Mısır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mısır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2021 Perşembe

Mısır’ın Türkiye’ye Yönelik 10 Şartı

Mısır’ın Türkiye’ye Yönelik 10 Şartı


14 Mart 2021

Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’ye yakın Kahire merkezli Al Watan Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü Ahmed Elkhateeb, Mısır’ın Türkiye ile ilişkileri normalleştirmesi için ‘Türkiye’nin yerine getirmesi gereken 10 şart’ öne sürdü.


Bu şartlar;

Uluslararası hukuk kuralları olmadan iki taraf arasında deniz sınırı çizilemez. Türkiye’nin uluslararası deniz hukukuna uyacağını taahhüt etmesi gerekmektedir. Ankara, şimdiye kadar bu yasayı (BMDHS) imzalamayı veya tanımayı reddetti.
Kahire, Türk tarafının genel gözetime uygunluğundan emin olana kadar siyasi iletişim olmayacaktır. Mısır’a göre, terörizme destek veren devletlerle siyasi iletişim kurulmadığı için iletişim yalnızca güvenlik düzeyinde kalacaktır.
Doğu Akdeniz’de, Avrupalı müttefiklerle ve özellikle Yunan ve Rum taraflarla kapsamlı bir Türk anlaşması olmadıkça, Mısır-Türk anlaşması olmayacaktır.


Türkiye’nin Libya’dan siyasi, askeri ve güvenlik açısından ayrılması; Libya dosyasını tamamen terk etmek ve Libya topraklarına getirdiği çeteleri geri çekme sözü vermek.
Türk askerlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesi için bir takvim ortaya koymak ve Irak hükümeti ile Irak topraklarına asla müdahale etmeme sözü veren bağlayıcı bir anlaşma imzalamak.
Müzakereler Suudi ve BAE taraflarını içermeli ve Türkiye, son yıllarda Türkiye’nin Körfez ülkelerine karşı işlediği suçlardan dolayı özür dilemek zorunda kalacak. Ayrıca, Ankara Arap devletlerinin içişlerine karışmayacağına ve Arap ulusal güvenliğinin sınırlarına uymayacağına dair söz vermedikçe, Kahire Türkiye ile herhangi bir anlaşma yapmayacaktır.

Özellikle, Mısır’a ve genel olarak Körfez ülkelerine saldıran tüm Müslüman Kardeşler medya kuruluşlarının durdurulması. Türkiye, Müslüman Kardeşler’in herhangi bir siyasi faaliyetine kucak açmamalıdır.
Interpol’ün Türkiye’de bulunması istenen ve var olan herkesle ilgilenmek için elini serbest bırakmak ve özellikle Avrupalı yetkililere itiraz etmemek, özellikle onlarla ilgilenecektir (Kahire, onların iadesini talep etmiyor ve niyetinde değil). 

Dikkat edilmelidir ki Ankara, Mısır tarafını rahatlatmak için onları toplu halde Mısır’a teslim etmeyi teklif etti.
Mısır güvenlik yetkilileri, Türk rejiminin davranışını izleyecek ve önümüzdeki dönemde bu koşullara ne ölçüde uyduğunu kontrol edecek. Başka herhangi bir iletişime girmeden önce, Dışişleri Bakanlığı tarafından Mısır siyasi liderliğine bununla ilgili bir rapor sunulacak.
Türkiye’nin Mısır, Yunanistan ve GKRY ile deniz sınırlarını belirlemeden ve yukarıda belirtilen koşullar üzerinde anlaşmadan Doğu Akdeniz Forumu’na katılmaya davet edilmeyecektir.

Katar ile diplomatik bağların yeniden kurulması için buna benzer 13 talep öne süren Mısır ve Körfez müttefikleri, Katar’ın bu taleplerin hiçbirini kabul etmediği halde ablukayı sessizce sona erdirmişti.

Yararlanılan Kaynak

***

10 Aralık 2020 Perşembe

Tekerrür Eden, Tarih mi Hatalar mı,

Tekerrür Eden, Tarih mi Hatalar mı
 


Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 
14 Ekim 2020

















   Büyük şair Mehmet Akif gibi tekerrür edenin tarih olmadığına inananlardanım.
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

"Tarih’i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
dizelerine katılmamak mümkün değil. Türkiye bugün kıssadan hisse çıkarmayı bilmediği, tarihi gerçeklerden ibret almadığı, daha doğrusu görünürde ideolojik savrulmalarla cumhuriyetin akılcı mirasını terk ettiği için geçmişte yapılan hataları tekrar etmekte. Sonuç? Her yönde kayıp, her cephede çatışma, her yerde yalnızlık.

Şimdi Güvendiğimiz Çöllere Kar Yağıyor

Kafkas cephesinde Türkiye uzlaşma masalarından uzak tutuluyor. Bu demek ki Rusya kendince Astana ve Sochi süreçlerinden ibret aldı.Suriye ile 2000 öncesinde uzlaşıldığını, ortak bakanlar kurulu toplantıları ile dostluğun pekiştiğini sanmıştık. Oysa orada kaymaya başlayan zemin, bugün ilk defa Arap ülkelerini bir ortak amaç etrafında topladı. 600 yıl tahakkümü altında yaşadıkları deneyimden aldıkları ibreti hatırladılar. Ama Türkiye 1918 de Arap yarımadasından nasıl ayrıldığını, o çöllerde ne acılar yaşandığını, Araplardan nasıl bir ihanet gördüğünü unuttu. Tarih ve tarih denilen büyük ırmağı besleyen münferit anıları, rasyonel tercihler nedeni ile sineye çekmek ve ticari ilişkileri pekiştirmek başkaydı. Ama bunları aidiyet kisvesine büründürülen bir güç hevesi ile görmezden gelmek işiçığırından çıkardı.Şimdi atılan hatalı adımlar yüzünden her taraftan yaptırım tehditleri geliyor. Ama en önemlisi, iyi geçinmek uğruna ulusal kimliğimizden bile vazgeçmeye hazır olduğumuz Arap dünyası artık yekpare karşımızda.
Bu ayın başından beri Suudi Arabistan Türk mallarını boykot etmeye başladı. Elbette parasını ödedikleri mallar gittiği sürece rakamlarda bir değişme görülmeyecek. Ama sonrası zor. Çünkü Suudi iş adamları, “düşman Türkiye” menşeili malları boykot etmeye kararlı[1]. Türkiye menşeili “her şeyin boykot edilmesi” Suudi iş çevrelerinin üzerinde uzlaştıkları bir konu. Türkiye’den gelecek mal ve hizmet, yatırım, turist ve işgücü ne varsa, artık istenmiyor. Her ne kadar Suudi Arabistan serbest ticarete ve anlaşmalara saygılı olduğunu açıklasa bile Türkiye için artık farklı bir durum var. Evet, bu ülkeye ihracat dolaylı olarak sürmekte. Ama ne pahasına? Vahabi Suudilerin, laik çizgiden kopup “radikal İslami grupları” desteklediğini iddia ettikleri Türkiye’yi dışlamaya karar vermeleri başka Arap ülkeleri için de emsal.

Nitekim Türk mallarına karşı uygulanan boykot, artık Suudi Arabistan ile sınırlı değil. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Umman Sultanlığı Maşrıkta Suudilerin adımlarını izlerken, kifayetinden kuşku duyulan Arap Birliği (Arap League) Mısır’dan başlayarak, bu ülkenin batısını da boykota katılmaya çağırmakta. Geçmişte hiçbir ortak soruna çözüm bulamayan Arap Birliğinin başarısı Türkiye’ye boykot uygulamak olursa, Ankara’nın şapkasını önüne koyup bunu da düşünmesi gerekir.Bu çağrıya ilk uyan ülke Fas ve Cezayir oldu. Bu ülkeye ihracatta bulunan Türk tekstil ve hazır giyim şirketleri gümrüklerde keyfi nedenlerle bekletilmekten ve yaklaşık 1200 kadar ürüne karşı yükseltilen gümrük vergilerinden şikâyetçi. 

Bu piyasaların çok kolaylıkla AB deki rakiplere ve hatta Çin’e kaybedilebileceği düşünülecek olursa, bu konjonktürde Türkiye’nin kaybı azımsanmayacak bir büyüklükte olacak. Şimdi öncelikli konu, Fas’tan geçen yıl 2.2 milyar dolar değerinde ithalatta bulunan Türkiye’nin buna misilleme yapıp yapmayacağı. 

Eğer bu Mağrib’de de şahlanan bir “Türkiye’yi dışlama” politikası ise, bunu da Türkiye’nin Libya’daki kargaşanın bir parçası olması hatasına bağlamak gerekir ki Arap Birliğinin çağrısı da zaten bunun şemsiyesi altında.

Hatay Alev Alev Yanarken

Çok dilli, çok dinli Hatay Türkiye’nin Kudüs’ü gibi. Bu güzel yurt köşesinde eskiden beri kulağa daha çok Arapça çalınırdı. Suriye batağına saplandığımızdan beri, Arapça konuşan sayısı göç ve iltica nedeniyle arttı. Ama bu Hataylıların kendilerini Suriye’den gelen Araplarla özdeşleştirmesine yetmedi. Ağızlarının tadı geçmişten ibret almayan adımlar yüzünden zaten epeydir kaçmıştı.Şimdi ise özellikle Hatay’dan ihraç edilen yaş sebze ve meyve Suudi Arabistan’ın gözüne çöp. Suudi Arabistan sınırında bekletilen Hatay menşeili mallar bozulurken, nedeni belirsiz yangınlarla ateş topuna dönen Hatay, bir de önemli bir dış Pazar kaybından mustarip.Düşenin dostu olmaz derler. Ama geçmişten ibret alınmadığı için dost sanılan Arap ülkelerinin ve özellikle Suudilerin, Türkiye’nin yanından bu kadar çabuk ayrılması iki tür hatanın sonucu: Bunlardan birincisi dostlukların şahsi ilişkilerle tanımlanması ve ülke çıkarının değil şahsi çıkarların galebe çalması; İkincisi ise dostluğun alışverişle karıştırılması. Oysa hiç olmazsa “dostluk başka, alışveriş başkadır” deyimini hatırlasaydık ya! Şu sıralar, Suudi tüketicilerin görece olarak daha kaliteli Türk mallarından uzun bir süre mahrum kalmak istemeyeceği iddia ediliyor. İhracatçılarımız ümitlerini bu iddiaya bağlamış durumda. Ama eminim rakip Çin, Tayvan, Malezya ve Endonezya malları da Suudi kapısında bekliyordur.

Evet, Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri ile kurulan ilişkiler, 1980 li yılların ortasında benimsenen uzak görüşlülükle sadece ekonomik ilişki ile sınırlı kalmalıydı. Araplara daha hoş gözükmek için, kraldan çok kralcı, Arap’tan çok Arap, hatta onlardan daha fazla Müslüman gözükme tercihi yapılmasaydı, Türkiye, şimdi bir ekonomik kriz ve salgının orta yerinde bu durumla karşı karşıya kalmazdı.

Şu anda özellikle Riyad yönetimi Azerbaycan, Mısır ve Pakistan mallarının Türk malları ile ikame edilmesi için yol ve yordam gösteriyor. Savaş halindeki Azerbaycan üzerinden Suudi pazarına girecek Türk mallarına karşı muhtemelen Suudi Arabistan gümrük kapılarında menşei şahadetnamesi sorulacak. Sahteleri yakalanırsa artık Vahabi gelenek bunlara karşı ne gibi cezai müeyyide düşünür bilinmez. Bu arada Türkiye’nin Suudi Arabistan’a umre yolcusu göndermeyi durdursaydı iyi olurdu. Muhtemel nahoş olayların veya tehlikelerin önünü alınırdı. Hiçbir Osmanlı padişahının Mekke ve Medine’ye gitmediği ve Kâbe’yi tavaf etmediği düşünülürse, bu çok zor ve yersiz bir adım olmazdı.

Çok Muhabbet ve Tez Ayrılık

Türkiye Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesine, ekonomik ve iş dünyası ilişkilerinin akılcı gözlüğünden bakmaya devam etmeli, faydacı yaklaşımlarla duygusal bağlantıları birbirine karıştırmamalıydı. Bölge ile yoğunlaşan ekonomik ilişkilerin ötesinde, her hangi bir siyasi bütünleşme ve/veya “ülkeler topluluğu” imasında hiç bulunmamalıydı. 2011 sonrasında, bölgedeki kitlelerin demokratik özgürlük taleplerine tercüman olma diye bir çabasına gerek yoktu.Onlar kendi söyleyeceklerini söylediler. Türkiye bunun yerine kendi laik ve demokratik cumhuriyetinin değerlerini korumaya özen gösterseydi, daha iyi bir örnek olurdu. İdeolojik tercihleri ile kafalarda“asil dururken vekile ne hacet var?” sorusunu çağrıştıracağını neden düşünmedi?

Daha da önemlisi, başlangıçta gereğinden fazla samimi ve kişisel hale gelen ilişkilerin neden onların“iç işlerine müdahale”ye dönmesine izin verildi?Bölgedeki gelişmelerin, “ulus devlet”i ortadan kaldıracağı ve Türkiye’nin önderliğinde bir bütünleşme olabileceğihayalini kim kaybetti de Türkiye buldu? Resmi veya özel söylemlerde, Osmanlı veya “Yeni Osmanlı” vurgusu yapılmasından tüm uyarılara rağmen neden kaçınılmadı? Bazıları için özlemli bir değer taşıyan bu kavramların, Arap duyarlılığını harekete geçirebileceği neden göz ardı edildi?  Ama en önemlisi geçen yüzyılın başındaki olaylardan ve Arapların yarımadadan çekilen Türklere karşı muameleleri neden unutuldu? Bunlar neden ibretle hatırlanmadı? Yoksa benim Filistin cephesinde savaşan, Nablus’da savaş esiri olarak kalan veya kendi deyimleri ile 1918 de “Medine-i münevvere” den dönen aile büyüklerimin anılarının benzerlerini, kendi ailelerinde dinleyen olmadı mı?

Aşırı muhabbet, 10 yıl sonra ayrılık getirdi. Bugün Suudi Arabistan’dan, Emirliklerden ve Fas’tan yükselen boykot ve yaptırımlar, yarın Kuveyt ve Katar’dan ve daha da önemlisi Libya’dan baş gösterirse, bunların AB ve Amerika’dan da destek bulması Türkiye için büyük bir mücadele olacaktır. Kendimiz ettik, kendimiz bulduk. Başka söylenecek söz olduğunu sanmıyorum.
 
[1] “Saudi business leader calls for boycott of goods from 'hostile' Turkey (Oct. 5, 2020), https://www.reuters.com/article/saudi-turkey-trade/saudi-business-leader-calls-for-boycott-of-goods-from-hostile-turkey-idUSKBN26P0SL

https://21yyte.org/tr/suudi-arabistan/tekerrur-eden-tarih-mi-hatalar-mi


***

14 Nisan 2020 Salı

Türkiye’nin Enerji Politikasında Alternatif Bölgelerden Biri OlarakDoğu Akdeniz

Türkiye’nin Enerji Politikasında Alternatif Bölgelerden Biri OlarakDoğu Akdeniz



Yrd. Doç. Dr. Serdar Kesgin 

GİRESUN ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ.,




TÜRKİYE, OECD ÜLKELERİ ARASINDA EN YÜKSEK ENERJİ TALEP ARTIŞ ORANLARINDAN BİRİNE SAHİP  ÜLKE OLMASININ YANINDA, ENERJİ KONUSUNDA BÜYÜK ÖLÇÜDE DIŞA BAĞIMLI BİR ÜLKE KONUMUNDADIR. 

   Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek enerji talep artış oranlarından birine sahip ülke olmasının yanında, enerji konusunda büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke konumundadır.

   Türkiye’nin enerji ihtiyacında doğal gaz % 31, petrol % 28, ithal kömür % 18, linyit % 11 ve yenilenebilir enerji % 12 paya sahiptir.
Türkiye tükettiği doğal gazın %99’unu, petrolün de % 93’ünü ithal etmektedir 1.

Türkiye’nin son on yıllık enerji kullanım alışkanlıklarına bakıldığında doğal gazın hızla artış gösterdiği ve enerji tüketiminde birinciliği petrolden aldığı görülmektedir.

Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı uçak krizi sonrasında gündeme gelen önemli konulardan biri de Türkiye’ nin doğal gaz ihtiyacı hasebiyle Rusya’dan almış olduğu doğal gazın kesintiye uğrayıp uğramayacağı dır.

    Türkiye yıllık 49.8 milyar m³ doğal gaz tüketimi gerçekleştirirken doğal gaz ithalatının % 56’sını Batı Hattı ve Mavi Akım aracılığıyla Rusya Federasyonun dan, % 19’unu İran’dan, % 9’unu Azerbaycan’dan, % 9’unu Cezayir’den (LNG), % 7’sini Nijerya’dan (LNG) karşılamaktadır 2.

Mevcut alımların yanında Türkiye, Azerbaycan ile 2011 yılında (2017-2018 yılarında devreye girmesi planlanan) 6 milyar m³’lük bir anlaşma imzalamıştır. Aynı şekilde 1999 tarihinde Türkmenistan ile devreye girme tarihi belirtilmemiş 15.6 milyar m³’lük bir anlaşma mevcut tur 3. Türkmenistan ile yapılan anlaşma nın hayat geçirilmesi için Hazar geçişi üzerinde mutabakata varılması gerektiği görülmektedir. 

Bu konuda Türkiye-Azerbaycan-Türkmenistan arasında görüşmelerin devam ettiği bilinmektedir.
Ayrıca Türkiye ile Katar arasında LNG ithalatı konusunda görüşmeler gerçekleşmiş ve kısa zamanda alım anlaşmalarının faaliyete geçirilebileceği belirtilmiştir.

   Bu anlamda devreye girecek olan projelerle birlikte doğal gaz dengeleri değişecek ve Rus gazına duyulan ihtiyaç azalacaktır. Ancak Türkiye’nin artan doğal gaz tüketimi göz önüne alındığında yeni kaynaklara da ihtiyaç olduğu açıktır.
Türkiye, çevresi enerji havzalarıyla çevrili bir ülke olarak, enerjinin taşınması konusunda en uygun yol olan boru hatları üzerine kurulu bir enerji politikası geliştirmektedir.
Türkiye hem kendi ihtiyacını karşılamak hem de petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılması konusunda bir terminal olma amacıyla çeşitli boru hattı projelerini faaliyete geçirmiş ve yeni hatlar üzerinde çalışma yapmaktadır. Söz konusu bölgelerden bir tanesi olarak da Doğu Akdeniz karşımıza çıkmaktadır.



   Doğu Akdeniz’in güneydoğusunda bulunan Levant Havzası, Kıbrıs adasının güneyinde bulunan Afrodit Havzası, Nil Deltası ve Kıbrıs ile Girit arasında kalan alanda önemli doğal gaz yatakları bulunduğu belirtilmektedir.

ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu verilerine göre Levant Havzası’nda 122 trilyon feet³’lük (3.45 trilyon m³) kanıtlanmamış doğalgaz rezervi bulunmaktadır 4.

Kıbrıs’ın Güneyinde bulunan Afrodit sahasında 142 ila 227 milyar m³’lük doğal gaz rezervi 5 olduğu belirtilmekle birlikte, bu rezervin 4.5 trilyon m³’e çıkabileceği ifade edilmektedir 6. Ayrıca Kıbrıs ile Girit adası arasında kalan bölgede de önemli gaz rezervlerinin olabileceği belirtilmektedir.

    Bölgedeki diğer bir önemli rezerv alanı da Nil Deltası’dır. Nil Deltası ile birlikte Mısır’ın Akdeniz sahillerinde ve Mısır genelinde 2.1 trilyon m³’lük doğal gaz rezervi olduğu hesaplanmaktadır 7. Mısır’ın mevcut kaynaklarına ilave olarak, İtalyan ENI şirketi 2015 yazında Mısır açıklarında 1 trilyon m³’e yakın rezerve sahip bir alan keşfettiklerini belirtmiştir. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte derin deniz arama faaliyetlerinin maliyetinin düşmesi, Doğu Akdeniz havzasındaki arama faaliyetlerinin artmasına neden olmaktadır. Bölgede henüz keşfedilmemiş ve araştırılmamış alanların varlığını da hesaba katıldığında, Girit ile Akdeniz’in
doğu sahillerini kapsayan bölgede 15 ila 20 trilyon m³ civarında bir potansiyel olduğu ifade edilmektedir. 

   Dünyanın en büyük gaz rezervlerine sahip olan Rusya’nın 47, İran’ın 34, Katar’ın 24 trilyon m³ doğal gaz rezervlerine  8 sahip  olduğu düşünülecek olursa, bölgedeki potansiyel dikkate almaya değerdir.

   Bölgede Doğalgaz arama ve işletme faaliyetleri yeni değildir. Mısır ve İsrail 1960’lı yıllarda arama faaliyetlerine başlamış ve ilerleyen yıllarda işletme sahaları açmıştır.

   Bugün bu iki ülke kendi enerji ihtiyaçlarını bölgeden karşılayabilecek düzeye gelmişlerdir. Mısır, İtalyan ENI şirketine 1960’lı yıllarda arama ve ardından da işletme ruhsatları vererek üretime başlamıştır. 2000’li yıllarda Nil Deltası’nda Shell firmasına verdiği ruhsatlar ile Mısır, doğalgaz üretimi ve ithali konusundaki niyetini ortaya koymuştur.



   Ayrıca Mısır, bölgedeki tek LNG dönüşüm santraline sahip ülke olması nedeniyle de doğal gaz ticaretinde önemli bir konum elde etmiştir.

   İsrail 1960’lı yıllardan bu yana Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama çalışmaları yapmaktadır. 2000’li yıllarda ise gelişen teknolojik imkanları kullanarak, Levant Havzası’nın kendine ait olan deniz alanlarında hidrokarbon yatakları bulmuş ve işletmeye başlamıştır. Zira bu yataklarda yaklaşık 1 trilyon m³’lük doğalgaz bulduğunu da açıklamıştır. Buna karşın ülkenin çıkarmayı düşündüğü yıllık miktar kendi ihtiyacından çok daha fazladır.

    Doğu Akdeniz’in Levant Havzası dışındaki bölgelerde enerji kaynaklarının işletilmesine dair en önemli kırılma noktasını, deniz alanlarının kullanılması konusundaki Türk-Yunan anlaşmazlığı ve Kıbrıs sorunu üzerine cereyan eden gelişmeler oluşturmaktadır.

   Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi medyalarında 2000’li yıllardan itibaren Doğu Akdeniz’de, özellikle de Kıbrıs adası etrafında doğal gaz yatakları bulunduğu hakkında yayınlar yapılmaya başlanmıştır. Yapılan yayınlara istinaden
geliştirilen dış politikalar bölgede anlaşmazlık konularını hareketlendirmektedir.

   Zira deniz alanlarının kullanımına dair ortaya çıkan sorunlar enerji kaynaklarının kimler tarafından çıkarılacağı konusunu da belirsizleştirmektedir.

Yunanistan ve GKRY bölgede deniz alanlarının kullanımı konusunda, Türkiye’nin Kıta Sahanlığı haklarını göz ardı ederek, Türkiye’ye çok az bir alan bırakmakta dır. Öyle ki; Yunanistan ve GKRY’nin girişimleri kabul gördüğü takdirde
Türkiye yaklaşık 104 bin km²’lik bir deniz alanını kaybetmiş olacaktır 9. 

Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin girişimlerine kadar, Türkiye kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge düzenlemeleri hakkında herhangi bir girişimde bulunmamıştır.

Ancak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 2007 yılında adanın güneyinde 13 Adet Petrol Arama Ruhsatı vererek anlaşmazlığın fitilini ateşlemiştir. Zira parsellerin bazıları Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de iddia ettiği kıta sahanlığı alanın sınırları ile çakışmakta dır. Türkiye konuyla ilgili bir nota vermekle birlikte söz konusu alanlarda TPAO’ya petrol arama ruhsatı verdiğini açıklamıştır. KKTC de adanın geneli üzerindeki haklarına istinaden adanın güneyinde TPAO’ya arama ruhsatı tahsis etmiştir.

   Gelişmeler, ne Türkiye’nin ne de KKTC’nin bölgesel çıkarlarından ve haklarından vazgeçmeyeceğinin bir kanıtı gibidir.

    Bölgedeki önemli sorun noktalarından biri de Türkiye-İsrail ilişkileri oluşturmaktadır. Zira Filistin sorunu ve İsrail’in faaliyetleri son dönemde ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuştur. Çeşitli platformlarda Türkiye ile İsrail’in karşı karşıya gelmesi Doğu Akdeniz’de dengeleri ve ilişkileri farklı bir boyuta taşımıştır. Gelişmeler Türkiye’yi Arap coğrafyasına yaklaştırırken
İsrail’i Yunan ve Güney Kıbrıs eksenine oturtmuştur. Öyle ki bu dönemde İsrail’in Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ekonomik, askeri ve enerji anlaşmaları imzaladığı görülmüştür.

    Enerji kaynaklarının kim tarafından işletileceği konusu ile birlikte önem arz eden diğer bir konu da enerjinin uluslararası pazarlara nasıl ulaştırılacağıdır. Bölge için en önemli pazar konumunda olan AB için enerji kaynaklarına ulaşımın çeşitlendirilmesi stratejik bir öneme sahiptir. Güney Kıbrıs’ın yıllık doğal gaz tüketiminin nüfusa ve gelişmişlik düzeyine oranla fazla olamayacağı düşünülecek olursa, tüketimden geriye kalan kısmın nasıl taşınacağı bir sorun olarak durmaktadır. Doğal gazın taşınması sorunu sadece Kıbrıs için değil, Levant Havzası’nda İsrail’in çıkardığı doğal gaz için de geçerlidir. İsrail çıkarmayı düşündüğü doğal gaz rezervlerinin yarısını satmayı planlamaktadır.

GKRY çeşitli vesilelerle Güney Kıbrıs’ın enerji terminali olması gerektiğini vurgulamaktadır. Simerini gazetesine göre, Limasol’da Eylül 2015’te gerçekleştirilen uluslararası denizcilik konferansında bir konuşma yapan Rum Enerji Bakanı Yorgos Lakkotripis, “Doğu Akdeniz’de yakın zamanda hidrokarbon yataklarının keşfi, Süveyş kanalının genişletilmesi ve diğer jeopolitik gelişmelerin Güney Kıbrıs’ın enerji kavşağı olma hedefini güçlendirdiğini” ifade etmiştir.10 Güney Kıbrıslı yetkililer bir LNG tesisi kurulması için İsrailli yetkililer ile temasa geçmişlerdir. Ancak kurulması düşünülen LNG tesisinin maliyetli oluşu ve
buna denizden taşıma maliyetinin de eklenecek olması; söz konusu projenin yürütülebilirliğini zayıflatmaktadır.

   İSRAİL’İN ENERJİ KONUSUNA BU DENLİ YOĞUN İLGİ GÖSTERMESİ, SADECE KENDİ İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK İÇİN DEĞİL ORTADOĞU’DA BİR ENERJİ MERKEZİ OLMA ARZUSUNDAN DA KAYNAKLANMAKTADIR.

    İsrail’in enerji konusuna bu denli yoğun ilgi göstermesi, sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil Ortadoğu’da bir enerji merkezi olma arzusun dan da kaynaklanmaktadır.

İsrail, Mısır doğalgazının İsrail üzerinden taşınmasını öngören Mısır-İsrail Doğalgaz Hattı’nın inşasını planlamaktadır.

   Başka bir proje de, boru hattı ile İsrail gazının Mısır’a gazın taşınıp buradaki mevcut LNG tesisinde sıvılaştırılması ve tankerlerle dünya piyasalarına ulaştırılması üzerinedir.

   Doğu Akdeniz doğal gazının taşınması konusundaki en makul ve en kısa yolun Türkiye üzerinden geçecek bir boru hattı olduğu öngörülmektedir. Doğu Akdeniz Boru Hattı’nın Kıbrıs üzerinden geçmesi ihtimali bulunsa da söz konusu hattın mesafesinin uzun olması nedeniyle yüksek maliyetli oluşu bu planın şansını azaltmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin giderek artan enerji ve özellikle de doğalgaz ihtiyacı Türkiye’yi önemli bir alıcı konumuna getirmektedir.

    Enerji kaynaklı politikalar bölge sorunlarıyla irtibatlanmaya başlamıştır. Benzer şekilde ilişkilerin enerji zemininde şekillenmeye başladığı görülmektedir. Bu durum bölgesel kutuplaşmaları daha sert hale getirebileceği gibi ilişkilerin yumuşamasını da beraberinde getirebilecektir. Batılı enerji şirketlerinin çıkaracağı doğal gaz, birbiri ile sorun yaşayan ülkelerin işbirliği ile Avrupa ve dünya pazarlarına ulaştırılabilecektir.

Son dönemlerde İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerinin normalleşme dönemine girmesine yönelik adımların atılmaya çalışılması, enerji konusunda Türkiye ile İsrail’in anlaşmaya varabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. 

İki ülke yetkililerinin açıklamaları, kısa sürede anlaşma sağlanır ise 2019 yılında denizden 475 km’lik bir hat ile Türkiye’ye gaz sevkiyatının başlayabileceği
yönündedir. Türkiye’ye İsrail’den yıllık 30 milyar m³’lük gaz akışı sağlanabilece ği, bunun 10 milyar m³’ünün Türkiye tarafından kullanılabileceği hesaplanmaktadır. 11.

    Bu miktar Türkiye’nin toplam gaz ithalatının yüzde 20’sine tekabül etmektedir. İlerleyen dönemlerde Mısır ve Kıbrıs’ın güneyinden çıkarılacak doğalgazın da söz konusu hatta eklenmesi ihtimali, hattın hayata geçirilebilirliğini güçlendirmektedir.

    Söz konusu hat sadece Türkiye için değil;

    AB’nin kritik enerji altyapı güvenliği ve fiyat avantajı için de önemlidir. 

Söz konusu gazın TANAP üzerinden Avrupa’ya taşınabileceği de belirtilmektedir. Doğu Akdeniz veya diğer komşu bölgeler merkezli gerçekleştirilecek projeler, Türkiye’nin ve Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltması bakımın dan da önem kazanmaktadır. Zira hem Türkiye hem de Avrupa tükettiği doğal gazın yarısını Rusya’dan sağlamaktadır.

Türkiye’nin bölgede enerji odaklı atacağı adımlar, bölgedeki enerji potansiyelinin değerlendirilmesi noktasında Türkiye’yi dışlayabilecek projelerin hayata geçirilmesinin de önünü kesebilecektir. Enerji merkezli politikalar siyasal gelişmelerin tetikleyicisi olup bu konularda ilk adımı atacak olana avantaj sağlayacak niteliklidir. Özellikle Kıbrıs ve Filistin meseleleri bu minvalde
ele alınmalıdır. Türkiye üzerinden geçecek petrol ve doğal gaz boru hatlarının çeşitliliği, Türkiye’nin bir enerji terminali olma politikasını hayata geçirebilecek ve Ortadoğu denkleminde elini güçlendirecektir.

DOĞU AKDENİZ’İN LEVANT HAVZASI DIŞINDAKİ BÖLGELERDE ENERJİ KAYNAKLARININ İŞLETİLMESİNE DAİR EN ÖNEMLI KIRILMA NOKTASINI, DENİZ ALANLARININ KULLANILMASI KONUSUNDAKİ TÜRK-YUNAN ANLAŞMAZLIĞI VE KIBRIS SORUNU ÜZERİNE CEREYAN EDEN GELİŞMELER OLUŞTURMAKTADIR.


DİPNOTLAR;

1 “Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu, Türkiye Petrolleri”,
   http://www.enerji.gov.tr/ File/?path=ROOT%2f1%2fDocuments%2fSekt%C3%B6r+Raporu%2fHP_DG_SEKTOR_RPR.pdf, Mayıs 2015,
   Erişim tarihi 31.03.2016.
2 Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu
3 Doğal Gaz Alım ve İhracat Anlaşmaları, BOTAŞ, 
   http://www.botas.gov.tr/, Erişim tarihi 30.03.2016.
4 “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean”, 
   http://pubs.usgs.gov/fs/2010/3014/pdf/FS10-3014.pdf, Mart 2010 Erişim tarihi 27.03.2016.
5 Sinan Hastorun, “The Mineral Industry of Cyprus”, 
   http://search.usa.gov/ search?utf8=%E2%9C%93& affiliate=usgs&query=aphrodite+cyprus, Erişim tarihi 25.03.2016.
6 “Güney Kıbrıs Afrodit Sahasından Umutlu”, 
   http://www.enerjigunlugu.net/guney-kibris-afrodit-sahasindan-umutlu_12756.html#.VwI8_U-LSUk, 17.03.2015, Erişim tarihi 04.04.2016.
7 “Egypt International Energy Data and Analysis”, 
http://www.eia.gov/beta/international/ analysis_includes/countries_long/Egypt/egypt.pdf,    Erişim 20.02.2016.
8 International Energy Statistics, 
   https://www.eia.gov/cfapps/ipdbproject/IEDIndex3.cfm?tid= 3&pid=3&aid=6, Erişim tarihi 28.03.2016.
9 Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi, Bilge Adamlar Kurulu Raporu: Doğu Akdeniz’de Enerji Keşifleri ve Türkiye, Rapor no: 59,
  İstanbul, 2013, S.22
10 “Hedef Güney Kıbrıs’ın Enerji Kavşağı Olması”, 
     http://www.istanbulhaber.com.tr/hedef-guney-kibrisin-enerji-kavsagi-olmasihaber-233920.htm, 
     Erişim tarihi 17.09.2015,  
     Erişim tarihi 03.04.2016.
11 Merve Özdil, “Normalleşme Olursa İsrail-Türkiye Boru Hattı2019’a Yetişebilir”, 
    http://www.hurriyet.com.tr/normallesme-olursaisrail-turkiye-boru-hatti-2019a-yetisebilir-40029001, 
    18.12.2015, Erişim tarihi 14.02.2016.

***

2 Nisan 2020 Perşembe

Batı Kendine Demokrat,

Batı Kendine Demokrat, 





















Bora  Bayraktar,
DIŞ POLİTİKA 
Kriter Mayıs 2019 / Yıl 4, Sayı 35


Bugün için Batı’nın Meselesi geçmişte de olmadığı gibi prensipler, demokrasi ya da insan hakları değildir.

G 7 Zirvesi, 8 Haziran 2018, Kanada.,


Amerikan eski başkanı George W. Bush Irak Savaşı öncesi ülkesinin hedeflerini sayarken Saddam Hüseyin rejimini devirmek ve “Irak’ı Ortadoğu ülkeleri için bir model” haline getirmekten söz ediyordu. 20 Mart 2003’te sabaha karşı başlayan operasyona “Özgürlük operasyonu” adı verildi.
Amerikan savaş uçakları bombalarını başta Bağdat olmak üzere Irak’ın kadim kent, köprü, otoyol, baraj ve daha da önemlisi insanlarının üzerine bıraktı.

Irak kısa bir süre içinde yerle bir oldu. Baas yönetimi üç haftadan az dayanabildi. Çeyrek asırlık Saddam Hüseyin dönemi sona erdi ama Irak’taki kaos, yıkım ve savaş on beş yıl boyunca farklı formlarda devam etti, ediyor.

ABD’nin “Özgürlük operasyonu” Irak’a demokrasi değil yıkım götürdü. Sünniler ile Şiiler arasında körüklenen mezhep çatışması ve radikal terör örgütlerinin eylemleri tüm bölgeye yayıldı. El-Kaide, DEAŞ ve benzeri yapılar dünyayı kana buladı. 2005’te kabul edilen ve mimarı ABD’nin Irak’tan sorumlu sivil yöneticisi Paul Bremer olan Irak Anayasası ülke nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Sünni Arapların endişelerini karşılamaktan uzak, toplumun bir kesimini tamamen dışlayan bir metin olarak şekillendi.
Washington’ın demokrasi sözleri Irak için koca bir yalan olarak ortada duruyor. Asıl hedefin ise ABD’nin bölgedeki jeopolitik mücadelede yerini sağlamlaştırmak olduğunu bilmeyen yok.

Mısır’da Darbe.,

2011’de başlayıp Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da uzun yıllardır iş başındaki liderleri birbiri ardına deviren isyan dalgası Hüsnü Mübarek’in otuz yıllık başkanlığını sona erdirdiğinde demokrasi ve özgürlük sloganları Batı’da geniş yankı buluyordu.

ABD eski başkan yardımcısı Joe Biden Hüsnü Mübarek’in istifası için “Bu tarihin çok önemli bir dönüm noktası. Şu an yaşanan değişim geri döndürülemez bir değişim olmalı” derken dönemin İngiltere Başbakanı David Cameron “Bu sivil ve demokratik yönetime geçiş adımıdır. Mübarek’in gidişi büyük bir fırsattır. Yeni hükümet gerçek, açık, özgür ve demokratik bir toplum inşası için temel taş olacaktır” diyordu. Almanya Başbakanı Angela Merkel de “Bugün çok mutlu bir gün. Hepimiz tarihi bir değişime tanık oluyoruz. Mısır sokaklarındaki insanların coşkusunu paylaşıyorum” ifadelerini kullanıyordu.

Mübarek devrildikten sonra Haziran 2012’de Mısır’da yapılan demokratik seçimleri sürpriz bir şekilde Müslüman Kardeşler’in siyasi örgütlenmesi olan Özgürlük ve Adalet Partisi’nden Muhammed Mursi yüzde 51,73 oy oranıyla kazandı.

Mursi iş başına geldikten sonra Mısır elbette ki bir anda demokratik bir ülke haline gelmemişti. Sorunlar vardı ama sivil, seçilmiş bir hükümet arayışı içindeydi. Ülkede yıllar süren baskıcı yönetim sonrası atılan demokratik adımların acemiliği, kurumların tam olarak yerleşmemesi ve daha pek çok sebepten yaşanan gerilimin çözümü demokrasi içinde aranmadı. Daha yolun başında asker sahaya indi.

3 Temmuz 2013’te Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi, Muhammed Mursi’yi askeri darbeyle koltuğundan indirdi ve Anayasa’yı askıya aldı. Darbeye direnen, meydanları dolduran sivillerin üzerine defalarca ateş açıldı. Darbeye karşı eylemlere izin verilmedi. Rabiatü’l Adeviye Meydanı’nda 27 Temmuz’da yaklaşık 200, 14 Ağustos’ta da aynı meydanda ve ülke çapında 578 kişi katledildi.

Mısır’daki askeri darbeden sonra pek çok siyasi parti, televizyon ve gazete kapatıldı. Başta Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi olmak üzere siyasi liderler, gazeteciler tutuklandı ve ağır hapis cezalarına çarptırıldı hatta idam edildi. Ancak bütün bunlara rağmen ilk başta Mısır’daki demokratik değişime alkış tutan Batılı ülkelerin darbe yönetimine selam durduğunu daha sonra hem ekonomik hem de siyasi destek verdiklerine tanık olundu. Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci çerçevesinde Türkiye’ye sık sık demokrasi nutukları atan Avrupalı liderlerin Sisi ile bir araya gelmek için sıraya girerek askeri dikta rejimine kucak açtıklarını tarihçiler kayıt altına aldı. Dönemin ABD Başkanı Barack Obama Mısır’daki darbede kullanılan silahların daha namluları soğumamış iken 2014’te Abdülfettah Sisi ile baş başa görüşme yapmaktan kaçınmadı. Mısır’ın ABD’nin güvenlik politikaları için önemine değindi.

Bu ve benzer örnekler daha da uzatılabilir: 11 Eylül saldırılarının faillerinin büyük bir bölümünün Suudi Arabistan vatandaşı olmasına rağmen Amerikan başkanlarının bu ülkeyle kurduğu yakın ilişkiler, Libya’da iç savaşın taraflarından biri olan General Haftar ile kurulan ittifak ve daha niceleri… ABD Başkanı Donald Trump’ın Mısır lideri Sisi ve Suudi rejimiyle olan yakınlığı zaten bir sır değil. Hatta Libya’da Muammer Kaddafi’nin bir komplo sonucu devrilmeden önce İtalyan eski başbakanı Berlusconi’ye elini öptürdüğü, Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin seçim kampanyasını fonladığı biliniyor.

Aynı ülkelerin liderleri herkesin gözü önünde cereyan eden Türkiye Büyük Millet Meclisinin bombalandığı, Türkiye’nin seçilmiş cumhurbaşkanının canına kastetmek için ölüm timinin oteline gönderildiği, sokak ortasında sivillerin üzerine helikopterlerden ateş açıldığı, saatlerce televizyonların canlı olarak yayımladığı darbe girişiminde demokratik hassasiyeti göstermedi, gösteremedi. Mesele prensipler ve demokrasiye bağlılık olsaydı bütün dünyanın 15 Temmuz gecesi ayağa kalkması ve o kanlı darbe girişimine karşı çıkması gerekirdi. Darbecilerin yer yüzünde sığınacak yer bulamaması lazımdı. Oysaki bugün bakıldığında darbenin planlayıcılarının Avrupa’nın başkentlerinde ve ABD’de el üstünde tutuldukları, korundukları, yayın ve propaganda imkanlarıyla desteklendikleri görülmektedir.

Seçici Demokratlar

Son iki yüz yıldır yaşananlar şunu gösteriyor ki Batı’nın Ortadoğu’daki hedefi hiçbir zaman bu ülkelere demokrasi ve refah getirmek olmadı. Sömürge savaşları, Birinci ve İkinci Dünya savaşları, Soğuk Savaş döneminde yaşananlar Batı’nın çifte standart temelli yaklaşımı açısından uzun bir liste oluşturmaktadır.
ABD ve İngiltere İran’da seçimle gelen Musaddık yönetimini 1953’te devirerek Şah Pehlevi’yi iş başına getirdiğinde demokrasi aramıyordu. İstenen Batı’nın Basra Körfezi’ndeki politikalarını koruyacak bir müttefik bulmaktı. Bu güçler Türkiye’de de askeri darbelerin destekleyicisi olmuş, sonrasında Türkiye’deki demokrasi sorunlarını kullanarak baskıyı bu kez demokrasi adına yaparak yola devam etmiştir. Çıkarları korunduğu sürece ülkede demokratik özgürlüklerin yolunu kesen vesayet düzenine göz yummuşlardır.

Batı’nın Soğuk Savaş yıllarında insan hakları ve demokrasi çağrıları aslında komünizme karşı araçsallaştırılmış bir politikadır. 1975 Helsinki Nihai Senedi’nin kabulüyle insan hakları konusu ülkelerin içişleri olmaktan çıkarılarak uluslararası bir mesele haline getirilmiştir. Burada amaç Sovyet komünizmine karşı bir koz elde etmek, bunun üzerinden Doğu Avrupa’da ve diğer komünist ülkelerdeki iktidar karşıtı güçleri desteklemek ve Sovyetleri yıpratmaktır. Amerikan yönetimi bu nedenle 1976’yı kapsayan ilk insan hakları raporunu 1977’de yayımlamıştır. Bunu da bir baskı unsuru olarak kullanmıştır. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesinin bu anlamda küresel çekişmenin aracı haline getirilmesi kuşkusuz en çok gerçek anlamdaki insan hakları savunucularını ve demokrasi mücadelesi verenleri sıkıntı içine sokmuştur.

Batılı ülkeler demokrasi ve insan hakları konularını temel çıkarlarını tehdit etmediği sürece görmezden gelmeyi tercih etti. Raporlansa da aksiyon alma konusunda seçici davrandı. Seçici bir demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yolunu belirledi. Hem Avrupa hem de ABD Mısır, Libya, Cezayir, Suriye, Irak ve Körfez’de antidemokratik rejimlerle yoluna devam etti.
Bugün başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin bölgede beş temel hedefi olduğu söylenebilir: Birincisi Ortadoğu’daki petrol ve doğal gazın arzı, fiyatı, aktarım yollarının kontrolü ve akışın devamının sağlanması. İkincisi Rusya’nın bölgeye inerek bu durumu tehdit etmesinin önlenmesi. Üçüncüsü Çin’in bölgeye girmesi ve etkili olmasının engellenmesi. Dördüncüsü İran, Türkiye gibi bölgesel güçlerin ağırlığını artırmasının engellenmesi ve bu tür bir rekabetin önüne geçilmesi. Beşincisi İsrail’in –daha doğrusu İsrail’in yayılmacı politikalarının– güvenliğinin sağlanması.

ABD ve müttefikleri bu noktada başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin iş birliğine ihtiyaç duyuyor. İran’ın artan rolü ve etkinliği, Türkiye’nin kendi bağımsız politikalarını uygulamaktaki direnci bu açıdan Batı’yı rahatsız ediyor.

Bugün İran Hürmüz Boğazı’nda ve Yemen’deki savaştaki etkinliğiyle Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini sıkıştırıyor, petrol ve diğer ticaretin Hürmüz ve Babü’l Mendeb üzerinden akışını tehdit ediyor. Bu nedenle son on yıldır başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm bölge ülkeleri ilgili aktörlerle ittifak içinde farklı arayışlara girmiş bulunuyor. Mısır, Libya gibi Akdeniz’e çıkışı olan ülkeler ile Sudan, Somali gibi Kızıldeniz’e kıyıdaşlar ülkeler de önem kazanmış durumda.
Bir yandan İran üzerindeki baskı artarken diğer yandan Tahran’ı saf dışı bırakacak, Hürmüz ve Babü’l Mendeb’i by pass edecek alternatifler üzerinde çalışılıyor. Suudi Arabistan üzerinden batıya, Kızıldeniz’e ve Süveyş’e doğrudan uzanan ticaret yolları, boru hatları plan ve projeleri öne çıkıyor.

Mısır, Sina Yarımadası, Süveyş’in güvenliği bu nedenle farklı anlamlar kazanmış durumda. Suudi Arabistan Neom projesiyle ülkenin batısında bir cazibe merkezi oluşturmak için adımlar attı. Sina’daki radikal gruplara yönelik baskılar arttı. Bu nedenle Sisi yönetimine Suudi Arabistan ekonomik, Batılı ülkeler de siyasi destek veriyorlar. Doğu Akdeniz’de yeni ortaya çıkan doğal gaz zenginliği, Avrupa’nın Rusya’yı by pass edecek enerji akışını sürdürme çabaları ve Batı’nın politikalarına direnç gösteren Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de dengelenme çabası bu birliktelikleri mümkün kılmış durumda.

Kravat bile takmaktan hoşlanmayan sosyal demokrat Yunanistan Başbakanı Alexis Çipras bu nedenle Mısır’daki askeri darbenin lideri Sisi ile Filistin’de işgal ve ilhak politikalarının mimarı ve baş savunucusu Başbakan Benyamin Netanyahu ile zirveler, ittifaklar yapmaktan çekinmiyor.
Fırsat buldukça Türkiye’ye demokrasi nutukları atmaktan üşenmeyen Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve İngiltere Başbakanı Theresa May gibi isimler Şubat’ta olduğu gibi Mısır’da yapılan Avrupa Birliği Arap Birliği Zirvesi’ne katılmaktan geri kalmıyor. Ne Mısır’da dokuz gencin idam edilmesi ne de İstanbul’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliğinde yaşanan gazeteci Cemal Kaşıkçı suikastı mesele ediliyor.

Bugün için Batı’nın meselesi – geçmişte de olmadığı gibi– prensipler, demokrasi ya da insan hakları değildir. Türkiye pek çok ülke gibi temel insan hakları ve çoğulcu bir demokrasi için mücadelesini sürdürüyor. Bu yoldaki pek çok engel kaldırılsa da yenileri Türkiye’nin önüne dikilmiş bulunuyor. Başta PKK olmak üzere pek çok terör örgütünün faaliyetleri, darbe girişimi, casusluk faaliyetleri Türkiye’yi –terörün hedefi olan başta Fransa olmak üzere pek çok ülke gibi– olağanüstü önlemler almaya sevk etmektedir.

Günümüzde ortaya çıkan uyuyan hücre yapıları, Siber saldırılar, Sosyal medya Mecraları ve dış kaynaklı internet siteleri üzerinden yürütülen dezenformasyon ve bilgi manipülasyonları gibi yeni güvenlik tehditleri demokratikleşme ve özgürlükler konusunda sadece Türkiye için değil tüm dünya ve hatta demokrasi standardı en yüksek ülkeler için bile baskı unsurları.

Bu sorunlar sadece belli ülkelerin değil tüm dünyanın güvenliği ve küresel demokrasi çabalarını tehdit eden sorunlardır. Bunların çözümü ancak bütüncül yaklaşımla mümkün olabilir. Demokrasi arayış ve çabaları, teşvik ve eleştirilerin çıkar odaklı ve seçici değil prensipler temelinde gerçekleşmesi gerekir.


https://kriterdergi.com/yazar/bora-bayraktar/bati-kendine-demokrat


***

23 Mart 2020 Pazartesi

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2 



Fuller Raporunda: 

“... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel 
kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. 

Fuller, 
Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 

Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati 
çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 

Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak.  Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. 

Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam,

 “ Amerikalılar’ın iyi İstihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, 
diyor. 

   ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. 

Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

   ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “ Barış için Güç ” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 

   1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin 
Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir.

 Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya 
Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 

1980’ lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte - takma adı Abu Abdullah-Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetece tir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 

Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 

Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 

1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 

İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. 

Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. 

Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. 
Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 

Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. 

Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 
1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. 

Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens 
Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 

Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 

Bunu belki asla Öğrenemeyeceğiz. 

Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam., 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. 

CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. 

Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 

Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, 
şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.” demiştir.18  

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. 

     Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur. 23” demiştir. Yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
    ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. 

ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. 

Ortadoğu’da Petrol ve Köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les İslamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, Israel et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir Petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin 
    yaşadığını belirtelim. Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nas›l 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administratıon Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
    Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent ‹slam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "İslam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of ‹slam" Hiddle East İnternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against İslam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 



***

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1 




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 
Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F.Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI.,

Giriş: 


     Sovyetler Birliği çökene kadar, Siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmaz dı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

    Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. 

    Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. 
İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

    1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. 
Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi-ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 

Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi., 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. 
   Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli Petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. 

Araştırdıkları alanları 60 seneliğine Kiralayacaklardı. 

Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı  1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında Ekonomik, Ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. 

    ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 
milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. 

Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir Devrin İran’ı gibi, Ahlaki açıdan savunula bilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. 

Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 
ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz Hegemonyasına son verecektir. 

ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap Milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. 

Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 

1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamış tır. 

Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, 
Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu Cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. 

   Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 

1970’lerde Pan-Arabizmin yanında Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. 

   Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. 

Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 

    1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 

    1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. 

Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 

Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 

Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. 

Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. 

Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan 
yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. 

   Bu yeni Strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. 

   Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. 

Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. 

Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. 

Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. 

Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilir di, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin Militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. 

   Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “ Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı? ” adlı raporun yazarı. 

   Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***