2 Nisan 2020 Perşembe

TÜRKİYE’DE GARİP İŞLER OLUYOR.

TÜRKİYE’DE GARİP İŞLER OLUYOR. 


ANLAMAKTA ZORLANIYORUZ. 
BİRİ BİZE ANLATSIN..

Dr. Tahir Tamer Kumkale
19 OCAK 2020


Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
(Gazi Mustafa Kemal Atatürk)

Başlangıç olarak TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920’yi kabul edersek Türkiye Cumhuriyeti tam bir asırlık bir hukuk devletidir. Anayasa ve kanunlarla yönetilir..

Kuruluş nizamını sağlayan en önemli Kanunlardan biri de Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birleştirilmesi) Kanunudur. Bu TBMM tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 Kanun Numarası ile kabul edilmiş olan ve ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne bağlanması öngörülmüştür…

Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden bir hafta sonra 11 Mart 1924’te, laik ve çağdaş eğitimin gereği olarak tüm medreseler kapatılmıştır..

Bu ön bilgiden sonra günümüze gelelim. Bugünkü haber bültenlerinde dikkati çeken bir haber; ” Bitlis’in Güroymak ilçesinde, Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Abdülkerim Çevik (50), uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi” şeklinde idi.

Şeyh olarak nitelendirilen cübbeli, sarıklı ve sakallı şeyhin cinayet haberinin verilmesi çok doğaldır. Çünkü kim olursa olsun bir kişinin öldürülmesi ciddi bir haberdir. Allah rahmet eylesin dedikten sonra aklıma takılan bir hususu da vurgulamadan geçmek istemiyorum. Çünkü ölen kişi hakkında devlet büyüklerimizin söylemlerini oldukça garip buldum..

Ülkemizde insanlar arasında birlik ve bütünlüğü sağlamaktan sorumlu İçişleri Bakanımız Sayın Süleyman Soylu mesajında, “Çok hüzünlüyüm… Bir alimin ölümü bir alemin ölümüdür. Bitlis Güroymak (Norşin) Medresesi Başmüderrisi Seyda Abdülkerim ÇEVİK Allah’a yürüdü. Allah rahmet eylesin…” ifadelerine yer vermiştir.

Eski Başbakan ve Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu; “Bitlis Norşin Medresesi Baş müderrisi Seyda Abdülkerim Çevik’in menfur bir saldırı sonucu hayatını kaybettiğini öğrendim. Bölgede halkın kaynaşmasına güzel bir örnek teşkil eden merhuma Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı dilerim.”sözleri ile medreselerin devam ettiğini teyit etmiştir.

Biz bu ifadelerle 11 Mart 1924’te fiilen kapatılan medreselerin halen eğitime devam ettiklerini ve bu eğitimleri müderris ve baş müderrislerin verdiğini öğrenmiş bulunuyoruz.. Demek ki Türkiye’de Maarif Bakanlığı çatısı dışında eğitim veren başka kuruluşların olduğu devletimiz tarafından da tescil ediliyor..

1982 Anayasasının henüz dokunulamayan 174’üncü maddesi “İnkılap Kanunlarının Korunması” başlıklıdır.

“MADDE 174.– Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz” şeklindedir.

Bu maddede sıralanan 8 İnkilap Kanununun 1’inci Maddesinde 3 Mart 1340 (1924)tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu yer almaktadır.

Atatürk’ün “Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” sözlerini de hatırlatarak diyorum ki;

Konu yoruma meydan bırakmayacak kadar açıktır. Milli Eğitim Bakanlığı yanında ülkemizde medrese eğitimi de devam etmektedir.

Bu fiili gerçeğe karşı bizim vatandaş olarak yapabileceğimiz bir şey yoktur. Görev Cumhuriyet Savcılarımıza düşmektedir..



***


MÜSLÜMANIZ,


MÜSLÜMANIZ,

Akif Kökçe

Başbakan dedi ki: “Bunlar tarih boyunca ‘Türküm’ dediler, Türkiye’nin itibarını yerlerde süründürdüler. ‘ Doğruyum’ dediler, Türkiye’yi yolsuzluklara mahkûm ettiler. ‘Çalışkanım’ dediler, yıllarca yan gelip yattılar.”
CHP’li Muharrem İnce dün şu yanıtı verdi:
“Diyelim ki dedikleri doğru. Biz Türklüğümüzden vaz mı geçeceğiz?
Ben de Başbakan’a soruyorum:
‘Müslümanız’ dediler, Haçlı seferlerine destek verdiler.
‘Müslümanız’ dediler, yolsuzlukların alasını yaptılar.
‘Müslümanız’ dediler, camide içki içildi yalanını söylediler.
Böyle yaptılar diye biz dinimizden vaz mı geçeceğiz?”


***

Hava Muhalefeti…

Hava Muhalefeti…

Melih Aşık

CHP lideri Kılıçdaroğlu “CHP iyi muhalefet yapamıyor” diyenlere insaf ve sorumluluk çağrısı yapmış...
Demokrasilerde icraatından dolayı iktidar eleştirildiği gibi..
Eğer iktidara koltuk değneği gibi çalışıyorsa muhalefet partileri de eleştirilecektir...
CHP’ye Cumhuriyet değerlerini savunması için oy veren seçmen bu ilkelerden sapıldığı için eleştiriyorsa gazeteci elbet bu seslere aracılık edecektir.
CHP lideri lakilik tehlikede değildir diyerek iktidarın laiklik karşıtı icraatını görmezden gelmiş...
Türbanın üniversitede yolunu açmış, ilkokula ve kamuya girmesine yeşil ışık yakmışsa...
Önce “Anadilde eğitim ülkeyi böler” demiş sonra iktidarın bu yöndeki adımlarına sessiz kalmışsa...
Siyasete soktuğu CHP’li olmayan kişilerin ağzından Cumhuriyet’in değerlerinin eleştirilmesine yol açmışsa...
Elbet - perde önündeki kayıkçı kavgasına rağmen - eleştirilecek...
“Birçok önemli sorunu biz dile getirdik, protesto ettik, önerge verdik” diyor, 

Kemal Bey.

Görev bu kadarla bitmez. Görev sorunları izlemek, kitleleri meydana dökmek dahil her türlü muhalefet imkanını kullanarak sonuç almaktır. İktidara gelirse sorunları çözeceği yolunda güven vermektir.
Bunun için bir siyasi çizgi ve uyumlu kadrolar oluşturmaktır.
CHP bunları yapabilseydi oyları hâlâ yüzde 25’lerde seyrediyor olmazdı...

Adımız andımızdır!

Öğrenci Andı 6 eyalet hariç tüm ABD’de 1942 yılından beri söyleniyor. Yalnızca Wyoming eyaletinde mecburi değildir. İsteyen söylemez. Ant şöyledir:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına ve onun temsil ettiği cumhuriyete, Tanrı’nın himayesindeki tek ve bölünmez millete, özgürlüğe ve herkes için adalete sadık kalacağıma söz veririm.”
Metine “Tanrı” kavramı anda sonradan eklenmiş olup bu sözcük nedeniyle dava açılmış, mahkeme “Tanrı” sözünün dinsel değil törensel anlamı olduğunu belirtip şikâyeti reddetmiştir...
Geçmiş yıllarda yazılmış metinler günümüze uymayabilir... Uyması da şart değildir. Sembolik değeri vardır. 10. Yıl Marşı gibi marşlar da böyle... Geçmişin heyecanlarını ve coşkularını taşır günümüze... O heyecana ortak olmamızı sağlar... Sözler günümüze tam uymasa da önemli olan temsil ettiği değerlerdir.
Anlaşıldığı gibi... Andımıza, Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sine, 10. Yıl Marşı’na karşı rahatsızlık duyanlar aslında o metinler ve müziklerle temsil edilen değerlere karşıdırlar...

AMPUL

Giresun’da paralı eğitim sistemini protesto için “Ampul Tayyip” şarkısı söyleyen Genç Umut üyesi 7 lise öğrencisine 235 gün hapis cezası verildi.
Ampul zaten AKP’nin amblemi değil mi? Bu bir aydınlatma aracı olarak kullanılmıyor mu?
Savcı iddianamesinde “ampul” sözcüğünün “bazı kesimler” tarafından “Başı bedeninden büyük, beceriksiz, ahmak, çağın gerisinde kalmış, yobaz insan” anlamında kullanıldığı iddiasında bulundu.
Kimmiş o bazı kesimler? Belli değil... Peki gençlerin “Ampul Tayyip” derken “ampul”ü o anlamda kullandıkları ne malum? Savcı neden Başbakan’a bu sıfatı yakıştırdı?
Sorulacak soru çok... Acınası olan... Sistemin lise öğrencileri karşısında bile aciz duruma düştüğüdür.
Polis “eylem
yapma olasılığı olan” vatandaşı
-savcıdan izin almadan-
48 saat gözaltına tutabilecekmiş.
Darbecilerin olağanüstü hal döneminde kullandıkları yetkileri
AKP iktidarı “demokratikleşme” döneminde kullanıyor...


***

Türklükte Hayır vardır!

Türklükte Hayır vardır!

Hasan Demir

Daha dün partisini eleştirenlere “Kanı bozuklar” saldırısı yapıp “Kanını tahlile yollamak gerekir” diyerek muhalefete Hitler gibi laboratuvarı adres gösteren Çorum eski AKP milletvekili Ahmet Aydoğmuş, tekvandocu olduğundan mıdır nedir; klavyeye her dokunuşta, ağzını her açışta kavramların kafasını yarmaya devam ediyor.

Erdoğan’ın “ Demokratikleşme Paketi” dediği ve bize göre “mozaiklik”ten “kum” laşmaya doğru en büyük adım olan açıklamaları sonrası sayın eski vekil o günkü “ırkçılık” tan “İslâmcı”lığa ışık hızı bir geçiş yapmış olmalı ki...
“Andımız”ın kaldırılması konusunu eleştiren sosyal paylaşım sitesindeki takipçisine özetle, “Ben seni Müslüman olduğun için sevdim. Bugüne kadar Türklüğümün hiçbir faydasını görmedim” deyiverdi...

İnsan “ırkçı” dâhil, ister “İslâmcı” olur, ister başka bir şey. Her ne oldu ise, olduğu şeyin bedelini her iki dünyada öder. Anlaşılması zor hatta imkânsız olan, o gün revaçta olan ne ise kişinin işte o olmasıdır. Buraya kadar da tahammül edilebilir, lâkin o kişi bir dönem milleti temsil etmiş ise işte o zaman söylediği söz ve sergilediği davranış toplum, tarih ve savunduğu inancın mihengine vurulur.

Bütün bunlara rağmen Sayın Aydoğmuş’un söyledikleri bu köşe açısından yazı konusu olmayacak bir “oldu-bitti” idi.

Fakat aynı paylaşım sitesinde 3. Boğaz Köprüsü’ne verilen Yavuz Sultan Selim adını içine sindiremeyenleri toplumun önüne atarak kendini savunmaya kalkışması, toplumsal sorumluluk adına, bardağa düşen son damla gibi oldu.
Son haliyle İslâm dinini referans aldığı anlaşılan, “Bugüne kadar Türklüğümün hiçbir faydasını görmedim” diyen sözün sahibine, “Fetva” değil amma “Takva” noktasında, “Bırakın Türklüğü, Araplığı, Acemliği, koltuğunuzun altındaki kıl için bile, ‘Bugüne kadar ne faydasını gördüm ki’ dediğinizde siz, ‘Allah’ı abesle iştigal etmekle’ suçlamış olursunuz.” 

Allah(c.c.) bir şeyi yarattı ise mutlaka bir hikmeti, bir faydası vardır. “Türklük” de Allah’ın ayetlerinden biridir.

Nitekim Yüce Rabbim: 

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır. (Hucurât: 13)” buyurur.
Kaldı ki siz “Türklüğün, bizim görmediğimiz kadar faydasını görmüş, en azından Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” olarak Meclis’e girmiş yüksek maaşlar almış ve sosyal haklar kazanmışınız...

Gerçek bu iken Allah’ın kuluna “Türk” kimliği altında verdiği nîmetleri inkârı gerekmez. Hatta şükretmek nîmetin sahibini daha hoşnut kılar. 
Üstelik “Türk” denildiğinde dünyanın “Müslüman” bir kişi anladığını ve Haçlıların Müslüman olanlara “Türk oldu” dediğini bilmeyen mi var!
“Türklüğün” faydası vardır. “Türklük” şemsiyesi kalktığı için bugün İslâm dünyası Haçlıların şamar oğlanı haline gelmiş; “Türklük” zarardır diyenler ise camilerin Haçlı kışlasına çevrilmesinde koçbaşı olma görevini gururla üstlenmişlerdir.

***


Barkodlu Vatandaşlık...

Barkodlu Vatandaşlık...

Bekir Coşkun,

Maç Seyircisiz...

Başbakan’ı dinlemek mecburi...

*
Barkodu veriyorlar eline...
Zorunlu gideceksin...
Gitmezsen yazıyor kasa...

*
Gözlerinde pirinç paketi kadarsın...
Nohut...
Makarna...
Mercimek...
Eğer bunlarla satışa geliyorsan, barkodun niye olmasın?..
*
“Dünyada ilk kez uygulandı” diyor parti önde geleni...
Doğrudur...
Git bir Almanı, Belçikalıyı, Fransızı barkodla; bak bakalım...
“Ben market hıyarı mıyım?” der mi, demez mi?..
*
Bunlar Adana’da AKP mitingine katılacakları barkodladılar...
Girerken barkodunu gösteriyorsun...
Yumurta aldığında nasıl ki okuyucu alet barkodun üzerinden geçtiğinde “bip” diyor, öyle ötüyorsa, öyle ses çıkartıyorsun...
“Bip...”
*
Memurlara barkod verip zorunlu Başbakan’ı dinlemeye gönderildi...
Okullar oraya getirildi...
Otobüs bedava...
Metro bedava...
Gelene tost, ayran, bayrak, şapka, atlet, tişört...
Giyin çık...
Bir kıçın açıkta kalıyor...
*
“Hangi ilçeden ne kadar insan geldi, öğrenelim diye yaptık” dese de arkadaş, inanma...
Barkod, öyle ileri geri bağıranları uzak tutmak için...
*
Başka türlü olmuyor...
Maça gidemiyor, tiyatroya gidemiyor, üniversiteye gidemiyor, beş bin polis olmadan sokağa çıkamıyor...
Bir kendi mitingi kaldı...
Ona da gelen sağlam olsun maksat...
Barkod iyi fikir...
*
Saklayın ayrıca barkodunuzu...
Nohut, kömür, işe giriş, terfi, pasaport yerine geçer bakarsınız...
Markettekilerle karıştırmayın ama...
Okutunca...

“Turp... Kilosu elli kuruş...” çıkmasın sonra...

***

Ayva Ağacı.

Ayva Ağacı.

Yılmaz Özdil,



Maltepe’deki Arkadaşlarımı ziyarete gitmiş ve Yazmıştım…

*

“Ön bahçede, tel örgüyle bina arasındaki dört-beş metrekarelik boşlukta dut ağacı var. Altına bi masa, sekiz-on sandalye sığıyor. Gölgesine oturduk. Çocuklardan konuştuk. Bi kitap ayracı getirdiler. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, ayva ağacının yapraklarından hazırlamışlar. Hani, nüfus cüzdanlarını, ehliyetleri falan şeffaf plastikle kaplarız ya, öyle… İki yaprak, üstünde Mustafa Kemal’in imzası var, altında bir not, gölgesinde oturduğumuz ayva ağacının yaprakları yazıyor. İyi de bu ağaç dut değil mi? Arka bahçeye götürdüler beni. Ayva ağacı orada. Meğer, o ayva ağacını Ataol Behramoğlu dikmiş oraya iyi mi… Ataol ağabeyi zamanında buraya tıkmışlar, hayata küseceğine hayatı yeşertmiş, ayva fidanı dikmiş. Ve, yazmış: Maltepe askeri cezaevinin avlusunda, sisler içindeki Büyükada’nın karşısında, oturmuş yazarım bu şiiri/Eylül başlarında bir cumartesi sabahı, lodos titretiyor ağaçları, yağmur geceden yıkamış çiçekleri/Gökyüzü mavi, bulutlar beyaz, ardından baharın geçti koca bir yaz, hapisteyiz hâlâ ve güzün ilk serinlikleri/Avlunun dört yanı dikenli teller, tellerin gerisinde nöbetçiler bekler, kapanır uykusuzluktan gözleri/On gündür çocuk sesi duymadım, özledim ‘baba’ deyişini kızımın, özledim beni görünce ki sevincini/Hayatım benim, kırk yıllık hayatım, seni başarabildiğimce dürüst yaşadım, içim burada da pırıl pırıl şimdi/Geçer, güzelim, bu günler de geçer, sökülüp atılır dikenli teller, koparır halk bir gün zincirlerini…”

*
Ve, Ataol ağabey bu hafta sonu bir mektup yayınladı Cumhuriyet’teki köşesinde… Kadriye anne göndermiş. Maltepe’deki arkadaşlarımdan Ali Yasin Türker’in annesi.

*
“Merhaba Ataol Bey,

Ben 66 yaşında ilkokul mezunu bir anneyim. 16 yaşıma kadar köyde yaşadım, köy çocuğuyum, evlenince Ankara’yla tanıştım. Rabbim bize üç evlat verdi. Dört de torunumuz var. Benim beyim çocuklarının rızkını tırnaklarıyla kazıyarak kazandı. 20 sene seyyar satıcılık yaptı, 20 sene taksicilik yaptı. Tek arzumuz, muhanete muhtaç olmadan çocuklarımızı büyütüp, okutabilmekti. Bizim azmimiz, onların gayreti, kızım Ortadoğu’da iktisat okudu, Amerika’da master yaptı, küçük oğlum Hacettepe’de İngilizce işletme okudu, büyük oğlum asker olmayı seçti. Harp okulunu dereceyle, harp akademisini dereceyle bitirdi, Amerika’da master yaptı, Boğaziçi Üniversitesi’nde endüstri mühendisi olarak doktora yaptı, üç tane yabancı dili var. Bu çocuk bu eğitimini memleketine daha iyi hizmet vermek için yaptı, darbeye teşebbüsten 16 sene aldı. Anne olarak çok canımı yakıyor… Oğlum 2003-2006 arası İspanya’da Nato’da görevliydi, gelinim ücretsiz izin alıp eşinin yanına gitti, dünya tatlısı Elif orada doğdu. Biz oğlumun yurt dışında olduğunu hukuka inandıramadık. Oğlum gündüz İspanya’da çalışmış, gece Türkiye’de darbe planı yapmış… Çocuğuma atılan bu çok çirkin suçu, bizlere ve çocuğuma yaşatılan bu acıyı, rabbimin adaletine havale ediyoruz, 66 yaşında bir anne ve 76 yaşında babası, çocuğumuzun özgür kalması için dua ediyoruz. Ben oğlumu orduya 14 yaşında verdim, birinci ailesi bendim, ikinci ailesi orduydu ama, ordu çocuklarımıza çok sessiz kaldı, halktan da hiç destek görmedik, sadece sizin gibi yazarlarımız bizlerin gören gözü, konuşan dili oldu, teşekkür ederim.

Size mektup yazmak istedim. Çünkü… Sizin dikmiş olduğunuz ayva fidanının altında, şimdi benim fidanım oturuyor. Geçen cumartesi günü açık görüş vardı. Torunlarım Ege ve Elif, birer ayva koparmışlar, bana da nasip oldu. Kaderin tecellisi hiç belli olmuyor. Bizleri sizler anlarsınız diye, bir anne olarak dertlerimi paylaşmak istedim. 

Kadriye Türker”

*

İftirayla hapse tıkılmış oğlunu özleyen anne’den, iftirayla aynı hapse tıkılıp, kızını özleyen baba’ya… Dikmiş olduğunuz fidanın altında, şimdi benim fidanım oturuyor!

*
Yarın Yargıtay’da tarihi gün… Memlekette hukuk olmadığını biliyoruz ama, adalet var mı, öğrenmemize 24 saat kaldı.

***

ADIMIZ ANDIMIZDIR.

ADIMIZ ANDIMIZDIR.

Av.A.Erdem Akyüz,

İlköğretim okullarında okutulan AND’ın kaldırılmasını, yalnızca belli bir söylem, şiir veya marşın kaldırılması olarak tanımlamak büyük ölçüde yanlış olacaktır.
Bu söylem kaynağını; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından, bu uğurda canlarını veren şehit ve gazilerimizin kanlarından, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgelerinden, Anayasa’dan, Yasalardan ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlarından almaktadır.

Bu sayılanlar var olduğu sürece devam edecektir.

İlköğretim okullarında derse başlarken toplu olarak söylenen bu sözler; ilke, söylem ve yaş olarak Cumhuriyet ile özdeştir. 80 yıldanberi hiç değişmeyen tümceleri şu şekildedir :

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak,
Büyüklerimi saymak,
Yurdumu milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Şimdi; “Türküm, doğruyum, çalışkanım” olarak başlayan bu andın kaldırılması için; neresine katılınmadığının, neresinin yanlış ve gereksiz olduğunun açıklanması gerekir.

İnternet hafızası unutmaz. Bundan iki sene önce, tam de bu günlerde “Türküm, doğruyum, çalışkanım” başlığı altında yayınlanan bir yazımda, bu and’ı kaldırma isteklerinden söz etmiştim. Başlık ve isim ile birlikte aranırsa bulunabilir. Demek ki iki sene gibi kısa bir süreçte bu noktaya gelinmiş.
Oysa Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan, Çinli, zenci, Japon, Meksikalı ve hatta Türk ve kürt asıllı 300 milyondan fazla insan, okullarda her güne iftihar ve gururla “Amerika Birleşik Devletlerinin Bayrağına ve o Bayrağın simgelediği Cumhuriyete bağlılık andı içiyorum” diyerek başlamaktadırlar. Değişik ırk ve dinden olan bu insanlar için, -bizdekinin bir benzeri olan- bu and bir ayrımcılık örneği değil, bir birleşme ve bütünleşme timsali olarak kabul edilmekte ve yaşanmaktadır.
And’ımzı en güzel ifade eden şiirlerden biri, sözlerini Behçet Kemal Çağlar’ın yazdığı ve Ahmet Muhtar Ataman tarafından bestelen marştır :
Adımız Andımızdır, yoluna can koyarız

Türk olmayı en büyük şeref
En büyük şeref ve şan sayarız.
Türküz, Türküz dedikçe kalbimiz almakta hız
Türk olmayı en büyük şeref
En büyük şeref ve şan sayarız. 


***

Doğu Perinçek Dostumla Beyin Fırtınasına Devam,

Doğu Perinçek Dostumla Beyin Fırtınasına Devam,

Bedri Baykam,

Ülkemizde solun en güçlü belleklerinden İP’nin değerli Başkanı Doğu Perinçek’le doğal olarak anlaştığımız onca konu dışında, fikir ayrılığımızı yazılarımızdan sürdürdüğümüz bir sorun var: Perinçek, seçimlerde “CHP+MHP+İP” cephesini öneriyor. 

  Ben ise 10.09.2013 tarihli yazımda, bu dayanışmaya MHP’nin dahil olmasına, gerekçelerini sayarak karşı çıktım. MHP’nin, AKP ne zaman zora düşse, hep onu kurtaran can simidini yoktan var ettiğini hatırlattım (en son Gezi’ye katılmama çağrısı ve Suriye tezkeresine verdikleri destek gibi). Dolayısıyla bu muhalefetin güvenilmezliğini, buraya yönelen oyların yanlış bir kullanıma alet olabileceği riskini aktardım. Ama parantez açıyorum: MHP’ye bir eleştiri getirmiyorum. Sonuçta her parti gibi, onların da öncelik özgürlüğü var. Şayet laiklik ve demokrasiyi korumak yerine, ülkenin “milliyetçi-mukaddesatçı” profiline hitap edeceklerse, AKP’ye arka çıkacaklarsa, kimsenin onları durdurmaya ne gücü yeter ne de artık vakti. Madem MHP içkiye AKP gözüyle bakmak istiyor, Zafer Bayramı’nda Trakya’da bile “Bu resepsiyonda içki veriliyor” diye örgütünün üyeleri çekip gidebiliyor, o zaman da bize düşen, tespiti yapıp devekuşu sendromundan vazgeçmek. Perinçek bana 10 gün önce yanıt yazıp aynı konuyu tartışmaya açtı:

Bedri Baykam’a Silivri Kalesi’nden sesleniyoruz

“ (…) Burada sevgili arkadaşım Bedri Baykam’a sesleniyorum. 10 Eylül 2013 günü Cumhuriyet’te çıkan yazısını yazdığı gün, ABD Başkonsolosu Kilner, ‘Milliyetçiliği dışlayın’ diyor. Bedri Baykam gibi bir sağlam taşa yeterli uyarıdır sanırım.
MHP’nin vatansever tabanı, MHP yönetimine mahkûm değildir. Eğer Devlet Bahçeli, AKP-PKK ortaklığının belediyeleri elinde tutma ve Türkiye’yi bölme tasarımına teslim olursa, o milliyetçi tabanı arkasında göremeyecektir. Bunu bilelim.
MHP tabanının bağnaz milliyetçiliğe değil, Türkiye’nin bütünlüğünü koruyacak bir kardeşlik anlayışına yöneldiğini de görelim. Milyonlarca milliyetçinin bu sorumluluğu paylaşacağına güvenelim.” 

İşte bu noktada sevgili Perinçek’e “Bu konuda hiçbir itirazım zaten yok” derim! Nedir aradaki fark? “MHP’nin vatansever tabanı MHP yönetimine mahkûm değildir” cümlesi. Yani benim kendini milliyetçi hisseden ama bunu laik-demokrat eksende tutmaya kararlı, dinci değil, dindar insanların bu ittifaka destek vermelerine ne itirazım olabilir ki? Ama bu ancak MHP’yle değil, söz konusu seçmen profiliyle gerçekleştirilecek bir ittifaktır. Çünkü MHP yönetiminin değiştiğine dair topluma sunduğu bir özeleştiri veya bilgi akışı da yoktur. Dolayısıyla ittifak ancak MHP’nin veya eski merkez sağın laik-demokrat oylarına yapılacak bir çağrıyla olur.

Biliyorum, bu makalemi okuyan insanların bir kısmı şimdiden ya dudak büktüler ya da panik içinde feryat etmeye başladılar: Nasıl olur da bir solcu, ulusalcılığı -yani bir önceki kelimeyle milliyetçiliği- savunabilir efendim, bu ne ilkeliliktir (!). Bunun yanıtını özellikle vermek istiyorum: Dünyada ülkesini sevmekten utanan, korkan, bu duyguyu saklayan solculara sahip başka gerçek ötesi bir ülke yoktur! Ne Küba’da ne Fransa’da ne de Amerika’da böyle bir “özel ırk” da yoktur. Aynen “Türk” kelimesinden korkan ve o zoraki “Türkiyeli” sıfatını aklıevveller gibi dayatmaya kalkan, halkına “Amerikanyalı”, “Fransalı”, “İngiltereli” diyen insan olmadığı gibi! Bir Türk’ün tarihini, Cumhuriyetini, vatandaşını, bayrağını sevmesinin “ayıplı ırkçılık” olduğunu sananları acil şekilde tedavi ettirmemiz lazım. Çünkü ülkeye has sorunları deforme ederek kendini bu kadar yobaz hale dönüştürmek, hayra alamet değildir. İnatla “Ne mutlu Türk’üm diyene” cümlesinde sanki “Ne mutlu Türk kanı taşıyana” denmiş gibi bir saldırı noktası oluşturanlar, kalkıp 300 ırk karması taşıyan ABD vatandaşlarına da aynı saçmalıkları anlatıyorlar mı? İnsan milletini, ülkesini delicesine sevip çok güzel savaş karşıtı da olur, ırkçılığın bir numaralı düşmanı da! Tüm yaşamını evrensel kardeşliği sağlamaya da harcayabilir! Bunların “çelişkili” olduğunu sananların acilen “Ben nerede hata yaptım da 2 milyon saatlik beynime kazınmış TV tartışma programları sonucunda bu gaflete düşmüştüm acaba?” diye özeleştiri yapmaları lazım. Aynen bu uydurma propagandalar yüzünden herkese “faşist” damgası vurmaya meraklı bahtsızlar gibi!

Sevgili Perinçek’e ileteceğim diğer mesaj şu: Solda CHP’nin ötesinde, Cumhuriyet değerlerini kabul eden diğer sosyalist-sosyal demokrat yapılarla ve özellikle “Gezi” birikimiyle diyalog, “güç birliği” açısından sanıldığından çok daha önemlidir!


***

Beyinlerin Sulanması,

Beyinlerin Sulanması,



Dr. Doğu Perinçek,

“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir etkide bulunmadı. Aksine, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Muhammed'in kurduğu dinin gayesi, bütün fevkinde kapsayıcı bir Arap milliyeti siyasetine indirgeniyordu. Bu Arap fikri, Ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammedin dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimes, her yerde yükseltilmesine hasretmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allaha kendi milli dilinde değil, Allahın Arap kavmine, gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve yakarıda bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allaha ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyyet karşısında Türk milleti bir çok yüzyıllar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta, bir kelimesinin anlamını bilmediği halde Kuran'ı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık, cahil hocalar ağziyle, ateş ve azap ile müdhiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa’da, Allah kelimesinin yüceltilmesi parolası altında, hıristiyan milletlerini idareleri altına geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler.”

Derin bir gaflet ve yorgunluk

“Ne onları ümmet yaptılar, ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısırda, belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi, hilâfet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular. Gâh şarka, gâh garba veya her tarafa birden saldıra saldıra Türk milletini Allah için, peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allaha mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağını vaat ve temin eden dini akide ve dini his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine mani olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin, ahiretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissi; dünyanın acısı duyulan tokatıyle derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk vicdanı umumisi, derhal, yüzlerce asırlık kudret ve açıklıkla, büyük heycanlarla çarpıyordu. Ne oldu? Türkün milli hissi, artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk, cenneti değil, eski, hakiki büyük Türk cedlerinin mukaddes miraslarının, son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte, dinin, din hissinin Türk milliyetinde bıraktığı hatıra.”

Millî  Duygu ve İnsanî Duygu,

“Türk milleti, milli hissi; dini hisle değil fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır, vicdanında, milli hissin yanında, insani hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle öğünür. Çünkü, Türk milleti bilir ki, bugün medeniyetin büyük yolunda bağımsız ve fakat, kendilerine koşut yürüdüğü umum medeni milletlerle, karşılıklı keşflerle insani ve medeni ilişkiler, elbette gelişmemize devam için lâzımdır. Ve yine bilinir ki, Türk milleti, her medeni millet gibi, mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, buluşlarıyla medeniyet alemine hizmet etmiş insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hatıralarını hürmetle muhafaza eder. 

Türk Milleti, insaniyet aleminin, samimi bir ailesidir.”

Kaynak: Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. 23, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2011, s.84 vd. Atatürk eliyle yazdı bunları

Atatürk, din ve millet duygusu konusunda yukarıda okuduğunuz görüşlerini 1930 yılında eliyle yazmıştır. Metin o dönem ortaokullarda okutulan "Vatandaş İçin Medenî Bilgiler" kitabında aynen yer almıştır. 1930’larda öğrenim gören kuşaklar, yurttaşlık bilgisi dersinde bu yazılanları öğrenmiştir. El yazılarının fotokopileri, Prof. Dr. Afetinan'ın "Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları" adlı kitabında ek olarak yayımlanmıştır. 2. basım, AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988. Atatürk’ün Bütün Eserleri’nde elyazılarının fotokopyaları ve metinler, ders kitaplarıyla karşılaştırmalı olarak aynen yer almaktadır. 

****

Cumhuriyetçi Öğretmenler Ayakta,

Cumhuriyetçi Öğretmenler Ayakta,

Işık Kansu,

Cumhuriyetçi öğretmenlerin örgütü Eğitim-İş kararını verdi. Susmayacak, pısmayacak. Andımız’ı okuyacak, okutacak; anayasaya, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına aykırı biçimde sınıflara türbanlı öğretmen sokulmasına da dava açacak. Uygarlık yolunda eğilmeden, bükülmeden ilerliyor Eğitim-İş ve üyeleri:
“Gelinen aşamada AKP, yargıyı hükümranlığı altına almasının verdiği rahatlıkla yıllardır her türlü manipülasyon ve gayri ahlaki tasarruflarla yıkmak için uğraş verdiği laik devlet modelini askıya alarak çizmeyi aştı. Din istismarcısı siyasi anlayış bu topraklarda asla kalıcı olmayacak. Bu kabul edilemez cüretin, karanlığın aydınlığa açtığı savaşın finali olduğunu sananlar yanıldıklarını yaşayarak görecekler. Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaçağ karanlığına teslim olmasına asla izin vermeyeceğiz. Laik devleti askıya alan AKP ve yandaşları, bu sorumsuzluluğun sonuçlarını göğüsleyemeyecek.

Atatürk’ün mayasını kardığı, laik, demokratik, üniter Türkiye Cumhuriyeti projesini yok etmeye, AKP ve yandaşlarının gücü yetmez. Defalarca okullarımızdaki Atatürk köşelerini kaldırmaya cüret eden, Atatürk’ü ve kurucu değerlerimizi kitaplardan söküp atan AKP’nin, büyük önderimizin en büyük eseri olan laik ve demokratik devlet çatısı altında mayasını kardığı ve devletle vatandaşlık bağının ifadesi olan ‘Türk’ ulusu kavramını barındırdığı için Andımız’ı kaldırması, bugüne kadar ulusal bütünlüğümüze yönelen en ağır saldırıdır. İşin en acı tarafı, kamu vicdanını derinden yaralayan bu kabul edilemez saldırının devleti yöneten kadrolar eliyle yapılmış olmasıdır. Türk ulusunun kalbinin dokunulmaz bir köşesinde yaşattığı, eşsiz devlet adamı, büyük kurtarıcı Atatürk’e ve devrimlerine yönelen bu büyük ihanet amacına ulaşamayacaktır.”
Cumhuriyetçi öğretmenler, kararlı, gözü pek, dimdik ayakta. Tıpkı kurtuluş ve kuruluşta olduğu gibi.

Bizi Kim Koruyacak?

CHP’ye yönelik eleştirel yazılarımıza kızanlar var.

Onların görüşlerine de saygılıyız, ama CHP’ye oy vermişlerin büyük çoğunluğu diyor ki:
“Biz CHP’ye, yaşam biçimimize sahip çıksın diye, Cumhuriyet ilkelerini, ulusal değerleri, çağdaş düşünce sistemini, sosyal adaleti savunsun diye oy veriyoruz. Bunları göz ardı edip de ümmetçiliğe, cemaatçiliğe, kavimciliğe sapar, her boyaya giren bir duruş sergileyerek AKP ile, BDP ile aynı çizgiye düşerse, biz kendimizi hem aldatılmış, hem de AKP faşizmi karşısında yalnızlığa itilmiş hissediyoruz.”

Dur Durak Yok.

Biz, ilkokuldayken okullarımızın duvarlarında devrimleri anlatan resimler asılırdı. 
Devrimden önceyi simgeleyen resimde; sarıklı, sakallı hoca elinde sopa, rahlelerin önünde çocuklar, mahalle mektebi görülürdü.
Devrimden sonrayı simgeleyen resimde de; çağdaş giyimli kadın öğretmen karatahta başında abece öğretiyor, çocuklar sıralarda...

Şimdiki Rezil duruma bir bakın:

Umacı gibi giyinmiş sözde öğretmen, “Türküm, doğruyum, çalışkanım” dediği için küçücük çocukların kafasını tahtaya vuruyor. Suratsız müdür, öğrencilere “Eşekler” diye bağırıyor.
Üstatları Necip Fazıl Kısakürek ’in deyimiyle “kininin davacısı” olanların kurgulamaya çabaladığı karşı devrim; nefret, düşmanlık, ayrımcılık, zorbalık, gözü kararmış yobazlık, kıyıcılık ile üstümüze üstümüze yürüyor...

Çok yakındır, okullarda başı açık öğretmenlere “ Vurun kahpeye” diye saldırır bunlar. Kubilay gibi başımızı keser, direğe asarlar...

Dünyamızı zehir etmek için freni patlattılar, gemi azıya aldılar, dur durak bilmiyorlar.
Gezi eylemlerinden ders almadılar... 
Bu halk, dersini verir, mutlaka!

Ankara Kurultayı’nın Düşündürdükleri.

Metin Özaslan ve arkadaşlarının yönetimindeki Ankara Kulübü Derneği, Ankara’nın Başkent oluşunun 90. yıldönümü nedeniyle çok iyi programlanmış bir Ankara Kurultayı düzenledi. Şehircilikten tutun, kültür alanına; tarımdan tutun ekonomiye değin çeşitli konularda 5 gün boyunca Ankara’nın yeri, önemi ve sorunları üzerinde duruldu.
Kurultuyda ele alınan konular ile günümüzü karşılaştırdık, şöyle bir görüntü çıktı ortaya:
Hilafetin olduğu yer ile özdeşleşmek istemeyen Atatürk ve arkadaşlarının Ankara’yı devrimci bir kararla başkent yapıyorlar.
Bugün, altüst edilen Atatürk Orman Çiftliği’nde bir başkanlık sarayı yükseliyor. Halife sultan otursun diye...
Cumhuriyet’in ve Türk modernleşmesinin laboratuvarı olmuş, Ankara.
Bugün, Cumhuriyet’i yıkmanın ve gericileşmenin üssü oldu, Ankara...
Ankara’nın imarı ile bakımsız bir Anadolu şehri görüntüsünden modern bir başkente dönüştürülmesi amaçlanmış.
Bugün, rant canavarlığı ile zevksizlik bulamacında azman bir köye dönüştü Ankara...

Ve en Önemlisi:

“Fışkiye” diyen birinin yönetiminde bugün Ankara. Atatürk’ün emeğine yazık, Ankaralılar adına haksızlık, uygarlık adına utanç...

***

PKK’dan Bölücülük Rolü çalmak!

PKK’dan Bölücülük Rolü çalmak!

Özcan Yeniçeri,

BDP, TBMM’nin içinden, Öcalan İmralı’dan Cemil Bayık ve Murat Karayılan ikilisi de Kandil’den sürekli Türkiye’yi tehdit ediyor. Bayık, iktidarın istedikleri yasaları çıkartmadığı takdirde, “kendi yasalarını ilan edeceklerini” söylüyor.
Tehditlerine gerekçe olarak da “paket” in istediklerini kapsamadığını söylüyorlar. PKK’yla görüşerek sorunların çözülmesini, Öcalan ile yapılan görüşmelerin “araçsal” lıktan “stratejik” bir konuma yükseltilmesi gerektiğini söylüyorlar. 
Bu gelişmeleri düz mantıkla yorumlayanlar, muhalefetin PKK’nın isteklerini yerine getirdiğini, Başbakan’ın paketi Öcalan’ın talepleri doğrultusunda şekillendirdiği yolundaki iddialarının doğru olmadığını dile getiriyorlar.
Hemen başından söyleyelim, PKK’nın taleplerinin tamamını AKP hükümeti yerine getirmiş olsa bile, Kandil ya da İmralı ‘teşekkürler hükümet’ demeyecektir ve demez. Terör ve bölücü cenah iktidarın attığı ya da atacağı bütün adımları yetersiz ve taleplerini karşılamaktan uzak olduğunu söyleyeceklerdir. Taktik gereği bu böyledir.

Bu gerçek, AKP iktidarının hazırladığı paketin, PKK/Apo/Kandil/BDP formatlı olmadığını göstermez. AKP iktidarının PKK/Öcalan’ın görüş ve taleplerini bizzat üstlenerek yerine getirmiş olması, o görüş ve taleplerin AKP’nin görüşleri olduğu anlamına gelmez. Nitekim akil adamlar için komisyon kur! Ana dilde savunma hakkı için yasa çıkar! TBMM’de çekilme ve çözümü izleme komisyonu kur diyen, İmralı’daki teröristbaşıdır. Onun taleplerini iktidarın yerine getirmiş olması bu görüşlerin AKP’nin özgün görüşleri olduğu anlamına gelmez.
Teröristbaşı’nın “nevruz mektubunu” ,  “Kuzey Kürdistan Kürt Konferans” düzenleme taleplerini, BDP’lilerle görüşme imkânlarını sağlayan da AKP’dir. AKP bu ve benzer adımları atarken İmralı’daki teröristbaşının görüşlerini almadığını düşünmek akla ziyan bir durumdur.

AKP ile PKK/İmralı ikilisinin, icat edilmiş “Kürt Sorunu” nun çözülmesi konusundaki görüşleri arasında sanıldığı gibi büyük farklar yoktur. PKK/İmralı taleplerinin tamamının  “Demokratikleşme” paketinde yer almamasının nedenini Tayyip Erdoğan, paketi sunarken açıkladı. Arkası gelecek dedi. Hazmettire hazmettire, aşama aşama talepleri yerine getireceğiz mesajını verdi. Bir süre önce Tayyip Erdoğan’ın “2023’te Kürdistan, Lazistan eyaleti olabilir” anlamına gelen sözlerini kimin hangi ihtiyacını karşılamak için söylediğini iyi düşünmek gerekir.

Diğer yandan terör örgütünün çekilmeyi durdurduğunu açıklaması üzerine şu değerlendirmeyi yaptığını unutmamak gerekir: “Sanırım mesajlar Kandil’e geç ulaşıyor. Ya da acele ediyorlar. Bizden 4 partinin uzlaşamadığı hususlarda yasa çıkarmamızı istiyorlar. Diğer partilerin kabul etmediğini bize fatura etmeye çalışıyorlar” diyerek, örgüte karşı kendisini savunmuştu. 

Elbette Tayyip Erdoğan, “Bu paket bir dayatmanın eseri değildir. Bu paket, bir müzakerenin, bir pazarlığın eseri değildir” diyecektir. Dayatma altında, PKK ile müzakere ederek bu paketi çıkarttık, diye Tayyip Erdoğan’ın halka açıklama yapmasını herhalde kimse beklemiyordu. 

T.C.’yi PKK, roket atarlarla tabelalardan silmeye çalışıyordu, AKP,  “T.C. tabelalara sığmıyor” gerekçesiyle indirdi. “Andımız” dan PKK fena halde rahatsızdı, AKP “demokratikleşme” bağlamında bu rahatsızlığı giderdi. PKK, ’ana dilde eğitimi tartışmayız, temel talebimiz’, diyordu AKP “önce özel okullarda sonra da anayasa değiştirilerek diğer okullarda hayata geçirilecek”  mesajını verdi. PKK, “demokratik özerklik” istiyordu, AKP bunun Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan çekinceleri kaldırarak gerçekleştirileceğini zaten ilan etmişti. Bunun için AKP’nin sadece zamana ihtiyacı vardır. BDP “hadi ne duruyorsun adım at!” dedi, AKP “demokratikleşme paketi” çıkararak bir adım atmış oldu. BDP’li belediyeler, yörelerinde tabelalara yerlerin eski isimlerini yazmıştı, AKP bunu resmi hale getirmiş oldu. 

Öcalan’ın statüsü konusunu da Erdoğan’ın statüsü konusundaki gelişmelere bağlı olduğu ima edilmiş durumdadır. Erdoğan, Başkan olarak Çankaya’ya, Öcalan halk kahramanı olarak Diyarbakır’a... 

Model budur.

***

AH BİZ APTALLAR.

AH BİZ APTALLAR.

Erdoğan GÖKÇE

Aziz  Nesin’in AH BİZ EŞEKLER  hikayesinde kurt ile eşek arasında geçen olayların bir benzeri  günümüzde AKP iktidarı ile bu iktidarı tehlikesiz gören aptallar arasında yaşanıyor.

Usta mizahçı Aziz Nesin bu hikayesinde, eşeklerin de eskiden insanlar gibi zengin bir dillerinin olduğu, insanlar gibi konuştuklarını.. yaşadıkları o korkunç olaydan sonra  ise sadece iki  heceden  oluşan “aaa-ii, aaa-ii”  şeklinde anırmak kaldığını, anlatır.

Eşeklerin dillerini kaybettikleri o korkunç olay kurt ile eşek arasında geçer.

Eşeğin biri kırlarda keyfince otlanırken burnuna bir koku gelmiş; ama bu koku ot kokusu değil kurt kokusuymuş.
Kısa süre içinde her tarafı kapsayan ve gittikçe keskinleşen kurt kokusu eşeği hafiften tedirgin etmiş.
Kurdun gittikçe yaklaşmasına rağmen, her seferinde kendini avutacak bişeyler bulan eşek, tehlikeyi önemsemeyen aymazlığına, yeni aymazlıklar ve kendini kandıran uydurmalar eklemiş
Kurt  artık  eşeğin yanına doğru  epey yaklaştığında, tehlikenin ciddiyetini kavramaya başlayan eşek,  yavaştanda olsa oradan uzaklaşırken, hâlâ kurdun kendine zarar vermeyeceğini sanıyormuş.
Yaklaşan kurt karşısında iyice korkuya kapılan eşek, hızlı bir şekilde kaçmak istese de işiten geçmiştir artık.
Kurdun nefesini ensesinde hisseden eşek, aymazlığı hâlâ elden bırakmamış ve kurttan kendisine zarar gelmeyeceği inancını devam ettirmiş.
Sonunda kurt eşeği sağrısından yakalar ve parçalamaya başlar.  Eşek, gerçeği anlar ama artık iş işten geçmiştir. ‘Aha İşte O Gerçek’ demeye zamanı bile  kalamaz; sadece “aaa-ii, aaa-ii” diyebilir.
İşte o son iki hece, bütün eşeklerin konuşma dili olur.

* * *                                   * * *
AKP iktidarı da Türkiye’nin kurdu olmuş; ama bazı aptallar bu gerçeği  hâlâ anlamıyor.

Tayyip Erdoğan “ Ben Türkiye’yi satmakla mükellefim” diyor ve hiçbir ülkede olmayacak şekilde vatan  topraklarını, stratejik kurumları, ekonominin kalelerini, madenlerini, yollarını satıyor…

Aptallar, hiç umursamıyor. Hatta aptallılarını ispatlarcasına: “Ne olmuş yani, ceplerine koyup götürmüyorlar ya. Her şey olduğu yerde duruyor”, diyorlar
“Çocuğumu bir ahbabımdan aldığım yardımla okutuyorum” diyen biri,  “kısa sürede milyar dolarları, çocuklarına aldığı gemicikleri, pırlanta dükkanları, medya holdingleri, milyon dolarlık villaları nasıl aldı?” diye sorduğumuzda:
“Olsun! Adam çalışıyor. Tabii bal tutan parmağını yalar.” diyorlar. Ama kendileri iktidarı atacağı kemiği bekliyor.

Yahu bu adam ABD Emperyalizmi ile, Haçlı Orduları ile bir oldu,  Afganistan, Irak, Libya  Suriye gibi ülkelerde Müslümanları katlediyor. Bu ülkelerde kadınların ırzına geçen gavurların sağ salim ülkelerine dönmeleri için dua ettiğini söylüyor. O ülkeleri talan ettirdiğini söylüyoruz.

“Olsuuuu! Adam Müslüman” diyorlar.

Bakın kopya ve şifrelerle milyonlarca gencin geleceğini çaldılar. Avrupa’da milyonlarca gurbetçi işçimizi dolandırdılar. İhalelerde yolsuzluk yaptılar. Kendileri milyarları götürürken, milleti bir lokma ekmeğe muhtaç ettiler. Yaşanan bu  gerçekleri görmüyor musunuz?  diyoruz.

Hâlâ, “Olsuuun! Adam namaz kılıyor.”, “Alnı secdeye değiyor” diyenlerin sayısı bir hayli fazla.

Yahu bunların döneminde hırsızlar işadamı, dolandırıcılar yardımsever. kalpazanlar mağdur. doğa katilleri müteahhit,  bölücüler özgürlük savaşçıları, din tüccarları kurtarıcı… oldu, diyoruz.
“İyi ya işte. Demokrasi gelişiyor”, diyor.
Vatanını satanı destekliyor.
Ordusunu çökerteni alkışlıyor.
Milleti soyanı savunuyor.
Vatana ve millete karşı her türlü ihaneti “demokrasinin gelişmesi” sanıyor.
İhanetin artmasını demokrasi sanıyor. Bölücülerin ve Haçlı irticanın  ihanetini özgürlük olarak görüyor. Dört yanımız ateş çemberi. Sınırlarımız ortadan kalkmış. Ege, Akdeniz ve Güney bölgemizde yabancı güçlerin kontrolüne geçmiş. Ekonomi çökmüş. Vatan elden gidiyor…
“Bişey olmaz. Tayyip Erdoğan Türkiye’yi kurtarır” diyor.
İnanın,kurda yem olan eşek bile bazı aptallardan daha akıllı.  Çünkü çok geç kalmış olsa da,  kurt tehlikesi karşısında en azından kaçmayı akıl etmiş.
Bizdeki aptallar ise, bırakın tedbir almayı, daha kolay yem olmaya hizmet ediyorlar.

Umarım bu aptalların en azından “aaaa-iii, aaa-iii” diyecek zamanları olur

AH BİZ APTALLAR!!!


***

Bayramlık Badem Şekerleri,

Bayramlık Badem Şekerleri,


Rifat Serdaroğlu

KEFİL OLAN OLANA

*
Cumhurbaşkanı, Vahhabi Suudi Kralının tüm sülalesine kefil. Kral Türkiye’ye geldiğinde onu Çankaya Köşkünde kabul edeceğine, bizimki koşa-koşa adamın oteline gidiyor. Kim daha büyük; Suudi Kralı mı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamı mı? İkisi mukayese edilir mi?
Türkiye de Cumhurbaşkanı olmak için seçim şarttır. Suudilerde ise kral olmak için, önceki kralın pipisinden düşmek yeterlidir!

Soru şu;

Kim kime kefil? Kendi ülkesinde Vahhabi ’nin ayağına tıpış-tıpış giden mi,

Abdullah Gül’ü kendi ayağına getiren mi? Kim kime kefil olmuş, deyin bakalım!

*
Başbakan Erdoğan, canlı televizyon yayınına çıktı ve “Ben Yasin Kadı’ya tüm mal varlığımla kefilim” dedi. Yasin Kadı ise El-Kaideye kefil olduğundan aranıyor! Oldu mu size “müteselsil kefalet.”

El-Kaide militanları Türkiye’nin güney sınırına yerleşip, oraları Peşaver Bölgesine çevirmekte haklılarmış. Adamlar alacaklarını istiyorlar. Kim dünyanın en zengin 8 siyasetçisinden biri ise, kim dünyanın en büyük tutardaki örtülü ödeneğini kullanıyorsa onun üstüne gidecekler. Sıkıysa verme, adamın ciğerini söküp yer bunlar!

*
Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Yargıtay’daki arkadaşlarımızı tanırım. Donanımlı, bilgili ve tecrübelidirler. Başından beri de yıllardır bu dairede çalışmış, olaylara hâkim titiz ve tecrübeli bir ekiptir. Bu nedenle arkadaşlarımızın yanlış yapma ihtimali çok ama çok düşüktür” diyerek, Balyoz Davasına bakan Yargıçların tamamına kefil oldu.

Kefil olan kişi, “Aydınlık ve Baran” Dergilerinin yazdığı, Melih Aşık’ın da köşesinde yayınladığı üzere, gençliğinde İBDA-C Terör Örgütünün Yayın Organı “Gölge” Dergisinin Ankara temsilcisi ise, ömrü boyunca hiç “Hukuk Eğitimi” almadığı halde Anayasa Mahkemesinin başında oturuyorsa, çok önemli kişi demektir. O zaman soruları ona sormak gerekmez mi, soralım öyleyse;
-Dünyanın hangi ülkesinde ve davasında böylesine rezil bir şekilde “Gizli Tanık” kullanılmıştır?
-Balyoz Davasında “imzalı” tek bir belge var mıdır?
-Dijital Belgelerin bir tanesi olsun, sanıkların bilgisayarında bulunmuş mudur?
-Dijital delillerin doğruluğu-sağlamlığı araştırılmış mıdır?
-Bu delilleri Savcılığa getiren Gazeteci kimdir? ABD’de hangi kurumun emrinde çalışmıştır?
-Deniz Feneri Davasının yıllardır bir türlü sonuçlanmayan davasına bakan Yargıçlara da kefil misiniz?

*
Ethem Sancak, Başbakan Erdoğan’a âşık. Başbakan “Türk” kelimesinden nefret ediyor ve hiç kullanmıyor. 

   Ethem Sancak, “Ben Türk değilim. Bana Türk demeyin, hakaret sayarım” diyor. Ethem Sancak, Emine Erdoğan’ın yakını ve akrabası. Emine Hanım köken olarak “Arap” olduğunu söylüyor, Ethem de Arap. Arap-Arap’a kefil olmayacak da, bana mı kefil olacaklar?

Türkiye 1 Ekim’den itibaren “Akıllı Pos Cihazı” kullanmak zorunda. Bu işin tutarı yaklaşık 3,5 Milyar Dolar. Türkiye’ye Çin’den kim getirecek bu Pos makinalarını? Ethem Sancak’ın yeğeni Murat Sancak. Bir Pos Makinasının satış fiyatı Türkiye’de 590 AVRO. Pos Makinası nın Çin’deki alım fiyatı ne kadar; 20 AVRO. Kefalete bak arkadaş, tadından yenmez! Show TV ve Akşam Gazetesinin parası nasıl çıkarmış, anladınız mı?

*
Balyoz Davasında mahkûmiyetleri onanan Komutanların, üniformaları çıkarılacak ve rütbeleri geri alınacak. Milli Eğitim’in “Milli” kelimesinden nefret eden Bakanı, Sıkmabaş’ı öğretmenlere serbest bıraktı. Hızını alamayan bir öğretmen, “Sıkmabaş ne ki, ben kara çarşaf giyerim, artık özgürlük var”
dedi ve kara-kapkara çarşafa büründü. Bu öğretmen “Milli Andımızı” okuyan ilkokul çocuklarını, kafalarını duvara vura-vura cezalandırdı!
İşte böyle, Anayasasında “Lâik Cumhuriyet” yazan Türkiye’de, kahramanların üniformaları soyuluyor, öğretmenler kara çarşaf üniformalarını giyiyorlar. Devletin Valileri-Kaymakamları-Savcıları da trene bakar gibi bakıyorlar!

*
Türkiye’nin 780 bin kilometrekarelik yüzölçümünün her yerinde devlet hâkimiyeti vardır ve ben buna kefilim, diyen Başbakan Erdoğan’a PKK Narko-Terör örgütü bir güzellik yaptı.

PKK’nın silahlı kanadı HPG yaptığı yazılı açıklamada şunları söyledi.
“Kürdistan’ın doğal güzelliklerini ve canlılarını korumak temel ölçü ve ilkelerimizden olurken bugün hala Zağros Eyaletimizde, birçok alana avcılık yapmak amaçlı gelişler gerçekleşmektedir. Bu Kürdistan’daki doğal canlılara zarar vermektir. Avcılık amaçlı bu faaliyetler kesinlikle yasaktır ve
bu amaçla alanlarımıza girişler yapılmamalıdır.”

Bu açıklamanın üstüne ne söylenebilir ki; “Al eline koca bir kaya, nerene dayarsan daya.”

*
Seksi Açılım;

Açılımın her türlüsünün üzerine balıklama atlayan istihbarat örgütleri, çağ atlayarak bir ilk’e imza attılar; Havaların soğuması ile birlikte kış üslenmesi hazırlıkları yapan PKK’lılara, 30 Bin Dolar değerinde prezervatif ve doğum kontrol hapı gönderildi. Geçen sene sığınaklarda bulunan prezervatifleri imha eden güvenlik kuvvetlerinin bu tutumu “İleri Demokrasinin” ileri bir aşaması olarak dünyaya takdim edildi…

Değerli Okurlar

Bu Kurban Bayramının, çağdışı-gerici- yolsuzluğa boğazına kadar batmış AKP İktidarı ile geçireceğimiz son bayram olması dileğiyle, hepinizin bayramını saygı ve sevgiyle kutluyorum.
Ne Mutlu Türküm Diyene…

***

ANDIMIZ

ANDIMIZ

Suay Karaman.

Henüz büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e karşı açık açık söz söyleyemeyenler, Atatürk’ün devrimci kadrolarını eleştirmektedirler. Bu eleştirilerden sık sık İsmet İnönü payını almaktadır. Siyasi iktidarın temsilcileri daha önce Adalet eski Bakanı Mahmut Esat Bozkurt için çok ağır sözlerle, hakarete varan açıklamalarda bulunmuşlardı.

Bu kez başbakan, partisinin grup toplantısında “Andımız metninin yazarı tartışmalı bir isim olan doktor Reşit Galip'ti. Andımız'ın yazarı, Türkçe ezan zulmünün mimarlarından, Türkçe ezan metninin yazarlarındandı” dedi.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Atatürk’ün yanında yer alan kadrolar için “tartışmalı bir isim” denemez. Bunu diyenler kendi yolsuzluklarının hesabını verememektedirler.  Sayın başbakan için, İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ilişkin TBMM Başkanlığı’na ulaşan fezlekelerde “görevi ihmal, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrakta ve kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamaları yer almaktadır. Kendi tartışmalı durumlarını unutturmak için, sürekli cumhuriyetin kuruluş dönemine saldırmayı moda haline getirenler, hukukun kendilerine de gerekeceğinin farkında mıdırlar?



Ulusal Andımızda ki “Türk” kelimesinden rahatsızlık duyan emperyalizmin maşaları, yakın bir gelecekte İstiklal Marşımızdan da rahatsızlık duyacaklardır. Çünkü bu insanlar ulusal olan herşeyi yıkmakla görevlendirilmişlerdir. Kısa süren Milli Eğitim Bakanlığı zamanında çok büyük eserler bırakan Reşit Galip için “Türkçe ezan zulmünün mimarlarından, Türkçe ezan metninin yazarlarındandı” demek, halkı anlamadığı dilde ibadete zorlayarak, sürekli uyutup, oy deposu haline getirme mantığının dışa vurumudur.

Ülkeler ibadetlerini kendi resmi dilleri ile yaparken, ülkemizde Arapça’yı kutsal ilan ederek, anlaşılamayan bir dilde ibadet etmek, yıllardır süren karanlığı devam ettirmek anlamına gelmektedir. Reşit Galip doğru olanı yapmış ve ezan kendi dilimizde Türkçe okunmuştur. Ancak karanlıktan beslenen Demokrat Parti iktidarı, 16 Haziran 1950 tarihinde yine Arapça’ya dönüş yapmıştır. Bugün esas zulüm, insanları anlamadığı ve anlamını bilmeden sadece ezberleyerek Arapça ibadete zorlamaktır.

Ulusal Andımızın her kelimesinden rahatsızlık duyarak, andımızı kaldıran siyasi iktidarın önde gelenlerinin asıl amaçları, ulusal bütünlüğümüzü parçalamak ve İslam ümmetinin bir parçası haline getirmektir. Bunun için dinsel anlam taşıyan kıyafetleri ilkokullara kadar yaygınlaştırmak amacındadırlar. Türban takmayı özgürlük sanan sığ kafalar ise bu olanlara sessiz kalmaktadır, sadece seyretmektedir.

Türklükten gocunanlar, Araplara ve Arapça’ya sığınmaktadır. Ulusallıktan kaçınanlar, emperyalizme meze olmaktadır. Laiklikle derdi olanlar, ortaçağın karanlığını istemektedirler. Aydınlıktan korkanlar, Mustafa Kemal Atatürk’e düşmandırlar. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, Anadolu toprakları Mustafa Kemal’in özgürlük ateşiyle aydınlanmaya devam edecektir.

***

Haşim Kılıç Çekilmeli,

Haşim Kılıç Çekilmeli,

Orhan Bursalı.

Dünkü yazımı Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, Balyoz davası kararını onaylayan Yargıtay’ın o ünlü 9. Dairesi’nin verdiği kararın doğruluğuna ve daireyi oluşturan yargıçlara duyduğu güveni dile getirmesine üzerine yazacaktım... Tek kelimeyle istifasını gerektiren bir demeç... Görüş almak için bulamadığım eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen geniş bir değerlendirme yayımladı ve 9. Daire’nin gerekçeli kararını baştan sona AİHM’ye ve yasalara aykırı buldu. 
Türmen’in yazısından çıkardığım sonuç şudur: Karar ve gerekçesi, tam bir sefalet hukuku!.. 

Haşim Kılıç’ın Hürriyet’in önceki günkü manşetini oluşturan açıklaması baştan sona kabul edilebilir değil. Hukuki süreç olarak Balyoz kararı, eğer önce Daireler Kurulu’na gitmezse Anayasa Mahkemesi’ne gidecek. Sonra da AİHM’ye! Kılıç aslında diyor ki, dilimize tercüme edersek: Mahkûmlara yanlış umut vermeyin, bizden farklı bir şey çıkmaz.. 9. Daire aslanlar gibi mahkûmiyeti onadı, kararı çok sağlamdır, çünkü oradaki yargıçlar çok deneyimlidir, yanlış karar vermezler, doğru karar vermişlerdir...

Türkiye normal, demokratik bir ülke olsaydı, bu kişi bir dakika yerinde oturamazdı... Buradan haykırıyorum, o koltuğu boşaltınız! Size gelecek bir dosya için oyunuzu önceden açıklamış oldunuz, hem de tüm Anayasa Mahkemesi üyeleri adına! O halde, Anayasa Mahkemesi’ni de yetmez ama evet referandumundan sonra oluşturulan özel yargı/özel hukukun bir uzantısı olarak görmek durumundayız... 

***
Hürriyet’teki habere baktığınızda zaten gazetecilik açısından eksik olduğunu görürsünüz. Kılıç’la konuşan gazeteci, mesela en sıradan soruyu sormamış: Delil olarak öne sürülen CD’lerin sahte olduğuna ilişkin sürü sepet bilirkişi raporunu Yargıtay hiç dikkate almamış, Anayasa Mahkemesi olarak siz de es mi geçeceksiniz, söylediklerinizden delilleri incelemek sizin yetki alanınız dışında olduğu sonucu çıkıyor, öyle mi? 

Sor kardeşim hazır bulmuşken, her şeyi sor! Yıllardır Yargıtay’da görev yaptılar diyor Kılıç, araştır bakalım öyle mi! Haşim Kılıç’ın “tarafsız yargıçları”nı, Taha Akyol’un da bu yargıçlara methiyesine yanıt olarak, Odatv’de Müyesser Yıldız tek tek tanıttı bize. “@demokratyargi” da Twitter’dan şu açıklamayı yaptı: 
HK “... Balyoz kararını veren 9. Ceza Dairesi için ‘uzun yıllardır Yargıtay’da görev yapan güvenilir yargıçlardır’ demiş. Oysa 5 üyeden 4’ü mevcut HSYK tarafından atanan ‘160’lar’a dahildir. Başkan ise 160’ların katkılarıyla başkan seçildi. Tek bir irade ve tek bir beden gibi hareket eden 160’ları ve seçim süreçlerini anlamak için Bkz: ‘Türkiye’de Yargı Yoktur’ (kitabı) Sh: 135-154.. Balyoz davasının Yar gıtay’daki aşamasını da şuradan okuyabilirsiniz:

 www.radikal.com.tr/radikal2/yeni_demokrasinin_iflasi-1145006    …

Sorumuz şu: 

Sayın Haşim Kılıç, ciddi misiniz?”

Dünkü Radikal 2’de Demokrat Yargı Derneği’nden Orhan Gazi Ertekin ve Faruk Özsü’nun “Kurt ile Kuzunun Hukuk Dansı” yazısı, Kurt’un nehrin aşağısındaki kuzuya “suyumu bulandırdın seni yiyeceğim” La Fontaine masalından yola çıkarak, bugünkü özel mahkemeler ve yargıtayda “güçlünün yargısı”nın, balyoz örneğinde nasıl çalıştığını çok güzel anlattı.. 
Balyoz mahkemesinın ve 9. Daire’nin kararlarının özü şudur: Seni yemek için benim bin tane bahanem var, bu bahanelerin gerçek olması da hiç gerekmiyor...

***
Rıza Türmen, delillerin sakatlığından tutun da mahkeme sürecinde işlenen adaletsizlikler, yasa /hukuk ihlallerine varıncaya kadar herşeyi, eski yargıcı olduğu AİHM açısından inceledikten sonra şu sonuca varıyor:
“Balyoz’la ilgili birinci derecede mahkemenin kararı, AİHM kararlarındaki adil yargılama güvencelerinden yoksundu. Yargıtay bunları düzeltebilirdi. Ne var ki Yargıtay gerekçeli kararıyla adil olmayan bir yargılamayı onaylamış ve adaletsizliğe ortak olmuştur. Her iki karar da AİHM standartlarına uygun değildir. Balyoz kararlarından, sanıklar ve ailelerinden de daha büyük zarar gören Hukuk Devleti ilkesidir. Hukuk devletinin ortadan kalktığı bir ülkede ise, ne demokrasi ne de insan haklarının güvencesi vardır.”

***
Gazeteci (eski hukuk mezunu) Taha Akyol da Yargıtay’ın kararına methiye düzmüştü! Hiç incelemediği (veya inceleyip de görmek istemediği) davanın gerçeklerine yan çizerek, cemaatçi yazarların tezlerine sarıldı: Velev ki CD’ler sahte, peki Plan Semineri de mi sahte! 
Hayır Plan Semineri sahte değil, tümü zaten kaydedilmiş! Durun bakalım, öyleyse şu “velev ki sahte” CD’lerdeki senaryoları yok sayalım, Plan Semineri’ni konuşalım ve yargılayalım! Gerçekten: Bu semineri yargılayalım! Elde delil diye tek o var, zaten Plan Semineri’nin bir darbe suçlamasıyla büyük tasfiyeye zırnık yararı olmayacağı görüldüğü için, üzerine şu ‘velev ki sahte’ senaryolar inşa edildi!

Akyol, neyin hukukçusu? Tek yanıt: Güçlü’nün hukukçusu.. isteyerek veya istemeyerek.. Güçlünün bahaneleriyle, yüzlerce masum insanı ve onun da ötesinde bir Hukuk Devleti ilkesini yiyip bitiriyor..
Bu dava onu savunan herkesin tepesine patlayacak bir bombadır.. Öyle olur olmaz herkes içine dalmasın, altında kalır..


***


“Paket”ten çıksa çıksa yeni bir “31 Mart” çıkar

“Paket”ten çıksa çıksa yeni bir “31 Mart” çıkar

Selcan Taşçı

2023 Lider Ülke Türkiye Platformu’nun hukukçu üyeleri tarafından hazırlanan bir raporu özetleyeceğim bugün. Konuya geçmeden önce -malum  “2023”, sahipleri “yok mu arttıran” dedirtecek hızla çoğalan bir hedefin adı- oluşabilecek yanlış anlamaları, algı karışıklıklarını önlemek üzere bir tür kimlik tespiti yapmalı:
Her şeyden önce bu  “2023” ; AKP’nin “intihal eseri” olan “2023”  değil!
Adını, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yıllar önce ortaya koyduğu  “2023 Lider Ülke Türkiye”  vizyonundan alan platformun bütün üyeleri Türk Milliyetçisi. Resmi biraz daha netleştirmek gerekirse, hayatlarının çeşitli dönemlerinde  “ülkücü hareket”in çeşitli kademelerinde görev almış (halen görevde olanlar da var) isimler her biri. “Hayatlarının çeşitli dönemleri”  dediysem, bir aksakallılar grubu da değil karşımızdaki; genç, -hadi gençlere haksızlık olmasın- orta yaşa merdiven dayamışlar arasındaki bir tür “kuşak” buluşması/dayanışması aslında onlarınki. 

Ayda bir düzenledikleri toplantılarda gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçilerle bir araya geliyorlar. İlber Ortaylı’dan Yusuf Halaçoğlu’na, Ahmet Hakan’dan Alev Alatlı’ya, Rıza Zelyut’tan Cüppeli Ahmet Hoca’ya kadar geniş bir yelpazeden konukları oldu bugüne kadar. Ek olarak bir de dergi çalışmaları var.
Hoca’nın dediğini yap  yaptığını yapma durumu yok Girişte bahsettiğim raporun konusu 30 Eylül 2013 günü Tayyip Erdoğan tarafından açıklandıktan sonra hiç vakit kaybetmeden uygulamasına geçilen ve adına da  “Demokratikleşme” denilen  “paket”. İki haftadır bu konuda sayısız görüş beyan edildi. Benim, bunların içinden özellikle 2023 Lider Ülke Türkiye Platformu raporunu konu etmemin nedeni, seversiniz sevmezsiniz ayrı konu ama, mevzu bahis “demokratikleşme” ise, bu platform, bu konuda konuşmaya “hakkı” bulunan az sayıdaki oluşumdan biri. Çünkü özelliklerinden biri demokrasiyi önce, ısrarlı ve istikrarlı biçimde kendi içlerinde işletebilmeleri. Hocanın dediğini yap ama yaptığını asla durumu yok yani! Her üyenin eşit söz hakkına sahip olduğu platformun başkanı, her dönemde seçimle yenileniyor. 3-3,5 yıl içinde periyodik olarak 6 üye bu sorumluluğu üstlendi; şimdiki başkan olan Atilla Çakar yedincisi.
“Farklı dil ve alfabe”  AİHM kararlarına da aykırı

Gelelim Raporun içeriğine:

“Farklı Dil ve Lehçelerde Propaganda, Özel Okullarda Farklı Dil ve Lehçelerde Eğitim, Köy İsimlerindeki Yasal Engelin Kalkması, Q-X-W Harflerinin Kullanımının Serbestisi” ne “kamuda Türkçe dışındaki dillerin kullanımının önünü açacağı” gerekçesiyle itiraz eden platform üyelerinin  AİHM kararlarından verdiği örnekler çarpıcı.

Mesela, Hollanda,  Fryske dilini idari ve siyasi kurumlarda yasaklayınca, “düşünce özgürlüğünün”  ihlal edildiği iddiası ile AİHM’e başvuran Fryske Ulusal Partisi’nin talebi  “AİHS’nin 10. Maddesi (...) kamuda isteyenin istediği dili kullanma özgürlüğünü garanti altına almaz” denilerek reddediliyor.
Bir diğer örnek Fransa’dan. Çocuklarına koydukları  “Marti” adının, Katalan dilindeki telaffuzu ve harfleriyle nüfusa kaydedilmesini isteyen, ancak nüfus memurunun bunu kabul etmemesi üzerine ayrımcılık ve çocuğun psikolojisini olumsuz etkileyebilecek bir uygulama olduğu gerekçesiyle AİHM’e başvuran Alain Baylac Ferrer ve Natalie Suarez çiftine verilen cevap şöyle:
“Devletlerin dil birliği amacıyla belli bir dil politikasını uygulamaları mantıklı ve o devletlerin egemenlik sahaları içerisinde kendi tasarruflarıdır.” Yani “ Azınlıklara ait ya da etnik dillerin kamusal/resmi alanda kullanımı bir devletin egemenliğinden taviz verme anlamına gelir.” 

“Yeniçeri İsyanları” nı mı özlediler?

Rapordaki bir diğer dikkat çekici ayrıntı siyasi partilere üyelikle ilgili. Bunun, anayasanın eşit davranma ilkesine gölge düşüreceğini savunan platform üyeleri, özellikle TSK, Emniyet ve İstihbarat mensuplarının siyasi parti üyesi olmalarının  “Türk devlet tarihinde yaşanan Yeniçeri isyanları, Balkan Harbinde yaşanan ordu içerisindeki siyasi çekişmeler gibi büyük kaoslara kapı aralayacağı ve yeni 31 Mart Vakalarına yol açacağı” görüşünde.

Bu konudaki diğer çekince -özellikle terör eylemlerinden- devlete karşı suçlardan hüküm giymiş kişilerin siyasi partilere üyeliklerinin, siyasi partileri terör örgütlerinin şubesine dönüştüreceği ve terörü siyasallaştıracağı biçiminde.
“Andımız”ı kaldırmak  antidemokratik bir tavır “Andımız”ın kaldırılması konusunda Gezici Araştırma Şirketi’nin halkın yüzde 88.7’sinin buna  “Hayır” dediğini gösteren anketini ve çocuklarının  “Andımız”ı okumasından yana olan ailelerin durumunu hatırlatan platform üyeleri  “Andımızı okumak isteyen öğrencilerin bu haklarının ellerinden alınmalarını antidemokratik bulmaktayız” diyor.
“Kamuda başörtüsü serbestisi”ne dair değerlendirme, Türkiye’de bunu yasaklayan bir anayasal ya da yasal düzenlemenin zaten bulunmadığı hatırlatmasıyla başlıyor. Rapor paketin kendi içindeki bir çelişkinin de altını çiziyor:

Başörtüsünün hakim ve savcıların tarafsızlığına gölge düşüreceği söyleniyor ama aynı hakim ve savcıların siyasi partilere üye olmasının önü açılıyor!  
Ve  “şapkadan ne çıkacağı” muallak “nefret suçu” mevzusu.   “Bu konunun yargının yorum   ve takdir alanına bırakılmaması,   aksi halde nefret suçu adı altında düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanacağı” uyarısında buluyor 2023 mensupları.

Raporun tamamı hayli uzun ve detaylı. Merak edenler 2023 Lider Ülke Türkiye Platformu’nun internet sitesinden erişebilirler.


***

Demokratikleşmeme Paketi ve Ötesi,

Demokratikleşmeme Paketi ve Ötesi,

Prof. Dr. A. ÜLKÜ AZRAK

Aslında bu yasa Başbakan’ın söylediği üzere halkın ihtiyaçları doğrultusunda değil, AKP iktidarının yaşam felsefesi doğrultusunda ve kendisinin seçim şansını artıracağı inancıyla çıkarılmış bir yönetmeliktir. 

Başbakan’ın 30 Eylül’de açıkladığı sözde demokratikleşme paketi, Türkiye’de devlet yönetiminin, tüm savların aksine, bugüne kadar demokratik olmadığının itirafı niteliği taşıdığı gibi, demokratik rejim anlayışından hâlâ ne denli uzak olduğunun en açık kanıtıdır! Bu pakette yer alan düzenlemelerin halkın özlemlerini yansıttığı iddiası ise AKP iktidarının ve onun başının, çoğulculuğu benimsememiş olmasından öte, hiç anlamamış olduğunu, anlamak da istemediğini ortaya koymaktadır. Bu paketin en çarpıcı öğelerinden biri olan, devlet memurlarının kılık kıyafet düzenlemesi yakından incelenirse Türk devletinin laik ve demokratik kimliğinin nasıl ortadan kaldırıldığı açıkça görülür. 
Daha önce yüksek öğretim kurumlarında tartışma konusu haline getirilmiş olan başörtüsü sorunu, önce YÖK tarafından Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın kararlarına aykırı olarak, yani hukuk dinlemez bir davranışla yayımlanan genelgeye dayanılarak üniversitelerde, sonra da Danıştay’ın 8. Dairesi’nin açık görüşlülüğü (!) ve himmetiyle avukatların başörtülü olarak duruşmalara girebilmelerini sağlayan kararı sayesinde yargıda, sürekli inkâr edilse de, cumhuriyet devrimlerinin öncesini yansıtan belli bir siyasal anlayışa uygun bir biçimde çözümlenmiştir. Bu arada Batı ülkelerindeki uygulamalar yanıltıcı biçimde yapılan aktarmalarla örnek gösterilerek sözde özgürlük bahanesiyle bu yola gidilmiştir. Batı ülkelerinin hukuk düzenlerine yapılan bu atıfların (göndermeler) yanlış ve yanıltıcı olduğu bir yana, sanki ülkemizde bütün alanlarda anayasanın garantisi altındaki özgürlüklerin gerçekleştirilmesi gibi bir çaba varmışcasına, demagojik savların desteğinde bu noktaya varılmıştır. Batı ülkelerinin hukuk düzenlerinin örnek gösterilmesinin ne denli gerçeğe uymadığını da kısaca belirtmek için bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunmak isterim.

Almanya Örneği

Örneklerin başında Almanya geliyor. Orada durum şudur: Alman Federal Anayasa Mahkemesi, başörtülü bir öğretmenin, görevini yapmasına okul yönetimince izin verilmemesine karşı din ve inanç özgürlüğünün ve çalışma hakkının çiğnendiği iddiasıyla yaptığı bir kişisel şikâyet üzerine anayasa mahkemesinin, eyalet yönetimlerinin bu konuyu yasayla düzenleyebileceğine karar vermesinden sonra eyalet yönetimleri, öğretmenlerin başörtüsüyle görev yapmasını yasaklamışlardır. Fransa’da 10 Şubat 2003 tarihli bir yasayla, sadece öğretmenlerin ve üniversite öğretim üyelerinin değil, ortaöğrenim öğrencilerinin ve hatta üniversite öğrencilerinin derslere, başörtüsü de dahil, dinsel sembollerle girmesi yasaklanmıştır. Bu yasanın gerekçesi de çok ilginçtir: Gerekçede denmektedir ki, “Başörtüsü ve benzeri semboller, kültürel açıdan çevreden soyutlanmanın çarpıcı ve gösterişçi (ostentatoir) bir ifadesi olarak sadece dinsel değil, aynı zamanda siyasal sembollerdir ve bunlar eğitim kurumlarında eşitliği bozma tehlikesini yaratırlar.” Devlet memurlarına gelince; onların görev yaptıkları sırada bu gibi dinsel semboller taşımaları esasen kamu hizmetine ilişkin kurallar nedeniyle hiç söz konusu değildir. İsviçre’de, federal mahkeme söz konusu yasağın hukuka uygunluğunu onaylamıştır. Avusturya’da devlet memurları dinsel semboller taşıyamazlar. Kanada’da ve ABD’nin birçok eyaletinde devlet memurlarının görev başında dini semboller taşıması yasaktır. 
Demokrasi paketinde yer alan, memurların kıyafet serbestisi, sadece kadınların başörtüsünü kapsadığı ileri sürülmekteyse de hal böyle değildir. Gerçekten 16/7/1982 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe konulan “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik’in” 5. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendinde “ Kadınlar; Elbise, Pantolon, etek temiz düzgün, ütülü ve sade, ayakkabılar ve/veya çizmeler sade ve normal topuklu, boyalı, görev mahallinde baş daima açık, saçlar düzgün taranmış veya toplanmış, tırnaklar normal kesilmiş olur” şeklinde bir ibare yer almaktayken, demokratikleşme paketindeki 4/10/2013 tarihli yönetmeliğin 1. maddesi, eski yönetmeliğin yukarıda aktarılan 5. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendindeki “Kadınlar” ibaresinden sonra gelen birinci cümlesini yürürlükten kaldırmıştır. Böylece kadın memurlar sadece başörtüsü bakımından değil, tüm giyim kuşam bakımından da tamamen serbest bırakılmıştır. Bunun anlamı şudur: Kadın memurlar bundan sonra görev başında sadece başörtüsü takmakla yetinmeye bilecekler, İslami uygulamada “tesettür” adı verilen kara çarşaf, burka ve benzeri kılıklarla resmi dairelerde, kamu kurumlarında, üniversitelerde ve hatta hijyen kurallarının mutlak olarak geçerli olduğu devlet hastanelerinde görev yapabileceklerdir. Bundan böyle üniversite kürsülerinde başörtülü, kara çarşaflı öğretim görevlilerini görürsek hiç şaşmayalım.

İşin bir de şu yanı var: 3/12/1934 tarihli “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun”un 5. maddesi şöyledir: “Türkiye Devleti nezdinde (yanında) memur bulunanların kıyafetleri beynelmilel (uluslararası) mer’i (yürürlükteki) âdetlere tabidir.” Yukarıda belirtildiği gibi başörtülü, kara çarşaflı memur kılığının adı geçen yasanın hâlâ yürürlükte olan 5. maddesindeki tanıma hiç uygun olmayacağı ortadır. Aslında bu yasa Türk devletinin çağdaş bir kimliğe kavuşturulması amacıyla çıkarılmış bulunmaktadır. Ama Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş seviyeye ulaştıran tüm yasal düzenlemelerin yok edilmesi hareketinin bir parçası olan bu demokratikleşme (!) yönetmeliği Başbakan’ın söylediği üzere halkın ihtiyaçları doğrultusunda değil, AKP iktidarının yaşam felsefesi doğrultusunda ve kendisinin seçim şansını artıracağı inancıyla çıkarılmış bir yönetmeliktir. Bu yönetmelik devletin tüm dinsel inançlar dışında ve üstünde bir konuma sahip olması, kamu hizmetlerinin de tarafsız ve eşit biçimde örgütlenmesi ve görülmesi demek olan anayasanın en temel ilkelerinden olan laiklik ilkesine aykırıdır. Laik olmayan bir devletin demokratik olması da beklenemez.


***

Gelse O Şuh Meclise,

Gelse O Şuh Meclise,



Gelse O Şuh Meclise
Levent Kırca



Yine Pazar geldi…

Yine yazı yazacağım…
Ne yazacağım?
Cumhuriyet gidiyor… vs…vs…
Doğru mu?
Doğru..
Yaza yaza kağıtlar aşındı, masalar delindi.
Ben yoruldum…
Masa yoruldu…
Dilimde tüy bitti…
Yahu arkadaş, daha ne olmasını bekliyoruz?….
“Ne yazayım?” diye soruyorum Aslı’ya.
Bize bağıran polisleri yaz diyor.

Şöyle olmuş;

Bunlar Nispetiye Caddesi’nde annesiyle alışveriş yapmak için bir mağazanın önüne park ediyorlar. Yol, polisler tarafından abluka altına alınmış. Genç bir polis kibarca eğilip; “Efendim “ diyor. “ Yolu açık tutmamız gerekiyor. Lütfen buraya park etmeyiniz .” Aslı da; “Neden ?” diyerek sebebini soruyor. Polis hala kibar. “Efendim Başbakanımız geçecekler” diyor. Tam o sırada başka bir polis arabası yavaşlıyor. Kibar polisin şefi olduğunu anladığımız bir başka polis, seyir halindeki polis otosunun penceresinden başını uzatıp; “Bunlara bu kadar kibar davranmayacaksın… Sert ol, bunlar sertlikten, kalabalıktan anlarlar” diye polisi uyarıyor.

İki tane hanımefendiye polisin davranış biçimine bakınız.

Ee… polis gazı sıktı TOMA'yı sürdü ezdi geçti öldürdü. Başbakan destan yazdınız dedi. 24 maaş ikramiye verdi. Bana “Ne bekliyordun ki?” derseniz, ben de size “Ne bekliyorsunuz?” derim.
Başbakan, Demokrasi Paketi’ni açıkladı. Açıklarken arkasında dört adet, belki de altı adet kolalı, itinayla yerleştirilmiş Türk Bayrağı vardı. Ama bayrak yasaktı. Türk demek yasaktı. And yasaktı. Marş yasaktı. Konuşmak yasaktı. Fikir beyan etmek yasaktı. Yasaktı da yasaktı…
Yahu bu yasaklar da insanın kanına dokunmuyorsa artık, ben daha size ne diyeyim?
Sizin bana söyleyeceğiniz bir şey varsa buyrun, siz konuşun bende söz sükut etti.

Balyoz Ergenekon.,

“Olacak O Kadar “programı henüz Tayyip Erdoğan tarafından yasaklanmamıştı. O zaman oynuyorduk bu davaları. Güya TSK Subayları darbe yapacakları silahları evlerinin bahçelerine, kapı önlerine, hatta çalışma odalarına gömüp saklıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorduk. Gülerken dizlerimize de vuruyorduk. Bu kadarı mizah sınırlarına dahi sığmıyordu. Malzeme boldu, oynadıkça oynuyorduk. Zamanında Erbakan Hoca’yı ilk tanıdığımızda, ona da dövünerek gülerdik. Her gün beş fabrikanın temelini atardı, toprağa bir kazma vurup, yürüyüp giderlerdi.
Türkiye’nin her yeri temeli yeni atılmış fabrikalar yüzünden köstebek yuvaları gibi delik deşikti. Gülerdik, yere düşer kalkar gene gülerdik. Erbakan'ı siyah beyaz televizyonda gördüğümüzde, Benny Hill'i görmüş gibi parmağımızla gösterir, tekrar yerlere düşerdik. Erbakan siyah beyaz bir görüntüyle ağzını da şapırdatarak kadayıfın altı kızardı, üstü kızarmadı gibi kelamlar eder, kanlı mı, kansız mı ülkeyi ele geçireceklerini söylerdi. Komiğimize giderdi, gülerdik.
Meğer bütün bunları ciddiye almalıymışız. Şimdi ülkenin başındalar ve onlar bize gülüyorlar. Hem de şeyleriyle… ağızlarıyla…

Bütün bu saçmalıklar, rezillikler iktidar oldu.

Kim yaptı?

Biz.

Kral Çıplak

Kırk yıl düşünseniz, TSK’nın bu duruma düşeceği aklımıza gelir miydi?
İçeridekiler Atatürkçü, dışarıdakiler neci?
Hayır ben sadece soruyorum… Neci?
Peki, biz Türk halkı değil miyiz?
Türk’ü kaldır!
Ne halkıyız?
Bir halkın bir milliyeti olmaz mı?
Subaylarımızla hapishanelerde kedi fare oyunu oynuyorlar.
Aileleri ve çocuklarının dışında kimin umurunda?
Benim.
Benim umurumda.
Bu değerli subayların rütbeleri sökülecek. Madalyaları alınacak, statüsü de er olacak ve maaşları kesilecek. Ayrıca da yirmişer yıllık hapis yatacaklar.
Niye?
Mustafa Kemal’in askerleri oldukları için.
Yazıklar olsun.
Kime?
Bize.
Olup biteni “ Kral Çıplak” masalını izler gibi izliyoruz.

Bakana Bak, Hizaya Gel.

Bakan Hüseyin Çelik, yandaş kanal ATV'de müstehcen bir olaya parmak bastı. Bir yarışma programında Gözde Kansu adlı sunucu, Bakan'ın bakışına göre çıplak surette programa çıkarak, erkeklerin abdestlerinin bozulmasına, daha doğrusu kaçmasına sebep olan bu kızı gördü. “Vay kafir” dedi ve kızı kovdurdu.

Şimdi bazıları diyor ki;

Arkadaş, kız o kadar da çıplak değildi. Bakan Hüseyin ise; “ Hayır” diyordu.

Kız, iştah kabartacak bir silüetde çıkıyor ümmeti Müslümanların karşısına. Kızın alttan bacağı, arkadan poposu, önden; daha doğrusu siyah dekolteden elbisenin orta yerindeki pencereden memişler baş gösteriyordu. Elbise kızın bedenini öyle bir sarıyordu ki, mübareğin beli, kalçası ve vücudunun kıvrımı ortadaydı. Kızsa kıpır kıpırdı, durduğu yerde durmuyor, hop hop hopluyordu. O hopladıkça göğüsleri de hopluyordu. Ve bu yarışmayı izleyen masum biçare erkeklerin de yürekleri hopluyordu. Bu kadar da olmazdı. Böyle de hoplanmazdı. Bu kız gitsin evinde hoplasındı ya da evlensin kocasının yanında hoplasındı.
ATV yöneticisi, kızı odasına çağırdı. ”Kızım niye hopluyorsun?” dedi. ”Üstelik de memişler pencereden bakıyor, omuzların çıplak. Çarpılacaksın. Üstelik bizi de çarptıracaksın. Derhal git tövbe istifra et. Kendine gel, örtün. Öyle bir örtün ki, senin örtünün altında nasıl bir adem olduğunu biz bilmeyelim. Ayrıca bu senin durumun bütün çıplaklara ders olsun. Şimdi yıkıl karşımdan, burası çıplaklar kampı değil.”

Kız çıktıktan sonra, müdür Hüseyin Çelik’i aradı. “Tamam” dedi. Hüseyin; “Biz” dedi “kızın kıyafetine karışmış ve onu kovdurmuş gibi olmayalım.”.. “Merak etmeyin” dedi müdür, bir soran olursa ki millet uyuyor, kimsenin karışacağını sanmam. Eğer sorarlarsa biz kızı başarısız buluyorduk, o nedenle kovduk deriz, olur biter. ''Peki'' dedi Bakan.. ''Ya benim bu kız çıplak açıklamasının hemen ertesi günü kovmanız dikkat çekmez mi?''..

Müdür cevaplar: ''Çok zekisiniz Bakanım. Hiç aklıma gelmemişti. Ama merak etmeyin, mevzu fazla kurcalanmadan biz oldu bittiye getiririz.”

Hüseyin Çelik Efendimiz, evli barklı sekreteriyle ilişkiye giriyor. Sekreter Hanım, Hüseyin Efendimize nur topu gibi bir çocuk doğuruyor. Hüseyin'in gözlüksüzü. Hüseyin de kadının kocasını sürüyor başka memlekete, kadını da imam nikahı ile alıyor kendine. Birinci karısı evde duradursun, Hüseyin Bey'in imam nikahlı bir ikinci karısı oluyor. Allah Mesut etsin. Hüseyin efendi iki karısından vakit bulduğunda, onun bunun dekoltesini dikizlemeden geri durmuyor.
Mantıklı şimdi. Onun yerinde, onun kafasında olsam; ben de halkımı benim gibilerin nefsinden korumak için açıkta ne bulsam örterdim.

Gözde Kansu,

Bak canım kızım. Sen son derece başarılıydın. İşini de son derece iyi yapıyordun. Sen, genç bir kızsın. Senin kıyafetine, kılığına bu gözle bakanlar utansın. Elbette ki seni alaşağı etmek için sana “başarısız” diye çamur atacaklar.
Sen Atatürk Cumhuriyeti’nin bir genç kızısın. Çok da başarılı ve güzel bir kızsın. Hani “Susma, susdukça sıra sana gelecek” diye slogan atıyorlar ya… İşte, sıra sana geldi. Başkalarına da gelecek. Bu gidişatı engellemek için susmayıp hakkımızı aramalıyız. Ben her zaman yanında olacağım ve seni başarılarından ötürü alkışlayacağım.
Yeter ki “Susma!”


***

Batı Kendine Demokrat,

Batı Kendine Demokrat, 





















Bora  Bayraktar,
DIŞ POLİTİKA 
Kriter Mayıs 2019 / Yıl 4, Sayı 35


Bugün için Batı’nın Meselesi geçmişte de olmadığı gibi prensipler, demokrasi ya da insan hakları değildir.

G 7 Zirvesi, 8 Haziran 2018, Kanada.,


Amerikan eski başkanı George W. Bush Irak Savaşı öncesi ülkesinin hedeflerini sayarken Saddam Hüseyin rejimini devirmek ve “Irak’ı Ortadoğu ülkeleri için bir model” haline getirmekten söz ediyordu. 20 Mart 2003’te sabaha karşı başlayan operasyona “Özgürlük operasyonu” adı verildi.
Amerikan savaş uçakları bombalarını başta Bağdat olmak üzere Irak’ın kadim kent, köprü, otoyol, baraj ve daha da önemlisi insanlarının üzerine bıraktı.

Irak kısa bir süre içinde yerle bir oldu. Baas yönetimi üç haftadan az dayanabildi. Çeyrek asırlık Saddam Hüseyin dönemi sona erdi ama Irak’taki kaos, yıkım ve savaş on beş yıl boyunca farklı formlarda devam etti, ediyor.

ABD’nin “Özgürlük operasyonu” Irak’a demokrasi değil yıkım götürdü. Sünniler ile Şiiler arasında körüklenen mezhep çatışması ve radikal terör örgütlerinin eylemleri tüm bölgeye yayıldı. El-Kaide, DEAŞ ve benzeri yapılar dünyayı kana buladı. 2005’te kabul edilen ve mimarı ABD’nin Irak’tan sorumlu sivil yöneticisi Paul Bremer olan Irak Anayasası ülke nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Sünni Arapların endişelerini karşılamaktan uzak, toplumun bir kesimini tamamen dışlayan bir metin olarak şekillendi.
Washington’ın demokrasi sözleri Irak için koca bir yalan olarak ortada duruyor. Asıl hedefin ise ABD’nin bölgedeki jeopolitik mücadelede yerini sağlamlaştırmak olduğunu bilmeyen yok.

Mısır’da Darbe.,

2011’de başlayıp Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da uzun yıllardır iş başındaki liderleri birbiri ardına deviren isyan dalgası Hüsnü Mübarek’in otuz yıllık başkanlığını sona erdirdiğinde demokrasi ve özgürlük sloganları Batı’da geniş yankı buluyordu.

ABD eski başkan yardımcısı Joe Biden Hüsnü Mübarek’in istifası için “Bu tarihin çok önemli bir dönüm noktası. Şu an yaşanan değişim geri döndürülemez bir değişim olmalı” derken dönemin İngiltere Başbakanı David Cameron “Bu sivil ve demokratik yönetime geçiş adımıdır. Mübarek’in gidişi büyük bir fırsattır. Yeni hükümet gerçek, açık, özgür ve demokratik bir toplum inşası için temel taş olacaktır” diyordu. Almanya Başbakanı Angela Merkel de “Bugün çok mutlu bir gün. Hepimiz tarihi bir değişime tanık oluyoruz. Mısır sokaklarındaki insanların coşkusunu paylaşıyorum” ifadelerini kullanıyordu.

Mübarek devrildikten sonra Haziran 2012’de Mısır’da yapılan demokratik seçimleri sürpriz bir şekilde Müslüman Kardeşler’in siyasi örgütlenmesi olan Özgürlük ve Adalet Partisi’nden Muhammed Mursi yüzde 51,73 oy oranıyla kazandı.

Mursi iş başına geldikten sonra Mısır elbette ki bir anda demokratik bir ülke haline gelmemişti. Sorunlar vardı ama sivil, seçilmiş bir hükümet arayışı içindeydi. Ülkede yıllar süren baskıcı yönetim sonrası atılan demokratik adımların acemiliği, kurumların tam olarak yerleşmemesi ve daha pek çok sebepten yaşanan gerilimin çözümü demokrasi içinde aranmadı. Daha yolun başında asker sahaya indi.

3 Temmuz 2013’te Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi, Muhammed Mursi’yi askeri darbeyle koltuğundan indirdi ve Anayasa’yı askıya aldı. Darbeye direnen, meydanları dolduran sivillerin üzerine defalarca ateş açıldı. Darbeye karşı eylemlere izin verilmedi. Rabiatü’l Adeviye Meydanı’nda 27 Temmuz’da yaklaşık 200, 14 Ağustos’ta da aynı meydanda ve ülke çapında 578 kişi katledildi.

Mısır’daki askeri darbeden sonra pek çok siyasi parti, televizyon ve gazete kapatıldı. Başta Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi olmak üzere siyasi liderler, gazeteciler tutuklandı ve ağır hapis cezalarına çarptırıldı hatta idam edildi. Ancak bütün bunlara rağmen ilk başta Mısır’daki demokratik değişime alkış tutan Batılı ülkelerin darbe yönetimine selam durduğunu daha sonra hem ekonomik hem de siyasi destek verdiklerine tanık olundu. Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci çerçevesinde Türkiye’ye sık sık demokrasi nutukları atan Avrupalı liderlerin Sisi ile bir araya gelmek için sıraya girerek askeri dikta rejimine kucak açtıklarını tarihçiler kayıt altına aldı. Dönemin ABD Başkanı Barack Obama Mısır’daki darbede kullanılan silahların daha namluları soğumamış iken 2014’te Abdülfettah Sisi ile baş başa görüşme yapmaktan kaçınmadı. Mısır’ın ABD’nin güvenlik politikaları için önemine değindi.

Bu ve benzer örnekler daha da uzatılabilir: 11 Eylül saldırılarının faillerinin büyük bir bölümünün Suudi Arabistan vatandaşı olmasına rağmen Amerikan başkanlarının bu ülkeyle kurduğu yakın ilişkiler, Libya’da iç savaşın taraflarından biri olan General Haftar ile kurulan ittifak ve daha niceleri… ABD Başkanı Donald Trump’ın Mısır lideri Sisi ve Suudi rejimiyle olan yakınlığı zaten bir sır değil. Hatta Libya’da Muammer Kaddafi’nin bir komplo sonucu devrilmeden önce İtalyan eski başbakanı Berlusconi’ye elini öptürdüğü, Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin seçim kampanyasını fonladığı biliniyor.

Aynı ülkelerin liderleri herkesin gözü önünde cereyan eden Türkiye Büyük Millet Meclisinin bombalandığı, Türkiye’nin seçilmiş cumhurbaşkanının canına kastetmek için ölüm timinin oteline gönderildiği, sokak ortasında sivillerin üzerine helikopterlerden ateş açıldığı, saatlerce televizyonların canlı olarak yayımladığı darbe girişiminde demokratik hassasiyeti göstermedi, gösteremedi. Mesele prensipler ve demokrasiye bağlılık olsaydı bütün dünyanın 15 Temmuz gecesi ayağa kalkması ve o kanlı darbe girişimine karşı çıkması gerekirdi. Darbecilerin yer yüzünde sığınacak yer bulamaması lazımdı. Oysaki bugün bakıldığında darbenin planlayıcılarının Avrupa’nın başkentlerinde ve ABD’de el üstünde tutuldukları, korundukları, yayın ve propaganda imkanlarıyla desteklendikleri görülmektedir.

Seçici Demokratlar

Son iki yüz yıldır yaşananlar şunu gösteriyor ki Batı’nın Ortadoğu’daki hedefi hiçbir zaman bu ülkelere demokrasi ve refah getirmek olmadı. Sömürge savaşları, Birinci ve İkinci Dünya savaşları, Soğuk Savaş döneminde yaşananlar Batı’nın çifte standart temelli yaklaşımı açısından uzun bir liste oluşturmaktadır.
ABD ve İngiltere İran’da seçimle gelen Musaddık yönetimini 1953’te devirerek Şah Pehlevi’yi iş başına getirdiğinde demokrasi aramıyordu. İstenen Batı’nın Basra Körfezi’ndeki politikalarını koruyacak bir müttefik bulmaktı. Bu güçler Türkiye’de de askeri darbelerin destekleyicisi olmuş, sonrasında Türkiye’deki demokrasi sorunlarını kullanarak baskıyı bu kez demokrasi adına yaparak yola devam etmiştir. Çıkarları korunduğu sürece ülkede demokratik özgürlüklerin yolunu kesen vesayet düzenine göz yummuşlardır.

Batı’nın Soğuk Savaş yıllarında insan hakları ve demokrasi çağrıları aslında komünizme karşı araçsallaştırılmış bir politikadır. 1975 Helsinki Nihai Senedi’nin kabulüyle insan hakları konusu ülkelerin içişleri olmaktan çıkarılarak uluslararası bir mesele haline getirilmiştir. Burada amaç Sovyet komünizmine karşı bir koz elde etmek, bunun üzerinden Doğu Avrupa’da ve diğer komünist ülkelerdeki iktidar karşıtı güçleri desteklemek ve Sovyetleri yıpratmaktır. Amerikan yönetimi bu nedenle 1976’yı kapsayan ilk insan hakları raporunu 1977’de yayımlamıştır. Bunu da bir baskı unsuru olarak kullanmıştır. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesinin bu anlamda küresel çekişmenin aracı haline getirilmesi kuşkusuz en çok gerçek anlamdaki insan hakları savunucularını ve demokrasi mücadelesi verenleri sıkıntı içine sokmuştur.

Batılı ülkeler demokrasi ve insan hakları konularını temel çıkarlarını tehdit etmediği sürece görmezden gelmeyi tercih etti. Raporlansa da aksiyon alma konusunda seçici davrandı. Seçici bir demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yolunu belirledi. Hem Avrupa hem de ABD Mısır, Libya, Cezayir, Suriye, Irak ve Körfez’de antidemokratik rejimlerle yoluna devam etti.
Bugün başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin bölgede beş temel hedefi olduğu söylenebilir: Birincisi Ortadoğu’daki petrol ve doğal gazın arzı, fiyatı, aktarım yollarının kontrolü ve akışın devamının sağlanması. İkincisi Rusya’nın bölgeye inerek bu durumu tehdit etmesinin önlenmesi. Üçüncüsü Çin’in bölgeye girmesi ve etkili olmasının engellenmesi. Dördüncüsü İran, Türkiye gibi bölgesel güçlerin ağırlığını artırmasının engellenmesi ve bu tür bir rekabetin önüne geçilmesi. Beşincisi İsrail’in –daha doğrusu İsrail’in yayılmacı politikalarının– güvenliğinin sağlanması.

ABD ve müttefikleri bu noktada başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin iş birliğine ihtiyaç duyuyor. İran’ın artan rolü ve etkinliği, Türkiye’nin kendi bağımsız politikalarını uygulamaktaki direnci bu açıdan Batı’yı rahatsız ediyor.

Bugün İran Hürmüz Boğazı’nda ve Yemen’deki savaştaki etkinliğiyle Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini sıkıştırıyor, petrol ve diğer ticaretin Hürmüz ve Babü’l Mendeb üzerinden akışını tehdit ediyor. Bu nedenle son on yıldır başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm bölge ülkeleri ilgili aktörlerle ittifak içinde farklı arayışlara girmiş bulunuyor. Mısır, Libya gibi Akdeniz’e çıkışı olan ülkeler ile Sudan, Somali gibi Kızıldeniz’e kıyıdaşlar ülkeler de önem kazanmış durumda.
Bir yandan İran üzerindeki baskı artarken diğer yandan Tahran’ı saf dışı bırakacak, Hürmüz ve Babü’l Mendeb’i by pass edecek alternatifler üzerinde çalışılıyor. Suudi Arabistan üzerinden batıya, Kızıldeniz’e ve Süveyş’e doğrudan uzanan ticaret yolları, boru hatları plan ve projeleri öne çıkıyor.

Mısır, Sina Yarımadası, Süveyş’in güvenliği bu nedenle farklı anlamlar kazanmış durumda. Suudi Arabistan Neom projesiyle ülkenin batısında bir cazibe merkezi oluşturmak için adımlar attı. Sina’daki radikal gruplara yönelik baskılar arttı. Bu nedenle Sisi yönetimine Suudi Arabistan ekonomik, Batılı ülkeler de siyasi destek veriyorlar. Doğu Akdeniz’de yeni ortaya çıkan doğal gaz zenginliği, Avrupa’nın Rusya’yı by pass edecek enerji akışını sürdürme çabaları ve Batı’nın politikalarına direnç gösteren Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de dengelenme çabası bu birliktelikleri mümkün kılmış durumda.

Kravat bile takmaktan hoşlanmayan sosyal demokrat Yunanistan Başbakanı Alexis Çipras bu nedenle Mısır’daki askeri darbenin lideri Sisi ile Filistin’de işgal ve ilhak politikalarının mimarı ve baş savunucusu Başbakan Benyamin Netanyahu ile zirveler, ittifaklar yapmaktan çekinmiyor.
Fırsat buldukça Türkiye’ye demokrasi nutukları atmaktan üşenmeyen Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve İngiltere Başbakanı Theresa May gibi isimler Şubat’ta olduğu gibi Mısır’da yapılan Avrupa Birliği Arap Birliği Zirvesi’ne katılmaktan geri kalmıyor. Ne Mısır’da dokuz gencin idam edilmesi ne de İstanbul’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliğinde yaşanan gazeteci Cemal Kaşıkçı suikastı mesele ediliyor.

Bugün için Batı’nın meselesi – geçmişte de olmadığı gibi– prensipler, demokrasi ya da insan hakları değildir. Türkiye pek çok ülke gibi temel insan hakları ve çoğulcu bir demokrasi için mücadelesini sürdürüyor. Bu yoldaki pek çok engel kaldırılsa da yenileri Türkiye’nin önüne dikilmiş bulunuyor. Başta PKK olmak üzere pek çok terör örgütünün faaliyetleri, darbe girişimi, casusluk faaliyetleri Türkiye’yi –terörün hedefi olan başta Fransa olmak üzere pek çok ülke gibi– olağanüstü önlemler almaya sevk etmektedir.

Günümüzde ortaya çıkan uyuyan hücre yapıları, Siber saldırılar, Sosyal medya Mecraları ve dış kaynaklı internet siteleri üzerinden yürütülen dezenformasyon ve bilgi manipülasyonları gibi yeni güvenlik tehditleri demokratikleşme ve özgürlükler konusunda sadece Türkiye için değil tüm dünya ve hatta demokrasi standardı en yüksek ülkeler için bile baskı unsurları.

Bu sorunlar sadece belli ülkelerin değil tüm dünyanın güvenliği ve küresel demokrasi çabalarını tehdit eden sorunlardır. Bunların çözümü ancak bütüncül yaklaşımla mümkün olabilir. Demokrasi arayış ve çabaları, teşvik ve eleştirilerin çıkar odaklı ve seçici değil prensipler temelinde gerçekleşmesi gerekir.


https://kriterdergi.com/yazar/bora-bayraktar/bati-kendine-demokrat


***