Orhan Bursalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Bursalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2020 Salı

'' Bir şey mi Yapacaksın Kemal '' ‘Evet Paşam bir şey yapacağım’

'' Bir şey mi Yapacaksın Kemal '' ‘Evet Paşam bir şey yapacağım’ 


Orhan Bursalı 
obursali@cumhuriyet.com.tr 
19 Mayıs 2019 Pazar

‘Bir şey mi yapacaksın Kemal?’ ‘Evet Paşam bir şey yapacağım’ 
    Doğum Günümüzün 100. yıldönümü kutlu olsun. O her yönüyle büyük adamın Samsun’a çıkış tarihi olan 19 Mayıs 1919, Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıcı kabul edilse de, “Bir şey yapmak..” kararlığı ve inancının, Atatürk’ün aklında en ölümcül bir şekilde yer etmesi ile başlıyor Kurtuluş. Memleketi, vatanı kurtarmak, Atatürk’ün hayatına bütünüyle yön veren temel düşüncedir. Parça parça İmparatorluğun neredeyse tüm cephelerinde çarpışmış, ama hep kendi düşüncesini ve kişiliğini heykel gibi inşa etmiş bütünüyle lider bir insandan söz ediyoruz.

 Zamanın hep doğru anını bekledi Atatürk.
 Hayır bu tam doğru değil, doğru zamanı, anı, bizzat yaratmaya her zaman çaba gösterdi, buna cesaret etti.. 

Gerektiğinde İstanbul’a meydan okudu, isyan etti..
 
***

Yıldırım Orduları Başkomutanlığı lağvedildiğinde döndüğü İstanbul’daki 6 ay boyunca, Samsun’a yola çıkışın kozasını, ağlarını ördü. Çıkacağı yer Samsun olmayabilirdi, ama mutlaka Anadolu olacaktı. 
Anadolu’ya çıkacaktı, ama Anadolu’yu toparlayacağı mümkün olan en büyük imparatorluk - padişahlık, hükümet yetkisiyle.. 

Bu yetkiyi, Kurtuluş Savaşı’nı başaracağı ve sonunda, çürümüş, kendisinin ve tahtının varlığını İngilizlere teslim olmakta bulmuş Padişahlığı yıkacak bir silaha dönüştürecekti. 

‘Evet paşam bir şey yapacağım.’ 

Ordu Müfettişi olarak, Samsun’a gönderilme kararında aslında İngiliz işgal kuvvetleri rol oynamıştı. İngilizler Samsun ve çevresinde Rumlara yönelik 
saldırıların artarak sürdüğünü, ve bu durumun engellenmesi gerektiğini Padişah’a bildirmişlerdi; İzmir’i işgal ettiren İngilizler Samsun’dan da Anadolu’yu 
işgal sinyalleri veriyordu. 

Mustafa Kemal, İngilizlerin de İstanbul’da bulunmasından korktukları bir askerdi. Babıali, kafa kafaya vermiş ve Mustafa Kemal’i Samsun ve çevresinde huzuru sağlayabilecek ve İngilizleri memnun edecek komutan olarak seçmişti. Hem böylece Kemal’den de kurtulmuş olacaklardı.

İngilizler şikâyet ve tehditleriyle, aslında Mustafa Kemal’e Samsun’un, Anadolu’nun ve Kurtuluş Savaşı’nın yolunu açacaktı.
 
Atatürk her durumda Anadolu’ya çıkmaya hazırlanıyordu. İstanbul’da bulunduğu 6 ayını Kurtuluş Savaşı’nı başlatacak büyük ağı kurmakla geçiriyordu. 

Samsun’da huzuru sağlama önerisi bulunmaz bir fırsattı ve üzerine atladı Atatürk. Ayrıca hangi yetkilerle Samsun’a gideceğine ilişkin yetkilendirme belgesini de hükümette - devlette var olan vatansever arkadaşlarına bizzat yazdıracaktı. Bunlardan biri Kazım İnanç Paşa’ydı. 

Paşa’ya yetki belgesine onların istediğini yaz, fakat şu iki maddeyi de ekle, diyecekti. 

İnanç Paşa gülerek soracaktı: 
- Bir şey mi yapacaksın..
- Kulağını bana uzat, evet bir şey yapacağım, bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım. 
- Vazifemizdir, çalışacağız.. 

***

Benzer bir diyalog, yola çıkmadan önce davet edildiği Sadrazam Konağı’ndaki yemekten sonra, beraber çıktığı Cevat Paşa ile aralarında geçer. 

Konak’tan çıkmışlar, kol kola Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye doğru yürümekteler. 

- Bir şey mi yapacaksın Kemal. 
- Evet Paşam bir şey yapacağım.
 - Allah muvaffak etsin! 
- Mutlaka muvaffak olacağız. 

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine evrenin ışıkları Samsun’da doğacaktı. 
Atatürk, zamanın en doğru anını yakalamış ve bu anı hazırlamıştı. 

Atatürk, silah arkadaşları ve Anadolu halkıyla Kurtuluş Savaşı’nı yapacaktı.

***
Not: İstanbul’daki bu dönem için, Alev Coşkun, 6 Ay; Orhan Çekiş, 1919, ve Kerem Çalışkan, Mustafa Kemal’in İsyan Muhtırası..


2 Nisan 2020 Perşembe

Haşim Kılıç Çekilmeli,

Haşim Kılıç Çekilmeli,

Orhan Bursalı.

Dünkü yazımı Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, Balyoz davası kararını onaylayan Yargıtay’ın o ünlü 9. Dairesi’nin verdiği kararın doğruluğuna ve daireyi oluşturan yargıçlara duyduğu güveni dile getirmesine üzerine yazacaktım... Tek kelimeyle istifasını gerektiren bir demeç... Görüş almak için bulamadığım eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen geniş bir değerlendirme yayımladı ve 9. Daire’nin gerekçeli kararını baştan sona AİHM’ye ve yasalara aykırı buldu. 
Türmen’in yazısından çıkardığım sonuç şudur: Karar ve gerekçesi, tam bir sefalet hukuku!.. 

Haşim Kılıç’ın Hürriyet’in önceki günkü manşetini oluşturan açıklaması baştan sona kabul edilebilir değil. Hukuki süreç olarak Balyoz kararı, eğer önce Daireler Kurulu’na gitmezse Anayasa Mahkemesi’ne gidecek. Sonra da AİHM’ye! Kılıç aslında diyor ki, dilimize tercüme edersek: Mahkûmlara yanlış umut vermeyin, bizden farklı bir şey çıkmaz.. 9. Daire aslanlar gibi mahkûmiyeti onadı, kararı çok sağlamdır, çünkü oradaki yargıçlar çok deneyimlidir, yanlış karar vermezler, doğru karar vermişlerdir...

Türkiye normal, demokratik bir ülke olsaydı, bu kişi bir dakika yerinde oturamazdı... Buradan haykırıyorum, o koltuğu boşaltınız! Size gelecek bir dosya için oyunuzu önceden açıklamış oldunuz, hem de tüm Anayasa Mahkemesi üyeleri adına! O halde, Anayasa Mahkemesi’ni de yetmez ama evet referandumundan sonra oluşturulan özel yargı/özel hukukun bir uzantısı olarak görmek durumundayız... 

***
Hürriyet’teki habere baktığınızda zaten gazetecilik açısından eksik olduğunu görürsünüz. Kılıç’la konuşan gazeteci, mesela en sıradan soruyu sormamış: Delil olarak öne sürülen CD’lerin sahte olduğuna ilişkin sürü sepet bilirkişi raporunu Yargıtay hiç dikkate almamış, Anayasa Mahkemesi olarak siz de es mi geçeceksiniz, söylediklerinizden delilleri incelemek sizin yetki alanınız dışında olduğu sonucu çıkıyor, öyle mi? 

Sor kardeşim hazır bulmuşken, her şeyi sor! Yıllardır Yargıtay’da görev yaptılar diyor Kılıç, araştır bakalım öyle mi! Haşim Kılıç’ın “tarafsız yargıçları”nı, Taha Akyol’un da bu yargıçlara methiyesine yanıt olarak, Odatv’de Müyesser Yıldız tek tek tanıttı bize. “@demokratyargi” da Twitter’dan şu açıklamayı yaptı: 
HK “... Balyoz kararını veren 9. Ceza Dairesi için ‘uzun yıllardır Yargıtay’da görev yapan güvenilir yargıçlardır’ demiş. Oysa 5 üyeden 4’ü mevcut HSYK tarafından atanan ‘160’lar’a dahildir. Başkan ise 160’ların katkılarıyla başkan seçildi. Tek bir irade ve tek bir beden gibi hareket eden 160’ları ve seçim süreçlerini anlamak için Bkz: ‘Türkiye’de Yargı Yoktur’ (kitabı) Sh: 135-154.. Balyoz davasının Yar gıtay’daki aşamasını da şuradan okuyabilirsiniz:

 www.radikal.com.tr/radikal2/yeni_demokrasinin_iflasi-1145006    …

Sorumuz şu: 

Sayın Haşim Kılıç, ciddi misiniz?”

Dünkü Radikal 2’de Demokrat Yargı Derneği’nden Orhan Gazi Ertekin ve Faruk Özsü’nun “Kurt ile Kuzunun Hukuk Dansı” yazısı, Kurt’un nehrin aşağısındaki kuzuya “suyumu bulandırdın seni yiyeceğim” La Fontaine masalından yola çıkarak, bugünkü özel mahkemeler ve yargıtayda “güçlünün yargısı”nın, balyoz örneğinde nasıl çalıştığını çok güzel anlattı.. 
Balyoz mahkemesinın ve 9. Daire’nin kararlarının özü şudur: Seni yemek için benim bin tane bahanem var, bu bahanelerin gerçek olması da hiç gerekmiyor...

***
Rıza Türmen, delillerin sakatlığından tutun da mahkeme sürecinde işlenen adaletsizlikler, yasa /hukuk ihlallerine varıncaya kadar herşeyi, eski yargıcı olduğu AİHM açısından inceledikten sonra şu sonuca varıyor:
“Balyoz’la ilgili birinci derecede mahkemenin kararı, AİHM kararlarındaki adil yargılama güvencelerinden yoksundu. Yargıtay bunları düzeltebilirdi. Ne var ki Yargıtay gerekçeli kararıyla adil olmayan bir yargılamayı onaylamış ve adaletsizliğe ortak olmuştur. Her iki karar da AİHM standartlarına uygun değildir. Balyoz kararlarından, sanıklar ve ailelerinden de daha büyük zarar gören Hukuk Devleti ilkesidir. Hukuk devletinin ortadan kalktığı bir ülkede ise, ne demokrasi ne de insan haklarının güvencesi vardır.”

***
Gazeteci (eski hukuk mezunu) Taha Akyol da Yargıtay’ın kararına methiye düzmüştü! Hiç incelemediği (veya inceleyip de görmek istemediği) davanın gerçeklerine yan çizerek, cemaatçi yazarların tezlerine sarıldı: Velev ki CD’ler sahte, peki Plan Semineri de mi sahte! 
Hayır Plan Semineri sahte değil, tümü zaten kaydedilmiş! Durun bakalım, öyleyse şu “velev ki sahte” CD’lerdeki senaryoları yok sayalım, Plan Semineri’ni konuşalım ve yargılayalım! Gerçekten: Bu semineri yargılayalım! Elde delil diye tek o var, zaten Plan Semineri’nin bir darbe suçlamasıyla büyük tasfiyeye zırnık yararı olmayacağı görüldüğü için, üzerine şu ‘velev ki sahte’ senaryolar inşa edildi!

Akyol, neyin hukukçusu? Tek yanıt: Güçlü’nün hukukçusu.. isteyerek veya istemeyerek.. Güçlünün bahaneleriyle, yüzlerce masum insanı ve onun da ötesinde bir Hukuk Devleti ilkesini yiyip bitiriyor..
Bu dava onu savunan herkesin tepesine patlayacak bir bombadır.. Öyle olur olmaz herkes içine dalmasın, altında kalır..


***


25 Mart 2020 Çarşamba

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 2

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 2



Gel Artık

Mustafa Mutlu

Bir yılın daha son günündeyiz, “özlem”im.
Ahmed Arif’in dediği gibi; bu yıl da aç kaldım, susuz kaldım.
Yine hayın, yine karanlıktı gece!
Can garip, can suskun, can paramparçaydı yine...
Ve ellerim hep kelepçedeydi.
Tütünsüz uykusuz kaldım, “özlem”im;
Yine de terk etmedi sevdan beni...

***
Bugün yılın son günü... Siz henüz bilmiyorsunuz ama ben her yılın son gününde sadece “özlem”imi yazarım!
İyiye, güzele, doğruya duyduğum özlemdir bu...
Ve sanırım ki yazınca özlemim bitecek...
Tecrübeyle sabit: 
Biten biz oluyoruz; özlem ise olduğu yerde duruyor!

***
“Özlem”, yaşanmışlıklara yönelik bir duygudur aslında...
Yaşamadığınız şeyi özleyemezsiniz çünkü!
Ama... Nasıl olduysa bu kurt, yıllar önce düştü içime; ben yaşamadıklarımı da özlüyorum artık!
İnsanların birbirlerini ciddiye aldıkları bir dünyayı özlüyorum örneğin!
“Açlık sınırları”nın bilinmediği...
Maden işçilerinin ekmek parası için kör kuyularda can vermediği...
Gencecik çocukların polis kurşunuyla katledilmediği  bir dünyayı...
Gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, aydınların; sırf savundukları görüşler yüzünden yılbaşı gecelerini soğuk koğuşlarda hüzün içinde geçirmedikleri bir ülkeyi özlüyorum.
Terörle mücadele etmiş komutanların, yakaladıkları teröristlerin verdiği ifadelerle, “terör” suçundan içeri tıkılmadığı.. 
Dinin ve etnik kökenin siyasete ve ticarete alet edilmediği bir ülkeyi...
Yönetmenin; “bağırmak, hakaret etmek, dalga geçmek”, siyaset yapmanın ise “yalan söylemek” olmadığı bir ülkeyi...
İnsanların koltuk ve para için vücutlarını ve beyinlerini satmaya ihtiyaç duymadıkları...
Emeğin hakkının verildiği...
Çevrenin talan edilmediği...
Güçlülerin güçsüzleri ezmediği bir ülkeyi özlüyorum.

***
Kısacası... Değerleri olan bir ülkeyi özlüyorum.
Bizi biz yapan kavramların iğdiş edilmediği... 
Bu ülke için ölen atalarımızın ruhlarının yerlerde süründürülmediği...
Aşkların doyasıya yaşandığı...
Hakkını arayanların dövülmediği, işkenceden geçirilmediği; tam tersine, yüceltildiği bir ülkeyi...
Bölünmenin değil, birleşmenin kutsandığı...
Yoksulluk ve cehaletten beslenen siyasetin tarihe karıştığı...
“Kadınlara eşitlik” söyleminin bile, aslında kadınlara hakaret sayıldığı bir ülkeyi özlüyorum!
Ve bir yılı daha bu “özlem”lerle bitirirken, önümüzdeki yıl bugün yayınlanacak olan yazımda, özlemlerimin azaldığını göreceğime inanmak istiyorum.

***
Ben her yılın son gününde sadece “özlem”i yazarım!
İyiye, güzele, doğruya duyduğum özlemdir bu... Ve sanırım ki; yazınca özlemim bitecek...
Tecrübeyle sabit: 
Bitmiyor!
Mutlu yıllar...

OPERASYON! 

Nurhan Gül isimli bir ev kadını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Akhisar mitingi sırasında, evinin balkonundan ayakkabı kutusu göstermiş!
Sen misin bunu yapan?
Bir yandan Başbakan’ın korumaları, diğer yandan Çevik Kuvvet polisleri azılı katil yakalar gibi Nurhan Hanım’ın evini basmış ve yaka paça karakola götürmüş!
Savcı, eline hırsızların listesini verecek; Başbakan’a yakınlar diye birini bile alıp adliyeye getiremeyeceksin ama... Sırf Başbakan’ı protesto ettiği için, bir kadının evine “operasyon” düzenleyeceksin!
İktidar tarafından, kendi halkına karşı “maşa” gibi kullanılan Türk polisi...
Seni, bu durumlara düşürenler utansın!

YILIN SORUSU

Yolculuk sırasında kalp krizi geçiren ve öleceğini anlayan bir kaptan, aralarında sizin de olduğunuz yolcularıyla birlikte gemisini batırmaya kalkışıyorsa... Ve onu bu kararından vazgeçiremiyorsanız... Sorum size:
Ne yaparsınız?
Allah aşkına... Bir kez de
oyları değil, ‘erdem’i sayın!
AKP Genel Sekreteri Haluk İpek, dün bir açıklama yapmış ve partilerine yönelik yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun, oylarını daha da artırdığını iddia etmiş...
İpek’e göre AKP’nin oy oranı bugün için yüzde 50’ymiş!

***
Haluk İpek’in verdiği oran doğru olabilir.
İyi de bu, Başbakan’ın, bakan çocuklarının, bakanların, bürokratların, siyasetçilerin, partiye yakın işadamlarının isimlerinin çok ciddi yolsuzluklara karıştığı gerçeğini değiştirir mi?

Haluk Bey’in partisine oy verenlerin bir bölümünün, “Başbakan’ın bilmem neresinin kılı” olduğunu biz söylemedik; kendileri meydanlarda itiraf ettiler...
Yetmedi; onun için öleceklerini bile söyler oldular.
Böyle bir “büyü” ortamında, oyların düşmemesini anlarım elbette...
Ancak Haluk Bey’in ve başta Başbakan olmak üzere AKP’nin diğer üst düzey yetkililerinin, “Biz asla yolsuzluk yapmadık” diyememelerini     anlayamam...

***
Kısacası Haluk Bey sizin için bir önemi olur mu bilmem ama...
 Önemli olan, oran değil; erdemdir!

YILIN İSYANI!

İsyanım, oğlunu “şüpheli” sıfatıyla ifade vermeye davet eden Cumhuriyet Savcısı’nı, “Dur bakalım, seninle daha işimiz var” diye tehdit eden Başbakan’a: Sen de dur bakalım; burası babanın çiftliği değil!



*********

2013’ü Çok Arayacak

Emin Çölaşan .,

“Oradaki bir savcı iş takip ediyor…”
“Fatih Belediye Başkanıma iftira atıyorlar…”
“Bu iftiraları atanlar vatana ihanet içindedir…”
“Yolsuzluğu babamın oğlu yapsa izin vermeyiz…”
“Bu savcı kimin savcısı? Bu nasıl savcı? Başsavcı ondan dosyayı istedi diye feryat ediyor beyefendi… Marjinal örgütlerin militanı gibi. Daha dur bakalım savcı efendi, senle işimiz var…”
“Gezi dediler, cam çerçeve indirdiler. Şimdi de yolsuzluk şu bu diyorlar, yine cam çerçeve indirmeye gayret ediyorlar…”
“Faiz lobisi…”
“Kimin kimle işbirliği içerisinde olduğunu da deşifre edeceğiz, ortaya koyacağız…”
“Ne zaman ki çıkarları zedelendi, bize saldırı düzenlediler…”

* * *

Bir haftayı geçti, aynı sözleri ezberlemiş, papağan gibi tekrar edip duruyor. Yeni hiçbir şey yok. Bir günde bindirilmiş kıtalarıyla bazen üç miting yapıyor, ezberlediği sözleri okuyor.
Üstelik yargıyı, yargı mensuplarını tehdit ediyor.
Savcı Muammer Akkaş bu sözlerinden sonra Tayyip’e her konuşması için bir tazminat davası açsa tazminat zengini olur ve köşeyi döner.
“Bunlar milleti hiçbir zaman adam yerine koymadılar” diye bağırıyor.
Dün ak dediğine bugün kara, dün kara dediğine bugün ak diyor.
Çelişkiler içinde bocalıyor, emrindeki devlet gücünü kullanıyor.
2013 yılında ruhsal durumu iyice bozuldu.
2014’te 2013 yılını çoook arayacak.
“Meğer ben ne mutluymuşum da değerini bilmemişim” diyecek.

Kutu kutu!

Cumartesi günü Tayyip Manisa, İzmir ve Akhisar gezisinde… Yine kürsüde, yine herkese saldırıyor, tehdit ediyor.
Sağlığı ve sinir sistemi iyice bozuldu ya, bağırıp çağırarak biraz olsun rahatlamayı, yandaşlarından aferin almayı umuyor.
Akhisar’da nutuk atarken, meydanın hemen yanıbaşında bir ev… Orta yaşlı bir kadın evinin balkonuna çıkmış, eline rüşvet paralarının simgesi olan ayakkabı kutusunu almış, sallamaya başlıyor.
En doğal demokratik hakkını kullanıyor, ayakkabı kutusuyla sessiz bir gösteri yapıyor.
Aradan 10 dakika ya geçiyor ya geçmiyor, polisler ve Tayyip’in koruma ordusu, Nurhan Gül’ün evini basıyor.
Önce ev araması yapılıyor, ayakkabı kutusundan başka suç unsuru (!) bulunamıyor.
Bu durumda polisler Nurhan Hanım’ı yaka paça karakola götürüyor. Karakolda ifade vermesi isteniyor. Şunları söylüyor: (İfade tutanağından aynen.)
“Meydanda Başbakan konuşuyordu. Ben kendi ikametimde terasta oturduğum sırada yanımda bulunan boş ayakkabı kutusunu salladım ve daha sonra indirdim. Herhangi bir kelime veya söz söylemedim.
Balkonda oturduğum sırada daire kapısının önüne polisler geldi ve bana ayakkabı kutusu sallayan kişinin kim olduğunu sordular. Ben kendilerine ben olduğumu söyledim.
Ayakkabı kutusunu sallamamdaki sebep, almış olduğum 690 TL emekli maaşımın düşük olmasından dolayıdır. Buna, yolsuzun ve hırsızın peşine düşülmektense savcının ve polisin peşine düşülmesinin sebep olduğunu düşündüğüm için protesto ettim. Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir dedi. 29 Aralık 2013 saat 13.30.”
Emekli ev kadını Nurhan Gül şimdi savcılığa sevk edilecek, savcı eylemde suç görürse hakkında dava açılacak!
İşte size Türkiye’nin durumu.
Siz siz olun elinize ayakkabı kutusu almayın, alırsanız balkondan sallamayın, ama içinde 4.5 milyon dolar varsa çaktırmadan eve götürün!

* * *
Bir başka ayakkabı kutusu olayı İstanbul’da AKP’li Beykoz Belediyesinde geçti. Belediye Zabıta Müdürlüğü tarafından zabıta memuru Mehmet Özgül’e yapılan 28 Aralık 2013 tarihli tebligat:
“23 Aralık Pazartesi günü saat 11.45 ile 12.00 saatleri arasında elinizde şeffaf ve içi görülür poşet içinde ayakkabı kutusuyla Başkanlık giriş kapısından girerek memurlar odasına geldiğiniz ve çevrenizdeki görevlilere “Biz de artık alışverişimizi, aldıklarımızı ayakkabı kutusuna koyuyoruz. Günümüzde moda buymuş” gibi sözler sarf ettiğiniz görülmüştür.
Ülkemizin gündemi olan bir soruşturmada medya tarafından partilerin siyasi amaçla kullandıkları simgeleri (ayakkabı kutularını) kamu görevi esnasında kamu binasında yaptığınız anlaşılmaktadır. (Türkçeye bakın!)
Konu ile ilgili savunmanızı 7 gün içerisinde vermeniz rica olunur.”
Sayın zabıta kardeşim Mehmet Özgül, ilk bölümde yazdıklarım senin için de geçerlidir.
Almışsın eline ayakkabı kutusunu, girmişsin belediye binasına…
Ne işin var senin ayakkabı kutusuyla? Bundan sonra seni o AKP belediyesinde biraz zor tutarlar!

* * *
Dün iki tanışımız için iki çift yılbaşı hediyesi terlik almıştım. Mağazada terlikleri iki ayrı ayakkabı kutusuna koyduklarını görünce işkillendim…
“Kutuya koymayın onları, kağıda sarıp poşete koyun!”
“Niçin efendim?”
“Eve gidene kadar yakalanırsam başıma iş açılır. Biri ihbar eder, sonra iki kutu yüzünden karakol, savcılık, mahkeme, uğraş dur!..”
Para uğruna
Pazar akşamı oynanan Fenerbahçe-Kayserispor maçında on binlerce seyirci “Hırsız vaar” diye bağırıyor, hükümeti protesto ediyor, “Hükümet istifa” sloganları atıyordu.
Maçın hemen ardından eski futbolcu Rıdvan Dilmen’in NTV Spor’da programı var, maçı yorumlarken birdenbire işi siyasete döküyor:
“Sayın başbakanımızın protesto edilmesi çok ayıptır, kendisine karşı yapılan bir saygısızlıktır. Çok ciddi hizmetleri olan ülkenin başbakanına haksızlık yapılıyor. Bu haksızlığı kınıyorum…”
Maç yorumu programında bu kadarını Hakan Şükür bile söylememişti. O halde Rıdvan bu olaya niçin soyundu?
Kendiliğinden soyunmadı.
Patronu istedi…
“Uyar şu Fenerbahçe seyircisini de bundan sonra sayın başbakanımıza saygısızlık etmesinler” dedi!
NTV ve NTV Spor kanallarının sahibi Ferit Şahenk, Tayyip döneminin yükselen yıldızı! Türkiye’nin en büyük zenginlerinden biri, Tayyip’in en başta gelen yandaşı.
NTV’nin de Aydın Doğan’ın CNN-Türk’ü gibi iktidar yağcılığına nasıl soyunduğunu bilirdik de, spor kanalına bile yandaşlık sokacağını düşünmezdik.
Bunu da yaptılar, Rıdvan’ı kullandılar. Daha doğrusu, Rıdvan o kanaldan aldığı yüksek ücret nedeniyle kendini kullandırdı.
Yazık etti.


****************

2013’ün Son Rüyası

Orhan Bursalı.,

Yılın son günü ne yazılır? Aslında o kadar çok yazılacak şey var ki... 
Mesela Yargıtay’ın İmamı üzerine Mehmet Ali Şahin’in “karar vermek için Pensilvanya’ya gönderiyorlar davayı” açıklamasını mı? Başbakan’ın artık köfte olmuş yenip bitmiş, kendini durmadan yineleyen lakırdılarını mı? Şu sıralarda Cemaat-Başbakan arasındaki üç günlük ateşkesin, enerji biriktirmeye enerji/ cephane doldurmaya yönelik niteliğini mi? Seçimlere kadar neler olabilir üzerine birtakım spekülatif görüşlerimi mi? 

Yoksa Başbakan ve adamlarının Cemaat için hazırladıkları devlet içinde illegal yapılanmaya nereden başlayacakları ve başlamaları gerektiği üzerine nesnel olayları mı?

Evet bu sonuncu çok önemli... Bu illegal yapılanma konusunda delil bulmakta hiç zorlanmazlar... Eğer isterlerse... Odatv, Balyoz, Ergenekon ve benzeri davalar, devlet içinde, Emniyet-istihbarat-savcı-özel yetkili mahkemeler arasındaki yasadışı işler çevirmek, olmayan belgeler uydurarak insanları yıllarca içeri atmak, sahte CD’ler üretmek... konusunda yüzlerce delil bulurlar...
Bu davaların neden adil görülmediği konusuna bir girseler, oooo, devlet içinde yasadışı örgütlenme, anayasayı ortadan kaldırmak, yasaları hiçe saymak, keyfi yargılama yapmak konularında bir soruşturma açmaya kalkışsalar, yeri göğü inletirler ve devlet içindeki yapılanmayı, en alttan en tepeye kadar siler süpürürler... 
Evet, yeter ki istesinler... 
Büyük çatışmalar büyük oynamayı gerektirir... 
Yoksa büyük çatışmalar kazanılamaz... 
Ama ben bu konuda yazmayacağım, yılın son günü!
Ülkemizde milyonlarca insanın gördüğü kötü rüyalardan birini, bu ülkenin yaşadığı kâbuslardan birini yazacağım...

***
Rüya gerçek. Kızım gördü. Tarih, polisin son Taksim saldırısının gecesi... 
“Bir adaya gidiyoruz, tatil vs. gibi bir zaman. Ama adaya giden bizler beyaz adamlarız. Karşı adada ise çıldırmış gibi ayin yapan, öyle sandığımız ya da ne yapıyorlarsa işte, bir kabile var.. O kadar çoklar ki bizi görünce denize atlayıp bizi yakalamaya geliyorlar... Çok hızlı yüzüyorlar... 
‘Savages on strike’ (Vahşiler) filmi gibiydi.
T. de vardı rüyada; T, her şey iyi güzel olacak korkma, filan gibi şeyler söylüyor ama vahşiler çok hızlı ve saldırganlar.. Öldürmeye geliyorlar ve ama hepsi hiç düşünmeden bıçak kullanarak sürekli adam öldürüyorlar. 
Suyun içine saklanıyorum, ölü taklidi yapıyorum, ama bir tanesi suda beni görüyor, parmağını gözüme filan batırıyor, ama ben buna rağmen renk vermiyorum ölü taklidimi sürdürüyorum... 
Yanımda iki kişi daha var taklit yapan, nefeslerimizi tutmuşuz, gıdım hava almıyoruz. 
Tansu, saldırı bitti sanıp tekneyi suya indiriyor. 
Adamlar görür görmez yeniden atlıyorlar suya. 
Ben koşarak kaçıyorum.. Bir de B’yi görüyorum, yanımda. 
Sonra kendimi bir vahşinin evinde buluyorum ve ben saklanıyorum, saçlarım kahve sarı tonunda ve uzun...
Bir masanın altına gizlenmişim, B. bana siper olmuş, evin patronu ise bir zenci kadın ve B’yi koruyor.
Kadın beni fark etmiyor. 
Gözümün önünde kaç kişi gitti, öldü, geçti... nasıl kurtulduk anımsamıyorum şimdi... 
Bir de, bir köyden geçiyoruz bir araçla, kalabalığız... O köyde ise barışçıl zenciler var, bazıları giyimli... 
Bize dua ediyorlar, arkamızdan Sünniii Sünniii diye bağırıyorlar... 
Her şey çok acayipti... 
Çok korktum ya...”

***
Kızım bu rüyayı anlattıktan sonra bize, sabah olan bitenlere baktım internet sitelerinde... 
Şu vahşeti gördüm.. Polis, makineli tüfeğiyle plastik mermi sayıyor durmadan, yürüyerek hiçbir şeye aldırmadan ve doğrudan kitleleri hedef alarak... 
Yurttaşların, ne yapıyorsun sen, ikazlarına hiç aldırmadan.. 
Şu adresten bakın: 
www.cumhuriyet.com. tr/video/23461/Polis_kendini_kaybetti_.html 
Recep Tayyip Erdoğan, ülkeye kâbuslar yaşatan ve durmadan yeni kâbuslar yaratan Başbakan’ın adı. 
Mutlu yıllar mı demeliyim?
Evet, bilinmezlik içinde yürüyorsak da, bu yıl mutlu yıllar diyeceğim okurlara ve bu kâbuslarla uyanan milletime... 
Çünkü bu kâbusların eninde sonunda sonu gelecek..
Mutlu yıllar! 
Herkes kendine iyi baksın; sevgi, mücadele azmi, umut, geleceğe güven eksik olmasın kimseden... Bunlar yoksa biz de yokuz!


*****************

2015’E BİR KALA…

Şahap Osman ARAS (*)

Pek de hayırla anamayacağımız 2013 yılını geride bıraktık. Türk Silahlı Kuvvetlerine ve özelikle de Deniz Kuvvetlerimize büyük zararlar veren davalar vatandaşlarımızı derinden üzmekte iken, yıl sonunda ortaya çıkan vahim iddialar, iktidarı oldukça sarsmış bulunmaktadır. “İleri Demokrasi” söylemiyle yola çıkan Başbakan Erdoğan, ülkemizde adeta bir korku imparatorluğu yaratmıştır. Maalesef, herkes telefonunun dinlendiğinden kuşkulu, başına gelebilecek iftiralardan korkuludur. Ancak, bu kuşku ve korkulara sebebiyet verenler, şimdi kendileri çok daha büyük kuşku ve korku içindedirler. Beş yıl önce “Ergenekon” ve “Balyoz” operasyonlarına övgüler düzenleyen yandaş medya ve iktidar, şimdi tam tersini yaparak, sövgüler yağdırmaktadır.
2013 yılında dış politikamız fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Güney komşumuz Suriye’de ateş, kan ve gözyaşı sona ermiyor. 200 binden fazla Müslüman yaşamını yitirmiş; iki milyon Suriyeli vatanlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bu bahtsız insanlar, İzmir-İstanbul gibi büyük şehirlerimizde merhamet dilenerek, çetin kış koşullarında hayatta kalmaya çalışıyorlar. Onları gördükçe insanın yüreği parçalanıyor. “Erdoğan-Davutoğlu” ikilisinin yanlış politikası yüzünden, Suriye’de savaş tırmandıkça tırmanmış; bir çıkış yolu arayan Esad Yönetimi, tamanen Rusya’nın nüfuzu altına girmiştir. Ortadoğu’da Rus ve Çin varlığına tahammülü olmayan AB-D siyaseti, “Erdoğan-Davutoğlu” ikilisini terk ederek, Beşer Esad’la uzlaşma yollarını aramaktadır.

Kan ve gözyaşı sadece Suriye’de değil, ne yazık ki, tüm Ortadoğu’da dinmek bilmiyor. Irak’ta her gün bombalar patlıyor. Nice masum insanlar yaşamını yitiriyor veya yaralanıyor.  Mısır’da ve Libya’da kardeş kavgası sürüp gidiyor. Batılılar Ortadoğu’daki bu felakete “Arap Baharı” diyor. Bunun neresi Arap Baharı? Müslümanlar birbirini boğazlarken, emperyalizm, petrol ve doğalgazı hortumluyor. Halen uygulanmakta olan BOP senaryosunun Ortadoğu’daki halkları olabildiğince parçalanmaya götürdüğü; böylece, emperyalizmin bölgedeki etkinliğini artırdığı ve de İsrail’i güçlendirdiği apaçık görülüyor. Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yatakları, ABD ve Rusya arasındaki fay hattını oluşturmaktadır. Her an tetiklenerek, küresel bir bunalıma dönüşebilir. İran krizine gelince…Suriye’de beklenen sonucun kısa zamanda alınamaması, ABD ve İsrail’in “İran” operasyonunu şimdilik ertelemiş bulunmaktadır.

GELELİM 2015 YILINA

2015, Ermeni “soykırım” iftirasının 100. Yılıdır. Ermenistan ve diaspora, dünyayı başımıza sarmak için, elinden geleni yapacaktır. Bizde ise, 2014 ve 2015 “seçim yılı” olduğu için, tüm dikkatlerin iç politikada yoğunlaşması, dış politikamızı zafiyete uğratabilecektir. Bu nedenle, ”soykırım” iftirasına karşı, muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarının hükümetle uyum içinde olarak, milli bir strateji izlemesi yararlı olacaktır. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde kurulan ve 90 Yılı geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti uluslararası antlaşmalarla kurulmuştur. Bu bağlamda, TBMM Hükümetinin imzaladığı ilk antlaşma, 2 Aralık 1920 tarihinde Ermenistan’la imzalanan Gümrü Antlaşmasıdır. Bunun ardından 16 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Sakarya Zaferimizin ardından, Sovyetler Birliğinin önerisiyle Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması imzalanarak; daha önce imzalanan Gümrü Antlaşması bir kez daha teyit edilmiştir. Cumhuriyetin ilanından 3 ay  önce ise, sorunlu olduğumuz bütün devletlerle 24 Temmuz 1923 günü Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Önceki antlaşmalarla birlikte Lozan Barış Antlaşması, Çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin küresel tapu senedidir.Yukarıda adı geçen bütün antlaşmalarda konu edilmeyip, 100 yıl sonra üzerimize yıkılmak istenen “soykırım” iddiası,  iftira değildir de nedir?

“Soykırım” kavramı ve bunun insanlığa karşı işlenen bir suç olduğu kararı Birleşmiş Milletlerde (BM) İkinci Dünya Savaşından sonra, 1948 yılında kabul edilmiştir. Yani,1915 yılındaki olaylar için, “soykırım” iddia etmenin Devletler Hukuku açısından bir dayanağı yoktur. İngiltere, ABD’nin Birinci Dünya Savaşına katılmasını sağlamak için, “Mavi Kitap (Blue Book)” adıyla bir propaganda dokümanı yayınlamıştı. Ermeni konusundaki iftiralar, ilk kez, bu dokümanda öne sürülmüştür. İtilaf Donanması 13 Kasım 1918 günü Osmanlı Başkentini denetimi altına aldıktan sonra, işgalciler kendilerine hizmet edecek ihanet mahkemeleri kurdurarak, Ermen Tehcirinden sorumlu gördüklerini tutuklattılar. Ancak, Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Beyin idamına İstanbul halkı büyük tepki gösterince; geri adım atarak, İttihat Terakki önderlerini Malta Adasına sürdüler. Ancak, orada da onları suçlayabilecek herhangi bir kanıt bulamadılar. İstanbul’daki ihanet mahkemesinde 17 Mayıs 1919 günü duruşmaya çıkarılan merhum Ziya Gökalp kendisini ve Aziz Milletimizi şu veciz ifadesiyle savunmuştur: “Milletime İftira etmeyiniz ! Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, Türk Ermeni vuruşması (mukatele) yaşanmıştır. Bizi arkadan vurdular, biz de onları vurduk!”

Ermenistan ve Ermenistan sınırları dışında ABD ve Fransa’da yoğunluklu olarak yaşayan Ermeni diasporası “Soykırım” konusunu, hak aramaktan ziyade bir kan davası ve  ticari kazanç kapısı olarak,  gündemde tutmaktadır. Emperyalizm ise, bu konuyu Türkiye üzerinde baskı aracı olarak kullanmaktadır.Ancak, onların bu çabalarına rağmen, sağduyulu kararlar alabilen bazı uluslararası kuruluşlar da vardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) 17Aralık 2013 tarihli kararı, bunun bir örneğidir. AİHM; soykırım iddialarının emperyalist bir yalan olduğunu savunduğu için, Lozan Mahkemesince cezalandırılan Sayın Doğu Perinçek’in 2008 yılında yaptığı itirazı haklı bularak, 17 Aralık 2013 günü aldığı kararla, İsviçre’yi mahkum etmiştir. AİHM’nin bu kararı, yaklaşık 6 yıldır Silivri’de tutuklu olan Sayın Perinçek için olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti için de büyük önem taşımaktadır. Çünkü AİHM; “soykırım iddiasının tarihçilere bırakılmasını” önermiştir. Böylece diplomasimiz, 2015 yılında tezgahlanacak haksız ve çirkin propagandaları göğüslemek için, yeni bir hukuki avantaj daha kazanmış bulunmaktadır.


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***