7 Aralık 2018 Cuma

Orta Doğu’daki Gelişmeler ve Türkiye’nin Politikaları., BÖLÜM 1

Orta Doğu’daki Gelişmeler ve Türkiye’nin Politikaları.,  BÖLÜM 1



Dış politika ve Savunma Araştırmaları Grubu*
* Başkan: İlter Türkmen, Büyükelçi (E) - Dışişleri Eski Bakanı,
Bşk.Yrd. Salim Dervişoğlu Oramiral (E),
Üyeler;
Halil Akıncı Büyükelçi (E),
Oktar Ataman Orgeneral (E),
Cemil Şükrü Bozoğlu Tuğamiral (E),
Ahmet Oğuz Çelikkol Büyükelçi (E),
Ünal Çeviköz Büyükelçi (E),
M. Doğan Hacipoğlu Tümamiral (E),
Oktay İşcen Büyükelçi (E),
Güner Öztek Büyükelçi (E),
Seyfettin Seymen Hv. Tümgeneral (E),
Necdet Timur Orgeneral (E).


Büyük Zaferi takiben Atatürk harap bir ülke, okuma yazma düzeyi çok düşük, asırlar boyu kendisini Padişahın kulu olarak gören bir toplumu devralmıştır.
Atatürk ülkeyi kalkındırma görevinin yanısıra kul statüsündeki halka eşit vatandaşlık şuurunu kazandırma, halkın devlet idaresine katılımını sağlayan
Cumhuriyet rejimini kurma gibi birbirinden daha zor hatta imkânsız görevlerle karşı karşıya kalmıştır. Atatürk’ün bu hedefleri gerçekleştirmek için ülkede
ve çevresinde barışa ihtiyaç duyduğu açıktır. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” bu gereksinmeden doğmuş olup Türkiye dış politikasının değişmez bir prensibini
oluşturmuştur. Atatürk bölgeye yaklaşımında da mazideki bütün olumsuzlukların üzerine bir sünger çekerek bölgedeki bütün ülkelere dostluk ve işbirliği elini uzatmıştır. Bu konuda bu bölgeye özel olarak, Araplar arası ihtilaflara hiçbir surette taraf olmama bu ihtilaflara hiçbir surette karışmama bütün ülkelerle eşit mesafede politika yürütülmesi ilkesini koymuştur. Türkiye bu politika ve laik, demokratik rejimi ve Batı ile yakın ittifak ilişkileri nedeniyle bölgede büyük saygınlık ve ağırlık kazanmış, sözü dinlenen bir ülke olmuştur. Bu çerçevede 1980 Irak-İran savaşında Türkiye’nin savaşan tarafların talepleri üzerine Irak’ta İran çıkarlarını, İran’da Irak çıkarlarını koruyan ülke olduğu, 2008’de
iç harbin eşiğine gelen Lübnan’da taraflar arasında gerekli uzlaşmayı sağlayan ve aynı yıl Ankara’da TBMM’de Şimon Perez ile Mahmut Abbas’ı görüştüren ülke olduğu hatırlanacaktır.

Türkiye’nin tarafsızlığa ve tüm aktörlere eşit mesafede durmaya dayalı dengeli dış politika uygulaması 2009 yılından itibaren köklü bir değişikliğe uğramıştır. Uluslararası kamuoyunda ve siyasi gözlemcilerde hâkim kanaat yeni uygulamanın Sünni hamiliği, Müslüman Kardeşleri destek ve yeni Osmanlıcılık gibi bir takım düşüncelere dayandırıldığı yolundadır.

Bölgedeki diğer gelişmeler, Arap Baharı ve özellikle Irak ve Suriye’deki iç savaşlar ve bölgedeki etnik/din kökenli sorunlar, dış müdahaleler
Türkiye’yi dış politika alanında nazik ve güç seçeneklerle karşı karşıya bırakmıştır.

1) Bölgesel Gelişmeler:

 a. Suriye:


Türkiye’nin tamamen insani mülahazalar ve ülkeye demokrasi getirmek amacıyla taraf olduğu iç savaşın kısa sürede Beşar Esad’ın devrilmesi ile sonuçlanacağı sanılmakta idi. Yedinci yılına giren çatışmaların bilançosu 600.000 ölü ve üçmilyonu Türkiye’de olmak üzere Suriye içinde ve komşu ülkelerde mülteci durumuna geçen Suriyeli sayısının 12 milyonu aştığı belirtilmektedir.
Türkiye’ye sığınan 3 milyonun hepsinin güvenlik yönünden kontrol altında tutulup tutulmadığı ve nizami pasaportla ülkemize giriş yapan Suriyelilerin nerelerde olduğu hakkında zaman zaman şüphe izhar edildiği anlaşılmaktadır.
Türkiye’nin savaş başında hedeflediği Beşar Esad’ın devrilmesi hususunda eskisi kadar ısrarlı olmadığı, Rusya’nın teşviki ve İran’ın katılımıyla müzakere sürecine yöneldiği ve bu çerçevede Astana konferansında herhangi bir şart öne sürmeksizin barışçı çözümde rol oynamayı, Suriye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü Rusya ve İran’la birlikte garanti ettiği görülmektedir.

Savaşın bugüne kadar ortaya çıkardığı olgular olarak din referansı siyasi/askeri örgütlerin ortaya çıkması, Rusya’nın Suriye’ye daha da yerleşerek mevcudiyetini arttırıp bölge dengelerinde ağırlıklı söz sahibi olması, o tarihe kadar demir yumruk altında tutulan Suriye Kürtlerinin hem ABD hem de Rusya’nın himayesini kazanmak suretiyle Suriye’de hem meşruiyet hem de bir statü kazanma yoluna girdiklerini belirtmek mümkündür. Türkiye’nin Suriye’deki iç savaş nedeniyle Güney hudutları boyunca maruz kaldığı güvenlik sorununu çözmek amacıyla Ağustos 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı operasyonunun El Bab ele geçirildikten ve iki bin küsur kilometre kareyi kapsadıktan sonra şimdilik
durdurulduğu belirtilmiştir.

Son olarak ABD’nin SDG (Suriye Demokratik Gücü)’de hakim durumda olan PYD/PYG ile Rakka operasyonunu yapacağını ve PYD/PYG’yi ağır silahlarla donatacağını ilan etmesinin hemen sonrasında Trump’un gerekli kararnamelerinin imzalandığı da açıklanmıştır. Bu kararın Sayın Cumhurbaşkanının ziyareti öncesi Türk heyetinin Wasington’daki temasları sırasında ve Trump tarafından kabullerinin ardından açıklaması ilginç görülmektedir. ABD’li yetkililerin Türkiye’nin güvenliği konusunda her türlü teminatı da verdikleri görülmektedir. PYD/YPG konusunda ilginç diğer bir açıklamada hemen hemen aynı sıralarda Suriye Dışişleri Bakanı Muallim tarafından yapılmıştır. Suriyeli Bakanın PYD/PYG’nin DEAŞ’la mücadele ettiğini ve yasal olduğunu vurgulaması da düşündürücüdür.

PYD/YPG’in Rakka’yı alsa dahi şehrin demografik yapısı nedeniyle burayı yönetemeyecekleri ve kenti Rusya’nın da etkisiyle Esad rejimine devredecekleri yolunda basında yorumlara rastlanmaktadır.

IŞİD yenilse dahi Suriye’de ve belki de kısmen Irak’ta kendi amaçları için İslam dinini çarpıtarak araç olarak kullanan militan terör örgütlerinin çeşitli isim ve sıfatlarla faaliyetlerini uzun süre daha devam ettireceklerine muhakkak gözü ile bakılmaktadır.

 b. Irak:

Irak politikamızın esasının ülkenin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğinin korunması teşkil etmektedir. Son zamanlarda iki ülke arasında vuku bulan gerginliğin önemli nedenleri olarak Ankara’nın Irak seçimlerinde Sünnileri nerdeyse alenen desteklemesi, Kuzey Irak Kürt Yönetimiyle zaman zaman Bağdat’taki merkezi hükümeti göz ardı ederek kurduğu yakın ve yoğun ilişkiler ve nihayet Irak’ta bulunan Başika askeri eğitim üssümüzün Bağdat Hükümetinin kapatılıp personelin geri çekilmesi talebini ısrarlı şekilde geri çevirmiş olmamız hususları sayılabilir. Başbakan Binali Yıldırım’ın Bağdat’a vaki ziyaretinin Irak’ı tatmin edemediği, Iraklıların Başika üssünün boşaltılarak askeri personel ve
teçhizatın geri alınmasında ısrarlarını sürdürdükleri bilinmektedir. Bunlara zaman zaman PKK hedeflerine TSK tarafından yapılan operasyonların da Bağdat Hükümetince protestolarıyla karşılandığını ilave etmek uygun olacaktır. Bağdat Hükümetinin, IŞİD’e karşı koalisyonca başlatılacak operasyona Türkiye’nin katılmasına en kuvvetli şekilde karşı çıkması ve ABD’nin de buna katılmasıyla Türkiye IŞİD’e karşı Irak’taki operasyonların dışında kalmıştır.

Irak her yönden Türkiye için önemli ve tarihsel ilişkileri bulunan bir ülkedir. Bu itibarla gerek Kuzey Irak Kürt Yönetimi gerek başta Türkmenler olmak üzere ülkedeki diğer farklı mezhep ve gruplarla temaslarda bulunulurken Bağdat Hükümetinin hassasiyetini göz önünde tutmak yararlı olacaktır. Kürt yönetiminin bağımsızlık ilanına karşı başta Merkezi Bağdat Hükümeti ve İran’ın gösterecekleri tepki ile bağımsızlık ilanının bölge dengelerinin ve diğer Kürt hareketleri üzerindeki olası etkilerinin çok dikkatle takip ve değerlendirilmesinin hayati önemi haiz olduğu açıktır. Diğer taraftan Türkiye’nin en önemli sorunu PKK’nın Kandil’e ilaveten Sincar’daki varlığının sonlandırılması açısından Irak’taki Kürt Yönetimi ve Bağdat Hükümeti ile ilişkiler önem kazanmaktadır.

 c. İran:

Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler her zaman ikircikli bir seyir takip etmiştir. İki ülkenin tarih boyunca her zaman gizli veya açık rekabet içinde bulundukları bir gerçektir. Halen iki ülke arasındaki önemli sorunlu hususlar olarak Türkiye’ye yerleştirilen NATO radarı, Türkiye Suriye hududuna konan Patriot füzeleri, Suriye’deki rejim konusunda karşıt görüşlerde olmaları, aynı şekilde Irak’da hem merkezi hükümet ve hem de Kuzey Irak’daki çeşitli Kürt partileri konusunda zıt cephelerde bulunmaları İran’ın zaman zaman PKK’ya verdiği destek, İran’ın Suriye’den sonra Yemen’de de Şii Huşi’lere destek vermesini saymak mümkündür. Suriye’de İran’ın Kudüs Muhafızları adı altında askeri birlik bulundurduğu, Esad rejimine her türlü yardım ve destek verdiği gerçektir.

Bütün bunlara rağmen Rusya’nın aracılığıyla toplanan Astana konferansında Türkiye ve İran garantör ülke olmayı kabul etmişler ve son olarak Suriye’de kurulacak uçuşa yasak ateşkes bölgeleri konusunda ortak tutum almışlardır. İran’ın geçen yıl P5+1 üyeleriyle nükleer program konusunda imzaladığı anlaşma çok önemlidir. ABD ambargosu ve yaptırımların tam olarak kaldırılmamış olmasına rağmen İran’ın bölgede ağırlık ve etkinliğini arttırdığı görülmektedir. Ambargonun tam kaldırılması halinde bloke edilmiş milyarlarca dolara da kavuşacak zengin ve nükleer teknolojiye sahip İran’ın Türkiye’ye ciddi bir rakip olacağı kesindir.

Hatırlanacağı üzere ABD’nin Irak’ı işgali, Saddam’ın devrilmesi ve Bağdat’da iktidarın Şii grupların eline geçmesinden sonra Orta-Doğu’da dengeler değişmeye başlamış; Irak’ın bölgede geleneksel olarak oynadığı İran’ı dengeleme rolünü artık yerine getirememesi büyük bir boşluk olarak ortaya çıkmıştır. Bölgede bu boşluğun doldurulması için Körfez Ülkeleri bölgesel olarak Türkiye’ye bakmakta bu durum Türkiye’nin Orta-Doğu politikasında hassasiyet ler doğurmaktadır. Son olarak karşıt güçleri destekleyen İran ve Suudi Arabistan arasında vuku bulan açık savaş tehditleri iki ülke ilişkilerini temelinde mevcut itimatsızlık, mezhepsel ve siyasi rekabet ile düşmanlık hislerinin açığa
vurulmasıyla izah etmek mümkündür. Türkiye’nin yakın ilişkiler sürdürdüğü iki ülke arasında gerginliğin de ülkemizi güç tercihlerle karşı karşıya
bırakacağı anlaşılmaktadır

 d. İsrail- Filistin –Mısır:

2009’da “one minute” krizini takiben 2010’da İsrail’in İHH’in gönderdiği Mavi Marmara’ya vaki operasyonu sonucu iki ülke arasında baş gösteren gerginliğin zaman içinde (İsrail’in özür dilemesi, ailelerine tazminat ödemesi, Gazze’ye yardım konusunda bir şekilde mutabakata varılmasıyla) çözüldüğü anlaşılmaktadır. İsrail gerek teknolojisi ve askeri gücü gerek demokratik düzeni ve uluslararasında özellikle de ABD ‘de sahip olduğu etkinlik ve siyasi ağırlık nedenleriyle Türkiye için çok önemli bir ülkedir. Türkiye’de çeşitli yönlerden İsrail için aynı derecede önemli ve kıymetli bir ülkedir. Bu itibarla iki ülkenin ilişkilerinin yakınlaşması her yönden önemlidir.

Son günlerde Hamas’daki lider değişikliğinin öncelikle İsrail ve bölge barışı bakımlarından son derece olumlu bir gelişme olduğu açıktır.
Nitekim yeni Hamas liderliğinin İsrail Devletinin var olma hakkını tanırken kendini Müslüman Kardeşlerden ayıran net bir tutum takındığı görülmektedir. Bu suretle Müslüman Kardeşler Örgütünün Tunus ve Mısır’dan sonra Filistin’de de etkisini kaybettiği anlaşılmaktadır. Bu gelişmeler siyasi İslam’ın son devirlerde belki de en köklü, popüler zaman zaman silahlı eylem ve ayaklanmalara sahip çıkan Müslüman Kardeşler Örgütü için büyük bir darbe teşkil ettiği gibi bölgede de belirli bir gerilemenin işareti olarak görmek yanlış olmayacaktır.

Diğer ilginç bir gelişmeyi de Suriye’de çatışmaların başından itibaren Esat kuvvetlerinin yanı sıra Şii Hizbullah Örgütünün de hafta sonunda Suriye, Lübnan sınırının temizlenmiş olduğu gerekçesiyle birliklerini geri çekeceğini açıklaması teşkil etmektedir. Sürpriz ile karşılanan bu karar bazı yorumculara göre Trump’ın bir süredir İran’ın ve Hizbullah’ın Suriye’den çekilmesi yolundaki talebinin sonucu olmaktadır.

Türkiye’nin son zamanlarda bölgenin ve Arap aleminin en ağırlıklı ülkesi Mısır’la ilişkilerini ihya ve yeniden işbirliğine yöneleceğine dair işaretler mevcuttur. Sisi’nin darbe ile Müslüman Kardeşler üyesi Mursi’yi devirmesinin gerek Arap aleminde gerek Batı’da uzun süreli fazla bir tepki yaratmamış olduğu hatırlanacaktır. Nitekim darbeyi takip eden birkaç ay sonra ABD Mısır’la askeri işbirliğini tekrar canlandırarak yardımlara başlamış, Fransa Rusya için imal ettiği iki adet helikopter/çıkartma gemisini Mısır’a devretmiştir. Arap aleminden ilk yardıma koşan Suudi Arabistan olmuştur. İki devlet başkanının muntazam aralıklarla bir araya geldikleri ve Suudi Arabistan’ın Sisi’ye ilk aylardan itibaren
önemli mali yardımlarda bulunduğu bilinmektedir. Türk özel sektörünün Mısır’da önemli sayılabilecek yatırımlarını ilaveten civar ülkelerden ihracat yönünden Mısır’dan faydalandığı, Türk deniz ulaştırması açısından Süveyş kanalının önemi de bilinmektedir. Bu itibarla Mısır’la ilişkilerin bir an önce normalleştirilmesinin her yönden faydalar sağlayacağı açıktır.

Mısır ve İsrail ile ilişkilerimizin normalleştirilip iyileştirilmesinin diğer bir önemde Doğu Akdeniz Bölgesinin zengin hidrokarbür yataklarına sahip olması ve bölgenin alakalı ülkeler arasında sınırlandırılması, bulunan tabii gaz rezervlerinin Avrupa pazarlarına ulaştırılması teşkil etmektedir. GKRY ve Yunanistan’ın bu konuda gayet faal politikalar takip ettikleri bilinmektedir. Her ne kadar tabii gazın Türkiye üzerinden boru hattı ile Avrupa pazarlarına sevki ekonomik yönden yararlı görünüyorsa da Türkiye’nin vakit kaybetmeksizin hem sınırlandırma hem de boru hatları konularında aktif bir tutuma girmesinin faydalı olacağı düşünülmektedir.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder