23 Nisan 2020 Perşembe

Değişiklikler Halkın değil., Siyasilerin Çıkarına.,

Değişiklikler Halkın değil.,  Siyasilerin Çıkarına.,




Fevzİ DEMİR

ÖN BİLĞİ;
Fevzİ DEMİR.,

Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fevzi DEMİR ile AKP iktidarının referanduma sunduğu  Anayasa değişiklik paketinin hukuki ve siyasi boyutu ile bu konudaki Anayasa Mahkemesi kararları üzerine konuştuk. Anayasa ve  İş Hukuku, Endüstri İlişkileri, İnsan Kaynakları Hukuku alanlarında uzmanlığı bulunan değerli hocamızdan başucu kaynağı niteliğinde 
önemli açıklamalar aldık. 

Anayasa Mahkemesi Güç durumda bırakılmak istendi.,


    Sayın DEMİR, referandum sürecinin 120 günden 60 güne indirilmesi ile başlayan tartışmayı siz, nasıl yorumluyorsunuz?

   Bana göre yasadaki bu değişiklik Anayasa Mahkemesini güç durumda bırakmak için yapılmıştır. Çünkü Anayasa değişikliği ile ilgili yasanın
kabulünden itibaren 120 gün yerine 60 gün sonra referanduma gidilmesi, yapılan değişikliklerin hem kamuoyunda yeterince tartışılmasını engellemek
hem de Anayasa Mahkemesinin incelemesini ve kararını referandum sonrasına uzatmak amacına yönelik idi. Çünkü referandum sonrası çıkacak ‘evet’ kararına rağmen Anayasa Mahkemesinin ‘iptal’ kararı vermesi, sürekli ‘millet iradesine’ aykırı bir mahkeme imajı yaratacak, bu da AK Partinin iktidara geldiği günden bu yana başta Anayasa Mahkemesi ve Danıştay olmak üzere, ‘bağımsız yargı’ organlarını yıpratmak ve kendine bağlamak için getirdiği eleştiriler için başka bir bahane yaratacaktı. 

    Nitekim başta Anayasa Mahkemesinin sayın raportörleri olmak üzere, basının ‘yandaş’ hukukçu olan/olmayan kalemleri Anayasa Mahkemesinin değişiklikle ilgili yasayı inceleyemeyeceğini, zira ortada henüz bir yasa bulunmadığını, ancak referandumdan sonra incelenmesi gerektiğini yazdılar durdular.

    Hâlbuki bu konuda Anayasanın hükmü apaçık; Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunda bulunmanın zamanını bakın nasıl belirlemiş:
“Anayasa değişikliklerinde... Kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on gün geçtikten sonra, şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def’i yoluyla da ileri sürülemez” (md.148/2). Anayasa koyucu “kanunların iptali” için açılacak davalarda “Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak altmış günlük” bir süre öngörmüş iken (md.151),

    Anayasa değişikliklerinde ‘on günlük’ bir süreyi açıkça belirtmiş. Kanun, Resmi Gazete’de yayınlandığı zaman ‘kanun’ niteliğini kazanır.
Yürürlük tarihi, kanunun kendisinde yazılıdır; ya yayınlandığı tarihte ya da ileri bir tarihte yürürlüğe gireceği belirtilir. İleri bir tarihte yürürlüğe girecek olması, onun ‘kanun’ niteliğine halel getirmez ve yayımı tarihinden itibaren 60 gün içinde Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu hakkını engellemez. Referandum da Anayasanın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun ‘yürürlük tarihini’; yürürlüğe girip girmeyeceği tarihi belirler. Hemen her hafta bir referandumun yapıldığı İsviçre’de de bu böyledir, dünyanın başka ülkelerinde de. Artık bunun tartışılacak bir tarafı yoktur. Bunu anlamak için ayrıca hukukçu olmaya da gerek yoktur.

Amaç, Yargıyı Yıpratmak Çünkü Anayasa hükümleri çok açık:



“Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır”
(md.11). 

Bunun gibi, “Anayasa Mahkemesi kararları.... Yasama,

Yürütme ve Yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” (md.153/6). Bu maddeleri görmezden gelemezsiniz. 
Ama kafanızda devlet kurumlarını birbiri ile çatıştırmak, Anayasa Mahkemesinin karşısına ‘millet iradesi’ diye ‘sandığı’ koymak, böylece ‘yargıyı yıpratarak’ yürütmeye bağlamak, ‘bağımsız yargıyı’ kâğıt üzerinde bırakmak, “Bu gazeteyi evinize sokmayın”,
“Bu gazetecileri kulağından tutup atın” şeklindeki beyanatlar ile beliren ‘totaliter’ anlayışınızı sadece ‘siyasi partinizde’ değil, ‘devlet kurumlarında’ da hakim kılmak isterseniz, bunun sonunun nereye varacağını tahmin etmek zorlaşır. Bize göre, referandum sürecini 120 günden 60 güne indirmenin amaçlarından biri de değişiklikleri fazla tartıştırmadan, daha doğrusu “gürültüye pabuç bırakmadan”
sonuca gitmek arzusundan kaynaklanıyordu. Ama Yüksek Seçim Kurulu, bunu da kabul etmedi; “seçim kanunlarında yapılan değişiklikler yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” (md.67/7) diyen Anayasa hükmüne dayanarak iptal etti. Anayasanın bu açık hükmüne rağmen dahi, biliyorsunuz yine Yüksek Seçim Kuruluna da veryansın ettiler.
Karar, ‘siyasi’ dediler. Hâlbuki burada da kararın ‘hukuki’ olduğu apaçık Anayasa hükmünden belli oluyor… 

      Ama amaç, “yargıyı yıpratmak” olunca, iş değişiyor… Üstelik bütün bu hükümleri görmezden gelen, Anayasa Mahkemesi raportörü olmuş kişiler var! Bunlardan birisi, Anayasa Mahkemesi ‘iptal’ kararı verirse, yasama ve yürütmeye “kararı askıya almayı, karara uymamayı” tavsiye ediyor.

Ülkeyi ‘hukuksuzluğa’ yani ‘kaosa’ sürüklemeyi marifet sayıyor. Üstüne üstlük, ‘yandaş’” mı dersiniz, başka şey mi; ne derseniz deyin, belirli bir kesim basın, bu kişiyi manşetlere taşıyor. Sanki çok önemli bir soruna çare bulmuş, ‘hukuki dehasıyla’ yeni bir şey keşfetmiş gibi... O da kendisini çok önemli bir kişi görmeye, kendisinde ‘olağanüstü güçler’ vehmetmeye başlıyor.

Ama ülkede hiçbir hukukçu, hatta değişiklikler konusunda olumlu görüş belirtenler dahil, hiçbir anayasa hukukçusu, kendisini doğrulayıcı tek
laf etmiyor. Tabii bu konuda yalnız kalıyor, kendisine yazık ediyor…

   Doğal olarak böyle bir söylemde bulunan siviller, ‘siyasiler’ olabilir, ‘sivil toplum kuruluşu’ yetkilileri bulunabilir, ‘sıradan bir vatandaş’ da “doğru”
veya “yanlış” diyebilir, kısaca; “ağzı olan konuşabilir”... Ama Anayasa Mahkemesi gibi “millet egemenliğini kullanma yetkisini” yine Anayasa’dan 
alan ‘resmi’ bir kuruluşun ‘raportörleri’ böyle şeyler söylemez, söyleyemez.

   Bunun için Anayasa uzmanı olmaya da gerek yoktur, zerrece hukuk bilgisine sahip resmi ‘devlet memuru’ sıfatını haiz bir kişi, böyle şeyler  söyleyemeyeceği ni bilir. Çünkü ‘resmi’ sıfatı “hukukçu” olan bu kişiler, ‘hukuki’ konuşmak zorundadır, ‘siyasi’ değil… Söyledikleri ile mensup oldukları kurumları yıpratmazlar, yıpratamazlar...

   Onların kurumları “siyasetin hukuk sınırları içinde yapılmasını sağlamakla görevlidir”. Çünkü siyaset, ‘hukuki’ olmak zorundadır.
Ama hukuk, “siyasi” olamaz, olmamalıdır.
Aksi halde, hukuk siyasileşirse “felaket” olur ama siyaset hukukileşirse “zarafet” olur…

Raportör seçiminde hukuki değil de siyasi ehliyet(?) dikkate alınmakta


Dikkat Çekicidir: Aslında raportörlerin hazırladıkları raporlar kamuoyunda önce şöyle bir dalgalanma yaratıyor. Yandaş basında manşetlere çıkarılıyor. Ama sonra Anayasa Mahkemesinden sürekli verilen raporların tersi kararlar çıkıyor. Bu da raportör seçiminde “hukuki” ehliyetin değil de “siyasi” ehliyetin (?) dikkate alındığını gösteriyor. Çünkü gerek raporlardaki görüşler gerek raporlar sonrası gazete manşetlerine taşınan söylemler, ‘hukuki’ gerekçelerden çok, ‘siyasi’ görüşleri yansıtıyor.

Tabii, zararı kimse görmüyor.

Bu raportörleri seçen de raportörler de hayatlarından çok memnun. Ama Devlet’in kamuoyu nezdinde kaybettiği itibar ve güveni, kimse düşünmüyor.
Devlet’in itibarı ile yakından ilgilenmesi gereken ve o itibar ve güvene en çok sahip çıkması gereken ‘siyasetçi’ de hiç oralı olmuyor.

Böyle böyle sarsılan devlet itibarı, tam bir hukuksuzluk ve adaletsizlik içinde darbelere sürükleniyor.

Bütün darbe sabahlarında okunan bildirilere bakınca, hepsinde de “iktidarların hukuk dışı tutum ve davranışlarından” söz ediliyor. Sonra da ‘siyasetçi’ kalkıp, “darbeler olmasın” diyor... Darbelere hem kendisi sebep oluyor, hem de darbe olmasın diyor!

Hukuka saldıranların kendileri darbelerin alt yapısını hazırlamaktalar Bunun gibi, yazılı ve görsel basının sürekli ‘darbelere kaşı’ konuşan ‘sivil’ müdavimleri, ‘bağımsız yargıya’, dolayısıyla ‘hukuka’ saldırırken, darbelerin alt yapısını hazırladıklarının farkına bile varamıyorlar.
Çünkü “hukuktan” anlamıyorlar, hukukun özünü kavramadan istedikleri gibi konuşabiliyorlar. Tabii, ağızları “torba değil ki büzesin”. Hatta ‘hukuki’ konularda ahkâm kesmeleri için ‘hukukçu’ olmalarına bile gerek yok! 

Geçenlerde bir televizyon programında basınımızın ‘meşhur’ kalemlerinden üçünü dinledim.

    Üçü de Anayasa Mahkemesi kararları üzerinden “ Kendileri çalıp, Kendileri oynadılar”. Bunların üçü de ‘hukukçu’ değildi. Belki üniversitede okurken bazı hukuk derslerini ‘yaladıkları’ muhakkak... Ama ‘Yaladıklarını yutamadıkları’ belli oluyordu...

Her biri aldıkları eğitime uygun, ‘siyasi’ ve ‘iktisadi’ yorumları ‘kendi düşünceleri açısından’ bir güzel yapıyorlardı, ama yapılan yorumların hiçbiri, “hukuki” değildi... Konuşmalarından, hiçbirinin hukuku, özü itibariyle kavrayamadıkları, iyi anlayamadıkları anlaşılıyordu... Ve onları dinlerken, ülkemizin yetiştirdiği değerli hukukçulardan Prof. Dr. Sami SELÇUK’un, geçtiğimiz aylarda İzmir Barosu tarafından yapılan bir sempozyumda söyledikleri aklıma geldi: “42 yıllık hâkimlikte, savcılıkta, Yargıtay üyeliği ve başkanlığı ile öğretim üyeliğinde geçen meslek hayatımda, hukuktan anlayanlar, hep bana akıl danıştılar, hukuktan anlamayanlar ise hep akıl verdiler”. Gördüğüm kadarıyla, yazılı ve görsel basında hukuktan anlamayanlar yoğun bir biçimde akıl vermeye devam ediyorlar.

Zamanında Anayasa Mahkemesi olsaydı, merhum Menderes’in akıbeti böyle olmazdı Size göre bu konuda çekilen sıkıntıların temelinde ne yatıyor?


Bize göre sorun hala ‘demokrat’ bir zihniyete; başta Anayasa olmak üzere ‘hukukun üstünlüğüne’ inanmakta zorluk çekmekten kaynaklanıyor.
Sistemin ‘anayasal sistem’, anayasanın bağlayıcı hükümleri karşısında ‘hukukun üstünlüğüne’ dayanan bir sistem olduğunu, ‘siyasi’ yönetimlerin ‘hukuka uygun’ olması gerektiğini kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Aldığınız bir kararı, mahkeme uygun bulduğu zaman da iptal ettiği zaman da ‘saygılı’ olmak gerekiyor. İptal ettiği zaman, hemen saldırıya geçmek, yargıçları ve savcıları gazete manşetlerinde teşhir etmek, tam bir ‘totaliter’ anlayışın ürünü davranışlardır. Kulakları çınlasın, Allah uzun ömürler versin, Sayın DEMİREL kaç defa bu tür iptal kararları ile karşılaşmıştır. Ama ağzından tek bir saygısız söz duyduğumu hatırlamıyorum. Halen ülkemizde ‘devlet adamı’ kimliğinde ‘siyasetçi’ sıkıntısı çekildiğini sanıyorum. İnanıyorum ki, ‘devlet adamı’ deyimi ile ‘siyasetçi’ sözcüğü, kamuoyunda çok farklı iki imajı canlandırıyor.

    Hâlbuki bu iki deyimin birbiri ile özdeşleşmesi lazım. Nasıl ki din devletinde “şeriatın kestiği parmak acımaz” deniliyorsa, hukuk devletinde de “adaletin kestiği parmak acımaz” diyeceksiniz. Anayasal sistem bunun üzerine kurulmuş. Bu nedenle “kuvvetler ayrılığı” sistemi getirilmiş.

Bakınız, Anayasanın ‘Başlangıç’ hükümleri arasında yer alan bir hüküm, millete ait olan egemenliğin kullanılmasında yetkili ve görevli kılınan kişi ve kuruluşların nasıl hareket edeceğini gösteriyor: “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun (Yasama, Yürütme ve Yargı dahil), bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” direktifi verilmiş.

   Devamla, ‘güçler ayrılığı’ ilkesine göre kullanılan Millet egemenliğinin, “Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” Anayasa’da bir kere daha vurgulanmış (Any. Başlangıç). Üstelik “Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıç kısmı” da “Anayasa metnine dahil” edildiği için (Any. md.176/1), ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi “Yasama, Yürütme ve
Yargı organları ile idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralı” niteliğine bürünmüş (Any. md.11). Böyle olunca, Anayasanın başlangıçtan itibaren düzenlenen maddelerinde yer alan hükümlerin kuvvetler ayrılığı sistemi üzerine oturtulduğu, maddelerde yer alan hükümlerin kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak düzenlendiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

   Öyleyse, ‘İrade-i Seniye’ (yüce, üstün irade, padişah iradesi) gibi, ne yasamaya, ne yürütmeye ne de yargıya tanınmayan bu üstünlük, sadece
ve sadece “Anayasa ve kanunlara” tanınmış oluyor. Buna karşılık, iktidar sahibi bazı ‘sorumlu’ kişilerin hala içinde taşıdığı anlaşılan “astığı astık,  kestiği kestik” dönemin kapandığını, şimdilerde gördüğümüz “Ben yaptım, oldu” zamanının geçtiğini anlayamadıkları anlaşılıyor. 
   Demokrasinin olmazsa olmaz şartı ‘uzlaşma’ aramaktan ziyade, Anayasaya aykırı değişikliklerin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceği kaygısı ile ‘Anayasa Mahkemesine başvurmama’ şartına dayalı hükümetçe ‘pazarlıklar’ yapılması, kamuoyunda hiç hoş karşılanmıyor.

Sanki ‘dava açma hakkının, şahsa bağlı bir hak’ olduğu, bu alanda verilen sözlerin ‘hukuki’ hiçbir değerinin olmadığı bilinmezmiş gibi... Dava açma hakkı gibi, çalışma hakkı gibi, evlenme hakkı gibi, kısaca yaşama hakkı gibi şahsa bağlı tüm “dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez” hakların (Any.md.12) ‘referandumla’ bile kaldırılamayacağı bilinmezmiş gibi... 

   Üstelik herkesin hak ve özgürlüklerini en geniş ve rahat bir şekilde kullanması nı sağlamak ve korumakla görevli hükümet üyeleri tarafından bu tür pazarlıklar ın yürütülmesi hiç ‘etik’ olmuyor.

Aslında bütün bu değişiklikleri yapmak isteyen siyasileri anlamak zor değil. Yasama, Yürütme ve Yargı dahil, bütün güçleri ellerinde tutmak istiyorlar. 




Ama benim anlayamadığım, bazı medya yazarları...   Bunu Görmüyorlar mı?Bu konuda neden uyarıda bulunmuyorlar?

Zamanında bütün güçleri ellerinde tutan, bir muhalefet liderini hapse attıran, hatta Mecliste ‘tahkikat komisyonları’ kurarak yargıya bizzat el atan, Anayasa’yı ihlalden mahkûm olan rahmetli Menderes’in sonunu düşünmüyorlar mı? Tarihten ders almazlar mı?
Aksi halde ‘bağımsız yargıdan’ nasıl söz edebileceğiz. Hâlbuki o ünlü reklamdaki özdeyişi hep yazdık ve yazıyoruz:

   “Kontrolsüz güç, güç değildir”. Güç, kontrol altına alınmazsa, ne olur? Frenleri tutmayan arabanın yokuş aşağı giderken uğradığı akıbete uğrar! Gider kayalara toslar! Sonra da kabahati, tosladıkları ‘kayalarda’ ararlar. Hâlbuki memleketi kayalara toslamaktan başta ‘siyasiler’ olmak üzere hepimizi kurtaracak tek kurum var: Anayasa Mahkemesi. Aksi halde sadece onlar değil, hepimiz çekiyoruz acılarını. 

   Şu bir gerçek ki, zamanında Anayasa mahkemesi olsaydı, merhum Menderes’in akıbeti böyle olmazdı. Bu nedenle, Cumhuriyetin temeli ‘demokratik hukuk devleti’ ve ‘güçler ayrılığı’ ilkeleri doğrultusunda, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, ‘bağımsız yargıyı’ korumak hepimizin görevi olmalı…

   İptal kararları olumlu fakat yeterli değil Anayasa Mahkemesinin verdiği son kararları nasıl yorumluyorsunuz?

Bana göre Anayasa Mahkemesinin son kararı, “ne şiş yansın ne kebap” türünden bir karar oldu.

Ama her şeye rağmen saygı duyulması gereken bir karar olduğu unutulmamalı.
Bu karar, “yürütme organının yargı üzerindeki etkisini arttırmış”, dolayısıyla Anayasa metnine dahil bulunan Başlangıç hükümlerindeki ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini zayıflatmıştır. Hâlbuki Cumhurbaşkanının arttırılan yetkilerine ilaveten bir de halk tarafından seçilme yolunun açıldığı ve hükümet sistemi olarak ‘Başkanlık rejimine’ yaklaşıldığı göz önünde tutulacak olursa, ABD ve Fransa’da görüldüğü gibi, daha güçlü bir ‘bağımsız yargı’, dolayısıyla daha güçlü bir ‘kuvvetler ayrılığı’ sistemine gidiş olmalıydı.

   Ancak Yüksek Mahkemenin bize göre kendisine yapılan sert eleştiri ve ‘saldırıların’ baskısı altında verdiği bu karara da saygı duymak gerekir.
Aslında tam bir ‘hukuk devleti’ olmadığımızı, özellikle ‘siyasilerin’ yaptığı ‘saldırı’ niteliğindeki eleştirilerin ‘yaptırımsız kalması’ ile açıklayabiliriz. Dokunulmazlık zırhına bürünen iktidar sahibi siyasilerin ‘saldırıları’ hakkında, Adalet Bakanına bağlı savcıların soruşturma açmalarını beklemek  herhalde beyhude olurdu. 

Bu da gösteriyor ki, “balığın baştan kokmasını” istemiyorsak, ‘milletvekili dokunulmazlığının’ da biran önce yeniden ele alınmasında, ‘hukuk devletini’ işler hale getirmekte, ‘imtiyazsız’ bir toplum yaratmakta yarar var. Aksi halde, halen yaşanan siyasi gerginlikleri göz önünde bulunduracak olursak, bugüne kadar başta Anayasa’ya karşı ‘hukuk dışı tutum ve davranışları’ nedeniyle ülkeyi darbelere sürükleyen ‘siyasilerin’, tarihi tekerrür ettirmesinden korkmak gerekiyor.

   Bakınız, bugüne kadar ‘imtiyazlı’ olarak nitelenen askerler bile nasıl yargılanıyor. Hatta bir askeri mahkemenin ‘yolsuzluk’ nedeniyle bir ordu komutanı orgeneralin rütbelerini sökerek mahkûm ettiğini de çok iyi biliyoruz. ‘İmtiyazlı’ olduğu iddiasıyla beğenmediğiniz Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hukukun nasıl işlediğini de hep birlikte gördük… Ama yanlış yere park ettiği için aracına ceza yazılan milletvekilinin ‘polis tokatladığını’ ve ‘polisi sürgüne yolladığını’ da gördük, görüyoruz...

   Hâlbuki o polis, sadece o milletvekilinin çıkardığı kanunu uyguluyor!..

    Anayasa Mahkemesi kararına gelince, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) tabii üyeleri Adalet Bakanı ve Müsteşarı dahil, 22 üyeden oluşması aynen devam ediyor. Ancak Mahkeme kararından önce doğrudan Cumhurbaşkanınca atanacak YÖK’ün önerdiği 4 üyenin ‘hukukçu’ olma şartı yoktu. 

Bu iptal edildi. Şimdi, Cumhurbaşkanınca atanacak 4 Üyenin de ‘ Hukukçu ’ olması şartı var. Bunların dışında 3 Üyenin Yargıtay üyeleri arasından, 
2 Üyenin Danıştay üyeleri arasından, 1 Üyenin Adalet Akademisi üyeleri arasından seçilmesi yolundaki hüküm devam ediyor. 

    Ayrıca 7 Üyenin birinci sınıf adli yargı hâkim ve savcıları arasından, 3 üyenin de birinci sınıf idari yargı hâkim ve savcıları arasından dört yılda bir yenilenecek seçimlerde belirlenmesiyle ilgili hükümlere de dokunulmamış. Seçilen adayların tekrar seçilme hakkı da devam ediyor. Benim bu konudaki korkum, yargı organlarında da bir zamanların Pol-Der ve Pol-Bir ayrışmasının görülmesi… Zaten henüz böyle bir seçim yapılmadığı halde bu ayrışmanın başladığını görüyoruz: YARSAV ve Demokrat Yargı ayrışması gibi... Vatandaş yargılanırken hangi
hâkime düştüğü konusunu merakla araştırmaya başlayacak, avukatından öncelikle bu konuda bilgi alacak, en önemlisi ve en kötüsü, ‘mahkemeye
(devlete) güven’ konusunda birtakım kuşkular duyabilecektir...

   Bunun dışında, Anayasa Mahkemesinin 17 üyeye çıkarılan sayısı da korunmuş. Ancak bu üyelerden 3 tanesi TBMM, 14 tanesi yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanınca seçilecek.

   İptal kararından önce seçilecek üyelerin de bir kısmının ‘hukukçu’ olma şartı yoktu. Adayların, ‘iktisat’, ‘siyasal bilimler’ eğitimi almış olmaları veya ne demekse, ‘üst düzey yönetici’ olmaları yetiyordu.

Artık yetmiyor. Şimdi, Cumhurbaşkanınca atanacak bu üyelerin hepsinin de ‘hukukçu’ olması gerekiyor.

Bunlardan Sayıştay tarafından her boş yer için gösterilecek (bize göre hukukçu olması gereken) üçer aday arasından 2 üye ile baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri 3 aday arasından 1 üyeyi TBMM önce üçte iki, sonra salt çoğunluk, bilahare en fazla oy alan adaylar arasından ‘gizli oy’ ile seçecek.

Sonuç olarak parlamentoda çoğunluğu sağlayan iktidar adaylarının seçileceği muhakkak. Adayların 2/3 veya 3/5 gibi ‘nitelikli çoğunlukla’ seçilmesi, Mecliste ‘uzlaşma’ arayışlarını teşvik edeceğinden ‘millet iradesine’ daha uygun düşerdi.
Geriye kalan adaylardan 3 üye YÖK tarafından her boş üyelik için gösterilecek en az ikisi ‘hukukçu’ 3’er aday arasından, 4 üye avukatlar, birinci sınıf hâkimler ve Anayasa mahkemesi raportörleri arasından, 3 üye Yargıtay’ın, 2 üye Danıştay’ın, 1 üye Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin ve 1 üye de baro başkanlarının her bir boş yer için gösterecekleri üçer aday arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek.


Hemen ekleyelim ki Anayasanın “evet” ile kabul edilmesi halinde ‘hukukçu’ olmayan Sayın Anayasa Mahkemesi ‘başkanı’ ile son olarak Sakarya Üniversitesinden Cumhurbaşkanınca atanan ‘iktisatçı’ üyenin üyelikleri ne olacak? Düşecek mi, kalacak mı? 

   Sayıştay’dan gelen ‘başkanın’ durumu belki farklı olabilir.

Zira aynı zamanda bir ‘yüksek yargı organı’ olan Sayıştay üyeleri de ‘yargıç’ statüsündedir. Ama son olarak Sakarya Üniversitesinden atanan meslektaşımız  ın üyeliğinin tartışma yaratacağı muhakkak. Gerçi, Anayasanın yeni getirilen Geçici 19. maddesinde “mevcut üyelerin görevlerinin sonuna kadar (65 yaşına kadar) devam edecekleri” belirtilmiş.

Ancak Anayasa Mahkemesi üyelerinin ‘hukukçu’ olmasını şart kılan, ‘iktisat’ ve ‘siyasal bilimler’ kökenli olmasını iptal eden kararlarından sonra ‘iktisat’ kökenli üyeler için bu göreve devam etmek, ne derece ‘kararın (Anayasanın) ruhuna’ uygun ve ‘etik’ olacak!
Kuşkusuz, Anayasanın kabul edilmesinden sonra tartışma yaratacak konuların başında bu da geliyor.

Aslında HSYK ve Anayasa Mahkemesine üye seçimleriyle ilgili işin püf noktası şurada idi: Belirlenecek üçer adayın Genel Kurullardaki seçimlerinde,
sadece bir aday için oy kullanılması. Bunlardan oy sıralamasında en fazla oy alan üç aday arasından Cumhurbaşkanı istediği adayı atayabilecek ti. Örneğin, 100 kişilik Genel Kurulda adaylardan biri 65 oy, diğeri 30 oy, üçüncüsü 5 oy almış olsun. Cumhurbaşkanı, üniversitelerde yüzlerce oy alan rektör adayları dururken nasıl 3 oy alan adayları bile atıyorsa, 5 oy alan adayı da Anayasa Mahkemesine üye olarak atayabilecek ti.

   Artık bu da yok. Seçilecek her aday için ayrı ayrı oy kullanılabilecek. Bu anlamda, birden fazla aday seçilecek ise ya ayrı ayrı ya da listede yer alan birden fazla aday işaretlenerek oy kullanılabilecek. Rektör adaylarının atamasında yaşananlarda olduğu gibi, yüzlerce öğretim üyesinin oyuna karşı yapılan haksızlık ve onur kırıcı atamalar, artık yüzlerce hâkim ve savcının oylarına karşı da yapılmaya devam edilemeyecek.

   Bütün bu nedenlerle, iptal kararlarını olumlu, fakat yeterli görmüyorum.

   Bugüne kadar zaten yürütme organı Adalet Bakanı aracılığı ile yargıyı gerekirse tıkayabiliyor du.
HSYK’da Adalet Bakanı ve müsteşarı, gündemi hazırlamak ve alınan kararı uygulamak yetkisine sahip olduğu için hep tıkanmalar yaşanıyor
idi. Bunun devam edeceği görülüyor. Çünkü kurulacak HSYK Sekretaryası doğrudan Adalet Bakanına bağlı (bakan oluruyla) çalışmaya devam edecek. 

     Bunun gibi, hemen tüm Anayasa Hukuku kitaplarında Bakanlık Teftiş Heyetinin HSYK’ya bağlı çalışması öngörülürken, buna uygun olarak yeni düzenlemede de Teftiş Heyeti HSYK’ya bağlanmış.

   Ama müfettişin görev yapması yine ‘bakan oluruna’ bağlanmış. Bana göre kamuoyunda çok eleştirilen Bakanın, Kurulda başkan olmasından daha önemli ve ‘yargı bağımsızlığını’ zedeleyen en önemli hükümler bunlar. Bu hükümler nedeniyle, Anayasa Hukuku kitapları ‘yargı bağımsızlığını’ zedelemeye ve hatta yok etmeye müsait bu düzenlemeleri eleştirmeye devam edecektir kuşkusuz…

    Uzlaştırma Kurulunun yapısı, yeniden düzenlenecek Anayasa değişiklikleri arasında memurlar bakımından yapılan değişiklikleri nasıl yorumluyorsunuz?
Önemli bir değişiklik ‘kamu görevlilerine’ (memurlara) tanınan toplu iş sözleşme si hakkı ile ilgili…

Anayasa ile getirilen değişiklik hükmü şöyle: “Memurlar ve diğer kamu görevlileri toplu sözleşme yapma hakkına sahiptirler. Toplu sözleşme
yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Uzlaştırma Kuruluna başvurabilir. Uzlaştırma Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmünde dir. Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü, toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması, Uzlaştırma Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar kanunla düzenlenir”.

   Görüldüğü gibi yapılan değişiklik, memurlara grev hakkı tanımaksızın ‘toplu sözleşme’ yapma hakkını tanımaktadır. Zikredilen Anayasa’dan  kaldırılan hüküm ise sadece ‘toplu görüşme’ hakkını tanımaktaydı. Bu görüşmelerin uzlaşmayla sonuçlanmaması halinde son sözü Bakanlar  Kurulu söylemekte idi. 

   Yeni düzenlemede toplu görüşmeyi sonuca bağlama, yani son sözü söyleme yetkisi Bakanlar Kurulundan alınmakta, doğrudan Uzlaştırma Kuruluna verilmektedir.
Tıpkı, işçi sendikalarına grev yasağı bulunan işlerde ve işyerlerinde toplu sözleşme görüşmeleri sırasında çıkan uyuşmazlıklarda Yüksek Hakem Kuruluna başvurma hakkının tanınmasında olduğu gibi... Burada Yüksek Hakem Kurulu yerine Uzlaştırma Kurulu devreye giriyor.

Halen 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 35. maddesinde öngörülen Uzlaştırma Kurulunun teşkili ve üye sayısı şöyle:

“Uzlaştırma Kurulu, Yüksek Hakem Kurulu Başkanının başkanlığında; Üniversitelerarası Kurul tarafından, fakültelerin çalışma ekonomisi, iş hukuku, idare hukuku ve kamu maliyesi bilim dallarından seçilecek birer üye olmak üzere dört öğretim üyesinden oluşur. 

  Bu üyeler, siyasî partilerin merkez karar ve yürütme kurullarında görev alamazlar. Üyeler iki yıl için seçilirler. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilir. Kurulun sekretarya işleri, Devlet Personel Başkanlığınca yürütülür”.

Görüldüğü gibi kendisi aynı zamanda Yargıtay’ın iş davalarına bakmakla görevli 9. Hukuk Dairesi Başkanı olan Yüksek Hakem Kurulu Başkanının başkanlığında, dördü öğretim üyesi beş kişiden oluşan heyet, oldukça özerk bir yapıya sahiptir.

    Ancak acaba, bu yapı aynen korunacak mı? Zira Anayasa ile getirilen değişiklikte, “Uzlaştırma Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmünde  dir. Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü,
toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması, Uzlaştırma Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar kanunla düzenlenir” denilmektedir. Bu da gösteriyor ki Uzlaştırma Kurulunun yapısı, yeniden düzenlenecek. Bir başka deyişle, bütçe yapan hükümetin atadığı memurların ağırlıklı olduğu bir kurulun teşkili hiç şaşırtıcı olmaz. Sonuçta ‘kararları kesin’ olsa da yine bugün ‘son sözü söyleyen’ Bakanlar Kurulunun  vereceği kararlardan farklı bir şey beklemek hayal olur.

    İşçilerin toplu iş sözleşme düzeninde de bir değişiklik yapıldı.

    Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Söz konusu edilen hüküm, “aynı işyerinde, aynı dönem için birden fazla toplu iş sözleşmesi yapılamayacağı ve uygulanamayacağı” yolundaki Anayasa hükmüdür (Any. md. 53/son). Aynı hüküm, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununda da (TİSGLK md.3/son) yer almaktadır.

    Bu hükmün yürürlükten kalkması için, TİSGLK’dan da kaldırılması gerekir. Aksi halde hükmün sadece Anayasadan kaldırılması yetmez.

Ama bize göre hükmün TİSGLK’da kalmasında yarar var.

Şöyle ki, “aynı işyerinde aynı dönem için birden fazla toplu iş sözleşmesi yapılamayacağı ve uygulanamayacağı” yolundaki Anayasa ve yasa hükümlerinin amacı, toplu iş sözleşmesinin getirdiği yararların ve işlevin, taraflarca belirlenen süreler içinde işyerinde istikrar sağlamasıdır.

Öyle ki yürürlükte olan bir sözleşmenin üstüne yeni yapılan bir toplu iş sözleşmesinin tarafları olan işçi sendikası ve işveren sendikası veya
sendika üyesi olmayan işveren ‘ehil’ ve ‘yetkili’ olsalar bile, bu yapılan ikinci sözleşme ‘geçersiz’ olacaktır.

Üstelik sözleşmenin yürürlüğü süresince tarafların durumunda meydana gelen değişiklikler de bu istikrarı engellemeye yetmemektedir. 


     Örneğin, taraf işçi sendikasının üye durumunda meydana gelen değişiklikler sonucu çoğunluğu kaybetmesi veya işyerinin şu veya bu şekilde el değiştirmesi
nedeniyle işverenin değişmesi hallerinde bile toplu iş sözleşmesi taraflarca belirlenen süre içinde yürürlükte kalmaya devam edecektir.

    Bu hüküm sadece ‘işyeri toplu iş sözleşmeleri’ için değil, ‘işletme toplu iş sözleşmeleri’ için de yürürlükte kalmaya devam etmektedir. Üstelik aynı maddenin 2. fıkrasında belirtilen hükümden takviye alarak: “Bir gerçek ve tüzel kişiye veya bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı işkolunda birden çok işyerine sahip bir işletmede ancak bir toplu iş sözleşmesi yapılabilir” (TİSGLK md.3/2).

   Öyleyse bir işletmeye dahil bulunan iş yerlerinden birinde de bir toplu iş sözleşmesinin bulunması halinde, işbu amir yasa hükmü karşısında
ikinci bir toplu iş sözleşmesinin (işletme toplu iş sözleşmesinin) yapılması mümkün olmayacaktır. Nitekim bir işletme, toplu iş sözleşmesi yapma
girişiminde bulunulması üzerine, işletmeye dahil iş yerlerinden birinde uygulanmakta olan toplu iş sözleşmesinin tarafı işçi sendikası buna itiraz
etmiş, Yargıtay sendikanın itirazını yerinde bulmuştur. 

Bu nedenle, işletme toplu iş sözleşmesi yapılabilmesi için, işletmeye bağlı iş yerlerinden birinde yürürlükte bulunan toplu iş sözleşmesinin bitimine 120 gün
kala yetki işlemlerine başlanması ve iş yeri sözleşmesinin süresi bitmeden işletme toplu iş sözleşmesinin yürürlük süresinin başlatılamaması gerekir
(TİSGLK md.7/2).

    Görüldüğü gibi esasen işyerinde istikrarı sağlamak, her gün bir malın fiyatının arttığı veya ne olacağının bilinmediği serbest piyasa mekanizması içinde iş gücü fiyatının 1-3 yıl süreyle sabit fiyatla satın alındığı toplu iş sözleşmesi düzeninin amacına uygun olan bu hükümlerin kaldırılması pek de yarar sağlamayacaktır.

    Üstelik böyle bir düzenleme, işyerinin istikrarını tehlikeye atabilecek ve hatta kaotik bir ortama yol açabilecektir. Öyle ki bu hükümlerin kaldırılması, işyerlerinde sendikalar arası rekabeti arttıracak, aynı işyerinde birden ziyade sendikanın toplu iş sözleşmesi yapma yolu açılacak, işyerlerinin üretim akışı bundan olumsuz etkilenecektir.

Esasen, sendikal istikrarın sağlanamadığı, özellikle siyasi iktidara göre sendika değişimlerinin sık sık yaşandığı ülkemizde, her imzalanan toplu iş sözleşmesi sonrası daha iyi sözleşme yapılacağı umuduyla bunu beğenmeyen işçilerin sendika değiştirerek işyerlerinde verimliliği olumsuz etkileyecek davranışlarda bulunması kaçınılmaz hale gelebilecektir.

     Sonuç olarak, bu derece ‘teferruata’ ilişkin bir konunun ‘Anayasa yapma tekniği’ ile bağdaşmadığı, bu açıdan hükmün Anayasa’dan kaldırılmasının
olumlu olduğunu belirtmek isterim. 

     Buna karşılık, halen ülkemizdeki sendikalar arası ‘üye sirkülasyonu’ göz önünde tutulacak olursa, kanunun işyerlerinde ‘istikrarı’ sağlamaya yönelik amacının değişmemesi için hükmün TİSGLK’da kalmaya devam etmesinde yarar görüyoruz.

Kanundan çıkarılmadıkça Anayasadan kaldırılması uygulamada hüküm doğurmaz İşçi sendikalarını ilgilendiren önemli değişiklikler de yapıldı.

Onları nasıl yorumluyorsunuz? İşçi sendikaları ile ilgili olarak yapılan Anayasanın kaldırılan 51. maddesinin 4. fıkrasında yer alan bu hüküm şöyledir: “Aynı zamanda ve aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz”. 

Aynı hüküm 2821 sayılı Sendikalar Kanununun 22/1. maddesinin birinci cümlesinde de aynen tekrar edilmiştir. 

Bu nedenle işbu yasağın, uygulamadan kalkması için Sendikalar kanunundan da çıkarılması gerekmektedir. Aksi halde kanundan çıkarılmadıkça,  Anayasadan kaldırılması, uygulamada hiçbir hüküm doğurmayacaktır.

    Yasağın önemini kavramak için öncelikle ne anlama geldiğini açıklamak gerekmektedir: İşverenlerin ‘işveren sendikalarına’ üyeliğini de kapsamına alan bu yasak, ‘tek sendikaya üyelik’ prensibinin bir sonucudur.

Buna göre, işçi ve işverenler için herhangi bir sendikaya üye olmanın ön koşulu, daha önce ‘aynı iş kolunda’ kurulu bulunan bir başka sendikanın üyesi olmamak tır. Aksi halde, “aynı zamanda aynı iş kolunda... Birden çok sendikaya üye olunması halinde sonraki üyelikler geçersizdir” (Sen. K. md.22/1). 

    Üstelik Yargıtay, Anayasa ve Kanunda bulunan ‘aynı iş kolunda’ deyimini göz ardı ederek, işçinin “farklı işkolunda” bile olsa ikinci bir sendika üyeliğini “geçersiz” saymıştır.

    Böyle olunca, çağdaş iş ilişkilerinin çeşitlendiği günümüzde, İş Hukukunun “işçiyi koruma amacına” aykırı olarak farklı iş kollarında özellikle kısmi (part-time) çalışanların birden çok sendika üyeliği engellenmiş olmaktadır. Örneğin, ‘gıda’ iş kolunda yarım gün çalışan bir işçinin yarım gün de ‘büro iş kolunda’ veya iki gün bir iş kolunda üç gün diğer iş kolunda çalıştığı düşünülecek olursa, bu işçi bu iş kollarında örgütlü bulunan sendikalardan sadece birine üye olabilmektedir. Hâlbuki işverenleri ayrı ayrı iş kollarında faaliyet gösteren iki ayrı iş yerinde örgütlü bulunan farklı sendikalardan birinin koruması altında olduğu için diğer iş yerinde örgütlü bulunan sendikanın korumasından işçiyi mahrum
etmenin hiçbir mantığı olmadığı açıktır.

    Kanunun Gerekçesinde, toplu iş sözleşmesi yapmak için aynı işkolunda kurulu farklı sendikalar arasında çıkan ‘yetki uyuşmazlıklarının’ çözümlenmesini kolaylaştırmak amacıyla kabul edildiği belirtilen ‘tek sendika üyeliğinin’, aynı zamanda sendikalara üye olma serbestîsinin (özgürlüğünün) sınırını teşkil ettiğine kuşku yoktur. Anayasanın kaldırılan 54/7. maddesine paralel olarak Sendikalar Kanununun 22/1. maddesi hükmü de kaldırıldığı takdirde, İş Hukukunun ‘işçiyi koruyucu amacına’ uygun olarak farklı işkollarında kısmi (part-time) çalışanların birden çok sendikaya üye olarak korunmaları mümkün olabilecektir.

    Ancak bu korumanın sağlıklı olabilmesi için Sendikalar Kanununun 22/1. maddesinde yer alan “aynı zamanda aynı işkolunda… Birden çok sendikaya üye olunması halinde sonraki üyelikler geçersizdir” hükmünün yürürlükte kalmaya devam etmesi gerekir. Aksi halde, özellikle toplu iş sözleşmesini yapmaya ‘yetkili sendikanın’ tespitiyle ilgili uyuşmazlıklar sırasında, bir işyerinde faaliyette bulunan farklı iki veya üç sendikaya da üye olan ve özellikle sendikaların baskısı ile birinden diğerine sık sık geçişler yapan işçilerin, sendikaları bitmez tükenmez davalarla meşgul ettikleri, işyerlerini belirsizlikler içine sürükledikleri ve bu suretle çözümü fevkalade zor sorunlar yarattıkları iyi bilinmektedir. 12 Eylül 1980 öncesi çıkan yetki uyuşmazlıklarında, işyerlerinde birden çok sendikaya üye olan işçilerin sendikal rekabette çözümü fevkalade zor sorunlara yol açtığı unutulmamalıdır. Özellikle sendikalar arasında ‘paylaşılamayan üyeliklerin’ sendikalar arası rekabette yarattığı kaos ve bunun işyerlerine yansımasının yarattığı verim düşüklükleri hala akıllardadır.

    Bütün bu nedenlerle, sözünü ettiğimiz Sendikalar Kanununun 22/1. maddesinde yer alan “aynı zamanda aynı iş kolunda…  Birden çok sendikaya üye olunması halinde sonraki üyelikler geçersizdir” hükmünün muhafaza edilmesi koşuluyla, Anayasa hükmünün kaldırılmasının farklı işkollarında üye olma yolunu açması ve bunun sonucu yarı zamanlı çalışan işçilerin korunması bakımından
olumlu sonuçlar doğuracağı kanısındayız.

   Üstelik bundan böyle işverenler de ‘farklı iş kollarında’ faaliyette bulunan iş yerlerinde kurulu bulunan ‘işverenler sendikasına’ üye olabileceklerdir. Zira kaldırılan bu yasak, başta da belirttiğimiz gibi farklı iş kollarında da olsa, işverenlerin de ‘birden ziyade’ işveren sendikasına üyeliğini yasaklamakta idi.

Yapılan değişikliklerle sendikaların sorumlulukları artıyor Sendikaların grev hakları ve grev esnasındaki sorumlulukları ile ilgili değişikliklere nasıl bakıyorsunuz?

    Aslıda bu konuda yapılan değişiklikler, sendikaların sorumluluklarını arttırıcı nitelikte… Bunlardan ilk önemli değişiklik, grev yasaklarını ilgilendiriyor. Anayasanın kaldırılan 54. maddesinin 7. fıkrasında yer alan grev yasakları ile ilgili hüküm şöyledir: “Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz”. 

   Buradaki ‘diğer direnişlerden’ maksat, ‘sempati’, ‘uyarı’ veya ‘gösteri’ grevleridir.

Aynı hüküm 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun (TİSGLK) 25/3. maddesinde de aynen tekrarlanmıştır. 

Bu nedenle, Anayasa değişikliğinden sonra bu yasakların 2822 sayılı TİSGLK’dan da kalkması gerekir. Çünkü bütün bu direnişler sadece Anayasa’da değil ve TİSGLK’da da ‘kanun dışı grev’ sayılmaktadır.

   Kanun dışı grev nedeniyle işveren, işçilerin hizmet sözleşmelerini ‘haklı sebeple’ herhangi bir ihbar öneli vermeksizin ve herhangi bir ‘ihbar’ ve ‘kıdem’ tazminatı ödemeksizin feshedebilecektir (TİSGLK md.45/1). Üstelik Yargıtay’a göre, kanun dışı greve önce katılıp sonra vazgeçen işçinin, iş sözleşmesi de kanun dışı grev sona ermeden ‘haklı sebeple’ ihbar ve kıdem tazminatı ödemeksizin feshedilebilir. Yeter ki bu konuda usulüne uygun bir fesih gerçekleştirilmiş; yani ‘haklı sebeple fesihler’ için öngörülmüş bulunan 6 işgünlük ‘hak düşürücü’ sürelere uygun davranılmış olsun (İş K.md.26/1). Ayrıca, kanun dışı bir grevin yapılmasına karar verenler, teşvik edenler, propagandasını yapanlar ve greve katılanlar ve devam edenler hakkında öngörülen 6 aydan 3 yıla kadar hapis ve 450 TL’den 10.000 TL’ye kadar para cezalarına ‘bir misli arttırılarak hükmolunur’ (TİSGLK md.72/4).

   Görüldüğü gibi belirttiğimiz direnişleri, ‘kanun dışı grev’ olarak niteleyen Anayasanın kaldırılan 54/7. maddesine paralel olarak TİSGLK’nun 25/3. 
maddesi de kaldırıldığı takdirde, özellikle siyasi bakımdan da tektonik bir bölgede bulunan ülkemizde, politikacıların hatalarının kefaretini,  iş yerlerinin işverenleri ile işçilerinin çekmesi kaçınılmaz olabilecektir.

    Gerçi maddede de belirtildiği gibi, bütün bu yasakların ‘kanun dışı lokavtı’ da içine aldığı; ‘siyasi’ ve ‘dayanışma’ nitelikli lokavtlar ile benzeri ‘direnişlerin’ işverenler ve işveren sendikaları tarafından da yapılması yasaklarının kaldırıldığı bir gerçektir. Ancak uygulamada bu tür lokavtlara ne ülkemizde ne de başka bir ülkede zaten rastlanmadığı için sadece teorik bir anlamı vardır.

    Uygulamada, sadece ‘siyasi’ bir sonuç doğurması beklenebilecek bu direnişler, sonuçta üretim ve ücret kaybına yol açacak eylemlerdir.

Yoksa ‘kanun dışı’ olmaktan çıkarılan bu eylemler nedeniyle, artık ne işçilere ne de sendikaya ‘genel hükümler’ dışında herhangi bir ‘hukuki’ veya ‘cezai’ bir sorumluluk yüklenmeyecektir.

    Genel hükümlere göre sorumluluk da örneğin, ‘işyeri işgali’ gibi hallerde verilen zararlar karşılığı sorumluluktur. Bu da ‘kişisel’ nitelikli bir sorumluluktur. Bunların dışında, işçilerin sendikal eylemlerinin olumlu ‘siyasi’ sonuç doğurması, ülkemizde pek rastlanmayan, sadece kamuoyu tepkilerine ‘duyarlı’ bazı iktidarlar nezdinde mümkün görünmektedir. Halen Anayasa’ya aykırılığı da tarafımızdan
dile getirilen ve bilahare açılan bir dava nedeniyle Danıştay tarafından Anayasa Mahkemesine götürülen 4-C çalışanı TEKEL işçilerinin  ‘Kanuni direnişlerinin’ bile siyasi iktidar tarafından ne derece dikkate alındığı iyi bilinmektedir. Geçmişte sendikal hakları için eyleme geçen  sendika ve işçilerin, 15-16 Haziran 1970 olayları vesilesiyle iktidara karşı gösterdiği tepkiler de Anayasa Mahkemesinde çözüme ulaşmıştı.

    Yasakların kalkması ülkemizde demokratik duyarlılıkları arttıracaktır Ama her şeye rağmen Avrupa’nın demokratik ülkelerinde de bulunmayan bu tür yasakların kalkmasının, ülkemizde demokratik anlayışımızın ve kültürümüzün gelişmesine katkıda bulunacağı ve siyasi iktidarların da zaman içinde ‘demokratik duyarlılıklarını’ arttıracağı kuşkusuzdur.

Grev esnasında meydana gelen zararlardan sendikalar sorumlu tutulamayacak  Bu konuda getirilen ikinci önemli bir değişiklik, grev esnasında  meydana gelen zararlardan ‘sendikaları sorumlu’ tutan hükmün kaldırılmasıdır.

   Bu maddeye göre, “grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan iş yerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur”. Aynı zamanda 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun 47/4. maddesinde de belirtilen bu hüküm, Anayasadan kaldırılmaktadır. Muhtemeldir ki 2822 sayılı Kanundan da kaldırılsın. Ancak Anayasadan kaldırılmış olmakla, ilgili maddenin otomatik olarak 2822 sayılı yasadan da kalkmış olacağını sanmak yanıltıcı olur. Anayasadan kalkmış olmasına rağmen, yasadan kalkmadığı sürece maddenin yürürlükte kalacağını aklımızdan çıkarmamız gerekiyor.

Nedir, Kaldırılan bu Maddenin anlamı?

Öncelikle maddenin önemini açıklamaya çalışalım: Hemen belirtelim ki kaldırılan maddede belirtilen zarardan Anayasa ve Kanun koyucunun kastettiği, ‘grev nedeniyle’ işyerinin çalışamaması ve üretim yapamaması nedeniyle işverenin uğrayacağı ekonomik zarar değildir. 

Burada sözü edilen zarar, grev esnasında işçilerin ve sendikanın ‘kasıtlı veya kusurlu hareketleri’ sonucu işyerinde meydana gelen ‘maddi zarardır’. Öyleyse öncelikle ‘manevi zararlar’, bu hükmün kapsamı dışındadır. Ancak grev uygulanan işyerinde meydana gelen zararın, mutlaka sendika üyesi işçiler tarafından yapılması da şart değildir.

   Sendika üyesi olmayan üçüncü kişiler veya başka sendika üyesi ‘işçilerin’ verdiği ‘grev sırasındaki’ zararlardan da işyerinde grev ilan eden yetkili sendika, bu madde hükmüne göre sorumlu tutulmaktadır.

   Ekleyelim ki burada söz konusu edilen sorumluluk, işverenin zararlarını tazmine yönelik bir sorumluluktur.

Yoksa uygulanan grevi ‘kanun dışı’ kılan bir sorumluluk değildir.
Ancak bu hüküm uygulamada kaldığı sürece, grev ilan eden ve uygulamaya başlayan işçi sendikasının işyerinde dikkatli olması; özellikle grev gözcülerinin seçiminde özenli davranması, işyerine herhangi bir zarar gelmesini önlemesi gerekir. 
Zira uygulamada Yargıtay, ‘grevin ayrıntılarıyla uygulanış biçiminden’ ve ‘grev gözcülerinin davranışından’ işçi sendikasını sorumlu tutmaktadır.
Sendika tüzel kişiliği değil ama zararı veren gerçek kişiler sorumlu tutulacak Görüldüğü gibi işyerinde grev ilan eden ve bunu uygulamaya koyan
sendika, işyerinde ‘kasıtlı veya kusurlu’ davranışları nedeniyle zarar, üçüncü şahıslardan bile gelse, sorumlu tutulmaktadır. 

    Kuşkusuz, sendikanın kusuru ve katkısı olmadan, doğrudan grevci işçiler veya üçüncü şahıslar tarafından verilen zararları sendikanın tazmin  etmesi, ödediği tazminatı da genel hükümler çerçevesinde kusurlu işçilere rücu etmesine engel bulunmamaktadır. 
Ancak kaldırılan hüküm ile meydana gelen zararlardan  artık sendikanın sorumluluğu bulunmayacaktır. 
Bir başka deyişle, meydana gelen zararın elbette bir sorumlusu olacaktır. 

   Ama bu sorumlu sendika ‘tüzel kişiliği’ olmayacak, zararı veren ‘gerçek kişiler’ sorumlu tutulacaktır.

Olası zararlarda sendikaların saygınlığı kamuoyunda azalabilir Doğal olarak grev esnasında, işyerinin işveren tarafından denetiminin güçleşeceği  göz önünde tutulacak olursa, zararı veren ‘gerçek kişi’ sorumluyu bulmak ve zararı, onun verdiğini ispat etmek oldukça zorlaşacaktır.

Bu durumda meydana gelen maddi zararların karşılığı sendika belki parasal anlamda bir karşılık (tazminat) ödeme yoluna gitmeyecektir.

Ancak işyerinin güvenliği kendisine emanet edilen sendikanın, kamuoyu önündeki prestiji önemli yara alacaktır. Bu nedenle, sendikaların ‘para ile dahi ödenemeyecek derecede önemli olan prestijlerini’ (!) muhafaza etmeleri bakımından grev esnasında işyerlerine daha fazla itina göstermesi, ‘işçilerin ve sendikanın ekmek teknesi’ işyerlerini çok daha iyi korumaları beklenebilir.

    Siyasi iktidarın yargıyı ele geçirme faaliyetini ilgilendiren maddeler önemli Daha birçok değiştirilen madde var. Sizce halkın bu kadar çok maddeyi barındıran değişiklik paketini anlayıp bilinçli karar vermesini gerektiren bir zamanlama içinde miyiz? Yoksa zaten ekonomik zorlukların içinde yaşam mücadelesi veren ve de önemli ölçüde eğitim seviyesinin düşük olması itibariyle bu referandum bir oldu bittiye mi getirilmek isteniyor?

   Zaten amaç buydu diye düşünüyorum. Halkımızın, size sohbetimizin başından bu yana açıkladığım maddelerle ilgili ne çıkarı olabilir ki… HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin sayısının değiştirilmesiyle ilgili olarak bir çıkarı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü değiştirilen hangi madde işsizlik, eğitim, sağlık, geçim sıkıntısı, özellikle kayıt dışı işçilik gibi sorunlarına çare olacak! Türkiye’de çalışanların yarısı ‘kayıt dışı’ çalışıyor. Yakın bir gelecekte bu insanlar biraz yaşı ilerleyince işten çıkarılacaklar. Bunlar ya dilenci olacaklar ya da mafyanın tetikçisi olacaklar. Bu maddelerin değiştirilmesinden onların çıkarı, ne? Çıkarları yok... Ama siyasi iktidar sahiplerinin bir çıkarı olduğu muhakkak.

   Çünkü daha çok üst düzey yönetimi, siyasi iktidarın yargıyı ele geçirme faaliyetini ilgilendiren maddeler önemli... Diğer maddeler garnitür gibi duruyor. En başta Cumhuriyetin temel ilkeleri ile karşı karşıya geldikleri zaman, engel tanımak istemediklerini düşünüyorum. Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkelere dokunmadan, ama Anayasanın içeriğindeki diğer maddeleri değiştirerek bu ilkelerin içini boşaltma teşebbüsleri göz önünde tutulacak olursa, amacın ne olduğu daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.

Siyasi iktidarın 8 yıllık iktidarı döneminde Kamu İhale Kanunu yaklaşık 20 defa değişti Bakınız, üst düzey yönetimin çıkarı nerede biliyor musunuz? 

Siyasi iktidarın 8 yıllık iktidarı döneminde Kamu İhale Kanunu yaklaşık 20 defa değişti. Bu demektir ki ortalama 4-5 ayda bir İhale Kanunu değiştiriliyor.
Böyle şeyler ‘devletin istikrarı’ ilkesine aykırıdır. Bir kanun, hele devletin işinin yapılmasına ilişkin ihalelerle ilgili bir kanun ise öyle sık sık değiştirilmez. 

   Kamuoyunda ‘liyakat esasına’ göre değil, ‘ilişki esasına’ göre ihale yapıldığı izlenimi yaratır. 
Devlete duyulan güveni sarsar. Yapılan özelleştirmelerin, usulsüz veya kanunsuz nitelendirmesinin temelinde belki de bu yatıyor.
Çünkü Danıştay, TÜPRAŞ gibi, TELEKOM gibi, TEDAŞ gibi birçok özelleştirmelere yapılan itirazları, reddeden kararlar da verdi. İktidar, bu gibi durumlarda hiçbir şey söylemedi. Ama özelleştirmelerde yapılan usulsüzlükler nedeniyle ‘iptal’ kararı verince, hemen yargıya ateşe başlıyorlar. Hâlbuki yargının verdiği kararlar ‘hukuki’ niteliktedir, ‘siyasi’ değil. Çünkü kararların gerekçesinde bu ‘hukuki’ dayanaklar açıklanır. Ama öyle ‘hukuki’ kararlar vardır ki, sonuçları ‘siyasi’ olabilir. Siyasi iktidar, iptal kararlarının ‘hukuki’ gerekçesindeki hususları yerine getirir, gerekli düzeltmeleri yaparsa, özelleştirme de yerine gelir.

   Ama ‘kişiye özgü’ özelleştirme yapılmaz, yapılamaz. Usulsüz ihalelerle özelleştirme yapılmaz, yapılamaz.

Bu nedenle yargıyı suçlamak, Devleti suçlamak anlamına gelir.

Bundan halk olarak hepimiz zarar görürüz.

   İvedilikle yargı reformu yapılmasına ihtiyaç var Hemen ekleyeyim ki ülkemizde bir ‘yargı reformu’ gerekmiyor mu?

Hem de nasıl? Çok gerekiyor. Biliyor musunuz? Ülkemizde bir davanın ortalama süresi 450 gün civarındadır.

   Neredeyse 1,5 yıl. Çok yakından bildiğimiz Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, yılda 50 binden fazla dosyayı karara bağlar. 
Geçtiğimiz aylarda İzmir Barosunun hazırladığı sempozyumda bir yargıç, Devlet tarafından gönderildikleri Almanyadaki meslektaşları ile yaptıkları görüşmelerde onların yılda ortalama 40 (evet kırk) davaya baktıklarını öğrenmişler. Kendilerinin ise günde 40 davaya baktıklarını söyleyememişler, ayıp olmasın diye... Bakınız, Atatürk’ün 13,5 milyonluk Türkiye’sinde yaklaşık 4 bin yargıç görev yapıyordu. Bugün ülkemizde 10 bin civarında yargıç görev yapıyor. Üstelik bunlardan sadece 6.500’ü kürsü hâkimi... Demek ki yargıç sayısı 2,5 kat artmış.
Nüfus artışımız ise yaklaşık 6 kat...

Ülkelerin, kalkındıkları için değil; kalkınmak için adalete verdikleri özen önemli Üstelik görev yaptıkları yerlere bakarsanız, genellikle Anadolu’da hükümet konakları altında, nemli rutubetli yerlerde, bazen yağmur yağınca tavanın aktığı, soğuklarda sobanın yanmadığı yerlerde ‘adalet’ dağıtıldığına şahit olursunuz. Düşünebiliyor musunuz? Daha düne kadar İzmir’de SSK İş Merkezinin bürolarında, karanlık koridorlarda, ağır kokular arasında duruşma salonunu arar, duruşma sırasının hangi saatte size geleceğini beklerdiniz. “Adalet mülkün (devletin) temeli” ise bu temelin, ne kadar çürük olduğu, meydana gelen en küçük depremde bile toplumun ne büyük sarsıntılar geçirdiği, çok daha iyi anlaşılır. Bana göre, adalet teşkilatının içinde bulunduğu bugünkü durum, Cumhuriyet tarihimizin utancıdır. Gerçi bugünkü iktidarın son zamanlarda İzmir, Antalya ve Manisa gibi illerimizde inşa ettiği Adalet Sarayları gerçekten takdire değer. Ben bazılarının mimari tarzlarını beğenmesem de buna da şükür.
Ama Avrupa’da adalet sarayları gerçekten muhteşem, görkemli binalar...

   Barok veya gotik sütunlar üzerine kurulmuş, koridorlarında ünlü hukukçuların heykelleri arsından geçerken insana güven duygusunu aşılayan binalar... Bildiğiniz gibi, ‘saray’ sözcüğü ‘kralın ikametgâhı’ ve ‘adaletin dağıtıldığı yer’ için kullanılır.

Bir başka deyişle, ‘Yürütme organı’ ile ‘Yargı organı’ aynı saygınlık içinde, eşdeğer sayılır. Bu, onların görev yaptıkları yerlerden başlar, aldıkları maaş düzeyleriyle devam eder. Nitekim demokratik Batı ülkelerinde hâkimler, en yüksek maaş alan ve tam maaş üzerinden emeklilik hakkına sahip yegâne kamu görevlileridir.

Bu nedenle, görev yaptıkları ‘saraylar’ da ‘kraliyet saraylarına’ eşdeğer yapılardır. Hatta geçen yıl ziyaret ettiğim Brüksel’deki adalet sarayı, kraliyet sarayından bile daha görkemliydi. Nüfusu 40 bin civarındaki Brugge kentinde, tepesinde gözü bağlı elinde terazi tutan altın heykelli adalet sarayı, 1531 tarihini taşıyordu. Bu ülkelerin neden kalkındığı belli oluyordu... Kalkındıkları için değil, kalkınmak için adalete ne derece önem verdiklerini gösteriyordu...

   Söylediğimiz gibi, ‘yargı reformu’ gerekmez mi? Hem de çok. Ama Anayasa değişikliklerinden hiç biri adaletin hızlanmasına, vatandaşın mahkeme kapılarında sürünmesine ve buna benzer daha nice sorunlarına çare getirmiyor.

    Daha çok, siyasi iktidarların yargıya da egemen olmasını sağlayacak, zaman içinde ‘yargı’ ve ‘yargıç bağımsızlığını’ önemli ölçüde zedeleyebilecek oluşumlara yol açan değişiklikler olduğunu düşünüyorum. Bunun, sadece benim görüşüm olduğu sanılmasın. Ülkemizde iktidarla iş yapmayan Anayasa Hukuku hocalarının çoğunlukla aynı kanaatte ve kitaplarında da ‘kuvvetler ayrılığı’ ve ‘yargı bağımsızlığı’ açısından bunları dile getireceğini iyi biliyorum.

    12 Eylül Anayasasında getirilen yargı bağımsızlığını daha da geriye götürüyor Bu referandum, sanki T.C. Anayasasındaki bazı maddelerin  değiştirilmesine yönelik bir referandum değil de siyasi bir seçim oylaması gibi bir algı yaratıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Doğru söylüyorsunuz. Neden? Sohbetimizin başından beri açıkladığım gibi sıradan vatandaşın sorunlarına, dertlerine çare getiren bir anayasa değişikliği yok ki! 
Hep 12 Eylül Anayasasından, Darbe Anayasasından bahsediliyor. Size bir şey söyleyeyim.
    Bu Anayasa değişiklikleri, 12 Eylül Anayasasında getirilen ‘yargı bağımsızlığını’ daha da geriye götürüyor.

Konuşmamız içinde aslında değişmesi gereken hükümlerin neler olduğunu açıkladım. Örneğin, bugüne kadar Adalet Bakanı ve Müsteşarının, HSYK’nın tabii üyeleri ve başkanı olması, gündemi belirleyen sekretaryanın Bakana bağlı olması, teftiş heyetinin göreve başlamasının Bakan oluruna bırakılması, Anayasa Mahkemesi üyelerinin yürütmenin başı Cumhurbaşkanı tarafından atanması, bunlar hep daha önce Anayasa  Hukuku kitaplarında eleştirilen, ‘yargı bağımsızlığına’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkelerine aykırı olduğu söylenen hükümlerdi. Ama bakıyoruz, bu hususların hiçbiri dikkate alınmamış.

   Hatta bu Anayasa Hukukçularından iktidara hizmet verenlerin kitaplarında bile bunlar yazılıdır.

   Ama ne hikmetse, bu değişiklikleri öven ve onaylayan beyanlardan geçilmiyor. Hatta bunlardan birisi, gazetecilerin sorusu üzerine, kitabındaki görüşünün ‘şahsi’, şimdiki görüşünün ise ‘resmi’ olduğunu söylemişti. Sanki kitabındaki görüşü, ‘uygulanmasında kamu yararı olacağını’ söylediği görüşü değilmiş gibi... İşte, böyle olur bizde ‘siyasetçi’ dediğin...

    Bunlar, daha sonra ‘devlet adamı’ sıfatı ile devletin önemli görevlerini yükleniyorlar...

Bugüne kadar yapılan 16 Anayasa değişikliğinden kimsenin haberi bile olmamıştı Aslında, bu nedenle referandum oylaması, siyasi bir seçim  atmosferine bürünüyor. Çünkü halkın sorunlarına çare getirmiyor. Bana göre getirdiği tek şey, ülkede yaratılan gerginlik.

   Bugüne kadar yapılan 16 Anayasa değişikliğinden kimsenin haberi bile olmamıştı. Yapılan değişiklikler ile Anayasanın 86 maddesinde değişiklik yapıldı. Hiç bu kadar gürültü koparıldığını hatırlıyormusunuz? 

Neden? 

Çünkü bütün partiler arasında az veya çok, bir mutabakat sağlanmış idi. Çünkü Anayasalar, bir ‘toplumsal sözleşme’ niteliğinde olduğu için, demokrasinin olmazsa olmaz ilkesi ‘uzlaşma’ ile değiştirilebilir.

Meclis çokluğuna dayanarak tek taraflı ‘dayatma’ ile Anayasa değişikliğine giderseniz, şimdi olduğu gibi ortalığı germekten başka bir işe yaramaz. Özellikle, esas amacını ‘garnitür’ misali başka bazı maddelerle süsleyerek sunmaya kalkarsan, muhalefet sana, “el âlemi, sersem mi sanırsın?” demekten kendini alamaz. Ve tabii başlar, karşı propagandaya... Yapılan değişiklikleri de haklı olarak genel seçim havasında sürdürmekten kendini alamaz...

   İnanın, insan üzülüyor bazen. Şu demokrasinin, ne olduğunu öğrenemeyecek miyiz, diyorum. İktidar makamının yöneticilere, “ebediyen mülk olmadığını” ne zaman anlayacağız...

Daha sonra karşılaştığımız darbe ortamlarına sürüklenmekten, ne zaman kurtulacağız. Her darbeden sonra “belki böyle daha iyi olur” diye hazırlanan Anayasalara, daha ne zamana kadar ihtiyaç duyacağız. 


Bakın, 1961 Anayasası için, ülkemizin hemen bütün hukukçuları, “Dünyanın en özgürlükçü Anayasası” nitelendirmesini yapıyordu... 

Ama toplumsal ve siyasi gelişmeler o noktaya geldi ki bizi, 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerine sürükledi. Bu nedenle, esas olan ne kadar  güzel anayasa yaparsanız yapın, onu gönüllerinize yazabiliyor musunuz, onu beyinlerinize kazıyabiliyor musunuz, işte o önemli... 

Bugüne kadar ülkenin çok önemli görevlerini üstlenen, birkaç dil bilen ‘devlet adamı’ diplomatlarını ‘monşerler’ diyerek küçümserseniz, yine  çok iyi yetişmiş, birkaç dil bilen, modern hayatı yaşam biçimi seçmiş seçkin insanları ‘elitler’ diyerek aşağılarsanız, o zaman nasıl ‘demokrat’  olursunuz... 
Aslında bu insanlardan biraz hisse kapsak, herhalde demokratik hayatımız bugünkü gibi gerginlikler içinde geçmezdi...

    Ülkenin kaderinde ve siyasi rejimin şekillendirilmesinde Cumhurbaşkanı dönemi Hocam, son olarak referandum sonuçlarına göre Türkiye, nelere
hazır olmalı?

   Söylediğim gibi kısa vadede çok şey değişeceğini, halkın sorunlarına çare bulunacağını düşünmüyorum.

Ama uzun vadede Anayasa Hukuku kitaplarında yer alan ‘bağımsız yargı’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ konusundaki eleştiriler devam edecek. Bunun sonucu, özellikle Cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesinden kaynaklanan kontrolsüz güç’, ülkede hukuki denetimden yoksun ‘sandığa dayalı’ bir ‘totaliter’ sistemle bizleri karşı karşıya bırakabilir mi? İnsanın aklına böyle bir soru da geliyor. Çünkü Anayasa’da yapılan bugünkü değişikliklerle getirilen sistem, buna müsait görülüyor. Bu da bizi nerelere götürür, ne gibi toplumsal ve siyasi çalkantılar yaratır,  tahmin etmek güç... Burada seçilecek cumhurbaşkanının zihniyeti çok önemli. Ülkenin cumhurbaşkanı mı olacak, yoksa kendisine oy veren kitlenin mi? Çünkü kazanılan seçimler sonrası ‘ülkenin başbakanı’ olacağını, ‘ herkesi kucaklayacağını ’ söyleyen başbakanların neler yaptığını gördük... Bu nedenle, önümüzdeki dönemde başbakanlardan çok, Cumhurbaşkanlarının ülkenin kaderinde daha çok söz sahibi olacağını ve siyasi rejimi onların şekillendireceğini düşünüyorum.

   Ayrıca, referandum sonucuna göre siyasi iktidar hemen bir seçime gidebilir mi? Her ne kadar Sayın Başbakan “seçimler zamanında yapılacak” diyorsa da hiç belli olmaz.

Referandum sonucu “hayır” çıkarsa, muhalefetin iktidarı ‘erken seçime’ zorlayacağını ama iktidarın, buna yanaşmayacağını düşünüyorum. Buna
karşılık referandum sonucu “evet” çıkarsa, hem de iktidar yandaşı medya anketlerindeki gibi yüzde 60-65 oranını bulursa, iktidar bunu kesin Meclise de yansıtmak isteyecek, erken seçime de gidecektir. Ama evet ve hayır oyları birbirine yakın olursa, mevcut iktidarın seçimlere kadar durumu idare edeceğini, muhalefet aleyhinde söylemlerde bulunmaya ve halkımıza ‘elma şekeri’ uzatmaya devam edeceğini tahmin ediyorum.

EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder