıştı. Barışçı görüşleri şahinlikle suçlayanların Irak konusunda nasıl şahinleştiklerini herkes biliyor. Dönmeyi karakter durumuna getirenler kendi yaptıklarını unutup başkalarını suçlamak sakatlığını sürdürmektedir. Ordu’nun görevi İç Hizmet Yasası’nın 35. maddesinde öngörülmüştür. Şimdilerde “Silahlı Kuvvetler” diye anılan bu güç, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün Ordusu’dur. Nitelikleri Anayasa’da özetlenen Atatürk Cumhuriyetini koruyup sonsuza değin bağımsız yaşatmakla görevli olanların başında gelmektedir. Bu yapıyı bozup yıkmaya yönelik davranışlar için görevi kapsamında ve doğrultusunda daha etkin, daha güçlü, daha yararlı olmasını istemek ve dilemek her yurttaşın hakkıdır. Milli Güvenlik Kurulu konusunda     hakkını koruyamadığı, kendini yeterli biçimde savunamadığı, AB’nin haksız eleştirilerine neden olmamak, demokrasiyi engellemekle suçlanmamak için gereği gibi davranmadığı eleştirileri yapılmışıtr. Görevi daha etkin, sonuç alıcı ağırlık ve anlamla yapma önerisi ve dileği tersine yorumlayıp “silahla elkoyma” gibi algılama Silahlı Kuvvetleri tanımamak, demokrasi bilincini taşımamakla birdir. Kuşkudan ve kuruntudan uzak yapıcı anlayış özlenmektedir. Toplumsal barış dinginlik amaçlar, kargaşa değil.

“Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı”

Siyasal iktidarın kafasındaki düzeni gerçekleştirme çabalarnın yeni bir örneğidir. YÖK ve İmam Hatip okulları konusundaki inadından vazgeçmeyen iktidarın sözcüsü “kimse bizi engelleyemez” çıkışıyla amaçları konusundaki kuşkuları doğrulamaktadır. Cumhurbaşkanlığı makamına saygıyla bağdaşmayan çirkinlikler, geri çevirmeleri geçersiz kılan sayı çoğunluğuna dayanarak yeni girişimleri gündeme getirmektedir. 80 yıllık Cumhuriyet’in elbette yenilenecek, düzeltilecek, günün koşullarına uyumu gerektirecek yanları vardır. Çağımızın gerekleri elbet gözetilerek yeni düzenlemeler yapılacaktır. Yasama organı yaşamı yeterince izleyip hukuksal gereklerde geç kalmasa sorunlar artmaz ve ağırlaşmaz. Kamu yönetiminin aksayan yönlerine çözüm getirecek girişimleri herkes destekler. Ancak, günümüz iktidarının karakteri ve yapısı bilindiğinden, takiyyeci tutumunu inatla sürdürdüğü izlendiğinden önerilerine duraksamadan yaklaşmak olanaksızdır. Kaldı ki, adı geçen tasarı incelendiğinde devletin yapısı, niteliği, merkez yönetiminin görevleri, ulusal konular, denetim sorunları başta olmak üzere aykırılıkları açık, sakıncaları çağrıştıran, tehlikelere elverişli nice kural var. Cumhuriyet gazetesinde Işık Kansu’nun hazırladığı yazı dizisinde ayrıntılarına girilen konuları yinelemekten kaçınıyorum. Devletin tek’liğini, ülkenin tüm’lüğünü, ulusun bir’liğini yarınlarda olumsuz etkileyecek amaçlı düzenlemeler getirildiği sezilmektedir. Hukuksal, siyasal ve ulusal birliği bozucu, yankıları büyük tartışmalara, olaylara açık tasarılar kamuoyunda doyurucu biçimde değerlendirilmeden yasama çoğunluğuyla yürürlüğe konulursa çözülmesi güç sorunlar yaşanabilir. Şimdiden kimlerin, nasıl ve ne amaçla destek verdiği gözetilirse bu saptamamızın gerçekçiliği anlaşılır. Destekleyenler, tasarının AB dayatmasıyla, Cumhuriyet’le kazanılanları yitirme tuzağı olduğunun ilk kanıtıdır.

Sayıştay konusu

Anayasa’nın 160. maddesinde öngörrülen görevleri yerine getirmekle yükümlü Sayıştay bir yüksek yargı organı değildir. 1980 sonrasındaki kadrolaşma yakınmalarının kurumun yapısını nasıl etkilediği, başka kurumlara nasıl yansıdığı üzerinde geniş biçimde durmak olanağı açıktır. Sayıştay Başkanı’nın TBMM Bütçe-Plân Komisyonu’ndaki konuşması bu önemli kurumun kimlerin elinde nasıl kullanılacağının da belirtilerini vermektedir. Hesabını vermemiş, aklanmamış yöneticilerin dokunulmazlık zırhına bürünüp akça denetimleri kendilerine yakın görevlilerden oluşan kurum ve kurullara bağlaması ilgilileri uyarmalıdır.
“Vergi barışı” adı altında yükümlüleri bir tür tehdit ederek ek vergiler alan iktidarın, kimi kuruluş ve kişileri hiçbir dayanağı bulunmayan Sayıştay kökenli raporlarla nasıl tehdit ettiği, ellerindeki işleri alıp kendi yandaşlarına vermeye çalıştığı siyasal ortamlarda konuşulmaktadır. Bakanlıklarda ezanların duyulduğu Ankara günlerinde Silahlı Kuvvetler’in, kimi Bakanlık ve kuruluşların Bütçe olanaklarının kısıtlanması, denetim yoluyla çalışmalarının engellenmesi kaygılarından söz edilmektedir.

“Türban” yalanı

Zorunlu olmadığı, kimi bayan milletvekili ile bayan Bakan’ın kullanmamasıyla da belli olan başörtüsünün gelenekselleşmiş, alışılmış biçimlerini bırakıp sıkmabaş-bohçabaş biçiminde yaygınlaştırılmaya çalışılan “türban” gösterip savunmak, bu nedenle yurtdışında yoğunlaşarak gelecekte Türkiye’yi kuşatmak oyunu yayınlarla ortaya konulmuştur. Kimi beslemenin yazısıyla desteklemesi yanında kimi aymazın da oy getireceği beklentisiyle ödün verdiği çağdışı biçim dinin siyasallaşarak demokrasinin dinselleşmesinin simgesi durumuna getirilmiştir. Bunun çağdaşlıkla, modernleşmeyle, özgürleşmeyle, bireyselleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu nitelikler geriye gidilerek, eskiye dönülerek kazanılmaz. Şeriatçı ülkelerin görevlileriyle birlikte gelen eşlerinin bile başlarının açık olduğu bir zamanda 5 yaşından başlayarak kız çocuklarının başını öcü gibi örtmenin, kişisel tercihinin devlet düzeninin, hukuk kurallarının önüne geçirilmesinin hiçbir anlamı yoktur. Düşünce, din ve vicdan özgürlüklerinin güvencesi lâiklik sayesinde dinsel görevleri özgürce yerine getirmek mutluluğunu duyanlar, inanca saygılı olanlar, dinsel sömürüden uzak kalanlar gericilerin oyununa gelmemeli, kurallara gizlice yerleştirilen bozgunculuğa, yıkıcılığa olanak vermemelidir.

Medyadaki çıkarcı beslemeler Irak’a asker gönderilmesi çığlıkları atıp kışkırtmalarını sürdürmeyi bırakmış, Iraklıların Türk askerine karşı çıkışlarına geniş yer vermektedir. Bu değişiklik kimlerinin ne ve nasıl olduğunu bir kez daha göstermiştir. İlkesiz ve düzeysiz yaklaşımlarla, haksız, terbiye dışı eleştirilerle değerlere verdikleri zararların sorumlusu olanlar utanmadan orda burda dolaşmakta, dergi ve gazete sayfalarında boy göstermektedir. Bir de “akılhocası” kesilip Cumhur-başkanı’nı yargılamaktadırlar. Cumhur-başkanı’nın konumuna, yerinin ve görevinin onuruna, anlamına, üstünlüğüne yaraşır, genelde yansız, lâik Cumhuriyet için tam yanlı durumunu ve tutumunu desteklemek yerine anlamını kavrayamadıkları demokrasi adına, üstelik ne için ve nasıl kullanıldığı bilinen sıkmabaş için eleştirmeleri yanlıştır. Medya softaları, orucu yanlız midesiyle tutanların katılığı içinde Cumhuriyet’e kazma sallamaktadır. İnsan zaman zaman düşünmekten kendini alıkoyamıyor: Kimler nereye, nasıl geldi, ne oldu? Yaşadıkça daha neler göreceğiz? Boşlukları ve bozuklukları belli olanlar şu ya da bu nedenle sırıtıyor.

Kendi yaptıklarının yapacaklarının belirtisi sayılacağını unutup oyunlarını saklamaya çalışanların çabaları ibretle izlenmektedir. İmam Hatip okullarını bitirenlere tanınacak ayrıcalığı “usta hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına saklayıp gerçeği tersine çevirerek “bu okulların üzerindeki kâbusun kaldırılacağından” sözeden iktidar yetkilileri, İstanbul Üniversitesi’ne kullandırılan Baltalimanı Tesisleri’ni geri alma çabaları yürütmenin durdurulması kararıyla erteleninci bu kez ağır vergi cezalarıyla saldırıya geçmişlerdir. Çoğu inanç sömürüsü yaparak görevlerini köktendinci partilerin lehine kötüye kullanarak siyasal katlara gelen kişiler, amaçlarına ulaşmak için her yolu deneyeceklerdir. Bu bağlamda anamuhalefet partisinin işlevine yaraşır çabalara girmesi, anamuvafakat partisi görünümünden kurtulması     gerekmektedir. Bunları bir yana bırakıp gençlere sataşarak, onları dışlayarak bir yere varılamaz. CHP’lilerin 29 Ekim günü “Halkımız göreve” yazılarıyla yürümesi gibi “Meclis göreve! Yargı göreve!” denilmesi gibi “Ordu Göreve!” söz ve yazılarının da sakıncalı yanı yoktur. Silahlı Kuvvetler’e saygıya, güvene ve demokratik yapıdaki konumunun önemine bağlanan bu çağrıları sömürerek sonuç alınamaz. Yanlışlıkların düzeltilmesi istenerek yapıcı davranılır. Muhbirlikle bir yere gelinemez. Silâhlı Kuvvetler’e anımsatma yapılabilir, akıl öğretmeye kimse kalkışmaz. O, ne yapacağını bilir. Türk Silâhlı Kuvvetleri demokrasiye yürekten bağlıdır. O’nu tanıyan, sevip sayan niçin darbe istesin? İstenmekle yapılmayacağını bilecek düzeydeki kimselerin sözlerini başkaları anlamlandıramaz. Silâhlı Kuvvetler’e karşı olanlar bu olayı bahane yaparak yıpratmaya koyulmuşlardır. Bindikleri dalı kesenler gibi aymazlık sergilemektedirler.
Ulusal eğitim, kamu işletmeleri, uluslararası ilişkiler, barış, tam bağımsızlık, insan hak ve özgürlükleri, çağdaş demokrasi gerekleri, sağlık, tarım, iş, üniversite, yargı, yolsuzluk, orman, kıyı, turizm, trafik, geçim güçlüğü, yaşam koşulları, siyasal kadrolaşma, AB dayatmaları, Kıbrıs, Irak, Kürt devleti ve bunlara bağlı nice sorun çözüm beklemektedir. Bunların hiçbirisi için şakşakçı medya kesiminin yanıltıcı övgüleri dışında ciddi bir girişim yoktur. Olanlar Türkiyemize olmaktadır. Yazık, çok yazık!





..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder