23 Nisan 2020 Perşembe

Yüzbaşı Şerafettin Bilinci ve Cumhuriyet!

Yüzbaşı Şerafettin Bilinci ve Cumhuriyet! 


Arslan Bulut 
arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr



Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şerefini, namusunu korumak isteyen Türk halkının bütün maddi manevi varlığını Türk ordusunun emrine vermesiyle kurulabildi. Savaş sırasında Lenin’in açıkladığı gizli anlaşmalara göre İngiltere ve Fransa, Rus Çarlığı ile Osmanlı Devleti’ni paylaşma konusunda anlaşmıştı.
İngiltere’nin asıl planı, Çanakkale ve İskenderun üzerinden Rusya ile birleşmekti. Çanakkale’de başaramadılar…
İskenderun’a da müdahale edilecekti ancak Sarıkamış şehitleri, Rusya’nın İskenderun’a kadar inmesini önledi. Şayet bu plan gerçekleşseydi, Kızılırmak’ın Doğusu Ermenistan, Batısı Yunanistan olacak, Anadolu’da tek bir canlı Türk bırakılmayacaktı.

YÜZBAŞI ŞERAFETTİN’İN KILICI



   Yani Kurtuluş Savaşı, gerçekten, yok olmaktan bir kurtuluş idi. Millet bunu bildiği için Sakarya’da, savaşı bir düğün gibi kabul etti ve İzmir’e
kadar düşmanı, gerek süvari ile gerekse yaya olarak kovalayacak takati kendisinde bulabildi.

   Ben de çok geç öğrendim… Meğer İzmir’e ilk giren ve hükümet konağına Türk bayrağını çeken Türk subayı Yüzbaşı Şerafettin, akrabam imiş.
Büyük Taarruz sırasında Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’yı, bellerinde birer tane eğri ve uzun kılıç ile gösteren bir fotoğrafları vardır.

   O fotoğraftaki kılıçları, ‘Buhara Emiri gönderdi’ diye bilinir ama gerçekte kılıçları, Buhara emiri Osman Bey’den alıp Mustafa Kemal Paşa’ya gönderen kişi, Enver Paşa’dır. Atatürk, Buhara’dan üç kılıç gönderildiği zaman birisini kendisi kuşanır, diğerini İsmet Paşa’ya verir, üçüncüsünü ise “İzmir’e ilk giren Türk subayına bizzat kendim armağan edeceğim” diyerek, saklar. Çünkü Enver Paşa, mektubunda öyle istemişti.

Dr. Kemal Arı, diyor ki “İzmir’in kurtuluşu, Konak’taki Hükümet Konağı’na, koşar adım çıkan süvarilerin, balkonda asılı Yunan bayrağını indirmeleri ve yerine Türk bayrağını çekmeleriyle simgeleşmiştir. Bornova üzerinden, önlerine çıkan direniş engellemelerine karşın Türk süvarileri, ellerinde kılıç, atlarının üzerinde doludizgin Alsancak sokaklarına dalmışlar, oradan Kordon’a çıkmışlar ve Konak’taki hükümet konağına yönelerek, İzmir’in kurtuluşunun simgesi olan bu tarihsel olayı gerçekleştirmişlerdir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgaline başlanılan
nokta, 9 Eylül 1922’deki kurtuluşuna da mekân hazırlamıştır.

   Aynı zamanda bu iki önemli tarihsel olgu, Türkiye’nin işgali ve kurtuluşu olaylarıyla da özdeşleşmiştir.

İzmir’in Kurtuluşu sırasında İzmir’e ilk giren kişinin, Yüzbaşı Şerafettin olduğu dönemin bütün literatüründe açık biçimde yer almış, basında boy boy resimleri yayınlanmış; hakkında coşkulu, övgü dolu yazılar çıkmış; resmi kayıtlarda ve uygulamalarda Yüzbaşı Şerafettin’in adı, ‘İzmir’e İlk Giren Zabit’ olarak onaylanmıştır.

TBMM Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, Buhara Cumhuriyeti’nin İzmir’e ilk girecek zabit için kendisine teslim ettiği kılıcı, İzmir’de düzenlenen bir törenle, ‘İzmir’in Fatihi’ diye anılan, Yüzbaşı Şerafettin Bey’e takmıştır.”

İşte o Şerafettin Bey’in annesi Maçkalı Bahriye Hanım, babamın anne tarafından yakın akrabasıdır.
Trabzon’da, Dr. Celalettin Algan adına dikilen heykel, bir tartışmaya sebep olmuş; bu vesileyle Celalettin Algan’ın, benim babam Murat Bulut ile hala-dayı çocukları; Yüzbaşı Şerafettin’in de Algan’ın ailesinden Bahriye Hanım’ın çocuğu olduğu Trabzon basınında yazılmıştı. Bu vesileyle içimi gururdan ziyade bir
sevinç dalgası kaplamıştı. Yüzbaşı Şerafettin’in babası ise Kırımlı Yüzbaşı İbrahim Bey’dir. Sadece Şerafettin Bey’in anne ve babasının kimliğinden ve Atatürk’ün beline taktığı Buhara kılıcından anlaşılan odur ki sadece Anadolu değil; bütün Türk Dünyası, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine destek olmuş, son varlığını bu iş için harcamıştır. Esasen, ‘Rusya’nın yaptığı yardım’ diye bilinen yardım da Buhara ve Hive hanlarının Lenin üzerinden gönderdiği altınlardır. Rusya, bu yardımın bir kısmını nakit bir kısmını silah olarak TBMM hükümetine teslim etmiştir. Sakarya’da, Dumlupınar’da, Azerbaycan’dan, Türkmenistan’dan, Kazakistan’dan, Özbekistan’dan, Kırgızistan’dan, Kafkaslardan, Kırım’dan gelen az sayıda da olsa gönüllü gençler vardır. Hepsi şehit olmuştur… 

Yine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Hint Müslümanlarının toplayıp gönderdiği para vardır; İş Bankası, bu para ile kurulmuştur.

KÖYLÜ, NEDEN MİLLETİN EFENDİSİ OLDU?


Sosyolojik bir değerlendirme yapacak olursak; varlığına kastedilen bir ulus, kendisiyle aynı kanı taşıyan akrabalarının maddi ve manevi desteğini de alarak ve bütün ekonomik gücüyle ordusunu destekleyip, emperyalizme karşı bir direniş destanı yazdı. O direnişin asıl dayanağı, Anadolu köylüsü ve eşrafı idi. Atatürk onun için, “Köylü milletin efendisidir” demişti. Hem üretimi ile hem de bütün cephelerde vatan savunmasında gösterdiği dirayet ile Türk köylüsü, bütün dünyada hayranlık uyandırmıştır.

   İşte Cumhuriyet, o köylünün değerleri üzerinde kuruldu…

   Bugün Türkiye, Türk köylüsünün veya Türk eşrafının rızası hilafına, milletin bütünlüğünü bozmak, Anadolu’yu özerk veya federe devletlere bölerek, Türk Dünyası’nın en büyük dayanağı Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak isteyenlere peşkeş çekiliyor.

Türk direnişinin dayanağı olan köylü, “15 gün içinde 15 yasa” gibi baskılarla, ekonomik yönden çökertildi.

Bütün tarım kalemlerinde, üretimde gerilemeler oldu. Nüfus arttığı için köylü, işsiz kalan kitlelerini şehirlere gönderdi. Tarım arazileri dahil olmak üzere cumhuriyet döneminde üretilen bütün ekonomik değerler, yabancı şirketlere satıldı.

   Yani Anadolu’nun, direnç gücünün ekonomik dayanakları, Türk Milleti’nin elinden alınarak yabancılara devredildi. Bunu da ‘ Özelleştirme’ adı altında ve Avrupa Birliği’ne girişi devlet politikası olarak benimseyen Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlar, Milletvekilleri, Genelkurmay Başkanları, Kuvvet komutanları el birliğiyle yaptılar! Biz, “Yapmayın; milli gücün, en önemli unsuru ekonomidir. 

   Ekonomik alt yapısı, yabancılara devredilmiş bir ülkenin, milli gücü de yabancıların kontrolüne geçer” dedikse de kimseye dinletemedik.

Bugün itibariyle geriye dönüp baktığımızda, karşımıza Atatürk’ün “Tam bağımsızlık” sloganı ile yetişmiş nesiller içinden, “karşılıklı bağımlılık”
sloganını benimseyenler veya hem dünya tekelleriyle eklemlenmiş medyatik saldırıdan hem de refah tutkusuna hitap eden pazarlama yöntemlerinden etkilenen maddeciliğe alıştırılmış insanlar topluluğu çıkmaktadır. Durum böyle olunca, ekonomik ve kültürel bağımsızlık tamamen yok olmaya doğru gitmekte, bu teslimiyetçilik, beraberinde askeri ve siyasi teslimiyetçiliği de hızlandırmakta dır! 
Esas itibariyle Türkiye, 1952’den beri askeri yardım almaktadır. Bu da hem savunma sanayi, hem de iç politikanın kontrol altına tutulması demektir.
Türkiye’nin yönetim kadrolarında, önemli mevkiler işgal eden insanların tamamı, ABD’de eğitilmiştir.

  Öyle ki bu kadrolar, ‘Çekiç Güç’ adlı bir işgal kuvvetini, Türkiye’ye davet edebilmiş, yıllarca Türkiye’nin ve Türk milletinin kaderi ile oynamasına imza atabilmiştir. Hatta 1 Mart 2003 tezkeresi ile Amerikan ordusunun Mersin’den Hakkâri’ye uzanan topraklara, Samsun, Trabzon, Afyon ve Sabiha Gökçen havaalanlarına yerleşmesi de az kalsın kabul ediliyordu.



MİLLİ GÜÇ, YABANCILARIN ELİNE GEÇTİ

Türkiye, tamamıyla Amerikan planlamalarının eseri olarak, gençliğini birbirine kırdıran, böylelikle kendi milletinin geleceğini kendi elleriyle yok eden kadrolar tarafından yönetilmiştir. Bu kadrolar, halen işbaşındadır ve büyük mesafe almışlardır.
“Düşünce sistemleri maddeye bağımlı” hale getirilmiş insanlarımız, ‘Yeni Dünya Düzeni’ tekellerinin temsilcisi veya ‘Yeni Dünya Düzeni’ kültürünün, Türkiye’deki uzantıları olmaya can atmaktadır. Yeni ticaret, medya ve bilgi ordularının askerleri, Türkiye’nin her noktasına nüfuz etmekte, buna karşılık, bu alanlarda ciddi bir yeniden yapılanma başlatılamamaktadır. İnsanlarımızın ticari kıblesi değişince, siyasi kıblesi de değişmekte, ülke halkının milli karakteri çözülmekte dir. Dolayısıyla siyaset de bu uzantıların eline geçmekte, ‘milli güç’ dışarıdan 
güdülmektedir.

Milli güç, doğrudan dışarıdan güdülünce Silahlı Kuvvetler, istemese de bu güçlerin güvenliğini sağlar konuma düşmektedir. Oysa Silahlı Kuvvetler, milli gücü korumak için vardır.

Dünyanın her ülkesinde gerçek iktidar, ekonomik güç sahipleridir.
Fakat bugün, milli devletlerin milli güçleri ele geçiriliyor. Ekonomik güç ele geçirilince, medya ele geçiriliyor;
dolayısıyla siyasi partilerin neredeyse tamamı, kontrol altına alınıyor. Normal demokratik yollardan siyasi iktidarı ele geçirmek için çalışmanın hiçbir anlamı kalmıyor. Türkiye’de, reklâmlarda kullanılan bir söz var. Deniliyor ki “ Kontrol edilemeyen güç, Güç Değildir”. 
Benise bunun tam aksini düşünüyorum; diyorum ki, “ En büyük Güç, Kontrol edilemeyen güçtür”. Tabii, başkaları tarafından, küresel güçler tarafından kontrol edilemeyen güç, en büyük güçtür. Bu itibarla, yapılacak ilk iş; yabancılar tarafından kontrol edilemeyen ekonomik, siyasi, kültürel oluşumlara sahip olmaktır.

   Diğer taraftan yerel veya bölgesel inisiyatiflerle, küresel saldırıya cevap vermek mümkün değildir.
Küresel saldırıya, küresel karşı saldırı ile cevap vermek, küresel alternatif oluşturmak gerekir.

OSMANLI’YI ETNİK PARTİLER PARÇALADI


Osmanlı, etnik derneklerin birer siyasî organizasyon hâlini alması ile kısa sürede dağılıvermişti. Bu etnik dernekleri, mutlaka bir veya birkaç büyük devlet, dışarıdan destekliyordu.
Gerekçe hep aynıydı: Hürriyet, kardeşlik, eşitlik vesaire... Bu dernekler önce dil dahil, kültürel haklarını aldılar. Her etnik grubun, kendi siyasi partisini kurması, Osmanlıcılığı yıktı. Sonra İslâmcılık ile Araplar, devlet bünyesinde tutulmak istendi.
O da mümkün olmayınca Türkçülükten başka çare kalmadı. Türkiye Cumhuriyeti, “Ne mutlu Türküm diyene” felsefesi temel alınarak, kuruldu. Atatürkçülük veya Kemalizm olarak da sistemleştirilmek istenen bu felsefe, bazıları tarafından zannedildiği gibi sadece altı oktan ibaret değildi. Suat İlhan’ın belirttiği gibi, “Atatürkçülük; altı ilkesine taban oluşturan tam bağımsızlık, millet egemenliği, hukukun üstünlüğü ve ulus devlet genel ilkelerine dayanır”. Avrupa Birliği adı altında, Avrupa ülkeleri bütünleşmeye giderken, Türkiye’ye dayatılan, tam
bağımsızlıktan da millet egemenliğinden de ulus devletten de vazgeçmesidir.

Bugün Yunanistan’ın elinde olan bütün topraklar, ‘Etniki Eterya’ adlı dernek tarafından Türklerin elinden alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin,
ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sağlayan, dilin tekliği ilkesidir. Bütün güçleri ile bu ilkeyi çökertmeye çalışmalarının sebebi, dil birliğinin dağılması ile her alanda unufak olmanın baş göstereceği şeklindeki bilimsel kabuldür.

   Tabii sadece kültürel öğelerle oynamıyorlar. Elit şirketlerinin hazırladığı IMF yasaları, Türk parlamentosundan bir bir geçirildi. Özellikle uydudan ışınla tespit ettikleri petrol ve bor rezervlerine el koyabilmek amacıyla bir sürü yasayı, kendi başlattıkları krizi durdurmak için, borç vermenin şartı olarak Türkiye’ye kabul ettirdiler. Türkiye topraklarında, Türk egemenliğini fiilen ortadan kaldırdılar.

CUMHURİYETİN SON KALESİ YARGI

Şimdi, Anayasa değişiklikleri ile Cumhuriyetin son kalesi olarak gördükleri Yargı’yı teslim almaya çalışıyorlar.

Referandumdan ‘evet’ çıkarsa, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi demek olan Anayasa’nın Başlangıç ilkeleri ve ilk üç maddesini de değiştireceklerini
söylüyorlar. Zaten ‘ Demokratik Özerklik ’ dedikleri program, 2001 yılında, daha AKP kurulmadan Tayyip Erdoğan’a gönderilen gizli CFR  Memorandumun da, “Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir.

   Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır.

Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir” diye ifade edilmişti. İşte bugün, ‘demokratik özerklik’ dedikleri, “Türk bayrağının yanında bir başka bayrak daha açmak” diye açıkça dile getirdikleri proje de 114 yıllık bir Amerikan projesidir.

   Emekli Amiral İlker Güven, Maya dergisinde yayınlanan ‘Dostumuz Amerika ve Avrupa’ başlıklı makalesinde anlatıyor:
“Bilindiği üzere, ABD Senato ve Temsilciler Meclisi gizli kararları, 100 yıl geçmeden açıklanmamaktadır.
1996 yılında 100’üncü yılını dolduran ve ancak bugünlerde elimize geçen 31 Ocak 1896 tarihli 54. Kongre gizli kararı, inanılmaz gerçeği karşımıza çıkarmaktadır. Özet olarak Türkçesi, şöyledir:

   KARAR: ABD’nin belirleyeceği bir temsilci ile her Hıristiyan ülkeden bir temsilcinin, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ adındaki devletin kabul edilemez ve inatla devam eden şeytani hareketlerinin düzene sokulması. Bu karara göre; ABD temsilcisi, mutlaka ABD vatandaşı olacaktır.

Temsilci, Hıristiyan ülke yöneticileriyle işbirliği yaparak aşağıdaki görevleri yerine getirecektir;

a) Tüm Hıristiyan ülkelerden ABD temsilcisi ile beraber çalışacak, benzer özelliklerde birer hükümet temsilcilerinin atanması sağlanacaktır.

b) Uluslararası Hıristiyan Komitesinin, uygun bir bölgede organizasyon çalışmalarına başlaması sağlanacaktır.

c) Uluslararası Hıristiyan Komitesince din, mezhep ve milliyetçi özelliklere bakılmaksızın geçici bir Hıristiyan yöneticiyi, Türkiye’nin başkanı olarak seçilmesini müteakip, Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut bölgelerinin sınırlarla ayrılması, bu bölgelerin Hıristiyan eyaletleri kabul edilip, Hıristiyan gücünün ‘Türkiye Birleşik Devletleri’ adında toplanması, Utah Eyaleti yönetimi örnek alınarak ve çok eşlilik, kılıçla fethetme gibi dini vaazların ve hareketlerin yasaklanması sağlanacaktır.

d) Geçici Hükümet, Türkiye Birleşik Devletlerinin sınırlarının içerisindeki etnik özelliklerine uygun olarak oluşacak, Ermeni devleti müttefikimize tüm Hıristiyan devletlerinin askeri destek sağlamaları istenecektir.

e) Daha önce bahsi geçen geçici hükümetin süresini tamamlamasından sonra müttefik güçler tarafından kısa zaman içinde Türkiye Birleşik Devletleri’nin, Uluslararası Hıristiyan Komisyonu tarafından tanınması sağlanacaktır. Türkiye’deki ülke yönetiminin hiçbir zaman Sultan, Halife veya Peygamber Muhammed’in dini (şeriat) yöneticileri tarzında olmaması ancak ılımlı dini fikirleri olan ve insanlara olumlu yaklaşan yönetimlerin kurulmasına özen gösterilecektir.

Görüldüğü gibi Türkiye’yi, eyaletlere ayırarak bölme ve böylece daha kolay yönetme stratejisi ABD tarafından 1896 yılında kabul edilerek meclisler tarafından onaylanmıştır. Bush yönetimi terörist olarak ilan ettiği PKK terör örgütünü, illegal yollardan besliyor, himaye ediyor ve maalesef siyasal olarak da destekliyor!

   PPK terörü de başta ABD desteği sayesinde Türkiye’de, masum insanların canlarını almaya devam ediyor. Yine Bush yönetimi, Kuzey Irak’ta barınan PKK terör örgütüne karşı operasyon yapmak isteyen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin karşısına dikiliyor ve hatta tehdit ediyor”.

Demek ki ABD’nin, Adnan Menderes’e, Süleyman Demirel’e, Kenan Evren’e, Turgut Özal’a ve Tayyip Erdoğan’a eyalet sistemini dayatmasının ardında, 114 yıl önce Kongre’nin aldığı bir karar vardır.

    Erdoğan’ın, “ Türkiye kimliği ” lafları da işte bu 114 yıllık Amerikan Projesinin Psikolojik hazırlığıdır!

İşte bu proje gereği, Kalkınma Ajansları Türkiye’yi önce 26’ya sonra 12’ye böldü. 2001 yılında İtalyanların “Veneto’dan, Batı Karadeniz Bölgesine” sloganlı bisiklet gezisinin arkasından, küreselleşmenin “yerel yönetimlere otonomi vermek ve
milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak” projesi çıkmıştı. ‘Köklere Dönüş Projesi’ dosyası ile birlikte Bartın’da dağıtılan haritaya göre şehir devletlerinden oluşacak federe devletlerin adları şöyleydi: Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfilya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya.

Görüldüğü gibi haritada Kürtlerin adı bile geçmiyor! Demek ki Kürtleri, işte bu harita için kullanmak istiyorlar!
Erdoğan, Esenboğa hava alanının yeni terminaline “Anatolia” adını vererek, bu projeyi de başlatmış durumda!
Paflagonya Projesi’nde, ne denildiğini hatırlayalım:

   “Amacı, ulusal devletlerin iç federasyonu (devletler federasyonu) şeklini gerçekleştirmek olan, Avrupa karakterli bir fenomen geliştiriliyor”.
Peki, bu fenomen yeni mi? Hayır, 20’nci yüzyılın başında İngiliz gizli servisinin kontrolünde olan Prens Sabahaddin’in görüşleri doğrultusunda proje önce Lübnan’da uygulandı ve Lübnan elden gitti! Abdülhamit, projeyi rafa kaldırınca halledildi ve gerisini savaşla tamamladılar!
Şimdi elimizde kalan vatan parçasını, yine aynı yöntemle parça parça etmeye çalışıyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bu çok yönlü ve büyük saldırıya karşı, Türkler yeni bir Kurtuluş Savaşı vermek durumundadır.

Hükümet konaklarında Türk bayrağının dalgalanması yetmiyor artık. Vatanın her köşesine Yüzbaşı Şerafettin bilinci ile ay-yıldızlı bayrağı yeniden dikmek gerekiyor dostlar…

Bu Projelere, “Dur” demek, “Hayır” demek, Türk olmanın gereğidir aynı zamanda.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder