Arslan BULUT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arslan BULUT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

65 yaş üstüne tecrit doğru mu?

65 yaş üstüne tecrit doğru mu?


Arslan BULUT
arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr
16 Aralık 2020
Kaynak Yeniçağ: 65 yaş üstüne tecrit doğru mu? - 
Arslan BULUT 



Dünyada COVID-19 yasaklarına tepkiler yükseliyor. 
ABD'de temsilciler tarafından seçim galibiyeti onaylanan Biden'in korona virüs danışmanı Dr. Michael Osterholm, 4-6 haftalık kapanma çağrısında bulununca Washington Times yazarı, Cheryl K. Chumley, 12 Aralık 2020'de "COVID-19 zorbaları, Noel'e de gözlerini dikti!" başlıklı bir yazı yazdı. 

Chumley özetle şöyle dedi:"Yaşlıları huzurevlerine tıkıp küçük çocukları okuldan uzak tutmanın ve buna bilimsel temelli mücadele diye göstermenin ne kadar saçma olduğunu biliyoruz. Gerçek şu ki Amerika'da hâlâ Anayasa denilen bir şey var! Anayasa, ulusal çaptaki acil durumlarda bile çiğnenemez. 

Yaratıcımız tarafından verilmiş devredilemez bazı haklara sahibiz ve korona virüs bahanesi de bu hakları ortadan kaldıramaz.Biden'ın danışmanı Osterholm, 
'Komşularla bir araya gelmeyin. Noel partisi yok' dedi. Şuna bak!

Biz ellerimizi nasıl yıkayacağımızı biliyoruz, Washington! 'Ben kanunum' tiranlığına da ihtiyacımız yok. Biz kolektif bir toplum değiliz. Ve zorbalar zorlamaya devam ederse, yakında bu ülkedeki bireyler, Tanrı'nın verdiği bireysel haklarını korumak için hangi yolu takip etmeleri gerektiğini de öğrenecekler..." 

***
Türkiye'de ise özellikle 65 yaş üstü vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma yasağına en somut tepkiyi, Milli Merkez düşünce grubunda beraber olduğumuz, 
yaşayan en değerli şairlerimizden Prof. Dr. Ataol Behramoğlu gösterdi. 

Behramoğlu, 65 yaş üstüne uygulanan sokağa çıkma yasağının iptali için dava açtı. 

Behramoğlu, yaptığı açıklamada "65 yaş üstü kısıtlamaları anayasamızın ve temel insan haklarının eşitlik ilkesine aykırıdır. Kanıtlanmış bilimsel bir gerekçesi de bulunmamaktadır. Bir grup insanı bu keyfi uygulamayla toplumsal yaşamın dışına çıkarmak, yaşama haklarını sınırlamak, haksızlıktır ve günahtır. 65 yaş ve üstü insanlar, Yöneticilerin oyuncağı, deney tahtası değildir." dedi.

***

"Adana Fikir Platformu"nda yazıları yayınlanan Fikret Yücel, "Yalnızlık" başlıklı yazısında, "65 yaş üstü kişilere uygulanan kısıtlamalar, bende yalnızlık kavramını çağrıştırıyor." dedikten sonra yalnızlık çeşitlerini inceledi ve sözü "zoraki yalnızlık" kavramına getirdi. Yücel, "Tecrit edilen mahkûmlar, karantinaya alınan hastalar ve bulaştırıcılar,  sokağa çıkma yasağı uygulanan yalnız yaşayan yaşlılar bunun tipik örnekleridir. Bir de, bugün Türkiye'yi yönetenlerin icadı, değerli yalnızlık veya onurlu yalnızlık var. 

Liyakatsiz, basiretsiz ve ihvan eksenli dış politikaları sonucunda,  neredeyse bütün dünyada, özellikle de bölgesinde, Türkiye'yi yalnızlaştıran duruma taktıkları isim..." diye başka hatırlatmalarda bulundu. 

***
Milli Merkez Genel Sekreteri Ufuk Söylemez ise "Garsonlar, temizlikçiler,emekçiler, taksiciler evden çalışamaz" diye yazdı ve Güney Koreli felsefeci ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han'ın ABD'de salgın sırasında ölenlerin en çok Afro-Amerikalılarda yoğunlaştığına dikkat çekmesini ve "Paris'i, düşük gelirli kenar mahallelere bağlayan metro vagonları tıka basa doluysa, sokağa çıkma yasağının ne anlamı var? 

Çünkü yoksul ve Emekçi kesimler yaşamak için çalışmak zorundadır ve göçmen kökenli yoksul emekçiler temastan kaçınamaz. 
Ama zenginler villalarına çekilebilir" sözlerini nakletti. Türkiye'de metrolar, metrobüsler aynı durumda değil mi? 
Yılbaşı öncesi ve sonrası kesintisiz 80 saat sokağa çıkma yasağı da uygulanıyor... 
Emekçiler yine çalışıyor.

*** 
Bir Salgın sırasında sosyal ve fiziksel temasın azaltılması gereklidir ama Chumley'in hatırlattığı gibi devletleri yönetenler, toplumun her ferdinin sahip 
olduğu doğal hakları ve Anayasal hakları, Hiçbir bahaneyle geçici olarak da olsa yok edemezler. Hele hele idari kararlar alarak... 

Kaynak Yeniçağ: 65 yaş üstüne tecrit doğru mu? - 
Arslan BULUT 

***

23 Nisan 2020 Perşembe

Yüzbaşı Şerafettin Bilinci ve Cumhuriyet!

Yüzbaşı Şerafettin Bilinci ve Cumhuriyet! 


Arslan Bulut 
arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr



Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şerefini, namusunu korumak isteyen Türk halkının bütün maddi manevi varlığını Türk ordusunun emrine vermesiyle kurulabildi. Savaş sırasında Lenin’in açıkladığı gizli anlaşmalara göre İngiltere ve Fransa, Rus Çarlığı ile Osmanlı Devleti’ni paylaşma konusunda anlaşmıştı.
İngiltere’nin asıl planı, Çanakkale ve İskenderun üzerinden Rusya ile birleşmekti. Çanakkale’de başaramadılar…
İskenderun’a da müdahale edilecekti ancak Sarıkamış şehitleri, Rusya’nın İskenderun’a kadar inmesini önledi. Şayet bu plan gerçekleşseydi, Kızılırmak’ın Doğusu Ermenistan, Batısı Yunanistan olacak, Anadolu’da tek bir canlı Türk bırakılmayacaktı.

YÜZBAŞI ŞERAFETTİN’İN KILICI



   Yani Kurtuluş Savaşı, gerçekten, yok olmaktan bir kurtuluş idi. Millet bunu bildiği için Sakarya’da, savaşı bir düğün gibi kabul etti ve İzmir’e
kadar düşmanı, gerek süvari ile gerekse yaya olarak kovalayacak takati kendisinde bulabildi.

   Ben de çok geç öğrendim… Meğer İzmir’e ilk giren ve hükümet konağına Türk bayrağını çeken Türk subayı Yüzbaşı Şerafettin, akrabam imiş.
Büyük Taarruz sırasında Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’yı, bellerinde birer tane eğri ve uzun kılıç ile gösteren bir fotoğrafları vardır.

   O fotoğraftaki kılıçları, ‘Buhara Emiri gönderdi’ diye bilinir ama gerçekte kılıçları, Buhara emiri Osman Bey’den alıp Mustafa Kemal Paşa’ya gönderen kişi, Enver Paşa’dır. Atatürk, Buhara’dan üç kılıç gönderildiği zaman birisini kendisi kuşanır, diğerini İsmet Paşa’ya verir, üçüncüsünü ise “İzmir’e ilk giren Türk subayına bizzat kendim armağan edeceğim” diyerek, saklar. Çünkü Enver Paşa, mektubunda öyle istemişti.

Dr. Kemal Arı, diyor ki “İzmir’in kurtuluşu, Konak’taki Hükümet Konağı’na, koşar adım çıkan süvarilerin, balkonda asılı Yunan bayrağını indirmeleri ve yerine Türk bayrağını çekmeleriyle simgeleşmiştir. Bornova üzerinden, önlerine çıkan direniş engellemelerine karşın Türk süvarileri, ellerinde kılıç, atlarının üzerinde doludizgin Alsancak sokaklarına dalmışlar, oradan Kordon’a çıkmışlar ve Konak’taki hükümet konağına yönelerek, İzmir’in kurtuluşunun simgesi olan bu tarihsel olayı gerçekleştirmişlerdir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgaline başlanılan
nokta, 9 Eylül 1922’deki kurtuluşuna da mekân hazırlamıştır.

   Aynı zamanda bu iki önemli tarihsel olgu, Türkiye’nin işgali ve kurtuluşu olaylarıyla da özdeşleşmiştir.

İzmir’in Kurtuluşu sırasında İzmir’e ilk giren kişinin, Yüzbaşı Şerafettin olduğu dönemin bütün literatüründe açık biçimde yer almış, basında boy boy resimleri yayınlanmış; hakkında coşkulu, övgü dolu yazılar çıkmış; resmi kayıtlarda ve uygulamalarda Yüzbaşı Şerafettin’in adı, ‘İzmir’e İlk Giren Zabit’ olarak onaylanmıştır.

TBMM Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, Buhara Cumhuriyeti’nin İzmir’e ilk girecek zabit için kendisine teslim ettiği kılıcı, İzmir’de düzenlenen bir törenle, ‘İzmir’in Fatihi’ diye anılan, Yüzbaşı Şerafettin Bey’e takmıştır.”

İşte o Şerafettin Bey’in annesi Maçkalı Bahriye Hanım, babamın anne tarafından yakın akrabasıdır.
Trabzon’da, Dr. Celalettin Algan adına dikilen heykel, bir tartışmaya sebep olmuş; bu vesileyle Celalettin Algan’ın, benim babam Murat Bulut ile hala-dayı çocukları; Yüzbaşı Şerafettin’in de Algan’ın ailesinden Bahriye Hanım’ın çocuğu olduğu Trabzon basınında yazılmıştı. Bu vesileyle içimi gururdan ziyade bir
sevinç dalgası kaplamıştı. Yüzbaşı Şerafettin’in babası ise Kırımlı Yüzbaşı İbrahim Bey’dir. Sadece Şerafettin Bey’in anne ve babasının kimliğinden ve Atatürk’ün beline taktığı Buhara kılıcından anlaşılan odur ki sadece Anadolu değil; bütün Türk Dünyası, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine destek olmuş, son varlığını bu iş için harcamıştır. Esasen, ‘Rusya’nın yaptığı yardım’ diye bilinen yardım da Buhara ve Hive hanlarının Lenin üzerinden gönderdiği altınlardır. Rusya, bu yardımın bir kısmını nakit bir kısmını silah olarak TBMM hükümetine teslim etmiştir. Sakarya’da, Dumlupınar’da, Azerbaycan’dan, Türkmenistan’dan, Kazakistan’dan, Özbekistan’dan, Kırgızistan’dan, Kafkaslardan, Kırım’dan gelen az sayıda da olsa gönüllü gençler vardır. Hepsi şehit olmuştur… 

Yine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Hint Müslümanlarının toplayıp gönderdiği para vardır; İş Bankası, bu para ile kurulmuştur.

KÖYLÜ, NEDEN MİLLETİN EFENDİSİ OLDU?


Sosyolojik bir değerlendirme yapacak olursak; varlığına kastedilen bir ulus, kendisiyle aynı kanı taşıyan akrabalarının maddi ve manevi desteğini de alarak ve bütün ekonomik gücüyle ordusunu destekleyip, emperyalizme karşı bir direniş destanı yazdı. O direnişin asıl dayanağı, Anadolu köylüsü ve eşrafı idi. Atatürk onun için, “Köylü milletin efendisidir” demişti. Hem üretimi ile hem de bütün cephelerde vatan savunmasında gösterdiği dirayet ile Türk köylüsü, bütün dünyada hayranlık uyandırmıştır.

   İşte Cumhuriyet, o köylünün değerleri üzerinde kuruldu…

   Bugün Türkiye, Türk köylüsünün veya Türk eşrafının rızası hilafına, milletin bütünlüğünü bozmak, Anadolu’yu özerk veya federe devletlere bölerek, Türk Dünyası’nın en büyük dayanağı Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak isteyenlere peşkeş çekiliyor.

Türk direnişinin dayanağı olan köylü, “15 gün içinde 15 yasa” gibi baskılarla, ekonomik yönden çökertildi.

Bütün tarım kalemlerinde, üretimde gerilemeler oldu. Nüfus arttığı için köylü, işsiz kalan kitlelerini şehirlere gönderdi. Tarım arazileri dahil olmak üzere cumhuriyet döneminde üretilen bütün ekonomik değerler, yabancı şirketlere satıldı.

   Yani Anadolu’nun, direnç gücünün ekonomik dayanakları, Türk Milleti’nin elinden alınarak yabancılara devredildi. Bunu da ‘ Özelleştirme’ adı altında ve Avrupa Birliği’ne girişi devlet politikası olarak benimseyen Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlar, Milletvekilleri, Genelkurmay Başkanları, Kuvvet komutanları el birliğiyle yaptılar! Biz, “Yapmayın; milli gücün, en önemli unsuru ekonomidir. 

   Ekonomik alt yapısı, yabancılara devredilmiş bir ülkenin, milli gücü de yabancıların kontrolüne geçer” dedikse de kimseye dinletemedik.

Bugün itibariyle geriye dönüp baktığımızda, karşımıza Atatürk’ün “Tam bağımsızlık” sloganı ile yetişmiş nesiller içinden, “karşılıklı bağımlılık”
sloganını benimseyenler veya hem dünya tekelleriyle eklemlenmiş medyatik saldırıdan hem de refah tutkusuna hitap eden pazarlama yöntemlerinden etkilenen maddeciliğe alıştırılmış insanlar topluluğu çıkmaktadır. Durum böyle olunca, ekonomik ve kültürel bağımsızlık tamamen yok olmaya doğru gitmekte, bu teslimiyetçilik, beraberinde askeri ve siyasi teslimiyetçiliği de hızlandırmakta dır! 
Esas itibariyle Türkiye, 1952’den beri askeri yardım almaktadır. Bu da hem savunma sanayi, hem de iç politikanın kontrol altına tutulması demektir.
Türkiye’nin yönetim kadrolarında, önemli mevkiler işgal eden insanların tamamı, ABD’de eğitilmiştir.

  Öyle ki bu kadrolar, ‘Çekiç Güç’ adlı bir işgal kuvvetini, Türkiye’ye davet edebilmiş, yıllarca Türkiye’nin ve Türk milletinin kaderi ile oynamasına imza atabilmiştir. Hatta 1 Mart 2003 tezkeresi ile Amerikan ordusunun Mersin’den Hakkâri’ye uzanan topraklara, Samsun, Trabzon, Afyon ve Sabiha Gökçen havaalanlarına yerleşmesi de az kalsın kabul ediliyordu.



MİLLİ GÜÇ, YABANCILARIN ELİNE GEÇTİ

Türkiye, tamamıyla Amerikan planlamalarının eseri olarak, gençliğini birbirine kırdıran, böylelikle kendi milletinin geleceğini kendi elleriyle yok eden kadrolar tarafından yönetilmiştir. Bu kadrolar, halen işbaşındadır ve büyük mesafe almışlardır.
“Düşünce sistemleri maddeye bağımlı” hale getirilmiş insanlarımız, ‘Yeni Dünya Düzeni’ tekellerinin temsilcisi veya ‘Yeni Dünya Düzeni’ kültürünün, Türkiye’deki uzantıları olmaya can atmaktadır. Yeni ticaret, medya ve bilgi ordularının askerleri, Türkiye’nin her noktasına nüfuz etmekte, buna karşılık, bu alanlarda ciddi bir yeniden yapılanma başlatılamamaktadır. İnsanlarımızın ticari kıblesi değişince, siyasi kıblesi de değişmekte, ülke halkının milli karakteri çözülmekte dir. Dolayısıyla siyaset de bu uzantıların eline geçmekte, ‘milli güç’ dışarıdan 
güdülmektedir.

Milli güç, doğrudan dışarıdan güdülünce Silahlı Kuvvetler, istemese de bu güçlerin güvenliğini sağlar konuma düşmektedir. Oysa Silahlı Kuvvetler, milli gücü korumak için vardır.

Dünyanın her ülkesinde gerçek iktidar, ekonomik güç sahipleridir.
Fakat bugün, milli devletlerin milli güçleri ele geçiriliyor. Ekonomik güç ele geçirilince, medya ele geçiriliyor;
dolayısıyla siyasi partilerin neredeyse tamamı, kontrol altına alınıyor. Normal demokratik yollardan siyasi iktidarı ele geçirmek için çalışmanın hiçbir anlamı kalmıyor. Türkiye’de, reklâmlarda kullanılan bir söz var. Deniliyor ki “ Kontrol edilemeyen güç, Güç Değildir”. 
Benise bunun tam aksini düşünüyorum; diyorum ki, “ En büyük Güç, Kontrol edilemeyen güçtür”. Tabii, başkaları tarafından, küresel güçler tarafından kontrol edilemeyen güç, en büyük güçtür. Bu itibarla, yapılacak ilk iş; yabancılar tarafından kontrol edilemeyen ekonomik, siyasi, kültürel oluşumlara sahip olmaktır.

   Diğer taraftan yerel veya bölgesel inisiyatiflerle, küresel saldırıya cevap vermek mümkün değildir.
Küresel saldırıya, küresel karşı saldırı ile cevap vermek, küresel alternatif oluşturmak gerekir.

OSMANLI’YI ETNİK PARTİLER PARÇALADI


Osmanlı, etnik derneklerin birer siyasî organizasyon hâlini alması ile kısa sürede dağılıvermişti. Bu etnik dernekleri, mutlaka bir veya birkaç büyük devlet, dışarıdan destekliyordu.
Gerekçe hep aynıydı: Hürriyet, kardeşlik, eşitlik vesaire... Bu dernekler önce dil dahil, kültürel haklarını aldılar. Her etnik grubun, kendi siyasi partisini kurması, Osmanlıcılığı yıktı. Sonra İslâmcılık ile Araplar, devlet bünyesinde tutulmak istendi.
O da mümkün olmayınca Türkçülükten başka çare kalmadı. Türkiye Cumhuriyeti, “Ne mutlu Türküm diyene” felsefesi temel alınarak, kuruldu. Atatürkçülük veya Kemalizm olarak da sistemleştirilmek istenen bu felsefe, bazıları tarafından zannedildiği gibi sadece altı oktan ibaret değildi. Suat İlhan’ın belirttiği gibi, “Atatürkçülük; altı ilkesine taban oluşturan tam bağımsızlık, millet egemenliği, hukukun üstünlüğü ve ulus devlet genel ilkelerine dayanır”. Avrupa Birliği adı altında, Avrupa ülkeleri bütünleşmeye giderken, Türkiye’ye dayatılan, tam
bağımsızlıktan da millet egemenliğinden de ulus devletten de vazgeçmesidir.

Bugün Yunanistan’ın elinde olan bütün topraklar, ‘Etniki Eterya’ adlı dernek tarafından Türklerin elinden alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin,
ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sağlayan, dilin tekliği ilkesidir. Bütün güçleri ile bu ilkeyi çökertmeye çalışmalarının sebebi, dil birliğinin dağılması ile her alanda unufak olmanın baş göstereceği şeklindeki bilimsel kabuldür.

   Tabii sadece kültürel öğelerle oynamıyorlar. Elit şirketlerinin hazırladığı IMF yasaları, Türk parlamentosundan bir bir geçirildi. Özellikle uydudan ışınla tespit ettikleri petrol ve bor rezervlerine el koyabilmek amacıyla bir sürü yasayı, kendi başlattıkları krizi durdurmak için, borç vermenin şartı olarak Türkiye’ye kabul ettirdiler. Türkiye topraklarında, Türk egemenliğini fiilen ortadan kaldırdılar.

CUMHURİYETİN SON KALESİ YARGI

Şimdi, Anayasa değişiklikleri ile Cumhuriyetin son kalesi olarak gördükleri Yargı’yı teslim almaya çalışıyorlar.

Referandumdan ‘evet’ çıkarsa, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi demek olan Anayasa’nın Başlangıç ilkeleri ve ilk üç maddesini de değiştireceklerini
söylüyorlar. Zaten ‘ Demokratik Özerklik ’ dedikleri program, 2001 yılında, daha AKP kurulmadan Tayyip Erdoğan’a gönderilen gizli CFR  Memorandumun da, “Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir.

   Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır.

Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir” diye ifade edilmişti. İşte bugün, ‘demokratik özerklik’ dedikleri, “Türk bayrağının yanında bir başka bayrak daha açmak” diye açıkça dile getirdikleri proje de 114 yıllık bir Amerikan projesidir.

   Emekli Amiral İlker Güven, Maya dergisinde yayınlanan ‘Dostumuz Amerika ve Avrupa’ başlıklı makalesinde anlatıyor:
“Bilindiği üzere, ABD Senato ve Temsilciler Meclisi gizli kararları, 100 yıl geçmeden açıklanmamaktadır.
1996 yılında 100’üncü yılını dolduran ve ancak bugünlerde elimize geçen 31 Ocak 1896 tarihli 54. Kongre gizli kararı, inanılmaz gerçeği karşımıza çıkarmaktadır. Özet olarak Türkçesi, şöyledir:

   KARAR: ABD’nin belirleyeceği bir temsilci ile her Hıristiyan ülkeden bir temsilcinin, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ adındaki devletin kabul edilemez ve inatla devam eden şeytani hareketlerinin düzene sokulması. Bu karara göre; ABD temsilcisi, mutlaka ABD vatandaşı olacaktır.

Temsilci, Hıristiyan ülke yöneticileriyle işbirliği yaparak aşağıdaki görevleri yerine getirecektir;

a) Tüm Hıristiyan ülkelerden ABD temsilcisi ile beraber çalışacak, benzer özelliklerde birer hükümet temsilcilerinin atanması sağlanacaktır.

b) Uluslararası Hıristiyan Komitesinin, uygun bir bölgede organizasyon çalışmalarına başlaması sağlanacaktır.

c) Uluslararası Hıristiyan Komitesince din, mezhep ve milliyetçi özelliklere bakılmaksızın geçici bir Hıristiyan yöneticiyi, Türkiye’nin başkanı olarak seçilmesini müteakip, Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut bölgelerinin sınırlarla ayrılması, bu bölgelerin Hıristiyan eyaletleri kabul edilip, Hıristiyan gücünün ‘Türkiye Birleşik Devletleri’ adında toplanması, Utah Eyaleti yönetimi örnek alınarak ve çok eşlilik, kılıçla fethetme gibi dini vaazların ve hareketlerin yasaklanması sağlanacaktır.

d) Geçici Hükümet, Türkiye Birleşik Devletlerinin sınırlarının içerisindeki etnik özelliklerine uygun olarak oluşacak, Ermeni devleti müttefikimize tüm Hıristiyan devletlerinin askeri destek sağlamaları istenecektir.

e) Daha önce bahsi geçen geçici hükümetin süresini tamamlamasından sonra müttefik güçler tarafından kısa zaman içinde Türkiye Birleşik Devletleri’nin, Uluslararası Hıristiyan Komisyonu tarafından tanınması sağlanacaktır. Türkiye’deki ülke yönetiminin hiçbir zaman Sultan, Halife veya Peygamber Muhammed’in dini (şeriat) yöneticileri tarzında olmaması ancak ılımlı dini fikirleri olan ve insanlara olumlu yaklaşan yönetimlerin kurulmasına özen gösterilecektir.

Görüldüğü gibi Türkiye’yi, eyaletlere ayırarak bölme ve böylece daha kolay yönetme stratejisi ABD tarafından 1896 yılında kabul edilerek meclisler tarafından onaylanmıştır. Bush yönetimi terörist olarak ilan ettiği PKK terör örgütünü, illegal yollardan besliyor, himaye ediyor ve maalesef siyasal olarak da destekliyor!

   PPK terörü de başta ABD desteği sayesinde Türkiye’de, masum insanların canlarını almaya devam ediyor. Yine Bush yönetimi, Kuzey Irak’ta barınan PKK terör örgütüne karşı operasyon yapmak isteyen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin karşısına dikiliyor ve hatta tehdit ediyor”.

Demek ki ABD’nin, Adnan Menderes’e, Süleyman Demirel’e, Kenan Evren’e, Turgut Özal’a ve Tayyip Erdoğan’a eyalet sistemini dayatmasının ardında, 114 yıl önce Kongre’nin aldığı bir karar vardır.

    Erdoğan’ın, “ Türkiye kimliği ” lafları da işte bu 114 yıllık Amerikan Projesinin Psikolojik hazırlığıdır!

İşte bu proje gereği, Kalkınma Ajansları Türkiye’yi önce 26’ya sonra 12’ye böldü. 2001 yılında İtalyanların “Veneto’dan, Batı Karadeniz Bölgesine” sloganlı bisiklet gezisinin arkasından, küreselleşmenin “yerel yönetimlere otonomi vermek ve
milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak” projesi çıkmıştı. ‘Köklere Dönüş Projesi’ dosyası ile birlikte Bartın’da dağıtılan haritaya göre şehir devletlerinden oluşacak federe devletlerin adları şöyleydi: Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfilya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya.

Görüldüğü gibi haritada Kürtlerin adı bile geçmiyor! Demek ki Kürtleri, işte bu harita için kullanmak istiyorlar!
Erdoğan, Esenboğa hava alanının yeni terminaline “Anatolia” adını vererek, bu projeyi de başlatmış durumda!
Paflagonya Projesi’nde, ne denildiğini hatırlayalım:

   “Amacı, ulusal devletlerin iç federasyonu (devletler federasyonu) şeklini gerçekleştirmek olan, Avrupa karakterli bir fenomen geliştiriliyor”.
Peki, bu fenomen yeni mi? Hayır, 20’nci yüzyılın başında İngiliz gizli servisinin kontrolünde olan Prens Sabahaddin’in görüşleri doğrultusunda proje önce Lübnan’da uygulandı ve Lübnan elden gitti! Abdülhamit, projeyi rafa kaldırınca halledildi ve gerisini savaşla tamamladılar!
Şimdi elimizde kalan vatan parçasını, yine aynı yöntemle parça parça etmeye çalışıyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bu çok yönlü ve büyük saldırıya karşı, Türkler yeni bir Kurtuluş Savaşı vermek durumundadır.

Hükümet konaklarında Türk bayrağının dalgalanması yetmiyor artık. Vatanın her köşesine Yüzbaşı Şerafettin bilinci ile ay-yıldızlı bayrağı yeniden dikmek gerekiyor dostlar…

Bu Projelere, “Dur” demek, “Hayır” demek, Türk olmanın gereğidir aynı zamanda.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


****

25 Mart 2020 Çarşamba

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 4

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 4


Yolsuzluk Ve Rüşvet

Av. Cemil Can.,

2010'da yapılan Anayasa referandumuna bugünleri yaşamamak için “hayır” demiştik. O değişikliklere “evet” deyince; ordumuza “kumpas” kurulabilir, yargı yürütmenin denetimine geçip adalet ortadan kaldırılabilir, iktidarı denetleyen -Sayıştay gibi- kurumlar işlevsiz hale getirilerek yolsuzluk ve rüşvet tavan yapabilir demiştik. Hatta yabancı güçlerin desteği ile iktidara gelen AKP, diyet borcunu ödemek için ulusal çıkarlarımızdan olmadık tavizler verebilirdi. Yıllardır yan yana yaşadığımız komşularımızla, sudan sebeplerle düşman hale getirebilirdik. Zorunlu olmadığı halde Telekom ve Tekel gibi kar eden milli kuruluşlarımız yok pahasına yabancılara satılabilir, yandaşlara peşkeş çekilebilirdi... Dışarıdan aldığımız borçlar, halkın yararlanacağı yatırımlara dönüştürülme yerine, yandaşlara kredi olarak verilerek, bir avuç insanın zenginleşmesi sağlanabilirdi. Bu yolla iktidar kendi zenginlerini yaratıp, borçları her zamanki gibi yoksul halkın sırtına yıkabilirdi... Hepsinden de önemlisi, o anayasa değişikliklerine “evet” demekle, demokratik devletin yaşaması için hayati öneme sahip “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ortadan kaldırılabilir ve hükümet egemenlik yetkisini keyfi olarak kullanmaya başlayabilirdi. Bu sonuncusu ise son derece tehlikeliydi, zira rejimin otoriterleşmesi ve demokrasinin yok edilmesi sonucunu doğurabilirdi!.. Din ve dince kutsal sayılan değerleri sömürerek, yoksul kesimlerin desteğini alan AKP iktidarı, halka yakınlığını göstermek için ekonomiye hiçbir katkısı bulunmayan imam-hatip okullarını açmayı sürdürerek, demokrasinin olmazsa olmazı olan “laiklik ilkesini” ortadan kaldırabilirdi... Nitekim kaldırıldı da... Dediklerimizin hepsi bir bir gerçekleşti...
2002-2012 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığının 5 bin 360 personeli MEB'na atanmıştır. Bu dönemde devlet bankalarının bile genel müdürleri imam-hatipliler arasından seçilmiştir. AKP iktidarında, 5 bin okul imam-hatipe dönüştürülmüştür. Bunlardan mezun olacak imam ve hatipler nerede istihdam edilecekler? Her imam için bir cami yapılacak değil herhalde. 2002'de 74 bin olan Diyanet'in personeli, bugün itibariyle 129 bin 376'ya çıkmıştır. Buna karşılık, 300 binin üzerinde ataması yapılmayan öğretmenimiz var. Diyanet, 5 milyar 442 milyar liralık bütçesi ile genel bütçeden 13 bakanlıktan fazla pay almıştır... Kuran kurslarında yaş sınırının kaldırılmasının ardından, Diyanet İşleri Başkanlığı “Kuran Kursları Okulöncesi Din Eğitimi Projesi” hazırladı. 4-6 yaş arasındaki çocuklara, “oyun ve şarkılarla” temel dini bilgileri öğreteceklermiş... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi ana muhalefet partisi yeni CHP'nin Ankara Milletvekili Sinan Aygün de Ayasofya'nın ibadete açılmasını istiyor. Aynı şekilde Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Meclis'te cemevi açılması için dava üzerine dava açıyor... Böyle bir devlete “laiktir” denebilir mi?..

Bu sakıncaların tümü, halkoylamasından önce, halka olabildiğince anlatılmaya çalışılmıştır. Anayasa değişikliklerine, bu nedenlerle “hayır” denmesi gerektiği ısrarla vurgulanmıştır. Medya ve iletişim olanaklarının neredeyse tamamına yakını, iktidarın veya yandaşlarının elinde olduğu için onların yalan propagandaları daha etkili olmuştur. Bu yüzden de sonuç “evet” çıkmıştır. Anımsarsınız, o günlerde üzerinde en fazla durulan konulardan biri “pozitif ayırımcılık”tı ve geçen zaman içerisinde tamamen unutuldu gitti!...
Korkulanların neredeyse tamamı gerçekleşti diyebiliriz. 12 yıllık AKP iktidarında; hükümet 400 milyar dolar civarında borçlanmıştır. Şimdilik durdurulabilen ikinci yolsuzluk operasyonundaki yolsuzluğun boyutu ise 100 milyar dolardan fazladır. Gazetelere yansıyan gözaltı kararından anlaşıldığına göre, 41 “işadamı” haksız yere, halkın cebinden 100 milyar dolardan fazla para çalmıştır. Yani toplam dış borcumuzun dörtte biri bunlara gitti. Hortumlanan paraları her halükarda ödeyecek olan yoksul halkımızdır!.. Başbakan'ın “yedirmeyiz” dediği Halkbank'ı çoktan yemişler bile; yüzde 48.9'u yabancılara satılmış olan bankanın, borsada işlem gören hisselerinin ise yüzde 78'i de zaten yabancıların elindeymiş!.. Sayıştay'ın 2012 yılı hesapları ile ilgili hazırladığı rapora göre, 30 Mart 2013 tarihi itibariyle 3 milyar TL üzerindeki batık kredi sayısı 124'tür ve bu şirketlerin bankaya olan toplam 627.7 milyar liralık borcu takiptedir!..

AKP iktidarı ise yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını engellemeye çalışıyor. Soruşturmalar Başbakanın çocuklarına kadar dayanmış. Hükümet, “soruşturmanın gizliliği”ni ortadan kaldırmak için yasalara aykırı yönetmelik çıkartmanın peşindedir. Soruşturmayı yürüten polisleri görevlerinden alıyorlar. Polisler, savcılığın gözaltı kararını yerine getirmiyor. Hükümetin adamı bir başsavcı, soruşturma yapan savcıları, yalan yanlış belgeleri basına sızdırmakla suçlayıp, dosyayı ellerinden alıyor. Başbakan ise, bu gelişmeler üzerine polis savcılığın emirlerini uygulamalı diyen HSYK'yı hedef gösteriyor. “Yetkim olsa HSYK'yı yargılarım” diyerek, yargının tepesine gözdağı veriyor!.. İktidar bütün bunlara rağmen; utanmazlığın, arsızlığın ve yüzsüzlüğün zirvesinde oturabiliyor...
Sonuç itibariyle, faturası halka çıkacak olan bu gelişmelerin yaşanmaya başlanmasıyla, dolar 2.17' TLyi, avro ise 3 TL'yi aşmış. Faizler yüzde 10.36 seviyesine kadar ulaşmış. Halktan çalınan paralar, ayakkabı kutuları içinde dururken bile çoğalıyorlar. Bir faiz cenneti olan Türkiye'den son 11 buçuk yılda 101 milyar dolar, faiz adı altında transfer yoluyla yurtdışına çıkartılmış... O kadar mı yani demeyin lütfen. Borçlandığımız paraların yarısının trafiği böyledir!.. Yeter ki, parayı takip edebilin yolsuzluğa karışanları, hırsızlık yapanları bulabilirsiniz!..

***
Bu arada İstanbul Cumhuriyet Savcılığı da “Gezi olayları” nedeniyle iddianame düzenleyip, dava açmıştır. İlginç olan, iddianamede Bezmi Alem Valide Sultan Camii'nde içki içildiğine ilişkin bir delil bulunmadığı saptamasına yer verilmiş olmasıdır. Bunun anlamı, tam aksini iddia ederek aylarca ortalığı ayağa kaldıran Başbakan ve arkadaşlarının yalan söylediğidir. Başbakanın utanmadan, sıkılmadan din ve dince kutsal sayılan değerleri sömürüp, istismar ettiği bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu yalın gerçeğe rağmen, Başbakan Erdoğan Fetullah Gülen'i eleştirirken; “Kuran, Allah, peygamber diyeceksin ama adın kasetlerle, komplolarla anılacak. Hiç kimsenin bu aziz dine bunu yapmaya hakkı yok” diyerek, Cemaatin Erdoğan'a karşı sözlerini “din”e karşı yapılmış gibi gösterebilmektedir... “Birilerinin topu tüfeği varsa, birilerinin her türlü hilesi varsa, neyi olursa olsun bizim Allahımız var bize o yeter, bize millet yeter...” sözleriyle de din sömürüsünü en acımasız şekilde kullanmaya devam edilmektedir. Yakında “Din elden gidiyor” diyerek, halkın sokağa inmesini isterlerse şaşırmamak gerekir!.. Türkiye baştan başa yolsuzluk ve rüşvetle çalkalanırken, hükümet yandaşlarını yargıya teslim etmiyor. O yüzden olsa gerekir “Kimin ne hesabı varsa, kendilerine güveniyorlarsa 30 Mart'ta seçim var, o seçime girsinler, hesabı orada milletle görsünler” demektedir... Bu ülkenin Başbakanı artık TSK'nın komuta kademesini demir kafese tıkan yargıya güvenmiyor. Bu yüzden iş kendisine gelince, mahkeme yerine sandığı gösteriyorlar!..

***
Birkaç hafta önce, Başbakanın konuşmalarını hazırlayan başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın eniştesi ile eski bakan Suat Kılıç'ın kayınpederinin şüpheliler arasında yer aldığı “112 acil servis yolsuzluğu”nda; yüzlerce müteahhit, 300'e yakın 112 acil servis istasyonu kurdurmak sahtekarlığı ile dolandırılmıştı. Dikkatler ikinci yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasına yoğunlaşmışken, böylesine kapsamlı bir soruşturmada takipsizlik kararı verilebilmiştir!.. Belli ki, hükümetin istediği, kabineye doğru gelecek olan soruşturmaları jet hızıyla kesecek savcıların görevde olmasıdır. Başbakan'ın HSYK'yı yargılamak istemesi ve yeni Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'in, basın açıklaması yapan HSYK'yı, anayasayı ihlal etmekle suçlaması bu yüzden olsa gerekir!..

***
Görünürde Erdoğan taraftarları ile Gülen taraftarları arasında geçen bu savaş, gerçekte CIA ile AKP arasındadır. 
ABD desteği ile iktidara gelen Erdoğan, iktidar sarhoşluğu içerisinde, gerçek efendisi olan AB ve ABD emperyalistlerine güven vermez 
duruma gelmiştir. Bu nedenle de üzeri çizilmiş ve Erdoğan'sız hükümet arayışları başlamıştır. Kendi deyimleriyle; Erdoğan raf ömrünü tamamlamış, 
deliğe süpürülme zamanı gelmiştir. Bu yerinde saptamanın temel nedenleri şunlardır: Gazze'ye konulan ambargoyu Mavi Marmara gemisi ile 
delmeye çalışmak, Davos'ta ABD'nin tartışmasız müttefiki İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e “one minute” diyerek kafa tutmak, 
ABD'yi Suriye'ye karşı savaş ilan etmeye zorlamak, ABD'nin yardımı ile iktidara getirilen ve yine CIA'nın marifeti ile devrilen 
Müslüman Kardeşler Örgütü Lideri Mursi'yi sahiplenmek, uranyum zenginleştirmesi nedeniyle ambargo uygulanan İran'a, altın ihracatı 
yaparak ambargoyu delmek, füze alım ihalesini NATO'ya rağmen Çinli bir firmaya vermeye kalkışmak ve Türkiye'yi Şangay İşbirliği Örgütü'ne 
alması için Putin'e yalvarmak gibi tutarsız politikalardır. Bütün bu gelişmeler Erdoğan'ın AB-ABD kontrolden çıktığının kanıtları olarak kabul 
edilmiş ve ipi çekilmiştir... Sıra Erdoğan'ın boğazına “kıllı örümceğe benzeyen eliyle” ipi çekecek zavallı çingeneyi bulmaya gelmiştir... 

Yolsuzluk ve rüşvete bulaşmayanlar, bulaşanları görmezden gelmez artık. O bakımdan ipi çekecek olanlar da aralarından çıkartılacaktır!.. 

Biraz daha bekleyelim hele. Erken bir seçim ise, iktidarın kurtuluşudur, ona asla yanaşmamamız lazım!..


********


Necdet Paşa’nın hasmı ben ve bu generaller mi?


Sabahattin Önkibar

Gazetelerde çıkan haber şöyleydi: “28 General’e orduevi yasağı”.
Aralarında Nusret Güner, Naci Beştepe, Türker Ertürk, Osman Özbek ve Yaşar Müjdeci gibi generallerin bulunduğu 28 yiğit insana Genelkurmay Başkanı Necdet Özel “Orduevlerine giremezsiniz” dedi.
Peki, bu isimler TSK’yı utandıracak bir haysiyetsizlik mi yaptı?
Tam tersine, TSK’yı haysiyetsiz ilan eden örgütlere boyun eğmeyip medyadan hadlerini bildirdi.
Üstelik bunu bazıları Deniz Kuvvetleri Komutanlığı gibi bir makamı feda ederek, yani bedel ödeyerek yaptılar.
Gayeleri, Peygamber ocağı ve Atatürk Otağı olarak gördükleri şanlı kurumlarını sahiplenmekti.
Necdet Özel bunları ödüllendireceğine cezalandırdı!
Hedef aldığı sadece onlar mı?
Bana da iki ayrı ceza davası teşebbüsünde bulundu. 
Birincisinde gerekçesi, Tayyip Erdoğan’ın Barzani ile beraber katıldığı Diyarbakır seyahatinde şehitlerimiz için “boşuna öldüler” ifadesini kullanmasını eleştirmem.
“Şehitleri sahiplendin diye nasıl suç duyurusu yapılır” demeyin; Necdet Özel’in görevlendirdiği askeri savcı yaptı bunu.
Aynı şekilde tarikatçı iki gazetenin art arda Genelkurmay Karargâhı’nda ağırlanıp onlara mülakatlar verilmesini “Genelkurmay tarikata mı girdi” başlığı ile yazdığım ironik bir esprimi de ihbar etti.
Ağlamak mı, gülmek mi lazım bilmiyorum.
PKK ve F tipi örgüte karşı duruşları ortada olanların, TSK’ya sahiplenmeyi namus bilen bizlere takındığı bu tutum söyleyin aslında neyi anlatıyor?
Komplolarla esir alınan silah arkadaşlarının hukukunu  koruyamayan Necdet Özel  bakın nelerle uğraşıyor!
İmamla müftünün suç ortaklığı belgesi
Bir ceza davası.
Dosya Yargıtay’da. Yargıtay’daki “Cemaat İmamı” karar için dosyanın özetini Hocaefendiye yani Pensilvanya’ya gönderiyor ve oradan gelen emirle hüküm veriliyor. 
Bunu anlatan kim mi?
O davanın görüldüğü süreçte Adalet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin. 
Aynı Şahin Yargıtay’daki o cemaat imamını tanıdığını da  ifade ediyor.
Hayır, bu rezil tablo sadece Yargıtay’ın ne hale getirildiğini değil, aynı zamana AKP iktidarının onlara nasıl göz yumduğunu gözler önüne seriyor; çünkü o imamın önünü açan müftülük makamında kendileri oturmaktadır. 
Eğer bugün malum çatışma yaşanmasaydı Mehmet Ali Şahin bu olayı anlatacak mıydı?.. Hayır.
Evet, devletin içinde örgüt kesin de, ona yardım ve yataklık edenler de var...
İkisi de behemehal temizlenmelidir.

Hırsız ve TGB!

Geçtiğimiz Cumartesi günü. Kızılay’ın en kalabalık yerinde yürüyorum.
TGB’li olduğu flamasından belli olan pırıl pırıl bir genç bağırıyor:
-Hırsız vaaaar....Hırsız vaaar....
Benzer bir çığlık diğer köşeden yine TGB’li bir kızımızdan:
Hırsız vaaaar, hırsız vaaar.
Bir üçüncü daha ötelerden:
Hırsız vaaar, hırsız vaaar.
Abartısız yürüyen o büyük kalabalığın tamamı bu muhteşem manzarayı başlıyor  alkışlamaya.
Baktık iki polis gencimizi yakalamış. Halk anında elinden alıyor.
Ve dün Fenerbahçe-Kayseri maçında on binler tek ses tek yürek:
“Her yer rüşvet, her yer yolsuzluk...”
Selam sana Kadıköy, selam sana Türkiye Gençlik Birliği.
Bu ateşi siz yaktınız, yolunuz açık olsun!
ATV-Sabah ve Korkmaz Yiğit!
ATV ile Sabah’ı Kalyon İnşaat satın aldı, dediler ama bu matematiğe aykırı.
Öyle; çünkü Kalyon gibi eti-budu belli bir şirketin 1 küsur milyar dolara böyle satın almayı yapabilmesi eşyanın tabiatına aykırı.
Ayrıca basın sektörü rantabl yani kârlı bir sektör değil. Tersine zarar ediyor. Dolayısı ile hiçbir işadamı bu kadar büyük bir parayı kâr etmeyen ve gelecek bağlamında siyasi riskleri sinesinde barındıran bir medya kurumuna bağlamaz.
Realite bu ise bu satın alma nasıl ve niçin mi?
Onu savcılık soruşturması ile öğrenecektik ama engellendi.
Ancak engellenmeye rağmen şu söylenti ya da soru dillerdedir:
-İddia edildiği gibi bu satın almada büyük ihaleler alan 10 büyük grup 100’er milyon dolar vermiş midir? Vermemiş ise Kalyon hangi kaynak ya da kredi ile bu satın almayı yapmıştır?
Aha buraya yazıyorum. Gün gelecek bu konu bağlamında 10 tane Korkmaz Yiğit davası misali davalar açılacak.
En Tayyipçi Rıdvan!
Şükrü Saracoğlu Stadı’nda Başbakan’a karşı yapılan tezahüratları kınıyormuş.
Çünkü Tayyip Erdoğan iyi bir Fenerbahçeli imiş ve ülkeye büyük hizmetler yapmışmış.
En kahraman, pardon en Tayyipçi Rıdvan böyle diyor.
Bana bak Rıdvan Dilmen, Fenerbahçe sana babandan miras mı ki Tayyip’e peşkeş çekiyorsun?
Kimsin sen, böyle bir şey senin hakkın ve haddin olabilir mi?
Şike olayının perde gerisinde kimler niçin vardı, biz senden iyi biliyoruz.
Hem sen spor yorumcusu musun, AKP sözcüsü mü?
Amacın Erdoğan’a şirinlik ise Fenerbahçeyi kullanma, buna izin vermeyiz.
Fenerbahçe senin sermayen değil Rıdvan Efendi.


**********

Hırsızlar Nerede?

Arslan Bulut.,

Yolsuzluk operasyonu, Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerinin dilini çözdü. İyi de oldu. Böylece, paralel devlet dedikleri yapının milli orduya, milli istihbarata operasyon yaptığını itiraf ettiler. Son olarak AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in itirafı, meseleyi hâlâ anlamak istemeyenlere bir ders gibidir. Şahin, aslında irticanın ne demek olduğunu açıklamış, çok açık bir örnekle adeta tanımını yapmıştır. 

Mehmet Ali Şahin, Karabük’te “Önemli bir holdingin başında bulunan bir kişi hakkında bir ceza davası var ve mahkûm olmuş. Yargıtay’da ‘cemaatin imamı’diye nitelendirilen kişi, ismi bende saklı, bu dosya ile ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu dosyanın kısa bir özeti ile birlikte Pensilvanya’ya göndermiş. Hoca efendi, ‘Adalet neyi gerektiriyorsa ona göre karar verin’demiş” diye konuşmuştu. 
Şahin, “Komutanınız ‘Falan yere gideceksiniz bayrağı falan yere dikeceksiniz’ dediğinde, siz, ‘Ben bağlı olduğum tarikat liderine bir sorayım’diye düşünürseniz orada disiplin olmaz. Yargıda böyle bir düşünceyle hareket edilirse o yargıda adalet tecelli eder mi? Emniyet’te eder mi? Ama maalesef bizim yargımızda da emniyetimizde de böyle bir yapı oluştu” demişti. 
Yargıtay hâkiminin temyiz makamı olarak Yargıtay’ı değil, Pensilvanya’yı görmesi veya bir subayın komutanı yerine tarikat liderinden emir alması, irticanın ta kendisidir. Dolayısıyla Türkiye’nin irticaya karşı ciddi bir eylem planına ihtiyacı vardır! 
Din istismarı öyle bir boyutlara vardı ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, cami balkonundan siyasi konuşma yaptı. Bu da irticanın açık bir örneğidir 
CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes, “Bir bakan caminin avlusundan, o ilin belediye başkanını da alıyor ve vatandaşa hitap ediyor. Bu dinin siyasallaştığının belgesidir. Dinimiz dindar görünenler, din kisvesi altında görünenler tarafından ayaklar altına alınıyor. Bu gidişat dinde, Antalya’da olan 6 şiddetindeki depremden daha fazla bir sarsıntıdır” dedi.  

*** 

19 Eylül 2004 tarihinde bu sütunda yayınladığım bir fıkrayı hatırladım. Fıkranın başlığı “Hırsızlar nerede?” şeklindeydi. 
Uzun yıllar İran’dan ayrı kalmış bir genç memleketine dönmüş. Hava alanından taksiyle Tahran’a giderken şoföre bir tütüncüde durmasını söylemiş. 
Şoför sormuş: 
-Tütüncüden ne alacaksın? 
-Sigara alacağım. 
-Beyim, sigara artık camilerde satılıyor. 
-Niçin?!
-Savaş dolayısıyla her şey karneye bağlandı. Gıda maddelerini, sigarayı imamlar dağıtıyor.
-Peki ama ibadet nerede yapılıyor? 
-Üniversitelerde! 
-İyi ama eğitim aksamıyor mu, eğitim nerede yapılıyor? 
-Hapishanelerde! 
-Hırsızlar, vurguncular nerede peki? 
-Onlar hükümette! 

***

İran’ın İslâmcı yönetimi bu fıkranın yazarı Daruş Şaygan’a hiç dokunmamıştı. Biz bu fıkrayı yayınladığımızda, “Kıssadan hisse; politik irade hırsız ise milli güç unsurları da hiçbir işe yaramaz!” demişiz. 
Nihat Genç ise bütün bu olayları değerlendirdiği son yazısında “1960’lı yıllarda başlayıp kısa sürede önce Orta Doğu sonra dünyayı kasırga gibi savuran İslamcılık İdeolojisi’nin, acılar dersler trajediler dolu yıkılışına şahit oluyoruz” tespitini yaptıktan sonra şöyle diyor: 
“Giyim kuşam tarzları, örgütlenme biçimleri, Batı’ya ve modernizme karşı kullandıkları söylem biçimleri, vs., Irak’ta Dava, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Türkiye’de Milli Görüş vs., bir devrin sonuna gelindi, an itibarıyla enkaz kaldıracak adamları dahi kalmadı, an itibariyle ’orada kimse var mı?’diye seslenecek bir el uzatacak insan yüzüne çıkacak yazarları kalmadı, tam bir infilak, yer yarıldı yerden pislik volkanı fışkırdı, ideoloji yok oldu.. Berlin Duvarı’nın yıkılıp Sovyetler’in çökmesi gibi Müslüman topraklarda, insana, siyasete, hayata musallat olup toplumu ortadan ikiye bölen bir büyük kara duvar yıkıldı..” 


******

Usta Hangi Hususta?

Hikmet Çetinkaya.,

Çık bakalım içinden nasıl çıkacaksın, duvara mı toslayacaksın, kutuları mı çıkaracaksın, dinlemeleri mi, çelik kasaları mı? 
Memleketin halleri ortada... 
Savcı var, yargı var! 
Cemaat! 
Din kardeşliği buraya kadar! 
Meydanları dolu olabilir o ayrı bir konu... 
Hep aynı hikâye, anlat anlatabildiğin kadar. 
Eski ortaklar, din kardeşliği, alkol yasağı... 
Ebelek, göbelek! 
Sen haykır haykırabildiğin kadar, paralel devlet, çete, örgütlü güç falan diye... 
Doğruluk payı var mıdır yok mudur, o çeteleşme nasıl yapılmıştır, sen benden daha iyi bilirsin be usta! 
***
Yapma, eyleme! 
Önceki gün yine gümbür gümbürdün, savcıya dokundurdun: 
“Orada bir savcı iş takip ediyor...” 
Ustam iktidar sensin, yeni mi öğrendin! 
Gereğini yapsaydın! 
İlle Fatih Belediye Başkanı’nın gözaltına alınmasını mı bekledin! 
Ya sana Akhisar’da evinin balkonundan ayakkabı kutusu gösteren kadını niçin gözaltına aldırdın?.. 
Suç mu ayakkabı kutusu göstermek? 
Nerede demokrasi ve özgürlükler? Nerede hukuk devleti? 
Eski darbeler, yeni darbeler... 
Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları... 
Boyoz ve balyoz... 
Milletin artık masal ve maval dinlemeye zamanı yok... 
Ya yürü yolsuzlukların üzerine ya da sus! 
***
Kasalar, masalar, takalar, seyre doymayıp bakanlar... 
Kurtar beni Paşam, büyük suçum var bağışla. 
Kimin eli kimin cebinde değil usta! 
Vallahi değil billahi değil... 
Akıllar karıştı... 
Paralel duruş, oldu paralel devlet! 
Elinde terazisi olmayan yargı... 
Şafak operasyonları, belediye başkanına iftira atan iş takipçisi savcı... 
Şu 17 Aralık depremi ve ortaya dökülen kutucuklar... 
Kasalar, masalar... 
Kaç çelik kasa vardı usta, söylesene! 
O günü anımsıyorum, Türkiye’de neler olduğunu... 
O soğuktan ölen çocukları, trafik kazasında can veren gencecik öğretmenleri... 
Yüreğim yangın yeri, canım sıkkın mı sıkkın! 
Geçmiş zaman masalları, hüzünler, dayanılmaz acılar... 
İşkenceler, ölümler! 
***
Masumiyet karinesinin 17 Aralık’ta gündeme gelişi, geçmişteki gözaltıları anımsatmıştı bana... 
Kim kime düşman şimdi? 
Cemaatin günahları çok usta, buna eyvallah ama ya o görevden alınan Bayraktar’ın giderken yaptığı açıklamaya ne dersin? 
Operasyon tartışmaları, komplo teorileri, iç düşman ve dış düşman... 
Evde bulunan çelik kasalar... 
Ayakkabı kutusu... 
Kamu bankasının genel müdürünün evindeki milyon dolarlar... 
Unutuldu. Halkbank’ın hedefte olmadığını bakan ve banka yönetimi açıkladı. 
Çünkü bankanın borsadaki hisselerinin yüzde 70’i yabancılarındı... 
Unutuldu bunlar usta! 
Unutturma, yürü üstüne yolsuzlukların... 
Kimseyi koruma, kollama... 
Varsa devlet içinde paralel devlet çıkar ortaya! 
***
Adalet Bakanı HSYK’ye bildiri yasağı koydu... 
Demek ki ucu iktidara dokundu! 
Bak, polis yanında, plastik mermiler ve TOMA’lar her yerde... 
Çık her şeyi açıkla... 
Açıklayamıyorsan hiç konuşma! 
Tarikatların, cemaatlerin ne olduğunu biliriz be usta... 
Ak medyayı, kara medyayı tanırız! 
Geçmişte darbeci paşalarla nasıl iş tuttuklarını, 1982 Anayasası’na nasıl “evet” oyu verdiklerini, 28 Şubat’ta okullarının anahtarlarını hangi paşamıza vermek istediklerini... 
Biliriz hangi siyasilerin hangi şeyhin elini öptüğünü! 
Sen de bilirsin usta bizim bildiğimiz kadar! 
Susurluk’u, Çiller özel örgütünü, o kanlı infazları, cinayetleri... 
JİTEM’i usta JİTEM’i... 
***
Piyasa düzenini soygun düzenine dönüştürenler, dağları, ovaları yağmalatıp, çokuluslu şirketlere peşkeş çekenler... 
Bu ülkede bilinmez mi hiç! 
Şimdi köşeye sıkıştın be usta... 
Usta ne diyorsun bu hususta?  


****


2013: Çarpışma Yılı

Mehmet Ali Güller.,

2013’ün son gününe girdik. İleride bu yılın Türkiye’nin aydınlık tarihinde çok önemli bir viraj olduğu yazılacaktır.
Gerçekten de oldukça sıcak, hareketli, büyük olayların sahnelendiği tarihi bir yıl oldu. 
Bize göre bu yılın hepsi birbirine bağlı beş önemli olayı vardı:
1) Öcalan açılımı
2013’ün ilk çeyreği, Öcalan’ın Erdoğan’a yazdığı biat mektubu sonrası başlayan “çözüm süresiyle” geçti. Bu süreçte AKP ile PKK mutabakat yaptı ve 3 aşamalı bir plan üzerinde anlaştı:
Belli bir tarihe kadar ateşkes yürütülerek halka “bak cenaze gelmiyor” denilecek ve bölünme perdelenecek. O zaman dilimi içerisinde toplum AKP’nin “akil adamları” tarafından son aşamaya hazırlanacak ve en sonunda da özerklik ilan edilecek!
Devamında ise PKK’nin Büyük Kürdistan için Suriye ve İran’da kullanılması hedefi vardı.
2) Haziran ayaklanması
Ancak Haziran’da dünya halk hareketleri tarihine geçecek bir gelişme yaşandı. Türkiye, 80 ilde ayağa kalktı. 40 gün boyunca Türkiye’nin dört bir tarafında AKP Hükümeti karşıtı eylemler gelişti.
Emekçisi, öğrencisi, aydını ayaklandı... Sosyalisti, Kemalist’i, Ulusalcısı, Millicisi ayaklandı... Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, hele de genci meydanlara bağımsızlık ve özgürlük andı yazdı. Şehitler verdi, yaralandı ama geri adım atmadı!
Bu 40 gün içerisinde AKP hükümeti kelimenin gerçek anlamıyla sallandı, sarsıldı... Daha 17 Mayıs’ta Obama’yla Beyaz Saray’ın bahçesinde mutluluk pozları veren, daha iki hafta önce “oyumuz yüzde 52” diyen Erdoğan, Haziran’da iktidardan düştü!
Evet, Erdoğan iktidarını kaybetti, sadece hükümetini koruyabildi. İktidarını kaybeden bir hükümet de, yaptığı mutabakatları ve önüne konulan planları gerçekleştiremedi. 
Haziran Ayaklanmasının en önemli sonuçlarından biri AKP-PKK ortaklığıyla yürütülen çözüm sürecini, daha doğrusu Türkiye’nin çözülmesi sürecini durdurmasıydı.
3) Bölünme anayasası çöpe
Haziran Ayaklanması sadece Öcalan Açılımı’nı değil, Yeni Anayasa sürecini de ortadan kaldırdı. Özerklik ilan edilerek federatif bir yapıya götürülecek olan Türkiye’nin bölünme anayasası, Haziran’da ayağa kalkmış Türk milletine rağmen çıkarılamazdı. Nitekim yılın üçüncü çeyreğinde iflası ilan edildi!
Böylece Yeni Anayasa içinde başkanlık sistemini getirmeyi ve başkan olmayı planlayan Erdoğan’ın hayali de ortadan kalktı!
4) Gladyo içi hesaplaşma
Yılın son çeyreğine girerken AKP ile Cemaat dershaneler konusunda kıran kırana bir çarpışmaya girdi. Mücadelenin ikinci aşamasında kasetler ve belgeler servis edildi. Erdoğan tam Cemaate yönelik büyük bir operasyona hazırlanırken, Cemaat ön aldı ve yolsuzluk operasyonu başlattı. 
Olay sadece bir çıkar çatışması ya da yolsuzluk meselesi değildi elbette... Sistem çökmüş, rejim kokuşmuş ve zayıflayan ABD’nin kumanda ettiği Gladyo yarılmıştı. Kısacası Gladyo içi bir çarpışma yaşanıyordu Türkiye’de ve kaynağı da aslında Haziran Ayaklanması’ydı. Haziran’da milyonlar ayağa kalktığı için hedefindeki kuvvetler çözülmeye ve dağılmaya başlamıştı...
5) AİHM’in ‘soykırım yalanı’ kararı
Yılın son ayına girilirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) Türkiye için çok önemli bir karar çıktı. AİHM, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in İsviçre aleyhine 2008’de yaptığı başvuruyu karara bağladı. AİHM, Perinçek’i haklı buldu ve İsviçre’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesini ihlal ettiğine karar verdi.
Bu kararla birlikte Türkiye, Batı merkezli “Ermeni soykırımı” yalanlarını püskürtmüş ve 2015 yılında Ankara’ya yapılacak ağır baskıya karşı uluslararası hukuku arkasına almış oldu. 
Yolsuzluk operasyonu tartışmaları sırasında hak ettiği önemi göremeyen bu gelişme, Türkiye’nin yarınları için olağanüstü önemliydi ve dış politikada bir milat demekti!
Evet, 2003 böyle geçti. Yarın, yani 2004’ün ilk gününde, çarpışma yılından çözüm yılına geçtiğimizi anlatacağız. 
Aydınlık bir yeni yıla giriyoruz, şimdiden kutlu olsun.


************


Önce hesap ver, Sonra hesap sor!

Hasan Demir.,

Hesap vermesi gerekenler nasıl hesap sorabilir ki?    Yolsuzlukla mücadele söz konusu olduğunda kendilerine güvenmememiz için ne kadar sebep varsa onların cümlesi bizzat Erdoğan üretimidir.
Kombassan’ı, Yimpaş’ı, Jet Fadıl’ı, İhlâs Finans’ı unutmuş değiliz. Cümlesi “İslâmi Holding”ti ve cümlesinin bir yerlerinde RP vardı, o günlerde RP çatısı altında siyaset yapan Erdoğan ve pek çok AKP’li bulunuyordu. Bu hesaplar Başbakan olduğunda Erdoğan’ın önüne konulunca verilen cevaplar insanın aklını dumura uğratacak ağırlıkta oldu. 
Almanya’da Türk vatandaşlarının katıldığı bir toplantıya katılan Erdoğan, Avrupa Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Demirci’nin bu holdinglere para kaptıran mağdurlar adına talepte bulununca, “1 milyon kişi para verdi deniyor. 1 milyon kişi bu parayı hangi evrak karşılığında verdi” diye küplere bindi. Erdoğan bilmiyor muydu, bu paraların makbuz karşılığı toplanmadığını? Bal gibi biliyordu.
O günlerde Kanal 7’nin kurulması için Almanya da cami cami dolaşan Kombassan Başkanı Haşim Bayram bakınız neler diyordu:
“Bismillahirrahmanirrahim. Birlikte utanmadan seyredebileceğimiz bir TV kanalı çalışmalarının yapıldığını söylemiştim. (...) Kâr zarar ortaklığı üzerine çalışan Yeni Dünya İletişim A.Ş. isimli bir şirket kuruldu. 
Kardeşlerim; şimdi kâr zarar ortaklığı üzerine çalışıyor şirket. Yalnız ben hemen şunu belirteyim: Kâr zarar ortaklıkta ben televizyonu sadece maddi kâr gibi düşünen bir insanlarla yola çıkmak istemem. Bunun manevi kârından dolayı ortak olursam, ondan dolayı ortak olmak isterim diyen insanlar lazım bize.” 
Avrupalının en ağır işlerinde ailesinin rızkı için çalışan insanlar Haşim Bayram ve beraberindekilerin bu sözleri üzerine “Allah’ın rızasını kazanmak” ve “Cihat sevabı almak” için yüz milyarlarca Mark, kilolarca altın verdi. Aynı usulle Türkiye içinde de paralar toplandı, kadınlar kollarındaki bileziklerini sıyırdılar. Ben nicelerine şahit oldum.
“Kâr Zarar” ortaklığı masalı ile Yozgat Merkezli Yimpaş kuruldu. Ticareti gayrimillî unsurların elinden almak iddiası ile kurulan Yimpaş da Kombassan gibi milletin alın terini, gurbetçinin onlarca yıllık birikimini sermaye yaptı ve ortalıktan kayboldu. Sonra duydu ki, Yimpaş Rusya Federasyonu ve ondan kopmuş ülkede milyonlarca dolarlık şirketler kurmuş, hükümetin içli dışlı olduğu Gazprom’la ortaklığa gitmiş. Kâr etmeyen bir şirket bu devasa yatırımları nasıl yapabilir? İyi de, Yimpaş’a alın terini veren Türk insanı ve gurbetçilerin paraları nerede? Kombassan’ın başına gelen Yimpaş’ın da başına geldi. Ve Erdoğan partisini kurduğunda bu şirketin avukatlarını da AKP’de kurucular arasına aldı, Meclis’e taşıdı.
İhlâs Finans mağdurlarına da devletin icra organı olarak hükümetin başı Erdoğan sahip 
çıktı mı?
Hayır...
Deniz Feneri e.V. Davası’nı biliyorsunuz. İddianameden bir kesit sunalım:
“Hiyerarşinin üst kademeleri, talimatı verenler ve asıl suçu işleyenler Türkiye’de.” (Alman hakim Dr. Johann Müler)
“Türk polisine yazı yazdım ve işbirliği yapmalarını istedim. Bana, ‘Bu konuda uluslararası polisiye işbirliğini gerektirecek bir durum yoktur,’ diye cevap verdiler.” (Frankfurt Kriminal Polis Şefi Alexander Böhm)
“Bana ne Deniz Feneri’nden!” (Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin)
Şimdi Başbakan çıkıyor meydanlarda bas bas bağırıyor:
“Babamın oğlu olsa hesabın sorarız!” 
Böyle bir sicil varken biz sizin bu sözlerinize nasıl inanalım? 
Üstelik soruşturma açan savcıları ve savcıların emrinde çalışan polisleri doğrayıp, iddianamede suçlu olarak gösterilenler için, “Onlar hayırsever insanlardır” diye yargıyı etkilemeye çalışırken...

**********


Soruşturmaları Örtme Çabası…

Cüneyt Arcayürek

Meydan meydan geziyor; ta ki yolsuzluk ve rüşvet olaylarıyla üstüne çöken kâbustan kurtuluncaya dek… 
Acaba ülke AKP kâbusundan kurtulabilecek mi? 
Soruyu yanıtlayacak tek olanak var: 
Şayet bu ülkenin insanlarında insafın zerresi varsa; RTE’nin meydan meydan gezerek yolsuzluk iddialarını, iktidarını karalamaya, devirmeye yönelik darbe girişimleridir palavrasını yutar ve.. 
…elindeki tek demokratik silahı kullanarak artık ne olduğu ve olacağı bilinen bu Başbakan’a oy vermezlerse, ancak o zaman aydınlık günler gelebilir... 
Oysa kutu kutu dolarların üstünü korkuyla örtmeye çalışacağına ufak bir işaret, maile pazar gezisinin bir durağı olan Akhisar’da yaşandı. 
Bir kadın, sonradan öğrenildi ki emekli, maaşı ile geçinemeyen bir kadın; yaşamsal sorununu RTE’ye ayakkabı kutusu göstererek anlatmaya çalışmış. Polis kadını oracıkta yaka paça gözatına almış.
Gezi eylemlerine katılmak yasak… Dershaneleri kapatmaya karşı çıkmak yasak ve bu toplumsal olaylar, hükümeti, daha doğrusu bulunmaz Hint kumaşı sanki, başbakanlarını devirme girişimi..
…bu sallama saplantılara ek olarak şimdi yolsuzluk ve rüşvet sotuşturmasını açan savcıyı darbe yapmaya çağırdı diye suçluyorlar.. 
Ayakkabı kutusunu RTE’ye göstermek, suç sayılır hale geldi, geliyor.

***
Memleketi gül gibi yönetiyorlarmış da 11 yıldır iktidara paralel, devlet içinde devlet dediği çeteleri on, on beş gün önce dört bakanın kabine dışında kalmasına önayak olan ilk yolsuzluk soruşturması ile anlayıvermişler. 
Kim inanır bu palavra gerekçeye ve bu çetelere savaş açan RTE’nin yolsuzlukları darbe gösteren meydan konuşmalarına
İçişleri Bakanı Erkan Ala da ezelden AKP’li olduğunu, daha doğrusu müsteşarlık görevindeyken bile iktidarla iç içe ve emrinde olduğunu kanıtlayan ve dünün ünlü siyasetçilerine parmak ısırtacak ustalıkta bir siyasetçi gibi iktidarın yolsuzlukları örtme çabalarına katkıda bulunan açıklamalar yapıyor.
Başbakan’ın örtme çabalarına da Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin bir örnek veriyor: 
“Yargıtay’da cemaatin imamı diye nitelendirilen bir kişi varmış. Kendisini tanıyormuş. İsmi bende saklı diyor. Bu kişi bir holdingin başındaki şahsın dosyasıyla ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu Pensilvanya’ya (ABD’de Fethullah Gülen’in yaşadığı yer) gönderdi.”
O günden bugüne bu konuda sesi çıkmayan bakanın, o sırada hükümete gerekli bilgiyi vererek Yargıtay’da cemaatin imamı diye nitelenen üye hakkında gerekli kovuşturmanın veya soruşturmanın yapılmasını sağlayacak girişimlerde neden bulunmadığını bugün söylemiyor.
Söyleyemiyor; zira eski müsteşar; o sıralarda, sonradan “cemaat ne istediyse verdiğini itiraf eden” Başbakan’a bağlı.
Eski müsteşar bugün bu olayı neden açıklıyor. O günlerde susmak zorunda.
Çünkü o günlerde iktidarla gül gibi geçinen ve bu hoşgörü döneminde devlet içinde yuvalanan, şimdi devlet içinde çeteleştiğini söylediği bir cemaat yok!

***
Başbakan yönetmelik değişikliğiyle önlediği 100 milyarlık ikinci soruşturmayla; İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya göre, “Başbakan’ın evlatlarına çamur bulaştırmak isteniyor.”
Başbakan ise meydanlarda “Babamın oğlu da olsa yolsuzluk yaptı ise gözünün yaşına bakmam” diyor, ama oğlu Bilal hakkında da soruşturma başlatılacağı haberi gelince.. 
...yüksekten atan bütün afralar tafralar zınk diye stop ediyor. 
Oğlumuz Bilal’in 2 Ocak’ta savcılığa gitmesini engellemek amacıyla bir gecede adli kolluk yönetmeliğinde değişiklik yapıveriyor:
Savcının polise talimatını yerine getirmesini engelleyen bu değişiklik anayasa ve kimi yasalara aykırı.
Kim açıklıyor bu gerçeği: Yüksek Savcılar ve Hâkimler Kurulu... 
Aynı gün ardından Danıştay da yürütmeyi durdurma kararı veriyor. 
Başbakan’a ve yeni Adalet Bakanı’na göre, asıl HSYK’nin kararı anayasaya aykırı ve üstelik Danıştay’ı etkilemek için alınan bir karar!

***
Üstünü Örtebilmek için soruşturmaları başka yönlere saptırmaya çalışan bu hükümetle dal budak salmış yolsuzluk ve rüşvet olaylarının üstüne gidilebilir mi?
Yargının bağımsızlığı korunabilir ve hukukun üstünlüğü sağlanabilir mi? 
Soruları yanıtlayacak, elbette evet diyecek tek bir kişi var. 
O da yargıyı baskı altında tutan, hukukun üstünlüğünü koruduğu ve savunduğunu iddia eden, ama aksine uygulamalarıyla ünlenen tek bir kişi:
O da ne yazık ki anayasasında sosyal, laik ve hukuk devleti olduğu yazılı bu ülkenin Başbakanı: RTE!


***

YETER ARTIK.., İÇİMİZ YANIYOR..

Son 2 günde 34 şehit, 35 yaralı verdik. Son 2 haftanın toplamındaki şehit sayımız 55 civarında, yaralı sayımız 60-70’i buldu. Ortada dolaşan başka rakamlar var; bunlar doğru mu, değil mi ya da ÖSO ve SMO ile mi, değil mi bilemiyoruz. Bildiğimiz, rakamlar önem arz etse de maalesef şehitlerimizin fazla önem arz etmediği hissine kapılmamızdır.

“Şehitlerin kanı yerde kalmayacak, intikamları alınacak” sözleri kimleri rahatlatıyor, bilemeyiz ama biz acayip derecede rahatsızız:

    Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin terörle ve terör unsurlarıyla mücadelesinde yanındayız. Sınır güvenliğini sağlama noktasında aldığı ve alabileceği tedbirlerin arkasındayız. Ama bunun ortak akılla yapılması gerekir.
    Şehitlerimize sebep olan güçler kimlerse tam hesap sorulmalıdır. Rejim Güçleri’nin hem arkasında, hem ortasında, hem önünde Rusya’nın olduğunu bildiğimiz halde neden Rusya’dan hesap sormuyoruz?
    5-6 Mart’ta Erdoğan’la Putin arasında yapılacak görüşmeyi niye iptal etmiyoruz. İki haftada hem Suriye hem de Libya’da 60’a yakın şehit vermemize sebep olan Rusya Askerî Heyetleri ile müzakereleri askıya almak gibi bir tedbir niçin düşünülmez?

    Tek bir günde gelen 33 şehit için yas ilân edilmeyecekse bu ‘y’, ‘a’, ‘s’ harfleri ne işe yarıyor?
    Perşembe gecesinden Cuma günü için okunan selâları şehitlerimizden niçin esirgedik. Diyanet, İdlip Şehitlerini hutbe konusu yaptı sağ olsun ama gıyabî cenaze namazları hep başka milletlerin kayıplarında mı kılınacak?
    NATO’nun acil toplantısı doğru bir hareket te TBMM niçin ‘acil toplantıya çağrılmaz?
    Millî birlik ve beraberlik demek feci şekilde katledilen ve cenazelerini bile nakilde büyük zorluklar yaşadığımız Anadolu evlatları için TV’lerdeki dizileri, yarışma programlarını; Lig müsabakalarını ve sâir etkinlikleri iptal ederek acıyı ruhumuza banarak ortak hissiyatı yaşatmak değil miydi?
    Sığınmacıların salınması ne kadar sıkıntıda olduğumuzun göstergesi; peki 9 yıldır demografik dengemizin bozulmasının millî bütünlüğümüzü tehdit ettiğini söyleyenlere özrü bırakın bundan sonra danışılacak mı?
    STK’lar, sendikalar ve meslek odaları “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”li yürüyüşler için izin mi bekliyor?
    Askerimizin hava desteği olmadan ve kara bağlantısı olmayan yerlere sürülmesi nasıl bir taktiktir? 

Canımız ciğerden yandı. Ne Amerikane Rusya, büyük devletlere güvenilemeyeceğini çok acı bir şekilde bir daha tecrübe ettik. Birbirimize sahip çıkmaktan başka çıkışımız yok. Ama böyle zamanda bile muhasebeyapmayacaksak tarih bizi tekerine toz yapar. 

Kanın, gözyaşının ve göç hareketlerinin hiç eksik olmadığı Balkanlar – Kafkaslar – Ortadoğuüçgeninin orta yerinde yaşıyorsanız herkesten daha fazla akıl ve stratejiüretmeniz lâzım gelir. Lütfen futboldan yaşamın her alanına yayılan siyasî tarafgirliklerişehit cenazeleri söz konusu olduğunda yutun. Ve başka şehit cenazeleri görmemek için kolektif aklı kullanarak sinerji üretelim.
O da sivil hayatta emir-komutaylaolmaz, sorgulamaylave bilinçli destekleolur.

Son olarak; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarında “Reis bizi Afrin’e götür” diyenleri hep beraber İdlip’te Mehmetçiğimize sivil kalkan olmayaçağırıyoruz. Bari bir işe yarayalım ve sessiz yapraklar gibi düşen çocuklarımızın sınır boylarına yayılan kokusunu duyumsayalım.
                                              

KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI
Yönetim Kurulu 

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/


***

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 3

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 3



Diktatöre…

Bekir Coşkun.,

Seni anlayabiliyorum aslında…
İki kişi konuşurken, bir kişinin daha orada olduğunu düşünüyorsundur…
Bu bakımdan cümleleri anlaşılmaz hale getirerek söylüyorsundur; “Onu da öyle yapınca, bakalım şeyi de nasıl olsa oraya koymamız lazım” gibi…
*
Ben sana söyleyeyim…
Şu odandaki saksı…
Dikkat et…
*
Saksıya kötü kötü bakıyorsun…
Dinleyebilir seni çünkü…
Kimse yokken usulca yaklaşıp arkasına göz attın… Sonra “r” harfi pozisyonunda boynunu uzatıp içine baktın, eminim…
Böcek var mı?
Arkasından işaretparmağını uzatıp toprağını eşeledin…
Birisi geldiğinde, zıplayıp geri çekildin… Parmağının çamurunu görmesinler diye elini cebine soktun…
Biliyorum…
Gözünü şüpheli saksıdan ayıramadın…
Yalnız kalınca yine yavaşça saksıya…
*
Eşine, çocuklarına tembih ettin:
“Her şeye koyarlar… Şimdi bakıyorsun sanki yok… Ama burada öyle söylersin, o gider bakarsın öte yana bildirmiş… Ne söyleyeceksen gideceksin beriye…”
Nereye?..
Bizler on yıldır yaşadık, biliriz yani…
*
Şüphelendiğin şeyler:
Priz, abajur, tablo, çerçeveler, portmanto, sehpa, kalemlik, masa, koltuklar, duvar…
Evet, duvarlardan dahi şüpheleniyorsundur, yıktırma sakın…
*
Biliriz…
Sabahları her kapı çalındığında irkildi Atatürkçü yurtseverler…
Arkadaşlarımızı alıp götürdüler… Sözünü ettiğin o “devletin içindeki çete” sana çalışıyordu o zamanlar… Ve günahsız insanlar düzmece kanıtlarla götürüldükçe, şöyle diyordun:
“Yargı bağımsız, götürmüş, soracak tabii…”
Şimdi iş sana ve çocuklarına dönünce…
*
Ama yurtseverler götürüldüler…
Kimisi orada öldü… Kimisinin yaşamının en güzel yılları alındı elinden… Kimisi hâlâ hücrede…
Yuvalar söndü, çocuklar babasız kaldılar…
Annelerin, sevgililerin gözyaşları geceler boyu dinmedi…
Karanlıkta çığlıklar yankılandı sabahlara kadar…
*
Sıra sende…
Çünkü sahip çıktığın, barındırdığın, kullandığın o ahlaksız tuzağın dostluğu olmaz…
*
Seni izleyen kendi günahındır o…
Saksıya dikkat et…


***********

Şunları Söyledi;

Ahmet Takan

3 Kasım 2002’den sonra;

Başbakan Recep Erdoğan;

“Millet adına savcıyım. Çünkü kim kimlerin avukatlığına soyunmuş bunlar çok önemli. Biz kendimize hiçbir vasıf tayin etmemişken bize de savcılık görevini sağ olsun onlar veriyor. Bu da güzel bir şey. Niye savcı millet adına vardır, iddia makamı millet adına ordadır, biz de millet adına evet hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım.” (15 Temmuz 2008)

Başbakan Recep Erdoğan;

“Eğer bugün hâkimlerimiz, savcılarımız hiçbir baskı ve tehdide boyun eğmeden görevlerini yapabiliyorlarsa, güven verici bir gelişmedir. Bundan kim neden rahatsız olabilir? Bunu kim, neden engellemeye çalışabilir? Bakınız ortada son derece ağır, son derece vahim iddialar var. Anayasamıza, yasalarımıza göre suç teşkil eden ithamlar var. Bırakalım yargı işlesin, bırakalım hukuk işlesin. Bırakalım ak ile kara ortaya çıksın. Süreci bulandırarak, hâkimleri, savcıları tehdit ederek hiç kimse bir yere varamaz.” (21 Nisan 2009)
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;
 “Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah’a çok şükür ediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş. Neler var neler... Konuşuldukça bu ülkede neler varmış, kimler ne yapmış, kimler kimlerle işbirliği yapmış, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü kimler dinamitlemiş... AK Parti iktidarı bütün bunlara karşı nasıl dimdik ayakta kalmış bunu görüyoruz.”  (12 Mart 2009)

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik;

“Sayın Türkân Saylan, bazı kız çocuklarına Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği faaliyetleri kapsamında burs verdiği için bu soruşturmaya konu değil. Sayın Haberal organ nakli yaptığı için, iyi bir cerrah olduğu için içeri alınmıyor. Netice itibariyle kimse sorgulanmaz, hesap sorulmaz, dokunulmaz konumda değildir.” (17 Mart 2011)

Başbakan Recep Erdoğan;

“Son günlerde bazı iddialarla ilgili başlatılan yargı sürecini biz de dikkatle izliyoruz. Emekli ve muvazzaf bazı askerlere yönelik bir süreç başlatıldı. Bu süreç yargının tasarrufu altında ilerliyor. Ak ile karanın ortaya çıkması; sürecin hassasiyetle ilerlemesi, kamuoyuna tatmin edecek kararların verilebilmesi için herkesin bu noktada yargıya ve yargı süreçlerine saygı duyması şart. Bu konuda duyarlı, hassas olması herkes için geçerli. Bu işleri hükümetle ilişkilendirenler, kusura bakmasınlar hezeyan içindedirler. Birileri yargıya, siyasi müdahalelerde bulunmaya, davalara yön vermeye alışık olabilir. Bizim de böyle yaptığımızı düşünebilir veya birileri böyle bir temenni içinde olabilirler. Bizim yürütme olarak görevimiz bellidir, yetkimiz bellidir. Kimse hükümeti bu tür spekülasyonlara alet etme yanlışına düşmesin. Başta ana muhalefet partisinin genel başkanı olmak üzere, herkesi bu noktada sağduyulu ve özellikle de sorumlu davranmaya davet ediyorum. Yargının işleyişini güçleştirecek, yargıyı töhmet altında bıraktıracak, çalışmasını engelleyecek girişimler adaletin tecellisine katkı sağlamayacağı gibi, şüphelerin aydınlığa kavuşmasını da engelleyecektir.” (15 Şubat 2011)

Başbakan Recep Erdoğan;

 “Ergenekon’da verilmiş karar nihai karar değildir. Ergenekon Davası ile ilgili kanaatimde sapma söz konusu değil. Temenni ederiz ki adalet hakkıyla tecelli eder. Gerek ana muhalefetin, gerek diğer muhalefetin bu süreçle ilgili yaptığı açıklamalar çok çirkin. (Yargı organı istediğim kararı verdiği zaman iyi, istemediğim kararı verdiği zaman kötü) gibi bir niyet olmaz. Muhalefet partisinin genel başkanının yaptığı açıklamalar suç teşkil etmektedir. (Bu mahkemelerin hakimlerini savcıları tanımıyoruz) gibi ifadeler yargıya müdahale gibi bir anlayışın içerisine girmektedir. Türkiye’de siyaset yapmanın edebinin ne noktaya geldiğini gösteriyor bu. Bu şekilde bir siyaset yapılamaz.” (8 Ağustos 2013) 
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;

“Allah o savcılardan razı olsun ki hiçbir tehdide aldırış etmeden, hiçbir şeyden korkmadan soruşturmalarını çok güzel bir şekilde yaptılar, mahkemeler de incelemelerini yaptı, yargı kararını verdi. Biz şimdi hiçbir şeyden korkmuyoruz.Hükümet sadece siyasi olarak bu işin arkasında durdu. Çünkü başka hiçbir insan, savcı olsun hâkim olsun bunları yargılama gücü veremezdi.” (3 Eylül 2012)

(E) Adalet Bakanı Sadullah Ergin;

“Yeni yasa (HSYK) ile kurul, bağımsız bir yapıya kavuşuyor. Görev ve yetkilerini kullanırken hiçbir organ, makam, merci veya kişi, bu kurula talimat veremeyecek. Adalet, tarafsızlık, doğruluk, tutarlılık, eşitlik ve liyakat çerçevesinde görev yapacak” (10 Aralık 2010)

AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ (Y. Adalet Bakanı);
“HSYK’nın çaycısı, bütçesi, oturacağı koltuğu bile yoktu, her şeyiyle göbeğine kadar Adalet Bakanlığı’na bağlıydı. Artık Adalet Bakanı karışamayacak, görüş serdedemeyecek.” (10 Aralık 2010)
17 Aralık 2013’ten sonra;
Başbakan Recep Erdoğan;
“HSYK’yı yargılarım...” 
“Bu savcı kimin savcısı?.. Bu nasıl savcı...” 
“O savcıyla daha işimiz var...” 
“Orada bu savcı iş takip ediyor...” 
Ve 30 Aralık 2013 sabahı gelinen nokta; Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, HSYK’nın yetkisini elinden aldı, “Tek ben açıklama yapacağım” dedi.
Meşhur bir Türk sözü gündeme nasıl da cuk oturdu. Değil mi?
“Eskiden yediğin hurmalar, şimdi sizleri tırmalar...” 


****************

İki Ucu Pisli Değnek

Zahide Uçar

Rezilliğin, sefaletin ülkeyi sardığı şu günlerde F Çete ile AK Çete en aşağılık yöntem ve söylemle birbiriyle savaşıyor. Ortakların kurduğu Kırk Harami Düzeni AK Yolsuzluk üzerinden çatladı. O çatlaktan ülkenin üzerine ahlaksızlık, yalan, pislik akmaya başladı.
AK Çetenin başı aklını yitirmiş bir deli gibi saldırıyor. 
“Sesiniz çok yüksek çıkıyor Tayyip Bey; sesinizin herkesten çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir.“
Ne demiştiniz Davos’da Perez’e? “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın, biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir.“ 
Şimdi siz bas bas bağırıyorsunuz. Gözleriniz yuvalarından fırlamış, gürültü kirliliği yaratacak kadar çok bağırıyorsunuz. Sesinizin herkesten çok yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereği midir(!)?..
İttifak çatladı.
Bu milletin kavgası olmayan bir kavga… Küresel çetenin oyun sahası haline getirilen ülkemde kartlar yeniden karılıyor. 
11 Yıllık devr-i zulmün hukuk katili AK Çetenin başı, kendi elleriyle katlettiği yargıdan şikayet ediyor(!).. Oysa Adalet Bakanlığı bürokratlarını Yargıtay’a yerleştirmek için ne tezgahlar kurmuşlardı. 12 Eylül 1980 Darbesini kullanarak sivil bir 12 Eylül darbesi yapmışlardı. İstedikleri yargı değişikliğinden sonra yeni yargı mensuplarının altına özel arabalar bile çekmişlerdi.
Biz iki ucu boklu bu değneğin hiçbir ucuna taraf olmayacağız. Kimin koynunda gebe kaldılarsa, çareyi orada arayacaklar.
Bizi ilgilendiren kısım;

Ülkemizin düşürüldüğü utanç verici durumdur.

11 Yıldır soyulup soğana çevrilen ülkemizdir. Ordusundan polisine, milli eğitiminden diyanetine, sağlıktan tarıma çökertilen kurumlarımızdır. Yok edilen hukuktur, yargıdır. Talan edilen milli varlıklarımız, yok edilen sınırlarımız, işgal edilen adalarımızdır.
Erdoğan ve çetesi dış müdahaleden şikayet ediyor. Oysa “Tayyip Erdoğan ve ekibinin, AKP'yi kurma aşamasında ABD Büyükelçiliğinde görevli üst düzey mason, müsteşar Lawrence ile sık sık görüştükleri ve yine Abdullah Gül'ün İngiltere Büyükelçisi Sir David Logan'ı makamında ziyaret edip parti çalışmaları hakkında bilgilendirdiği” basına sızmıştı.
 Tayyip Erdoğan'ın AKP'yi kurmadan önce “18 Temmuz 2001'de İsrail büyükelçisi David Sultan'la bir görüşme yaptığı” ve Büyükelçiye "yeni oluşacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği" yolunda garanti verdiği yazıldı. David Sultan, uzun yıllar İsrail ordusunda görev yaptıktan sonra dışişleri kadrosuna alınan azılı bir İslam düşmanıydı...
Bilderberg’ci Fehmi Koru; “Verilecek askeri istihbarat karşılığı Paşaların ve ABD muhaliflerinin tutuklanması kararı Erdoğan-Bush görüşmesinde alındı.” Demişti. Bugüne kadar yalanlanmadı.
Ergenekon soruşturması gelecekte üniversitelerde “ibret olsun diye” ders olarak okutulması gereken bir iddianamedir. 
Tezgahın piyasaya verildiği günlerde soruşturma ve tutuklamalar bir kısım medya ile birlikte yürütülüyor kanaati oluşmuştu. Sanıklar mahkemeye çıkmadan suçlu ilan ediliyordu. İçeri alınanlar ve o insanlarla konuşan herkesin kimliği, telefon numaraları, açık ev adresleri Zaman ve Sabah gazetelerinin internet sayfalarından yayınlanarak bu insanlar adeta hedef haline getirilmişti. Bu iddianame aynı zamanda bir fişleme halini almıştı. O dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı bu rezilliği seyretti.
Taraf Gazetesi Ergenekon yargılamaları için; “1923'te kuruldu, 2008'de arınıyor." başlığı attı. Taraf'a devlet reklamları veriliyordu.
Yandaş medya aylarca büyük bir şehvetle tam tam dansları yaptı. “Yıllarca sürecek süreç” diye yayınlar yaparak aba altından sopa gösterildi. Ortaçağ zihniyetinin cadı avcıları gibi muhalif avcılığı yapıldı. İsim vererek; “onu da al, onu da al” diye hedef gösterip yargıya baskı yaptılar. Hukuk, adalet, insanlık katlediliyormuş, kimin umurunda? Hukuksuzluğun bir gün kendilerini de vurabileceğini görmekten acizler.(16.12.2008- Bir Gören Var mı? Başlıklı yazımdan)
AKP’nin 11 yıldır işlediği hukuk cinayetlerinden kısa örnekler verelim: 

1-Başvekil Cem Uzan hakkında konuşuyor. Söylediği söz tüyler ürpertici. Ne diyor Başvekil? ‘’İstediğin kadar dava kazan, ben sağ olduğum sürece hiçbir şeyi geri alamayacaksın’’. İşte hukuk devletini sırtından bıçaklamak budur. Demek ki Uzan davasını kişiselleştirmiş. (Yazık Bu Ülkeye başlık yazımdan.. 17.07.2007)
2-Ve olayın kodları aslında Bakan Şahin’in sözlerinde gizlidir. Ne diyor Bakan Şahin?

“-Son operasyon birilerine ders oldu”. 

Bir operasyonun ders olsun diye yapıldığını da ilk defa duyuyorum(!). Hem de bir bakan ağzından. (İkisi Fazla, Bir Asena Yeter başlıklı yazımdan… 30.01.2008)
Not: Şimdi kendisine soruyorum:
Bu yolsuzluk operasyonları da size ders oldu mu?
3-AKP ‘ye kapatma davası açıldı ya? AKP’li vekiller Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisi (AKPM) başkanı Puig’den medet umuyor. Ve kapatma ile ilgili beyanat vermeleri için AKPM sözcüsünden hiç utanmadan ricada bulunuyorlar... Vatansızlık demek ki böyle bir şey... (28.04.2008)
4-Yargısız infaza uğrayan Rahmetli Okkır’ı soran CHP’li vekile AKP'li Bakan ne cevap vermiş? "Siz de Ergenekoncu musunuz? " (14.07.2008)
5-Cargill İznik gölü civarında bulunan tarım arazisine kanunsuz olarak fabrika kurdu. Bursa 2. idare mahkemesi firmaya yapı ruhsatı verilmesine ilişkin kararı 2 defa durdurdu. Ve Erdoğan Bush'un ricası ile mısır şekerine olan kotanın kaldırılması ve Toprak Koruma Ve Arazi Kullanımı Kanunu'na ek madde ilave ederek (27-06-2006) günü jet hızı ile geçirip Cargill işini halletti. ABD'ye gittiğinde Türkiye'ye bile gelmeye sabredemeden ABD'den Bakanına "Cargill işini çözün" talimatı verdi.
6-Milli Eğitim Bakanı Çelik’i üniversitede yuhaladılar. Çelik; “Bunların ağa babaları içeride(!)” dedi.. Ergenekon sanıklarını çoktan mahkum etmişler. Bunlar hukuksuzluğu kendilerine şiar edinmişler. (Eylül 2008)
7-Dava başladığında, yani tutuklanmalarından bir yıl sonra avukatların eline 2500 sayfalık "ayrıntıları ile binlerce sayfalık" iddianame tutuşturuldu. Gazeteci Saygı Öztürk; "İddianame daha yayınlanmadan ve hazır denmeden önce Tuncay Güney bana gönderdi” dedi.
8-Can Ataklı’nın bir yazısına göre Türk Devletini terörist ülke yapan ve devlet sırrı olan bir belgeyi Savcı Bey yayınlamakta bir beis görmüyor. Belge Susurluk olayının başkahramanı Abdullah Çatlı ile ilgili. “Kutlu Savaş’ın raporunda devletin 1983 yılında Abdullah Çatlı’ya Fransa’da görev verdiği ve Çatlı’nın iki yılda Hollanda ve Fransa topraklarında 20 bombalama eylemi yaptığı” belirtiliyordu. Raporun bu bölümü “çok gizli devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle hiç açıklanmadı. Ama Ergenekon Savcısı bu belgeyi internet üzerinden herkesin ulaşabileceği şekilde davanın dosyasına koymakta bir sakınca görmedi.
9-Gazi Güder kendine gelen bir elektronik postayı rahmetli Kuddisi Okkır’a gönderdi diye 14 ay içeride yatmış. Yaşasın AKP adaleti, vicdanı ve yitirilen insanlık(!)… 
10-Erdoğan Deniz Feneri, Zahit Akman gibi konularda taraf olmuştur. Taraf olmakla kalmamış, deniz fenerini gündeme taşıyanlar tehdit edilmiştir. "Yargıya güvenin" diyen Başbakan, dokunulmazlıklar söz konusu olunca “yargıya güvenmediğini” ifade ediyor.(23.01.2009)
Deniz feneri hakkında dava açılmasını önleyemediler. Dava açan yargıçları yargıladılar. Yargıçlar beraat etti.
11-Arınç Ordu mensuplarına düzenlenen bir (F-CİA+AKP) operasyonu için; “Arı kovanına çomak soktuk” demişti.
12-KCK operasyonunda tutuklanan eski DEP’li Hatip Dicle mahkemede; Bakan Atalay’ın, 15 Ekim’de görüştüğü DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk’e “Müsteşarımı Diyarbakır’a gönderdim. Hakim ve savcılar ayarlandı, gelen PKK’lılar geldiği gibi geçecek” dediğini iddia etti. Bu beyan aslında bilinenin teyidi idi. Kandilden gelenler “önderliğimiz Sayın Öcalan’ın isteği ile geldik, pişman değiliz” dediler, Savcı ve Hakim pişman oldular diye yazdı(!).. PKK formaları ile geldiler, Savcı ve Hakim “barış elçileri” olarak anladı. “Gezici Mahkeme” olarak yargı tarihine geçtiler. (Ayarlı Hakim-Savcı; Ayarsız Hakim-Savcı(!).. yazımdan-15.02.2010)
Bu kısa hatırlatmalardan sonra gelelim günümüze:
Kartlar yeniden karılıyor. Sorumlu bir iktidar, sorumsuz bir yapı olan F Çete kullanılarak eritiliyor.
Emniyetten yargıya, üniversitelere, ekonomiden medyaya ülkenin üzerine karabasan gibi çöken hizmet maskeli F Çete, efendisinden izin almadan ortağına savaş açabilir mi? Açamaz. Pensilvanya’da rehin tutulan hoca maskeli şahıs, kukladan başka bir şey değildir.

O zaman hesap ne?

F Çete yer altına gömülecek olabilir mi? Olabilir. Bu ihtimal Türkiye için büyük bir tehlike arz ediyor.
Üniversiteler F Çete elinde kalitesizlikte dip yaptı. İnanın birçok üniversite sadece diploma dağıtır durumdadır. Üniversiteler gizli işsizliğin örtüsü haline getirilmiştir.
Türkiye’de kobilerin %70’i bu çetenin elinde. 
Beyinleri gösterilen hedefe kilitlenmiş. Sorgulamayan, düşünmeyen robotlar… Ahlaki hiçbir değerlerinin olmadığını Ümraniye, Balyoz, casusluk gibi davalarda çok net gördük. En ahlaksız tuzakları nasıl kurduklarını, kendi iftiralarını kendi basınlarında gerçek gibi nasıl yayınladıklarını utanarak, tiksinerek izledik. Takip ettik.
Türk Ordusu içine sızmış olmalarına rağmen, kontrolü tam ele geçiremedikleri için Türk askerine duydukları nefrete şahit olduk.
Engin Alan Paşa F Tipi savcılar için;
“Yunan subayı gibi sorgulandık, nefretle bakıyorlardı” derken ürperten bir gerçeğe parmak basıyordu.
AKP kukla da olsa bir parti olduğu için seçim kaybeder, gider. Peki F Çete nasıl gider? Çok zor. Adı var, resmi bir konumu yok. Ülkenin can damarlarına sızmış bir örgüt. Kurgulanmış davalarda CİA ile birlikte çalıştığı açık olmuş bir çete. Bu çete tehlikelidir. Bütün bu operasyonların bir amacı da çeteyi yer altına çekerek 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sinde kullanılan gladyonun rolü verilebilir.
Abdullah Gül, F Çete, Y-CHP koalisyonu kurulursa;
Türk Devleti’nin son çivisi de sökülebilir.
Abdullah Gül Amerika ile 2 sayfa, 9 maddelik gizli anlaşmayı yapan kişidir. Dışişleri Bakanlığı döneminde nerede ise Mançurya bile sözde soykırım iddiasını tanımıştır.
Abdullah Gül İngiltere EXETER ajan okulu mezunudur. Gül’ün Kraliyet nişanı… Fethullah Hoca’nın İngiltere Lordlar Kamerasından aldığı paye…
 Gül, Dışişleri Bakanı’yken PKK’nın manifestosunu yazan, Atatürk’e diktatör diye dil uzatan Hollandalı Türkoloğa ödül verdi. 
Aynı Gül Almanya’da Fuarda KDP’nin standında Türkiye’nin bölünmüş haritası için bir tepki vermediği gibi, “geçmişte Kürtler’e haksızlıklar yapılmıştır” diyerek Türk Devleti’ni tarihe not düşürecek bir şekilde mahkum etti. En yüksek makamdan söylenen bu söz hiç kuşkunuz olmasın ki, gelecek yıllarda bu milletin önüne gelecektir.     
Gül zaten Erdoğan sonrası için hazırlanıyordu. 
Türk Halkı bu oyunu bozmalıdır. 
Erdoğan mı(!)?
2008 yılında Türk Milletini utandıran bir konuşması vardı: “Bir sıçarsın, iki sıçarsın…” diye konuştuğunda kulaklarıma inanamamıştım ama aynı sözleri şimdi kendisi için kullanabilir…
AKP’nin icadı olan “vergide bağış” sistemi var ki, bu soygun sistemini akıl edenleri şeytan bile kıskanmıştır.
AKP iktidarı 02.01.2004 ve 31.12.2004 tarihinde vergi usul kanununda bir değişiklik yaparak; 
Vergi usul kanuna 40/10 maddesini ekledi ve VERGİDE BAĞİŞ SİSTEMİ’ni getirdi . Bu sisteme göre bir gelir vergisi ve kurumlar vergisi mükellefi isterse vergisini devlete vermez bu vergiyi bünyesinde gıda bankacılığı bulunan derneklere verebilir hem de %100 ünü. 
Bu dernekler içinde Deniz Feneri, Kimse Yok mu Yardımlaşma Ve Dayanışma Derneği, Kepez Deniz Yıldızı Derneği var… “Bu konuyu Sabahattin Önkibar detayı ile yazmıştı.” Vergide bağış sistemiyle vergi ödeyenler ve alanlar incelenirse altından acaba neler çıkar(!)?
Bu hükümet yolsuzluk, yoksulluk, dalavere, ihanetin kitabını yazdı. Şimdi olanlar ne destekli olursa olsun 11 yıldır yazılan suç kitabının okunması ve kitaba;
“Suç ve ceza” maddesinin eklenmesinden ibarettir.
Diyor ya “faiz lobisi”… Diyor ya “dış mihraklar”… Üstelik bu sözleri Obama’ya telefonda; “sesini özledim” diyebilecek kadar dış mihrak aşığı bir zat söylüyor. 
Türkiye’nin başında bir faiz lobisi var, doğru…
Türkiye’nin başında bir komplo ekibi var, doğru…
Türkiye’nin başındaki dış merkezli en büyük komplo zaten Erdoğan ve çetesidir.
Gül, Gülen, Erdoğan zaten başlı başına birer dış komplodur. Bu ülkeye en büyük komplo 2002 yılında kuruldu. Bir seçim kılıfıyla Turuncu Darbe yapıldı. 
Nokta!!.
Günün sözü: Meşruiyet dışında meşruiyet ararsan, bir gün o arka sokaklarda yok edilmen kaçınılmazdır.
Son söz: Ters trene bindiyseniz, koridorda ters tarafa yürümenin faydası yoktur. ( Diettich Bonhoeffer)


****

Dürüst Ol, Dürüst

Rifat Serdaroğlu.,

Başbakan Erdoğan’ı ve ekibini çok iyi tanıdığımızdan, belediyeci badem takımının geçmişlerini iyi incelediğimizden, bunların yeteneksizliklerini bildiğimizden sürekli olarak eleştirir ve Türk Milletini bunların yalan ve iftiralarına karşı uyarmaya gayret ederiz.

Bu gün tam aksini yapıp, Başbakan Erdoğan’a içine düştüğü “Yolsuzluk Kuyusundan” çıkabilme yolunu göstereceğiz. Eğer bizi dinler ve dediklerimizi yaparsa, hakkındaki tüm iddialar anında çürüyecek ve Erdoğan partisinin adı gibi “AK” hale gelecektir. Ondan sonra Cumhurbaşkanlık yolu da, Başkanlık yolu da, isterse Halife-Sultan olmasının yolu da kendisine açılacaktır!
Erdoğan ikide bir gerek siyasi rakiplerine, gerekse kendisini eleştirenlere “Dürüst Ol Dürüst” diye bağırır. Şimdi biz kendisine aynı şekilde sesleniyoruz; “Dürüst olduğunuzu iddia ediyorsanız, bizim dediklerimizi yapacaksınız.”
Aksi takdirde size daha önce hatırlattığımız Anadolu deyişini haklı çıkaracaksınız; “Yamuk ağaçtan düz baston çıkmaz…”
Hadi bizi yanıltın ve ne kadar dürüst bir adam olduğunuzu tüm dünyaya gösterin lütfen.

Yapacağınız iş çok basit.

*Önce siz, eşiniz-oğullarınız-kızlarınız- dünürleriniz-gelinler ve damatlarınız müşterek bir basın toplantısı düzenleyeceksiniz.
*Hemen yan masaya bir Sayın Noter ve ekibini oturtacaksınız.
*Emekli olmuş, devletle-parayla-pulla-mevki ile ilgisi kalmamış ve görevleri süresince hiçbir soruşturma geçirmemiş;
“Hazine Müsteşarı- Maliye Bakanlığı Müsteşarı- Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı-Gümrük Müsteşarı-MİT Müsteşarı- Emniyet Genel Müdürü- MASAK Başkanı- Hesap Uzmanları Kurulu Başkanından” oluşan bir “Akil ve Namuslu İnsanlar” komitesi kurduğunuzu açıklayacaksınız.
*Bu Komiteye siz-eşiniz-çocuklarınız- dünürleriniz ve tüm Bakanlarınız “Tam Yetkili Vekâletname” vereceksiniz.
*Bu komite sizlerin yurt dışında ve yurt içindeki tüm nakit-banka hesapları- gayrimenkullerinizi varsa araştırıp, bulacak.
*Siz TC Başbakanı olarak, bu komiteye İstanbul ilinde 1994 yılından beri (sizin Başkan olduğunuz mübarek yıl) yapılan “İmar değişikliklerini” inceleme görevi vereceksiniz.
*Siz TC Başbakanı olarak, Almanya’da görülüp karara bağlanan “Deniz Feneri e.V” davasında belgelenen ve Türkiye’ye gönderilen paraların kimlere gittiğini araştırma görevini de bu komiteye vereceksiniz.
*Bu dürüst kişiler yapacakları çalışma sonucunu rapora bağlayıp Türk Milletine açıklayacaklardır.
*Bu ekibin tüm masrafını, bizler yani “Sizin ve ailenizin dürüst olduğuna inanmak isteyen” kişiler, yani Türk Milletinin diğer %50’ si karşılayacağız.
Sayın Erdoğan;
Gördüğünüz gibi AK olmanız çok basit. Yapacağınız iş, dürüstlükleri tüm
Türk Milleti tarafından kabul edilen bu emekli bürokratlara bir vekâletname vermekten ibaret.
Sayın Erdoğan,
Bildiğiniz gibi benim rahmetli babam Demokrat Parti Milletvekili idi. Ben TC Bakanı olarak görev yaparken siz Belediye Başkanı idiniz. Yani sizden istediğim bu basit işi, sizin de benden isteme hakkınız var. Ben size hem kendi ailem, hem de birinci-ikinci-üçüncü derece tüm akraba- dost ve arkadaşlarımdan dilediğiniz kişinin vekâletini vermeyi peşin-peşin taahhüt ediyorum…
Hadi Sayın Erdoğan;
Siz cesur adamsınız, dürüst adamsınız, sizin ve ailenizin boğazından tek lokma haram geçmedi. Lütfen şu dediğimi yapın da, hem siyasi rakiplerinizin, hem size ihanet eden eski yol arkadaşınız, TV canlı yayınında “Okyanus ötesine selam-sevgi-bağlılık” gönderiyorum dediğiniz şom ağızlıların, ağızları mühürlensin, yele-yeksan olsunlar, inşallah.
Hadi delikanlım, göster kendini, Kükre ve dürüst ol, dürüst…

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


****