23 Şubat 2015 Pazartesi

BARIŞ GÖNENCİ


BARIŞ  GÖNENCİ



28.06.2004/Sayı:59
Yekta Güngör Özden


İktidarın çelişkili ve aykırı tutumlarıyla değişik boyutlara ulaşan dış ilişkilerin geleceği kuşkuyla değerlendirilmektedir. Irak sorunu “Kürt Federasyonu” gelişmesiyle ilgi odağı durumundayken Dışişleri Bakanı Gül’ün oluşuma “yeşil ışık yaktığı” söylemleri ABD yolundaki gidişin yeni bir örneğidir. ABD gülleri çağırmakta, karşılamakta ve ağırlamaktadır. Abdullah Gül’ü, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül izlemiştir. Yurda dönüşünde verdiği demeç ilginçtir. ABD’nin Türkiye sevdası yeni ilişkilerde renklenmektedir. Ama asıl irdelenmesi gereken konu AKP iktidarından beklenenlerdir. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Kerkük’le ilgili toplantısındaki konuşmalar Türkiye’ye verilen görevin çerçevesini, yaklaşımın nedenini, AKP iktidarının işlevini ortaya çıkarmaktadır. Daha doğrusu, önceleri belirtmeye çalıştığımız konum ve tutum doğrulanmıştır. AKP iktidarı ABD ile AB’nin isteklerini ne ölçüde yerine getirirse o ölçüde yakınlık ve destek görecek, içerde de o ölçüde kolaylık ve rahatlık bulacaktır. Dinci düzen “ılımlı islam” formülüyle yavaş yavaş gerçekleştirilecektir. Özellikle yargının sesi, silahlı kuvvetlerin etkisi geçersiz kılınarak, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri budanarak. Yeni uyum paketlerinde hangi kurum ve görevlilerin nasıl paketlendiğine tanık olacağız. ABD ve AB her işimize karışmıyor, yalnz kendi işlerine gelenlere karışıyorlar. Bakanları, komiserleri, temsilcileri, sözcüleri, tüm yetkili ve görevlileri dil, örgütlenme vd. özgürlükleri bahane ederek baskı ve dayatmalarını sürdürüyorlar. Çoğunluğun asıl öğelerinden birini azınlık yapmak, ceza giyen suçluların serbest bırakılması için anayasal ve yasal değişiklikleri istemek, AB ülkelerinin kiminde olmayan, AİHM kararları doğrultusunda yargılamanın yenilenmesini zorlamak, Kıbrıs, Ege koşullarını getirmek, yeni koşullar düzenlemek bunlardan kimileri. Ama iş-çalışma yaşamı, sendikal özgürlük, üniversite özerkliği, yargı bağımsızlığı, sağlık ve ulaşım sorunları konusunda suspuslar. Hele yasama dokunulmazlığı konusunda büsbütün üçmaymunları oynuyorlar. Ahlaksız ve adaletsiz demokrasi olamaz. Yolsuzlukları belgelenmiş, dosyaları görevli yasama komisyonlarında bulunan kimselerin aklanmadan görev yapmaları onlara dokunmuyor. İçlerine sindirebiliyorlar. Kadrolaşma da böyle. Devlet iktidarı, iktidar partisinin değil, ulusundur. En aşağıdaki sıradan yukarıya doğru partizanların, partiye oy veren, yardım edenlerin, yandaşların görevlere yerleştirilidiği söylentisi bile ağır gölge düşürür. Yargıyı etkilemek, kendi gelecekleri için bağlandıkları ABD ve AB’nin sempatisini kazanmak uğruna yargıyı yıpratmak, kimi olaylarla iktidara sorumluluk getiriyor. Ankara DGM Savcısının basın yoluyla öğrenilen iddianamesindeki görüşlerden yargıya yönelik olanlar üzücü ve düşündürücüdür. Yargıya etki yapmak, isteklerine uygun sonuç almak için her zaman girişimde bulunan, bu kötülüklere araç olan kimseler bulunabilir. Ama yargımızın onuruna yaraşır düzeyini, durumunu, konumunu bozduğu savlanamaz, söylenemez. Yargıda görev alanların toplumsal ilişkilerinde özen göstermeleri ilkesini de kimse gözardı edemez. Yargı bağımsızlığı tümüyle gerçekleşmeden yakınmalar sürecektir. Ulusal yaşamın en sağlıklı, en demokratik güvencesi sayılan hukuku gerçekleştirmekle görevli yargının sorumluluğu büyüktür. Son yıllarda yargının ülkeyi nice sorundan kurtardığı ulusumuza nasıl umut verdiği de yadsınamaz bir gerçektir. Ya yargımız olmasaydı? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce, Lozan’da hukuk devleti ve bağımsız yargı için verilen savaşım, sayfalar doldurur. Atatürk’ün yargı yetkisini ulusal egemenliğin zorunlu gereği, bağımsız yargıyı da devletin varlığının koşulu saydığına ilişkin anlamlı sözleri belleklerimizde özgün yerini korumktadır.

Amasya Genelgesi

Anadolu İhtilali’nin bayrağı 22 Haziran 1919’da Atatürk’ün yazıp arkadaşlarıyla birlikte imzaladığı Amasya Genelgesi ile açılmıştır. Yurdun tümlüğü ile ulusun birliğinin, bağımsızlığının tehikede olduğunun, ulusun bağımszılığını yine ulusun istenç ve kararının kurtaracağının dünyaya duyurulduğu günden bu yana 85 yıl geçmiştir. Günümüzde karşı karşıya olduğumuz tehlikeler 1919’unkinden daha az değildir. İç ve dış tehlikelerin, tehditlerin boyutu gün geçtikçe artmaktadır. Geleceğimizin içine düşmesi olası karanlık herkesi göreve çağırmaktadır. AB’ye eşit biçimde, onurlu konumda girmek varken ödünler vererek kapıları zorlamak varlığımızın saygınlığıyla bağdaşmayan sakıncalı bir tutumdur. Devletimize sahip çıkmak, Atatürk’ün soylu kanımızdan beklediklerini yeine getirmek, insanlık ve yurtaşlık borcumuzdur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD ve AB’nin sömürgesi, uydusu ve uşağı olmadığını, olmayacağını kaç kez söyleyip yazdık. Laiklik ve Atatürkçülük konusunda yıllardır söyleyip yazdıklarımızı yadırgayanların şimdilerde özür diledikleri gibi ABD’nin çizdiği uluslararası ilişkiler için de haklıyız. Irak’ın kuzeyindeki PKK/Kongra-Gel militanlarının nasıl barındıkları, nasıl korundukları hergün daha iyi anlaşılmaktadır. ABD’nin bu konuda verdiği sözü tutmadığı bir yana terör yeniden tırmanışa geçmiştir. Tutuklu değil, hükümlü olan DEP’li eski milletvekillerinin gezilerinde açılan posterler, atılan sloganlar, yeşil-sarı-kırmızı renkli sözde bayraklar, yineleyen geniş af önerileri, çocuklar önde sertleşen yığınlar önümüze getirilecek önerilerin şimdiki belirtileridir. Yarınlarda uyum yasalarına, anayasa değişikliklerine zorlamaların sıraya konulması şaşırtıcı olmayacaktır. AKP milletvekillerinden kimilerinin eski DEP’lilerin demokrasi kahramanı gibi dolaşmalarına katlanamadıklarına ilişkin açıklamalarına da liderleri katlanamadı. Demokrasinin katlanma rejimi olduğunu nasıl anımsatmalı? AKP Hakkari milletvekili F.Ö.’nün Van Havaalanı VİP salonunda eski DEP’lilere “Bana düşen bir görev varsa emirlerinizi beklerim” dediği yalanlanmadı. Türk Bayrağı’nın yakılması, İstiklal Marşı’nın söylenmemesi katlanılacak olaylar mıdır? Yasama Organı Başkanı Nisan 2004’te “terörün ilacı dindir” demiş, Milli Eğitim Bakanı da ondan önce Ekim 2003’te “Rüşvet kanunla değil Allah korkusuyla önlenir” sözünü etmişti. Bu anlayışlarla yaklaşılan sorunlar elbet çözümlenemez. Cezaevlerindekilerin dini yok mu? Eğitim bozuklukları sürerse, yurttaşlık bilinci oluşmazsa, hukuk etkinliğini yitirirse, dincilik araç ve anahtar olursa yaşanacak aykırılıkların arkası kesilmez. Şeriat tehlikesi olmadığını yineleyip lakliğe ve laiklere sataşan madrabazlarla şarlatanlar, çıkarcılarla dönekler her gün gazete sayfalarına geçen haberlere baksınlar. Yakalanan bombacılar, basılan tarikat kampları, kara çarşaf uygulaması ve savunması, türbanlı protokol görüşmeleri, asaleten olmayınca vekaleten atamalar, emekliler teröre hedef kılınırken teröristlerin, yandaşlarının, hükümlülerin devlet konuğu düzeyinde kabulleri ilginç örneklerdir. Avrupa ülkelerindeki uygulamalar yaygınlaşırken, Fas’ta bir çok kamu ve özel kesim kuruluşunda türban takmanın yasaklanması, değiştikleri, demokratlaştıkları söylenenleri uyarmalıdır. Kaldı ki bilinen türban değil, sıkmabaş en çirkin biçimlerde kullanılmaktadır.

Barış, Yine Barış, Hep Barış

Irak ateşi her gün onlarca ölüyle sürerken ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kendi çıkarı için açılımına yeni biçimler hazırlamaktadır. İstanbul’daki NATO zirvesi de bunun bir perdesidir. Yayılmacı ve sömürgeci emperyalizmin küreselleşme ve globalleşme oyunuyla giriştiği yöntemlerin şak şakçıları ekonomik ve toplumsal sorunların ayırdında değilken ABD Türkiye’den yeni olanaklar istemektedir. İstanbul ve Ankara’dan yükselen sesler ülkenin öbür kentlerinde de yankılanmaktadır. Demokratik tepkilerin uygar görünümlerle güç kazanması özlenmektedir. Terör gölgesinin düştüğü olaylar anlamını yitirir. NATO karşıtı gösterilerin Türkiye’nin barışseverliğini vurgulaması, emperyalizme boyun eğmeyeceğini göstermesi, savaşın yerine barışın, silahlanmanın yerine sağlığa ve eğitime katkının, bağımsızlığa, özgürlüğe, toprak tümlüğüne saygının yeğlenmesi ilke olmalıdır. El-Kaide Irak bağlantısına ilişkin bir kanıt bulunmadığının açıklanması da ABD’nin Irak’ı işgalindeki haksızlığı iyice belirginleştirmiştir. ABD doğru söylememiştir. Doğru davranmamıştır. Kendini dünyanın lideri sayarak devlet terörünün en ağırını işkence olaylarıyla sergilemiştir. Bir vahşet ve rezalet durumunu alan işkence olayları ABD’nin sözde demokrasisini açığa çıkartmıştır. Varlığı tartışılan, geleceğine ilişkin kuşkular giderek artan AB de ABD’nin izinde, dümen suyundadır. Türkiye için olmadık koşullar getiren AB’nin Kıbrıs tutumu bile barışçılıklarının yapaylığını göstermiştir. Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” sözünü ilke edinmiş laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD ve AB boyunduruğuna girmeyeceği bilinmelidir. İktidarlar tersine olanak tanısalar, ödünler verseler. sözleri ve imzalarıyla ateşe yaklaşsalar ulusal sağduyu ergeç üstün gelecektir. Yaşamsal olmadıkça savaştan yana olunamaz. Savaş bir kıyım ve yıkımdır. Ölümle, öldürmekle bir yere varılamaz. Atatürk ve arkadaşlarının ölüm-kalım savaşı vererek, yoktan varettikleri devlet yapısı içindeki ülkenin tümlüğü , ulusun bağımsızlığı tarihin örnek mucizelerinden birisidir. 1922’den bu yana barış içinde yaşamayı temeldeki sağlam ve güçlü niteliğe borçluyuz. Günümüzün olanakları içinde güçlük çekenler, 1919 koşullarında kazanılan başarının sahiplerini her an minnetle ve şükranla anmalı, daha önce anlamalıdır. Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı çıkanlar AB’ne girmemizin engeli olarak bu değerleri gösteren yabancılarla, onlara katılan sapkınlar Atatürk olmasaydı neler olacağını iyi düşünmelidir. Bugün Türkiye’nin demokratik hangi değeri varsa hepsini Atatürk ve arkadaşları sağlamıştır. Onlar yapılmasaydı ne bölgede barış olurdu ne de Anadolu’da Türkler. İç barış için kürtçülerden destek istemek durumuna düşmek kimseye dokunmuyor mu? Alt-üst kimlik tartışmaları, federasyon oluşumu, iki halkın varlığının anayasal güvenceye bağlanması gibi gerçekdışı, usdışı önerilerin birbirine eklenmesi ümmetçilerin ulusalcı olamayacağı görüşüne dayandırılmakta, ayaklananların, ulusal kurtuluşa karşı çıkanların heykel ve büstlerinin kamusal alanlara konulması istenecek ölçüde ileri gidilmektedir. Anlamsız önerileri getirenler kurtuluş ve kuruluş önderlerine bu ölçüde sahip çıkmamaktadır. Değişmenin çirkinliğine örnek oluşturanlar kişilik yoksunlarıdır.

Ekonomi bağlantılı sorunlar

Ekonominin yadsınmaz ağırlığı toplumun her alanında duyulmaktadır. Belirtilerin olumsuzluğunu medya saklamaktadır. Yaşam güçleşti. Yakınmalar artarken alaycı bir umursamazlık medya desteğiyle sürüyor. Devleti yönetmeye soyunanlar bir kurumu, kuruluşu yönetemiyor. Siyasal ambar ya da depo durumuna getirdikleri, arpalık sayılacak düzeyde yaklaştıkları varlıkları elden çıkarmayı özelleştirme yutturmacasıyla gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Devletin öncülük, önderlik edecekleri dışında yönetimden çekilerek denetimde kalması gereken ekonomik bölümler olabilir. Bunların gerçekçi biçimde, yağma ve peşkeşe uzak yöntemlerle özelleştirilmesine kimse bir şey söyleyemez. Ama yaşamsal değerde olanların elden çıkarılması doğru değildir. Konu yalnız ekonomik ve siyasal yönlerden değil, iki yönden birlikte ele alınmalıdır. Partizanlık yaparak kuruluşları yararsız duruma düşürmektense yansız, ekonomik ve hukuksal yönetimlerle kazanımları arttırmaya çalışılmalıdır. Asgari ücrete simit parası gibi 15 milyon TL’lık zam, emeklilerle öğretmen, öğretim üyesi, hekim, teknik adamlara ve diplomatlara giderek eriyen aylıkları uygun bulmak beceri değildir. Milletvekili ödenek ve yolluklarını yeniden artırma girişimlerinin kimi dernek ve vakıf seçiklerine yön verecek duruma geldiği söylentileri üzücüdür. Petkim’de işten çıkarmalar sürerken Tüpraş’ın satışı Danıştay’ın son kararıyla durmuş sayılabilir. Bu da bir umuttur. ABD Savunma Bakan yardımcısı Wolfowitz’in Kürt Talabani’yle kucaklaşmasını Türkiye için nelerin habercisi olabileceğinin düşünüldüğü sırada birkaç umut ışığı mutluluk vermektedir. Başbakanın kendi partisinin milletvekillerini bile suçlayıp azarladığı bir dönemde, anamuhalefet partisinin görülmemiş Kurultay düzeni birbiriyle örtüşürken geleceğe ilişkin kaygılar artmaktadır.

Bu arada Sayıştay üyeliği için TBMM’ne sunulan adlara ilişkin karar geciktirilerek doğrudan iktidarın atamasını sağlayacak yollara girmek kurnazlığı sezilmektedir. Sayıştay’ı tümüyle ele geçirip bilinen tutumlarını daha rahat sürdürmek isteyen kimi siyasetçilerin oyunu önlenmelidir. Dinci yanlarını görevlerinde etkinleştiren kimilerinin yanında yeni siyasal militanlara olanak sağlanması Devleti güç durumlara düşürür.

Anadil adıyla gündeme getirilen bölme çabalarını demokratikleşme olarak tanıtmaya çalışanların yalanını başka ülkelerdeki örneklerle karşılamak yerine kışkırtanlar var. Ama bu tür özel yayınlara karşı olduğunu söyleyen Lazlar yanında Boşnakların ‘Ne mutlu Türküm diyene” özdeyişini yürekten desteklediklerini söyleyip Türklük kıvancını vurgulamaları övgüye değer bir tutumdur. Avrupa kendi terkettiği uygulamaları Türkiye için istemekte, bu amaçla destek ve yardımlarını kendi seçtiği bölgelere akıtmaktadır. Türkiye’nin karışması onları sevindirmektedir. Zana’larla ilgilendikleri ölçüde kimlerle ilgilenmişlerdir?

Medya çarpıklığı

Kendisinden dört-beş yıl önce 750 milyon TL. manevi tazminat aldığım, bir yazarının pasta ile ziyaretime geldiği bir gazete Atatürkçü Düşünce Derneği toplantısı nedeniyle benim hezimete uğradığımı yazarak yeni bir gerçekdışı sav ortaya atmış. Bir başka gazetenin muhabiri olduğunu söyleyen bir genç de durumu sordu, genişçe yazmak için görüşmeye geleceğini, şimdilik başka şey yazmayacağını söyledi, o da sözünde durmadı, bir şeyler yazdı. Okurlarımızı kişisel durumlarla yormaktan kaçınırım ama konu çok kimseyi ilgilendirdiği ve özel bir önem taşıdığı için değinmek zorunluluğu duydum. Ben 1998’de çok değerli kimselerin de öncülük ettikleri, aralarında bulundukları kimselerin ısrarlarıyla Atatürkçü Düşünce Derneği’nde görev kabul ettim ve Yönetim Kurulu’nca iki kez Genel Başkanlığa seçildim. Çok değerli üyelerle çalıştım. Tüzük değişikliğini 900 kişilik Genel Kurul’da sağlayarak ikişer yıllık iki dönemden fazla görevde kalmamayı kurallaştırdık. İkinci dönemde en fazla oyu almama, yine Genel Başkan olmam ısrarla istenmeme karşın geride kalarak bu görevi kabul etmedim. 2002’de tümüyle görevden ayrıldım ve bir daha görev almayı asla düşünmedim. İlgimi de bu anlayışa uygun düzeye indirdim. Tüzük değişikliği için düzenlenen olağanüstü genel kurula katılmadım. 12-13 Haziran 2004’te toplanan genel kurula da katılmadım. Bergama’nın dört köyünde kitaplık açılışlarına katılıp konuşmalar yaptım. Önceki genel başkanlardan biri olarak genel kurulu delegeliği görevimi savsaklamayıp katılanlara bir “Açık Mektup” yazarak görüşlerimi açıkladım. Ancak genel kurulun ilk günü basılı biçimde dağıtılması için ricada bulunduğum gençler bunu ikinci gün dağıttıkları kendi broşürlerinin içine koymuşlar. Bunu uygun bulmadığımı da kendilerine söyledim. Bağımsız biçimde görüşlerimi belirtmeyi yeğliyordum. Kimsenin yanında olmadım. Kimseyi desteklemedim. Beni kişisel olarak ilgilendirmeyen bir oluşumda görev almadım. Ancak uygun bulmadığım durumları vurguladım. Birkaç kişinin yeniden görev alarak uzun süre işbaşında kalması için Tüzük değişikliğini, emniyet görevlileri tersini söylese de bu yoldaki uygulamaların yanlış ve hukuka aykırı olduğunu, bir kamu görevlisinin bağımsız derneğin yönetimine gelmesinin yanlışlığını, siyasal partilerin ağırlık koymalarının ve kimi kişi ve kuruluşlarının güdümünde görülmenin sakıncalarını anlattım. Ödenti verilmedikçe, gereksiz üye yazılımı ve şube açılımı önlenmedikçe, çalışmayan şubeler kapatılmadıkça, disiplin kuralları işletilmedikçe, genel kurul delege sayısı azaltılmadıkça, etkin çalışmalar yapılıp Atatürk ve Atatürkçülük karşıtlığı giderilip önlenmedikçe, yeni yandaşlar kazanılmadıkça Derneğin ilgi yitireceğini anlattım. Uygar, demokratik, kardeşçe ilişkiler özlendiğini ve beklendiğini yazdım. Atatürk’ü algılayacak kafalara, özümseyecek yüreklere gereksinim var. Allah’ı, dini kullananlar gibi rozet takıp Atatürkçü olduğunu söylemekten başka bir şey yapmayanlardan herkes bıktı. Her yerde bulunabilecek mikroplar ADD’de bulunabilir. Gerici basına gerçekdışı bilgi verenlerin hangi tipler ve kimler olduğunu hangi kurgucu ve psikopattan kaynaklandığını kestirmek güç değil. Gerici basın beni övseydi üzülürdüm. Onlar yermeye çalıştığına göre oınlar için iyi görülmediğim ama genelde haktlı olduğum anlaşılmaktadır. Geçenlerde Prof. Dr. Aydın Aybay’ın yazısının başına koyduğu “Zıpırlar”a her yerde rastlamak olası.

Ben, bana düşeni yapmaya çalışırım. 9 Haziran 2004 günü ADD’nin Ankara’da düzenlediği bir etkinlikte yöneticilik görevimi yaptım. Türkiye’nin ABD’nin 52. eyaleti olmadığını, olmayacağını, laik Cumhuriyet karşıtlarının 3 Mart 1924 kayalarına başlarını vuracaklarını, irtica tehlikesi olmadığını söyleyen aymazların iktidarın tutumunu, niteliğini, karakterini gözardı ettiğini, Atatürkçülüğün Kemalizm temeline dayanmakla, eşanlamda kullanılmakla birlikte ondan daha kapsamlı olduğunu, donuk değil devingen ve sürekli kendini yenileyen özelliği bulunduğunu, Atatürk’ü anlamak ve anlatmak zorunda olduğumuzu vs. açılışta söyledim. Yurtdışındaki aynı adlı derneklerle hukuksal bağımız bulunmadığını, gönüldeş olduklarını söyledim. Daha neler söylenebilir. Şimdilik bu kadarını yeterli görüyorum. Üniversitedeki derslerimden, evimle dostlarımdan, kimi vakıflardaki sıradan çalışmalarımdan başka şeyle ilgilenmiyorum. ADD’nin başarısı beni sevindirir. Ama şimdiki yönetim düzenini, tutumu, yönetime gelenlerden kimilerinin önceki çalışmaları nedeniyle saptadığım aykırılığı asla uygun karşılamıyorum. Hele vakıf, dernek ve şirket tüzük ve ana sözleşmelerinin onaylanmadan partilerdeki gibi hemen uygulanmasını, seçilmek için herşeyin geçerli sayılmasını, ilkesizliği, tutarsızlığı, düşkünlüğü kimseye yaraşır görmüyorum.

Toplumsal ve kişisel olumsuzluklar

İzmir Büyükkent Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın zamansız yiritilmesinden büyük üzüntü duydum. Onu Tanrı’nın ışıklar içinde yatırmasını, yakınlarına dayanma gücünü vermesini diliyorum. Ne yazık ki toplumumuz değerbilir değil. İnsanlarımızı ölünce anıyoruz, arıyoruz. Toprağa verinceye kadar iyiliğinden söz ediyor, mezarlıktan çıkınca yine unutuyoruz. Atatürk’ün değerini bildik mi? Şimdi karalanan kimilerini yitirince neler söyleyip öveceklerdir. Görev konumu, yetki, eski gücü insanımızı daha çok yaklaştırıyor. Bunlardan yoksun olunca ya da uzak kalınca aranma, saygı unutuluyor. Gönderilen mektuplara, kartlara, kitaplara, aram telefonlarına teşekkürü gereksiz gören kimsenin uygarlığı savunulamaz. Dostluk, arkadaşlık, kardeşlik iyi günlerle sınırlı kalırsa insanlık zarar görür. İnsanlığı unutanların insan olmas ıtartışılır. Makamdan, mevkiden, rütbeden, etiketten yana olanların yavanlığı ve yapaylığı açıktır.

Kişilik, nitelik üstünlüğüyle gerçekleşir. Kişiliğe saygı, saygın olmanın koşuludur. Varlıklı, güçlü, gösterişli olmak kişilik için koşul ya da gerek değildir. Günümüzde yakınlık ölçüsü geçici ve geçersizdir ama önemsenen odur. Etiket düşkünleri, üstünlük bağımlıları, protokol göstericileri kişisel kusurlarına yenik düşenlerdir. Ahlak değerlerine önem vermeyen, sözüne güvenilmeyen, kendi ahmaklığını ve aptallığını başkalarına yükleyenlerden hiçbir yarar beklenemez. Toplum asalakları durumundaki bu kişiler konuşmayı düşünmediğiniz insan kılıklı yaratıklardır. Parti parti dolaşıp istediği biçimde kapılanamayan sinamekiler kofluklarını başkalarını eleştirip suçlayarak gizler. Okuduğunu anlamaktan aciz böyleleri kendi demagogluğunu çağdaş bir demokrata yakıştırarak ortalıkta dolaşır. Kimileri üstelik nasıl aldığına şaşılacak bilimsel ünvan da taşır. Yalanın kuyruklusunu uydurur, kendi de inanır. Müfterinin ürünü iftiradır. Üstelik kendi ürünüyle beslenir. Böyleleri toplumun kiri, pası, küfüdür, atığıdır. Zamanımızda insanı utandıran böyle çürüklere daha fazla rastlandığı söylenmektedir. Her olay bir sınavdır. Kimilerini daha iyi tanıma olanağı vermektedir. Önceleri neredeydi, kimlere yanaştı, kim elinden tutup tanıttı, şimdi kimlerin yanında, önceleri ne yapıyor, neler söylüyordu, şimdi neler yapıp neler söylüyor? Nasıl değişti? Küçülme, kararma, silinme. İşte tükeniş, işte bitiş, işte son. Deneyimli, eğitimli, bilgili, çalışkan, onurlu ve dürüst insanları dışlayıp soyguncuya, hortumcuya, hırsıza, ahlaksıza ilgi gösterildiği, seçimlerde iyilerle kötüler arasındaki yarışın kötüleri öne geçirdiği yanlış mı? Aday saptamasından başlayarak. Sorumluluk herkesin. DEP’lilerin şımarması neyin göstergesi? Aklandılar mı, bağışlandılar mı? Özür dilediler mi? Düzeldiler mi? Hayır. ABD’de Türkiye için açıklanan görüşler, yapılan değerlendirmeler, hep içimizdeki dağınıklığın ve çözülmüşlüğün sonucudur.

Kaypaklığın, karıştırıcılığın, algılayamadığı gerçekleri yalan biçiminde sunmaktan, yakınlarının ününü kullanmaktan, isim yapmak, şöhret olmak için oraya buraya kapılanmaktan başka yeteneği, becerisi, ahlak değerleri, kişisel nitelikleri olmayan kimi iki yüzlü, dönek ve çıkarcıyla birlikte olmaktansa yalnız kalmak yeğdir. Bir yere gelmek, kendinden söz ettirmek için boş sözler, yeni sözcüklerle, konuşma öykünmeleriyle ortaya çıkmak, dalkavukluk ederek adını ve fotoğrafını yayımlatmak, medyatik olmak hiçbir şey kazandırmaz. Çok şey yitirtir. Okuduğunu anlamayan, anlamak istemeyen bağnazların yakınlığı gönendirmez, aşağılatır. Kişisel düşüklüklerle yozlaşanlar uzak kalmanın esenliğiyle yaşam anlam kazanır ve aydınlanır. Ira (Karakter) yüceliği böylece doğrulanır.

Kitap en yakın dosttur, gerçek arkadaştır. Zamanın tadını duyuran en yararlı araçtır. Bergama’nın Demircidere, Pınarköy, Narlıca ve Çamköy’ünde Recai Şeyhoğlu (emekli öğretmen, sendikacı) ve annesi Rasime Şeyhoğlu’nun katkılarıyla birer kitaplık açıldı. Köylü yurttaşlarımızın mutluluğu coşkularıyla yansıyordu. BERKSAV’ın desteğiyle gerçekleşen açılışla aydınlanma yolunda önemli adımlar atıldı. Okulu olmayan köyde kitaplık bulunmasının anlamı da büyüktür.

Bu arada Salim Taşçı’nın Ümit Yayınları arasında yer alan “Satılık Dünya” adı kitabı düşündüren, güldüren, üzen çelişkileri, aykırılıkları, bozuklukları açarak bizleri uyarıyor. Toplumsal belleğin yurttaşlık bilincinin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Tatlı bir anlatımla hemen okunan kitabı nedeniyle ağaçsever, orman kurucusu Taşçı’yı kutluyorum.

Önemli bir kitap da Alptekin Gündüz’ün hazırlayıp Piramid yayınlarının topluma kazandırdığı “En Sevdiği Güneşti, Dr. Suphi Baykam’ın Fırtınalı Yaşamı”dır. 1953’te CHP Gençlik Kolları Genel Yönetim Kurulu’nun ilk oluşumunda birlikte iki yıl çalıştığım Başkan Suphi Baykam’ın öğrencilik yıllarından yitirdiğimiz güne kadar süren yaşamını başarılı bir anlatımla bilgiye sunan, merak edilen, tartışılan kimi durumları açıklayan kitabıyla Alptekin Gündüz siyasal yaşamın bir kesitine ışık tutmuş, kimi gerçekleri açıklamış, özellikle gençleri uyarmıştır. Siyasetin önemi, siyasetçinin sorumlulukları, başarının anahtarı, başarısızlığın nedenleri, arkadaşlık, dostluk, güven ve demokratikleşme ile halkı inme konularında örnekler sıralanmaktadır. Yaşamın hem ders, hem derslik olduğu Baykam’ın yaşam öyküsüyle vurgulanmaktadır. Tanınmış ressam ve siyasetçi Bedri Baykam’ın yolunu çizen babasının anıları yalnız ailesinin değil, dostlarının da ortak rengidir. Suphi Baykam’ı iyi duygularla anıyor, Alptekin Gündüz’ü de içtenlikle kutluyorum.

Yapısı, amacı, tutumu değişmiş görünen NATO’ya karşıtlığın giderek haklılık kazandığı bir dönemde ABD’nin dünya bekçiliğine soyunmuş görünen bencilliği başta Avrupa, her ülkeyi düşündürmektedir. Patrikhane’nin ekümenlik girişimleri Heybeliada Ruhban okulu ödünüyle gelişme aşamasında görülmektedir. Yabancıların yarattıkları sorunun yabancılar yararına çözümü AKP iktidarının yeni bir ödünüdür. Bunu başka ödünlerin izleyeceği kanısı da giderek yaygınlaşmaktadır. Bu olayları kötüye kullanarak teröre başvurmanın sorumluluğu asla hafife alınamaz. Laik Türkiye Cumhuriyeti terör belasını da içteki barış, dıştaki saygınlık ve onur getirici tutumlarla mutlaka yenecektir.

http://www.turksolu.com.tr/59/ozden59.htm


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder