15 Ocak 2016 Cuma

Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın Yorumları ve Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları BÖLÜM 1



Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın Yorumları ve  Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları BÖLÜM 1 


Ali TAŞKIN* 
Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü. 

Özet 

Demokrasi konusunda Platon ve Popper genel olarak farklı düşünür. Örneğin Platon, egemenliğin, bilgisi yetersiz kitlelerin elinde olduğu yerlerde Demokrasi yi kötü bir yönetim biçimi olarak düşünür. Tam aksine, Popper ise Demokrasiyi yönetim biçimlerinin en iyi türü olarak tanır ve demokratik yönetimin toplumun  en iyi yaşam biçimine ulaşması yolunu açar. Bu makaledeki amacım, Platon’un Demokrasi paradoksları ve Popper’ın yorumlarının çözümlenmesine ek olarak, siyasal katılım, egemenlik ve özgürlük vb. bağlamında, Türk demokrasisinin benzer yönlerini tartışmaktır. 


“…İnsanın Eleştirme yetilerini serbest bırakan ‘ Açık topluma ’ geçiş…” 

K. R. Popper 

Yunanca Demos (halk) ve Kratos (iktidar, erk) sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle oluşan, halkın gücü ya da iktidarı anlamında kullanılan Demokrasi (TDK, 1998; 52) (d.mokratia), ilk kullanımından beri felsefesinin temel sorunlarından birisi olmuştur. Terimin kökeninden başlayarak, yüklenen anlamlar, geçirdiği evreler, teori ve pratik açısından ele alınışında ve toplumların uygulamalarında görülen farklılıklar, olumlu-olumsuz yönleriyle felsefi bir temel üzerinde sürekli tartışılmıştır. 

On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılda, Demokrasi ve bu bağlamda yer alan her tür tartışmanın, “ Siyaset biliminin ” (!) konusunu oluşturduğu savıyla medyada, (1)  çoğunlukla siyaset bilimciler tarafından güncel ve yüzeysel, bir magazin kültürü çerçevesinde tartışılıyor ve felsefi derinliğe bir türlü inilmiyor olması, demokrasinin felsefi bir temelde çözümlenmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. 

Kimi zaman içi boş bir dogma niteliğinde, siyasal mülahazalarla ortaya atılan, ama ne tarihsel ne de tutarlılık açısından anlaşılması olanaklı olmayan, demokrasinin en mükemmel yönetim biçimi olduğu iddiasının, onu kendi çıkarına hizmet edenlerin bir araç, bir slogan olarak kullanmalarından başka bir anlam ifade etmediği zamanla anlaşılmıştır. Demokrasi söyleminin, halkı kategorik sınıflara bölerek dışlayan baskıcı yönetimleri eleştirmek, demokrasiyi de güçlendirmek adına kimi zaman iyi niyetle ve haklı gerekçelerle dile getirilen, ancak, kimi zaman da, karşıtı olduğu varsayılan kesimleri susturma ya da aşağılama amacı güden bir retorik olduğu da yakın geçmişte sıkça görülmüştür. Eskiden geliştirilen bu “retoriğin” arkasında durmayan, “ Devletin bekası” gibi, sıradanlaştırılan, basmakalıp ifadelerle “ Gerekirse vazgeçebileceğimiz ” demokrasimizin “ Demokrasinin beşiği ” ilan edilen ülkelerde bile tam olarak uygulanmadığı dile getirilerek, “ Halklara özgürlük ” parolasıyla uygulamaya konulan bu “ Sihirli ” yönetim biçiminin bir tür “halk despotizmine dönüşme” tehlikesi vurgulanmıştır. Platon’un yüzyıllarca önce dikkat çektiği bu eleştiriden 
başta habersiz olan “demokrasi tutkunları”(!), Demokrasinin artık çıkarlarına hizmet etmediğini gördüklerinden midir, yoksa başka nedenlerle mi bilinmez, onunkine paralel görüşleri güncelleştirmeye başlamışlardır. 

Demokrasi tartışmalarının tarihsel arka planına bakıldığında, Avrupa demokrasisinin, Platon’un öne sürdüğü, egemenlik, özgürlük ve hoşgörü paradoksları ve Aristoteles’in de benzer yorumları ekseninde oluşturulmuş bir demokrasi kültürü çerçevesinde geliştiği görülür. Dünyanın sınırlı sayıda ülkesinde uygulanan bu yönetim şeklinin, Batıda da Doğuda da gerek ilkesel olarak gerekse uygulamadaki güçlükler açısından büyük sorunları da beraberinde getirdiği bilinmektedir. Her ne kadar, demokrasinin Avrupa merkezli, dolayısıyla Avrupalılar için uygun bir rejim olduğu biçiminde yorumlar varsa da, bütün insanlar ve toplumlar için olumlu yönleri ağır basan 
bir rejim olacağına ilişkin kanaatler daha çoktur. Bu bütünlük içerisinde ülkemizin demokrasi geçmişi ve geleceğine ilişkin kimi tartışmaların Avrupa’dakilerle paralellik göstermesini hesaba katarak, yirminci yüzyılın önemli filozoflarından biri olan Karl Popper’ın Batı Demokrasisi üzerine yaptığı çözümlemelerde yer alan kimi tespitlerinden de yola çıkarak, Türkiye’deki demokrasi tartışmaları ve sorunlarına bir başka açıdan bakmayı deneyeceğiz. 

1- Burada, ekran değişse de, (malumu ilam etmekle görevli) konukların değişmediği tartışma (!) programları kastedilmektedir. 


İlk çağlardan yirminci yüzyıla kadar, çetin hesaplaşmalar ve savaşlarla bugünkü duruma gelen Demokrasinin, yıkmaya yönelen tehdidin türüne göre, kendini koruma hakkına sahip olmasının demokratik olup-olmayacağı tartışılmıştır. Demokrasinin özüne uygun düşmeyen, kimi zaman askıya alınmasına kimi zaman da tamamen ortadan kaldırılmasına yol açan bu paradoksal savunma mekanizmalarının demokrasi çerçevesinde nasıl işletileceği önemli bir sorun olarak gözükmektedir. Bu makale, demokratik yollarla “gizli gündemlerini” gerçekleştirmeye çalışan “ Demokrasi karşıtlarına ” karşı mücadele etmenin de Demokrasi içerisinde olduğunu savunan Platon ve Popper’ın görüşlerinden yola çıkarak, günümüze yansımalarını ele almak amacıyla yazıldı. Bu çerçevede, demokratik yöntemlerle Demokrasinin yok edilmesi tehlikesine karşı geliştirilmesi gerekli önlemlerin, egemenlik, özgürlük, hoşgörü gibi demokratik değerler açısından yerinde liği üzerine de değerlendirmelere yer verilecektir. 
Gerekçeleri farklı olmakla birlikte, Platon ve Popper’ın, kendisini korumak için çeşitli önlemler alan her sistem gibi, Demokrasinin de özgürlüklere sınır çizmesini meşru görmeleri, Demokrasinin olanağı sorunu düzleminde bir çok tartışmayı da birlikte getirmektedir. Demokratik düzenin sürdürülmesi için ana ilkelerden vazgeçmeksizin neler yapılabilir? Demokrasi çerçevesinde kalarak hangi değer ne ölçüde sınırlanabilir? 

Bu sınırlamaların Demokrasinin “en iyi yönetim biçimi” olmasına engel olupolmayacağı ya da ne ölçüde demokratik sayılacağı Popper’ın yorumları çerçevesinde tartışılacaktır. 

Demokrasinin Kökeni ve Tartışmalar 

Yönetim biçimleri, başta, Platon’un Devlet ve Yasalar’ı, sonra da Aristoteles’in Politika’sı olmak üzere, tarihsel süreç içerisinde çok sayıda filozof ve entelektü elin yapıtlarında çeşitli yönleriyle irdelenmiştir. Bu yönetim biçimleri içerisinde, üzerinde en çok tartışılanlardan birisi, hiç kuşkusuz Demokrasidir. Tarihsel olarak bakıldığında, doğal olarak, bugünkü Demokrasinin ne Platon ne de Aristoteles tarafından tanımlanan demokrasi olmadığı bilinse de Demokrasinin temellerinin Antik Yunan’da atıldığı inancı yüksektir. 

Aristoteles’e göre Atina Demokrasisi’nin kurucusu, ünlü yasa koyucu Solon (640-559)’dur. Solon’un, mutlak oligarşiyi yıkıp halkın köleleştirilmesine son 
vermesi, Areios Pagos Kurulu gibi aristokratik ögeleri sürdürse de, bütünüyle halkın seçtiği üyelerden oluşan bir yargı sistemi kurmasıyla sonraki demokratik 
yönetimlere ilham verdiği söylenir (Aristoteles, 2005, 65). Solon’un, bu sisteme öncülük etmesine Fenikelilerin kurmuş oldukları şehircilik tipleri, Hammurabi ile Musa’nın, insanları borçlarından kurtaran yasalar çıkarmaları etkili olmuştur. 
Solon’un demokrasi anlayışı, Batı’nın demokratik yaşamının başlangıcı kabul edilir (Ruben, 1947, 27). 

Demokrasi de içerisinde olmak üzere, insanın toplum halinde yaşamasının zorunlu sonucu olarak, insan doğası temelinde salt felsefi bir sorun olarak da 
sosyokültürel yönleriyle de yönetim biçimleri üzerinde çok tartışma yapılmıştır. En uygun olanı bulma yolunda çok çaba harcanmış olmasına karşın, her zaman ve koşulda her topluma uygun bir yönetim biçimi bulunamamıştır (Kempski, 2001, 478). Böyle bir arayışın yerindeliği sorgulanabilir; çünkü her yönetim tarzı uygulama alanı bulduğu yerin koşullarına göre biçimlenir. Demokrasi geleneği açısından daha kıdemli sayılan 

Batı toplumlarında bugün bile farklı yönetim biçimleri ve bakış açıları bulunması buna örnektir. Söz konusu çeşitliliğin temelinde de felsefi çözümlemelerdeki farklılıklar bulunmaktadır. Bir yanda, doğası itibariyle insanın dizginlenmesi gereken bencil ve saldırgan özelliklere sahip olduğunu öne süren ve totaliter bir yönetimi savunan Hobbes’un başını çektiği, Rousseau’nun da kısmen katıldığı gelenek varken, diğer yanda da, yarar ilkesini temele koyan, insanın iyi özelliklerinin daha ağır bastığını öne sürüp daha liberal bir yönetime layık olduğunu savunan Shaftesbury’nin başını çektiği Hutcheson, Hume, A. Smith gibi düşünürlerin yer aldığı gelenek vardır. Sözü çok uzatmadan söylemek gerekirse, uygulamaları örnek gösterilen batı ülkelerinde de Demokrasi üzerinde bir uzlaşma, Demokrasinin her toplum için ideal bir yönetim biçimi olduğuna  dair genel bir kanı yoktur. Şu abartılı yorum buna güzel bir örnektir: “Siyaset felsefesi açısından en büyük tehlike, özellikle günümüzde, Batı dünyasının geliştirmiş olduğu bir ‘demokrasi’ tipinden yola çıkarak, bu Batıya özgü ‘yaşam biçimini’ insanlığın geri kalan bölümü için de ideal olarak görmek şeklinde Batıda yaygın olan bir tehlikedir. Ama aynı tehlike, Doğu bloğunun totalitarizminde de söz konusudur. 

Burada da Batının demokrasi idealine karşıt bir idealin insanlığın geri kalan bölümü için geçerli kılınmaya çalışıldığı görülür”(Kempski, 478). Doğu’daki halkın Demokrasiye hakkı yok, Batı’dakiler de Totalitarizme layık değil, anlamına gelebilecek bu tutucu yorum kabul edilemez ama her toplumun demokratik bir yönetime uygun olduğunu, her toplumun Demokrasiyi içselleştirebileceğini öne sürmek ve hangi devlet olursa olsun orada Demokrasiyi “ideal” biçimiyle uygulamanın olanaklı olduğunu savunmak doğru da değildir. 

Platon’un Demokrasi Paradoksları 

Esasında, ifade “demokrasi paradoksu” biçiminde ve aşağıda sayacağımız paradoksları birbirinden ayırmadan ele alınmalıdır. Ancak, Platon, demokratik 
yönetimle birlikte ortaya çıkma olasılığı bulunan kimi kavram ve kurumların birbirine yakın ve bağlantılı olması nedeniyle her biri ayrı öneme sahip olan Egemenlik, Özgürlük ve Hoşgörü gibi öncelikli konuları birlikte ele almaktadır. Platon, kullandığı bu yöntemle, başta olumlu ve insanı mutlu eden bu kavramların, sınırlandırılmadığı zaman nasıl kendi kendisini yok edeceğini, yok etmekle kalmayıp, nasıl tam karşıtı olan sonuçlara dönüşebileceğini açıklamaktadır. 

Erk, Hoşgörü ve Özgürlük Paradoksları 

Platon, Devlet adlı yapıtında, güç kimde olmalıdır, sorusunu sorar ve Demokrasinin “zorbalığın sonucu olarak doğduğu” savını kanıtlamaya çalışır. Ona göre Oligarşiden Zorbalığa, oradan da Demokrasiye geçiş nasıl olmuşsa, tersine bir süreç yaşanacak, Demokrasiden Zorbalığa oradan da Oligarşiye geçiş olacaktır (Platon, 1992, 562/a, 246). 

Demokrasinin en belirgin vasfı sayılan “özgürlük”, onu ölçüsüz kullananlarca amacından saptırılarak bir nihilizme ve otoritede sınır tanımazlığa yol açacak duruma sokulur. Bu özgürlük karşıtı gibi görünme tavrına tepki gösteren Popper, Platon’u “ Totaliter ” olmakla suçlar (Popper, 1994, I/264). Platon’un bu tavrının, Sofistlerin anarşizme yol açan, devlet dahil hiçbir otoriteyi tanımayan görüşlerini mahkum etmek amacı taşıdığı düşünülebilir. Yunanistan’ın o dönem için iyi yönetilmediğini bilen Filozof, özgürlük talepleriyle başlayan bu tavırların varacağı noktayı şu sözlerle açıklar: 

“…Üstlerinde herhangi bir çeşidinden despot bulunmasını istemedikleri için, artık yazılı olsun yazısız olsun yasalara aldırış etmez olurlar. O halde bu tiranlığın çıktığı kaynaktır”(Popper, 1994, I/264). Platon’un konuyla ilgili diyalektiği Devlet’te yer alan şu diyalogla sürmektedir: 

- “Oligarşiyi kuran ne olmuştu? Aşırı zenginlik kaygısı değil mi? 

- Evet. 

- Oligarşiyi yıkan da gene bu doymak bilmeyen, zenginlikten başka şeye değer vermeyen tutku olmuştu. 

- Doğru. 

- Onun gibi, Demokrasiyi yıkan da, onun en büyük değer saydığı, doymadan arzuladığı şey oldu. 

- Nedir o? 

- Özgürlük. Bir demokrasi devletinde herkesin en güzel dediği şey odur. Özgür doğan bir insan yalnız böyle bir devlette yaşayabilir derler, duymuşsundur.” 

Gücü eline alanın bunu kolay kaybetmek istememesi sık rastlanan bir durumdur. Eski Yunan toplumunda da iktidarı ele geçiren herhangi bir güç kendisinden başka yetke tanımaz noktaya geliyordu. Bu sınırsız güç kullanımının tiranlığa yol açtığını Platon şu ifadelerde açıklıyor: “…Tiranlığı başa geçirenin Demokrasiden başka bir yönetim biçimi olmadığını varsaymak akla yakındır” (Platon, 564/a). Platon’un, Tiranlığa Demokrasinin neden olduğunu söyledikten sonra, bizde de güncel tartışma konularından birisi olan “sivil vesayet” ya da “sivil diktatörlük” gibi yorumlara neden olan hususlara ışık tutacak iddialarda bulunduğu görülüyor; şöyle diyor filozof: “ Alelade insanlar da, bir insanı tutarak kendi gözdeleri ya da parti önderleri yapmaya ve onun yerini yükseltip büyütmeye alışkın değiller midir?”  
 _ “Alışkındırlar” 
 –  Öyleyse, apaçık görünüyor ki, nerede bir tiranlık türerse, kaynağı bu demokratik parti önderliği dir.”2 Platon’un “ Alelade ” dediği insanları, günümüzde kullanılan “ Halk ” terimi ile bir tutarsak, benzer tutumun bugün de sürdüğünü söyleyebiliriz. Platon’un “alelade insanları” ile bugünün “bidon kafalıları” “aptal” ya da “cahil kitle” denilen halk yığınları arasında ilkece bir fark görmeyen seçkinci anlayış açısından değişen pek bir şey yok gibidir. Bu tip değerlendirmeleri haklı çıkaracak deneyimler yaşansa da, ne tarihsel olarak ne de demokrasi anlayışı ve kültürü açısından bu benzetme ve nitelendirmeler uygun değildir. Demokratik anlayışın ve anayasal kurumların köklü bir 
biçimde yerleştiği ülkelerde gerek siyasal kurumların özerk yönetimlerinde gerekse iktidar olma fırsatı bulan partilerde başarısızlık ya da ayrılmayı gerektiren durumlarda değişim kolayca gerçekleşebilmektedir. 

2 Bu alıntılar Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları, adlı eserinden aktarılmıştır. (Devlet, 564a, 565c); Popper, a.g.e. s. 265. 



Avrupa’nın demokratik geleneğinde Locke’la başlayıp Montesquieu ile tamamlanan “güçler ayrılığı ilkesi” ile sistemi güçlendiren uygulamayı bu konuda atılmış önemli bir adım olarak görmek gerekir. 

Platon’un kaygı duyduğu tehdit tamamen ortadan kalkmış olmasa da, tek yanlı yetki, egemenliğin yasama, yürütme ve yargı olarak kontrollü biçimde dağıtılmasıyla her kurum kendi sınırları içerisinde, kimi zaman da birbirlerini kontrol mekanizması olarak kullanılmasıyla büyük ölçüde azalmıştır. Popper’ın şu ifadeleri bu bağlamda değerlendirilebilir: “Özgürlüğü ortadan kaldırma yönündeki tehlikeleri en aza indirmenin en iyi yolu, yönetilenlerin devlet erkini elinde tutanları değiştirmeleri ve yerlerine farklı politikaları olan başka kişileri getirmelerini olanaklı kılan anayasal düzenlemeleri en önemli kurumlar olarak korumaktır” (Magee, 1990, 74). Sözü edilen anayasal kurumların da zaman zaman “anayasal” sınırları zorlayarak “ Güç Gösterisinde ” bulunmaları onlarla ilgili kaygıları arttırmaktadır. Konuyla ilgili tartışmalar aşağıda ele alınacaktır. 

Hoşgörünün de özgürlük gibi kendisini yok edeceğini öne süren Platon, bu konuda da, Demokrasinin ortadan kaldırılmasına yol açtığını öne sürdüğü gerekçeleri sıralar. Popper’a göre hoşgörüyü yok eden “hoşgörüsüz felsefeleri” ortadan kaldırmak yerine, akılcı kanıtlarla onlara karşı çıkılması gerekir. Hoşgörüsüzlüğe alışmış olanların, yandaşlarını bu akılcı kanıtları dinlememe yönünde, hatta onları fiziki müdahalelerle engellemeye çalışmaları durumunda onların bu hoşgörüsüzlüğünü de fiziksel güçle engellemek haklı bir nedene dayanmış olur (Magee, 72). 

2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..


...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder