19 Mayıs 2019 Pazar

Ortada Kalış Şaşkınlığı


Ortada Kalış Şaşkınlığı 

Mümtaz Soysal,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


EMRE KONGAR, daha önce yaptığı gibi dün de sütununda yineledi: Türkiye Cumhuriyeti, değişik açılardan yapılan ülkeler arası ölçümlerde hep ortalarda 
gezinmekte. Rejimlerin orta yerinde; tam ve kusurlu demokrasilerle otoriter rejimler arası “melez demokrasi” olarak ortada. Özgürlük konusunda, “özgürler” 
ile “özgür olmayanlar” yarışında da ortada: “kısmen özgür”.
Başlangıçtaki iddiası “çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkmak” olan bir Cumhuriyete yakışmıyor.

Niçin böyle?

Bu ülkenin bilim, sanat ve spor gibi alanlarda ön saflara geçmiş ve geçebilen birinci sınıf insanları yok mu?
Var, hem de yığınla. Ara sıra adlarını duydukça gururlanıyoruz.
Buna karşılık, hâlâ devletinin resmi dilini konuşamayan, okuma yazma bilmeyen, ilkokul diploması olmayan, işsiz, evsiz, sosyal güvencesiz, hatta yarı aç 
yaşayan insanlarımız bile var yetmiş beş milyonluk nüfusumuz içinde.

Neden böyle?

Üst kesimdeki insanlarımız, yani yalnız ün kazandıkları alanlarda değil, servet ve yaşama standardı olarak da ortanın üstünde olanlarımız, genellikle öğrenim 
düzeyleri dolayısıyla da öğrenip pek sevdikleri “empati” kavramına uygun biçimde kendilerini onların yerine koyarak, sıkıntılarını, özlemlerini kendi içlerinde de duyarak, acılarıyla bütünleştirerek o kesim için gerekeni yapamazlar mı?
O noktada pek kolay anlaşılmayan bir şey var ama tam ne?
Galiba bir yanda üstün kültür, duyarlı çevre ve doğa sevgisi ile öte yanda çağdaş ekonomistlik ve ileri mühendislik karışımı bir örnek, bu anlaşılmazlığın 
nedenini anlamaya ve anlatmaya yardımcı olabilir.
Gün geçmiyor ki, üstün kültür sahibi insanlarımızın, uzak dönemlerin tarihini, sanat değerlerini iyi bilen, doğayı seven, kirletmek, çirkinleştirmek istemeyen 
insanlarımızın feryatlarını ve isyan seslerini duymuş olmayalım; örneğin, kısaca HES denen yurdun çeşitli köşeleri için planlanan, yapılan, bitirilen 
hidroelektrik santral barajları konusunda.
Öte yandan, bilim ve fen dünyamızın seçkin insanları, toplumlar arası refahlı yaşayış, sağlam ekonomi düzeyi ve çağdaşlık yarışında geri kalışımızın 
nedenlerini açıkça ortaya koyuyor: Dıştan yollanan gelişme modellerine aşırı düşkünlük, plansızlık, ileri teknolojileri yerinde ve zamanında kullanamayış 
ya da özgünlerini yaratamayış. Onlar, kömür, petrol ya da doğalgaz gibi gittikçe tükenen, dıştan alma ve taşıma yüzünden pahalıya mal olan kaynaklarla 
elde edilmiş elektriğin hidroelektrik santrallı barajlardan elde edilen elektriğe göre dört misli pahalıya mal olduğunu ortaya koymaktalar.
Böyle bir gerçeklik açıkça ortadayken çevreciler ve romantik “aydın”lar ile kalkınmacı ekonomistler ve barajcı mühendisler arasındaki çekişmelerin anlamı ne?

Kesimler arası kopukluktan, Cumhuriyetin bütünlükçü felsefesini kavrayamayıştan ve dıştan üfürülen formülleri ezberleyişten başka anlamı var mı bunun? 

O zaman, başlangıçtaki atılımın geniş kapsamlı devrimciliğinden ders çıkarmak, kimilerinin suçladıkları gibi gericilik midir, yoksa çağın zorladığı yeni bir 
devrimcilik mi?

****

Anlama Noktası.


Anlama Noktası… 

Bekir Coşkun,


28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

Hepimiz artık biliyoruz ki; İslami demokrasinin alt ve üst yapısı tamamlandığına göre, sıra orta yere geldi.

Ve Türkiye Bülent Arınç’ın “Seks” düzenlemesini konuşuyor bir haftadır.
Niçin?..

Çünkü memleketin başına geleni şu orta yerden başka bir şey anlatamadı da ondan…

*
Mübarek şu orta yer küçüktür ama anlatım yeteneği büyüktür.
Misal; boy ölçüsünü metre, santimetre, milimetre, fit, karış ile söyleyin anlamazlar. Ama “Seyim kadar” derseniz…

Hah, demek ki kısa boy…

*
Uzaklık ölçüsüdür aynı zamanda:

“Teeee anasının…” denildiğinde anlaşılır:
Uzak…

*
İsterseniz Kasımpaşa’nın yerini en iyi şekilde tarif edin bakalım…
Başarabilirsiniz…

*
Sanatsal yorumcudur da…
Diyelim ki kemancıyı iki saat anlatmak isteyip anlatamadığınızda “….. gibi çalıyor” dersiniz, herkes o saniye anlar…

*
Mimari ölçüm aracıdır…

Ev ferah mı, aydınlık mı, geniş mi, dar mı, net oturma alanınız kaç metrekare?..
“G.. kadar” derseniz…
Anlamayan kalmaz…
Yani küçük, iki oda bir salon…

*
İşte bu yüzden zaten Bülent Arınç “Hayat içki ve seksten ibaret değildir” diyerek orta yere sınırlama getirince, herkes Türkiye’nin başına ne geldiğini anladı…
Oysa dincinin nihai hedefi insanların yaşam biçimini değiştirmektir… Bundan asla vazgeçemez… Bu bir mutlak ve kutsal emirdir… 
Eğer ramazanda ağzı oynayanların nasıl dayak yediğini ya da çağdaş yaşamı savunanların yakılmaktan vurulmaya kadar nasıl yok edildiklerini unutmadıysanız…

(Bkz; muamelat ve ukubat bahisleri.)

*
Memleketin oynamadıkları yeri kalmadı, kimse anlamadı…
Milletin kaderi ile, devletin ekseni ile, toplumun yapısı ile, Türkiye’nin geleceği ile oynadılar, yine anlayan olmadı…

Ama “Seks” denilince, anladılar…

Demek ki aynı zamanda anlama noktası da…



***

LİBERALLER ARAFTA,

LİBERALLER ARAFTA,


Mehmet Tezkan,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Tarife gerek yok.. Kimlerden söz ettiğimi artık biliyorsunuz.. Muhafazakârlar her gün ‘siyasetin reel şartları bugün farklı, AK Parti’nin liberallere ihtiyacı yok’ 
diye davul çalıyorlar ya..

Onlar kimi kastediyorsa ben de onları kastediyorum..  
  
Son takışmadan sonra AKP’yle de, o kesimin eli kalem tutanlarıyla da aralarına kara kedi girdi..

Yan yana duruyorlardı..

Kavga çıkınca muhafazakârlar, liberalleri dışarı doğru itelemeye başladı..
Bunu gören liberaller ‘kelle hesabınızdan beni düşün’ diyerek sekiz yıldır oturduğu koltuğu boşalttı..

Hâlâ boşaltmayan var!.  

Bu sebeple muhafazakârlar, her televizyon programında, her gazete yazısında aynı çağrıyı yapıyor..

Ya tam destek ver, ya terk et..

Niye mi zorluyorlar?

Çünkü liberallerin boşalttığı koltuğa milliyetçileri oturtmak istiyorlar..
Bu işi bir an önce bitirmeye çalışıyorlar..

*
Başbakan da, Kiev dönüşü uçakta liberal çatırdamaya parmak bastı..
Ama çok farklı..
Oluşmuş bir ittifak yok dedi, onlar destek verdi diye bu adımları atmadık dedi, haziranda görürsün deniliyor AK Parti yine tek başına iktidar olunca sen 
neyi göreceksin dedi, sandığı entelektüelin dili değil milletin dili belirliyor dedi, entelektüelin diliyle milletin dili uyumlu değil dedi..

*
Ortada köprü falan kalmadı..
Hal böyleyse liberallerin durumu ne diyeceksiniz?
AKP ile araları hoş değil, sosyal demokratlarla hiç iyi değil..     
Milliyetçilerle feci..
Ne iktidarlalar ne de muhalefetle..

Lafın kısası..
Liberaller arafta..

Amaç zaten buydu içki bahane edildi
Günlerdir yazıyorum.. 
Amaç gençleri içkiden uzak tutmak değil, içki üzerinden toplumsal hayata müdahale etmek diyorum..

Hükümet adamları itiraz ediyor.. İçkiyi yasaklamadık , kimseye müdahale etmiyoruz diyorlar.. 

Ben de diyorum ki müdahale edilen alan içkiyle sınırlı değil, çok daha büyük..
Somut örnek..
İstanbul’da Babylon adlı önemli konserlerin de verildiği bir mekân var.. 
Müzikli içkili yer..
Hindi Zahra gibi ünlüler gelir konser verir.. Tabii onları getiren içki sponsorlarıdır..
Yasa ne diyor; içki sponsoru varsa 24 yaşındakiler giremez..
Babylon da karar almış.. Konserlere artık 24 yaşındakileri almayacak!..

*
Saçmalığa bakar mısınız?

24 yaşındaki genç diğer günler girebiliyor, içkisini içebiliyor, konser olunca giremiyor..
Bunun adı da gençleri içkiden uzak tutma oluyor!..

*
Diyecekler ki bira firmaları sponsor olmasın..
Kim olsun?

Süt firmaları mı, mama firmaları mı?

*
Not: Bu tür yerlerde çalışan, garsonluk yapan, yerleri temizleyen, bulaşık yıkayan  23-24 yaşındaki gençlere ne olacak?
Etkilenmesinler diye kapı önü mü? Çalışana izin müşteriye yasak olmaz ki!..

Bülent Arınç usulü siyaset

Yine mi Bülent Arınç demeyin..

Özel bir takıntım yok.. Ama ne yapayım bu aralar çok formda, her tarafa ateş ediyor, her lafın altından çıkıyor..

Meseleleri öyle güzel süsleyip, öyle abartıyor ki, bambaşka yere çekmeyi başarıyor.. 

Geçenlerde Manisa’da konuşurken ezan okunmuş, Arınç konuşmasını kesmemiş.. Fetva aldım o yüzden konuşmaya devam edeceğim demiş..
Sonra ne demiş?
“Ezan bizim ezanımız çok şükür ‘Tanrı uludur’ demiyor ‘Allahüekber’ diyor, bugünleri gösteren Rabbime şükürler olsun..”

*
Bu sözü duyan sanır ki, bugüne kadar ezan ‘Allahüekber’ diye okunmuyordu.. 
Bu sözü duyan sanır ki ezan ‘Allahüekber’ diye okunmaya AKP döneminde başladı..
Arınç, hasretle yanıp tutuşuyordu, bugünleri gördüğü için şükrediyor..

*
Arınç hayatında camilerden ‘Tanrı uludur’ diye ezan okunduğunu duydu mu? 
Hayır!..
Türkçe ezan okunmaya 1932 yılında başlandı, 1950 yılında son verildi.. Yeniden Arapçaya dönüldü.. 
Arınç 1948 doğumlu..
Daha iki yaşında.. O günleri bilmez.. Yaşı 65’in üstünde olanlar hayal meyal hatırlar, 70 üstü bilir..
Bir soru daha..
Bugün memlekette böyle bir mesele var mı?
Yok..
Arınç’ın varmış gibi sunup, ‘bugünleri  gösteren Rabbime şükürler olsun’ demesinin manası ne?
Siyaset!.. 
Muhteşem Yüzyıl 
Kurtlar Vadisi..
Kanuni’nin hayatını ele alan diziye az laf edilmedi.. Ecdadımıza saygısızlık denildi, kabul edilmesi mümkün değildir denildi, Osmanlı’ya hakaret diyerek 
yasaklanması bile gündeme geldi..
Hükümet adamları bile bu tür sözler sarf ettiler..
Bu belgesel değil ki sonuçta televizyon dizisi diyenlerin sesi ağzına tıkıldı..

*
Mavi Marmara gemisi baskınının intikamını almak isteyenler Kurtlar Vadisi Filistin adında bir film yaptı.. Filmin Almanya’da, Holokost (Yahudi soykırımı) 
Kurbanlarını Anma Günü’nde vizyona gireceği için durdurulması istendi..
Bizim Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’ne sormuşlar.. Almanya’daki yasak girişimine ne diyorsun diye..
Bu sonuçta bir film demiş.. 

*
Doğru söylemiş de..
Benim lafım şu..
İçeride başka dışarıda başka olmaz.. Sonuçta ikisi de film..


***

Osmanlı’nın İzinde!

Osmanlı’nın İzinde!


Melih Aşık ,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas geçenlerde Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ı ağırlarken tarihte hiçbir Yunanistan cumhurbaşkanının sarf etmediği sözler sarf etti... Türkiye’yi kastederek Sarkisyan’a:
“Geçmişte aynı barbarlar tarafından kesildik” deyiverdi.
Başbakan Papandreu da Erzurum’da “İşgalci Türk ordusu Kıbrıs’tan çıksın” diye konuşmuştu. Her iki hakarete iktidardan yanıt gelmedi. Muhalefetten 
de güçlü bir protesto sesi çıkmadı.
Bu arada İsrail, Mavi Marmara raporunu açıkladı... 9 kişinin ölümüyle biten baskının hukuka uygun olduğunu bildirdi... ABD rapora onay verdi.
Geçen ay da İsrail ile Güney Kıbrıs arasında “münhasır bölge anlaşması” yapıldı... Türkiye’nin İsrail’e yönelik uyarıları fayda etmedi. El konulan ekonomik 
bölgede 90 milyar dolar değerinde petrol ve gaz yatağından söz ediliyor... Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Alman Başbakanı’nın Kıbrıs’a koşması, 
Merkel’in Türkiye hakkında atıp tutması, Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin de Kıbrıs gezisine hazırlanması ekonomik bölgenin gözleri kamaştırmasına 
bağlanıyor.

AB’ye tam üyelik macerası çoktan bitti.

AB Rumlardan yana ağırlığını koyarak limanları açmamızı, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımamızı istiyor.

İstemek ne kelime var gücüyle bastırıyor.

Birçok konuda görüş ayrılığına sahip ABD ile AB, Türkiye ile ilgili konularda tam bir uyum içindeler. Birlikte bastırıyorlar.
Her alanda bir gerileme.. Her alanda bir aşağılanma...
Türkiye nereye gidiyor? CHP’li Onur Öymen’in saptaması:
- Osmanlı’nın izinden gidiyoruz diye diye Osmanlı’nın akıbetine uğrayacaklar...
Abdullah Gül, “Hablemitoğlu cinayetinde parmak izine ulaştık” demiş.
İnşallah o parmak da yanlış parmak  değildir!

Fahrettin Fidan, Halk TV

CHP’yle gerek sahiplik gerekse hukuksal açıdan hiçbir bağı bulunmayan... Ama kamuoyunda CHP’nin televizyonu olarak bilinen Halk TV uzunca süredir sıkıntılı 
günler yaşıyor. Çalışanlarına maaşları ödenmiyor. Hizmet araçlarına haciz kondu. Yayına her an son verebileceği söyleniyor... Halk TV neden bu hale düştü? 

Bir çalışan anlatıyor:

“Halk TV iki sebepten bu hale düştü. Bir; yöneticilerin hataları... İki; partinin ilgisizliği... Evet, Halk TV’deki programlar genelde kötüydü... 
İzleyicinin ilgisini çekmiyordu... Dolayısıyla izlenirliliği çok düşüktü ama partinin böyle bir kanala ihtiyacı tartışılmazdı. Hele hele seçimlere şurada 
birkaç ay kalmışken... Hele de bir başka iletişim kanalımız yokken... Aldığım bilgiye göre Kemal Kılıçdaroğlu nihayet konuyla ilgilenmeye karar vermiş. 
Hurşit Güneş’i bu işle görevlendirmiş. Umarım başarırlar.

Mahkeme karar vermiş: “Yumurta atmak demokratik hak.”
Bu karar gösteriyor ki iktidar yargıyı henüz tam olarak kontrol altına alamamış...

Haldun Ertem Duman,

İstanbul Ataşehir Belediyesi’nden gelen mesajda:
“Burası Ataşehir; sağlık burada, gelecek burada....”
İbareleri gözümüze çarpıyor. 
Derken ikinci mesaj Prof. Elif Dağlı’dan geliyor. Elif Hanım, Ataşehir Belediyesi’ni protesto ediyor.

Philip Morris çalışanları, Ataşehir Belediyesi tarafından başlatılan, kapak toplama projesi kapsamında topladığı kapaklarla 12 yürüme engelliyi tekerlekli 
iskemleye kavuşturmuş.
Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgazi de kendilerine bir teşekkür plaketi vermiş
Görünüşte iyi bir etkinlik.
Ancak yasal değil... Yasalar reklama dönük bu tür ilişkileri yasaklıyor.
Nefret Söylemi!

Hrant Dink Vakfı, “Nefret Suçları ve Nefret Söylemi” başlıklı bir derleme kitap yayımladı.
Kitap, geçen yıl düzenlenen bir konferansın sunumlarından oluşuyor.
Sunumlardan biri gazeteci Kemal Göktaş tarafından yapılmış, “Medyanın Hrant Dink’i hedef haline getirmesi” başlığını taşıyor.
Kitaba alınan sunumda bizim de bir yazımız geçiyor...
Kemal Göktaş 2009 yılında yazdığı “Hrant Dink Cinayeti” adlı kitapta bizim kimi yazılarımızdan hastalıklı yorumlar üretmişti...
Bu yorumlar daha sonra “Hrant” adlı kitaba aktarıldı, şimdi de “Nefret Suçları ve Nefret Söylemi” adlı kitaba...
Eleştiri konusu yazımız 15 Ekim 2005 tarihinde sütunumuzda yayımlanmış. 

Aynen şöyle:

“Ermeni asıllı yazar Hrant Dink, 6 ay cezaya çarptırılmasına, ceza tecil edilmesine rağmen üzülmüş. Ülkeyi terk etmekten söz etmiş... 
Ceza hukuk dışı güdülerle verildiyse elbet üzülünür, kınanır.
Hrant kardeş... Sen haksız bir mahkeme kararına haklı olarak üzüldün... 
Peki 70 milyonluk bir ulusu, herhangi bir yargı kararı olmadan kendisinden önce yaşanmış olaylardan dolayı ‘soykırım suçlusu’ ilan ederken bunda da bir 
haksızlık görüyor musun? Görmüyor musun?”

Bu yazıya Kemal Göktaş’ın yaptığı yoruma bakınız:

“Hiç ilgisi olmayan iki konuyu karşılaştıran Aşık’a göre Dink’e verilen ceza, Türkiye’ye yöneltilen soykırım suçlamalarına karşı bir yanıttı.”
Oysa okuma yazması ve iyi niyeti olan herkes yazıdaki şu mesajları görebilir:
“Cezanın hukuk dışı güdülerle verildiği...”
“Mahkeme kararının haksız olduğu..”
“Hrant’ın haklı olarak üzüldüğü...”
İstenen sadece Hrant’ın da Türk halkına yöneltilen soykırım suçlamasındaki haksızlığı görmesiydi.

Nitekim Hrant bu yazımıza hemen yanıt vermiş bu yanıt da sütunumuzda yayımlanmıştı. Kemal Göktaş’ın görmezden geldiği o yanıtı yarın yayımlayacağız.. 

Hrant bizim satırlarımızda nefret mi görmüştü yoksa dostça ve içten bir çağrı mı? 

Cevabı yarın, Hrant’ın mektubunun içinde...

****

Emniyet’in Özrü kabahatinden büyük!


Emniyet’in Özrü kabahatinden büyük!


Mustafa Mutlu ,
mmutlu@gazetevatan.com

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Günlerdir İkinci Ergenekon Davası’nın sanıklarından Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin başına gelenleri yazıyorum...
“Ergenekon Terör Örgütü’nün talimatıyla Hizb-ut Tahrir örgütüne sızmak”le suçlanan bu Teğmen’in telefonunu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde kimin ya 
da kimlerin yasa dışı bir şekilde açtığını...
Rehber bölümüne aralarında Hizb-ut Tahrir üyelerinin de bulunduğu 139 kişiye ait telefon numaralarını neden yerleştirdiklerini soruyorum...
İstanbul Emniyeti, nihayet lütfetti ve dün bir açıklama yaptı.
Aslında buna açıklama değil, “durum kurtarmaya çalışma” demek daha doğru ya, neyse...
Açıklamanın detayını haber sayfalarımızdan okursunuz. Ben özetleyeyim:

1) Teğmen hakkındaki suçlamalar; şüphelinin bizzat yaptığı ve tape edilmiş telefon görüşmeleri, yapılan aramalarda elde edilen fiziki ve dijital dokümanlar 
ile Hizb-ut Tahrir örgüt üyeliğinden haklarında dava açılan Kurtça Bektaş ve Süleyman Solmaz’ın ifadelerine dayandırılmış...
2) Aralarında Hizb-ut Tahrir örgütüne üye bazı kişilerin de bulunduğu 139 kişiye ait telefonlar Hizb-ut Tahrir davası sanığı Mahmut Oğuz Kazancı’nın 
telefonundan Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin rehberine yanlışlıkla yüklenmiş...
3) Teğmen Çelebi’ye ait telefonun, 19 Eylül 2008 günü kısa bir süre için açık kalması hadisesi ise sanıktan elde edilen telefonun hafızasındaki bilgilerin 
teknik personel tarafından kopyalanması esnasında gerçekleşmiş... Kopyalama esnasında telefon yaklaşık 2 dakika açık kalmış... Bu da rutin bir işlemmiş 
ve diğer tüm şüphelilerin telefonlarına da uygulanmaktaymış...

***
Hani bir laf vardır ya, “Özrü kabahatinden büyük” diye... Bu açıklama, bu söze “cuk” diye oturuyor!

Neden mi? 

1) Raporlara göre telefon, bilirkişiye teslim edilmeden, yani polisin elindeyken açılmış... Çünkü kopyalama yapılıyormuş! Oysa bu kopyalamanın, telefona 
el konulduğu sırada yapılmış ve tutanağın bir örneğinin de sanığa ya da avukatına verilmiş olması gerekirdi. Ama Emniyet bunu yapmadığı gibi; askeri inzibat tarafından kendisine kapalı bir zarf içinde teslim edilen teğmenin telefonunu, bilirkişiye teslim etmeden önce açtıklarını itiraf ediyor. 
Üstelik bunun “rutin bir işlem” olduğunu, tüm şüphelilerin telefonlarına da uygulandığını altını çize çize anlatıyor!

Yani, “Biz bu suçu zaten durmadan işliyoruz” diyerek, büyük bir skandala imza atıyor!

2) Madem Emniyet’in elinde Teğmen Mehmet Ali Çelebi aleyhine yeterli delil var, o zaman bir telefona “yanlışlıkla” yerleştirilen “139 kişilik kayıt”, neden mahkeme dosyasına konuldu? Yanlış olduğu bilinen bu bilgilerden, neden medet umuldu?

3) Gelelim; 139 kişinin telefon numaralarının, Teğmen’in rehberine yüklenmesi ne... Doğrusu ben hâlâ bir sanığın telefonundaki bilgilerin, başka bir sanığın rehberine yüklenmesinin nasıl bir “teknik yanlışlık”tan kaynaklandığını anlayabilmiş değilim...

İşi; “kılı kırk yarmak ve titiz çalışmak” olan polis, böylesine büyük bir yanlışı nasıl yapabilir?

***

Kısacası... Emniyet’in açıklaması kesinlikle tatmin edici değil!
İstanbul’un Sayın Emniyet Müdürü’ne hatırlatmak isterim:
Yasalarımız, sanık ve şüphelilerin tüm haklarını sizin ve personelinizin namusuna emanet etmiştir.

Bunun bilincinde olduğunuza...

Ve teşkilat içine sızabilecek “kötü niyetli ‘başka’ örgüt mensuplarına” karşı da uyanık durduğunuza tüm kalbimle inanmak istiyorum...

***

GÜNÜN SORUSU

Başbakan’ın dün Erzurum’da “elit öğrenci temsilcileri”yle buluştuğu saatlerde, İstanbul’daki gösterici öğrenciler yine dayak yedi ve gözaltına alındı... 

Sorum Başbakan’a:

Aleyhinize yapılan protesto gösterilerine katılım için de 24 yaş sınırı getirmeyi düşünüyor musunuz?

***
Türkiye’nin en büyük sorununa çözüm, seçimden sonra geliyormuş!
Başkanlık tartışmasını yeniden gündeme getiren Başbakan Erdoğan’ın, Ankara’da yeni bir “Cumhurbaşkanlığı Köşkü” ya da “Başkanlık Sarayı” yaptırmak için harekete geçtiği iddia ediliyor...

İddiayı gündeme getiren odatv.com’a göre; Başkanlık Sarayı’nın projesi, Fransa ve ABD’deki başkanlık sarayları incelendikten sonra çizilmiş...

Hatta Ankara’daki arazi alternatifleri bile belirlenmiş...

Bu yeni binayı da; asıl işi yoksul halkı ev sahibi yapmak olan Toplu Konut İdaresi’nin yapması düşünülüyormuş...

Projenin hayata geçirilmesi için ilk kazma ise önümüzdeki genel seçimlerden sonra vurulacakmış...

***

Tabii ya... İşte, Türkiye’nin en büyük sorunu... 

Dikelim Sarayı, olsun bitsin! 

***

Demokrasinin Son Çırpınışları!


Demokrasinin Son Çırpınışları!

Ruhat Mengi ,
rmengi@gazetevatan.com

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Türkiye “tüm geleceğini, tüm demokratik sistemini değiştirecek kadar önemli” bir süreçten geçiyor. 

Aslında “demokratik sisteme veda” sürecinin en kalıcı adımları; referanduma sunularak muhalefet partilerinin devre dışı bırakıldığı bir kurnazlıkla kotarılan 
“yüksek mahkemeleri tek başına iktidar partisine seçtirecek” anayasa değişikliği ile yapılmıştı. (Hani nerede tüm itirazlara rağmen o pakete sıkıştırılan 
aldatıcı demokratik haklar, 12 Eylül darbesi, 27 Nisan muhtırası ile hesaplaşma, vs? Ne kazanıldı acaba?)
Şu anda referandumun verdiği imkanla yüksek yargıyı tümüyle bitirecek adımlara karşı son çırpınışları duymaktayız. 
Yargıtay Başkanı, Ana Muhalefet Partisi, bilim adamları, basının ‘tarafsızlığını zor şartlar altında korumaya çalışan’ kalemleri hala son bir ümitle bu adımları 
önlemeye çalışıyor.

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Anayasa Hukuku Profesörü Süheyl Batum “Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay”a yapılmak istenenleri dün bir 
kez daha açıklamış.

“Anayasa Mahkemesi’ne (Meclis çoğunluğunun yani iktidarın çıkaracağı yasalardaki hatalarla ilgili) gelen iptal başvuruları TBMM’nin yanı sıra Başbakanlığa da sorulacağını, Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay ve Danıştay üzerinde bir denetim mekanizmasına dönüşeceğini, Anayasa Mahkemesi hakkında getirilen bu tasarının açıkça Anayasa’ya aykırı olduğunu” söylemiş. Artık referandumdan sonra Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya iktidar partisinin tek başına seçtiği yeni üyelerle zaten bu mahkemelerin denetimi ortadan kalkmış durumda..

HİTLER’DEN SONRA ÇIKTILAR

Kısacası yakında Yargıtay ve Danıştay’da iktidarın emrine girecek. CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin de CHP’li Komisyon üyeleriyle yaptığı 
açıklamada değindiği gibi; yüksek mahkeme denetimi olmadığı için Hitler’in hatalarının durdurulamadığı, Anayasa mahkemelerinin bu nedenle ortaya 
çıktığı hatırlanacak olursa Türkiye’de atılan adımların ciddiyeti daha iyi anlaşılır.
Nitekim bundan sonra Anayasa’nın “üniter yapının korunması, dil, vatandaşlık tanımı” gibi ilkelerin yer aldığı “değiştirilemez maddeleri” de değiştirilmek 
istense hiçbir denetim mekanizmasına takılmadan her istenen yapılabilecektir. Halk da bunu istiyor mu?

HALK SANDIKTA DİRENEBİLİR

Akif Hamzaçebi ayrıca “ Yüksek mahkemelerle ilgili tasarının tehlikelerinden” söz ederken halka “dikkatli olmalarını, yüksek yargıyı kaybetmemek için 
direnmelerini” önermiş. 

Aslında bu endişeler doğrudur ama halk ne yazık ki “direnmesi gereken tek yer” olan sandıkta görevini yapacak kadar olayları anlayamıyor.
Aynen “ülkeyi tehlikelere sürükleyen” referandum sonucunda görüldüğü gibi, seçim öncesinde verilecek vaadler, ekonomi ile göz boyamalar, din-inanç 
konusunda yapılacak provokasyonlar ve ‘dini sahiplenme’lerle, seçim rüşvetleriyle aldanabiliyor. Ona “bu seçimin ülkesinin bütünlüğünü, özgürlüğünü ve diğer haklarını koruması için kalan son şansı olduğu” nasıl anlatılacak? Gazete ve TV’lerin çoğu sadece iktidarın duymak istediklerini söyleyecek hale 
getirilmişken, tüm devlet, belediye imkanları iktidara çalışırken nasıl?
Onun için, “farklı görüşlerin ve diğer partilerin fırsat eşitliğinin tümüyle ortadan kalktığı” bu ortamda artık seçim veya referandum sonuçlarını “eşit şartlar varmış gibi” sunmak budalalıktan başka bir şey değildir. Ve bu durumda ülkenin aydın insanları ne kadar çırpınsa gidişi durdurmak çok zorlaşmıştır.

Biz haftalarca uyardığımızda dinlemeyenler “Yetmez ama Evet”le nerelere varılıyormuş şimdi anladılar mı acaba? 
Milletin tartışmasından kaçmak! 

Başbakan Erdoğan, CHP’de farklı görüşler açıklayan milletvekilleri için “CHP’de kimin eli kimin cebinde belli değil” gibi garip bir söz söylemiş. CHP Genel 
Başkanı Kılıçdaroğlu da “Onların eli hep birilerinin cebinde. Vatandaşın cebinde. Bizde herkes düşüncesini özgürce söylüyor” cevabını vermiş. 
Onlar çekişiyorlar ama AKP’de konuşabilen iki üç isim (Cumhurbaşkanı da içinde) arasında da bu cep meselesi mevcut.

NESİ DOĞRU?

Bakın Erdoğan’ın istediği “başkanlık sistemi” için Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı “doğru bulmadıklarını” söylerken Başbakan Yardımcısı Arınç
 “Başbakan’la aynı görüşte olduğunu” bildirmiş. Hukukçu Arınç’a “nesini doğru buluyorsunuz” diye sormak lazım. Başbakan “ABD’deki ve diğer ülkelerdeki 
uygulamaları” örnek gösteriyor. 
Oysa ABD’de eyalet sistemi olduğu, valilerin de birer başkan gibi bağımsız davranabildiği, bunun ortaya çıkabilecek diktatörce baskıları önlediği, ayrıca 
“çok güçlü bir bağımsız yargı”sının olduğu defalarca yazıldı.ABD dışında tüm ülkelerde diktatörlükle sonuçlandığı da.. Aynı şekilde yarı başkanlık sistemi 
tüm yetkiyi cumhurbaşkanı ile başbakan arasında paylaştıracağı için, “yargının da iktidarın elinde olduğu” bir ülke için son derece sakıncalı. 
(Bakınız Anayasa Hukukçusu Ekrem Ali Akartürk’ün kitapları.. En net açıklamalarla.)

DEMOKRATLIĞA TERS Mİ?

Ama bunu ancak ‘iyi hukukçular, iyi siyaset bilimciler ve konuyu özel olarak araştıranlar’ anlayabilir. Bu durumda Başbakan Erdoğan’ın 
(aynen referandumda “neye oy verdiğini bilmeyen milyonlara en teknik anayasa konularını oylatma” yanlışı gibi)şimdi de “halkım başkanlık sistemini bilmeli” 
demesinin anlamı var mı? 
Ama sonunda bu da olur. Cumhurbaşkanı olmak isteyen Erdoğan, kendi yetkilerini mutlaka başbakan yetkilerinin üstüne çıkarır.
Ben Başbakan’ın “Milletin tartışmasından kaçmak, çekinmek demokratlığa ters” sözüne de takıldım. Mesele böyleyse, TRT başta olmak üzere iktidara 
yakın medyaya sınırsız özgürlük varken, en taraflı sohbetler tam gaz sürerken milletin medyasında sorgulayan, tartışan gazetecilerin yazıları veya 
programları neden devam edemiyor? Eylemle söylem arasında ciddi sorun var değil mi? 

***

Yahudi Düşmanlığı artarken....


Yahudi Düşmanlığı artarken....


Rıza Zelyut,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Dün; 2. Dünya Savaşı'nda ve öncesinde Almanların yaptığı Yahudi soykırımı anıldı. Naziler; kamplara doldurduğu 6 milyon Yahudi'yi buralardaki gaz 
odalarında yok etmişlerdi. Bu kamplardan birisi de Polonya'daki Auschwitz idi, burası soykırım (holokost) kurbanlarının sembolü oldu. Auschwitz Kampı, 
27 Ocak 1945’te, Sovyet askerleri tarafından ele geçirilip kalanlar kurtarılmıştı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, bu tarihi, Yahudi Soykırımını Anma Günü 
kabul etti. Dün; Türkiye'de de Neva Şalom Sinagogu'nda bir anma toplantısı vardı.
Ama haberlere baktığımda bu önemli günden ve ülkemizdeki durumdan hiç söz edilmediğini gördüm.
İnsanlığın ortak belleğinin dışına düştüğümüzü bundan iyi ne gösterir ki...
Milyonlarca insanın katledilmesini hatırlamayan bir toplumsal bellek; hasta bir bellektir.
O günlerde Türkiye; sırtına Alman silahı dayanmış olmasına karşın; Yahudilere kucak açmıştır.

Peki şimdi kimden korkuyoruz?

İSRAİL'DEN VURMAK

Şu sözde aydınlar; sözde insan hakları savunucuları görmek istemese bile, biz insanlık vicdanının sesi olarak yazacağız: 
AKP iktidarları zamanında Türkiye'de Yahudi düşmanlığı hızla yaygınlaştırıldı. Bu düşmanlık; halkın içinden gelen bir duygu değildir. Bu düşmanlık; 
halka dayatılan siyasi düşmanlıktır. 
İktidar partisi; İsrail hükümetinin yanlışlarını kullanarak; Müslüman halkın önemli bir bölümünü Yahudi düşmanı yapıp kendi partisinin gönüllü oy deposu 
haline getiriyor. Başbakan Erdoğan'ın İsrail ile yürüttüğü çatışma politikası; alt tabakaların bilinç altında var olan Yahudi karşıtlığını depreştiriyor. 

Böylece; iktidara bağlı bir seçmen kitlesi ortaya çıkartılıyor.
Van minüt çıkışı... Çatışma olacağı belli iken, bu hükümetin o malum vakfa sattığı Mavi Marmara gemisinin Gazze'ye yollanması... 
İsrail ile gerilimin en tepede tutulması... Müslümanları savunmak için değil; içerideki seçmeni politize edip AKP'ye yapıştırmak taktiğinin bir yansıması oldu. 
Öyle olmasa ABD'nin Irak'ta, Afganistan'da yüz binlerce Müslümanı katletmesine de bir tepki gösterirdi hükümet. Hiç ağzını açıyor mu bu konuda 
Başbakan Erdoğan...
Başbakan'ın İsrail'e yaptığı politik çıkışları; cami cemaatine derhal Yahudi karşıtlığı olarak yansıyor. Gidin, aralarına girip biraz sohbet edin; doğan fanatik 
havayı hemen anlarsınız... 
Giderek büyüyen ve AKP'nin yeminli seçmeni gibi davranan Yahudi düşmanı seçmen profili, Türkiye'nin geleceğini de tehdit ediyor. 

Ülkemiz; bu tür fanatikleştirme yoluyla çağdaş yaşam tarzından kopartılıyor. 
Bakın ülkemizdeki Yahudilere; gerçeği görün...
Bu insanlar; susmuş durumdalar; nefes almaktan bile çekiniyorlar.
Bu Türkiye midir çağdaşlaşan Türkiye?

DÜNYAYI TANIMAK İÇİN

Kemal Atatürk; 'Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli; kültürdür' derken; cehalete karşı yürüttüğü savaşı özetlemişti. Cumhuriyet kurulurken okumuş insan 
sayısı yüzde bir kadardı. Eğitime verilen önemle; yeni bir toplum ve yeni bir devlet yaratıldı. Cumhuriyet insanı kitap okuyarak modernleşmeyi yakaladı. 
Ben de ailelere; çocuklarına ve kendilerine kitap almalarını öneriyorum. Bırakın televizyonu, interneti. Orası beyninizi çürütür ama kitap sizi yeniden yaratır.
Son zamanlarda okuduğum kitaplardan birkaçı şöyle:
*Erol Sarıal'ın çalışması olan 

KÜRESEL SÜRTÜKLER (Kripto Yayınları)

Bu kitap; Türkiye'nin yaşadığı çalkantıların nedenini, niçinini ortaya koyuyor. İçeride ve dışarıda cumhuriyet rejimine kurulan tuzakların üstündeki örtüyü 
kaldırıyor Erol Sarıal.

*Vural Savaş'ın hazırladığı KİM BU HAİNLER (Bilgi Yayınevi)
Bu çalışma da büyük hukukçumuz Vural Savaş'ın belgeleri konuşturduğu bir eser. Sayın Savaş; bilgileri, haberleri derleyerek kendi bakış açısıyla sunuyor. 
Böylece; dünyayı daha doğru bir gözle görmenizi sağlıyor.
*Kenan Demirkol'dan GDO: ÇAĞDAŞ ESARET ( Kaynak Yayınları)
Beslenmede karşı karşıya olduğumuz büyük tehlikeyi de bu çalışmadan öğreniyorum.

****

Herkesin Cumhurbaşkanı Olmak!

Herkesin Cumhurbaşkanı Olmak!


Özcan YENİÇERİ,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Strasbourg’a gitmişti. Akşam gazetesinden İsmail Küçükkaya’nın yazdığına göre yanında liberal ağırlıklı 
gazeteciler varmış. Bunlar Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu, Ergun Babahan, Hasan Bülent Kahraman vb. Bunların dışında Sedat Ergin, 
Ekrem Dumanlı, Muharrem Sarıkaya ve Nuh Albayrak da varmış. 
Bu bir tercih yahut Türkiye’nin en yüce makamının takdiridir. Liberal gazeteciler öncelikli!

Liberal ağırlıklı bu gazeteciler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hemen her iç/dış ziyaretinde ve toplantılarında yanı başında görülüyor. Cumhurbaşkanı, 
bu seyahatler sırasında onlarla sohbet eder, ülke gündemini konuşur ve önemli sorunlara ilişkin görüşlerini paylaşır.
Cumhurbaşkanı’nın bu tercihi konjonktürel değildir. Son zamanlarda liberaller ile AKP’nin arasının açık olmasıyla ilgili olduğu da söylenemez. 
Çünkü liberal gazeteciler her konuda Köşkün müdavimleridir. Dolayısıyla ortada bilinçli olarak yapılmış bir tercih vardır.Bu tercih ve takdir ise, bize sağlam bir tespit yapma imkânı veriyor: Türkiye’nin en yüce makamı liberal, muhafazakâr kısmen de olsa sola mütemayil gazetecileri muhatap alıyor, bunun dışındakileri ise yok sayıyor. Sözgelimi devleti kuran irade olan milliyetçiliğin bir manada temsilcisi olan gazeteciler bu bağlamda Köşk tarafından yok sayılmaktadır. 

TRT bir başka âlem!

Yalnız Cumhurbaşkanlığının tercihleri değil, TRT’nin tercihleri de dikkatlerden kaçmayacak biçimde yanlı ve ilginçtir. Bugün Türkiye’nin Radyo ve 
Televizyon Kurumunun kapısı ancak belirli düşünceleri savunan gazetelere, gazetecilere ve düşünürlere açıktır. TRT iktidarın politikalarının ne denli haklı 
ve gerekli olduğunu gören ve gösteren bir yayın organı haline gelmiştir.
Örneğin TRT’de hemen bütün ulusal gazeteler yer bulurken bazı gazeteler görülmezlikten gelmektedir. Bunlardan birisi de Yeniçağ gazetesidir. 

Yeniçağ adlı milliyetçi/muhafazakâr çizgide yayın yapan bir gazetenin ekranlara getirilmesi bile TRT yönetimi tarafından uygun görülmemektedir. 

Pekiyi Yeniçağ gazetesi ne yapıyor? 

Bu gazetenin ülkenin birliği, milletin bütünlüğü ve devletin bölünmezliğini esas alan bir yayın politikası var. Buna rağmen bu gazetenin tirajında olmayan gazeteler, hatta servislerin operasyon gazeteleri bile bu anlamda en ince ayrıntısına kadar TRT ekranlarından kendisine yer bulabilmektedir. 

Yeniçağ gazetesine ise TRT ekranları ketum davranmaktadır.

Bütün bunları yakınmak için değil, bir tespit için söylüyorum. İşaret ettiklerimiz Türkiye’de muhalif yayın, duruş ve tavır ortaya koymanın ne denli zor 
olduğunu gösteren küçük bir örnektir. “İlelebet kalacak değiliz!” 

Çeşitli toplum kesimleri, farklı düşünceler ve çıkar gurupları arasında ülkenin tepesinde olanlar bir denge kurma gereğini duymamaktadır. 

Bütün bu gerçekler orta yerde durur iken Cumhurbaşkanı, “Ülkenin bekası için yeni bir anayasaya herkes katkı vermeli. Katılım önemli”  diyor. 

Katılımdan millî düşünceye sahip olanlar da bu tartışmalara katılsın anlamını çıkarmak gerekiyor. Sayın Cumhurbaşkanı, katılımdan, muhtemelen 
liberallerin tamamının bu tartışmalara katılması gerektiği yolundaki beklentisini dile getirmiş oluyor.Yeni anayasa taslağını da Prof. Özbudun başkanlığında tamamı liberal olan bir ekip hazırladığını unutmamak gerekiyor. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, birden Ahmet Necdet Sezer’i hatırlamış gibi şu sözleri de konuşmasına eklemiş:  “İlelebet kalacak değiliz!”. 

Cumhurbaşkanı doğru söylüyor. Fâniler ilelebet kalmıyor ama Türk tarihinde devlet ve millet için söylenmiş bir  “ebed müddet”  kavramı da var. 
Yani gidenler devleti götüremiyor. 

Galiba sorun da buradadır.

****

Başkanlık bizi Kesmez, bize ‘Sultanlık’ yaraşır


Başkanlık bizi Kesmez, bize ‘Sultanlık’ yaraşır


Israfil K. Kumbasar

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Adamı nezarete çek, cep telefonuna ‘şaibeli’ bir takım insanların numaralarını yükle. Ardından kocaman bir ‘dosya’ eşliğinde doğru kodese.
Adamı ‘koltuğundan’ et, yargıya gitsin. Yargı bir değil, iki değil ‘tam 12 kez’ göreve iade etsin, sen 13’üncü kez “Kalk o koltuktan” diye bir kez daha 
yakasına yapış.

Adamı hiçbir somut delile  ‘darbeci’diye damgala, meydan meydan dolaşıp hakaretler yağdır, hâkim dosyaya bir bakıp, “Bunda ne var yahu, suç bile sayılmaz” diyerek dosyayı rafa kaldırsın.
Adamı ‘zanlı’ yap, dava dosyasını ‘avukatından’ bile gizle, ama ‘işbirlikçi kalemlere’ sızdır, ertesi gün çarşaf çarşaf ‘yandaş medyada’ yer alsın. 
Kadın yürek yangınıyla  “Bu referanduma evet demek, gaflettir, ihanettir”  desin, bu kez onun sözleri ‘suç’sayılsın ve tazminata mahkum edilsin.
Hepsi son bir haftanın ‘hukuk’ harikaları.

Dikkat buyurun, bu harikaların bir ayağında ‘polis’, bir ayağında ‘yargı’, diğer ayağında ise ‘medya’ var. ‘Şeytan üçgeni’ yoksa böyle bir şey midir?..

***
Yukarıdaki manzaraya bakıp da hâlâ yargıdan dert yananların, ‘nasıl bir hukuk sistemi’ istedikleri, ‘nasıl bir yapılanma’ peşinde oldukları doğrusu 
şâyan-ı dikkattir.

Anayasa Mahkemesi’nden tutun, HSYK’na kadar tüm hukuk aygıtlarına köklü bir ‘format’ atmaya and içtikleri belli. Zaten açık açık itiraf ettikleri gibi, 
‘ipe sapa gelmez’ yasal düzenlemelerle de bu isteklerini hayata geçiriyorlar.
Ama insan anlamakta zorluk çekiyor. ‘Tayinler’, ‘terfiler’, ‘şaibeli kararlar’ ortadayken, ikide bir ‘kuyruğuna basılmış’kedi gibi miyavlamak neyin nesi olur?
Demek ki yapılanlar ‘yeterli’ bulunmuyor. Güya ‘hukuk’ adı altında, kindar bir hesaplaşma, bir ‘sindirme operasyonu’ almış başını gidiyor.
Hani bir parça samimiyet taşısalar, ‘paşa’ yapmaya niyetlendikleri İmralı canisinin durumunu da irdeler ve en azından ‘halkın önüne’ çıktıklarında 
hicap duyarlar.

Nerede? Binbir pişkinlikle  “O devletin işi” deyip, topu taca atmaya çalışıyorlar.
Sırra kadem basan Hizbullah militanları için de aynı yaygarayı basmadılar mı?

***
Vatandaşın tek dayanağı olan ‘hukukî yapı’ bu durumdayken...Köşk sakini tutup ‘Başkanlık sistemi’ konusunu yeniden tartışmaya açtı. 

Amiyane tabiriyle ‘her kuşu’ öptük, bir ‘leylek’ kaldı.

Hiç hesaba katmıyor ki, zat-ı âlilerinin görev süresi bile meçhul. Yarın kaldırın telefonu, “Ne kadar daha oradasınız?” diye sorun bakalım. 
Yemin billah kendisi bile bilmiyor orada ne kadar kalacağını. 
Ortada somut bir yığın hukuk ihlali varken millete yeniden ‘cambaza bak’ deniliyor.
Yeni dönemde ‘sıfır bir anayasa’ yapılmalıymış, ‘başkanlık sistemi’ bazı sakıncalar taşıyormuş.
Peki ya nezarette telefona girilen kayıtlar.
Sırra kadem basan Hizbullahçılar.
‘Devlete yön verme’ iddiasında haftalık demeçler yayınlayan İmralı’daki bebek katili.

Onlara dair bir görüşünüz var mı?

- “Tabiî Türkiye bir hukuk ülkesi canım. Bu meseleleri soğukkanlılıkla...” 
Yedik gitti biz de, aynen buyurduğunuz gibi.

***
Aslında ‘hukuk üzerine’çevrilen bunca fırıldağa bakınca, Çankaya’daki gül yüzlü mübarek zata vermek hak elzem oluyor.
‘Başkanlık sistemi’ kesmez, sakıncaları var.

Yoksa Orta Doğu’daki bazı akl-ı evvellerin dillerine doladığı gibi, ‘Sultanlık’ sisteminde mi karar kılsak. Ülkedeki ‘fiilî’ duruma daha uygun düşmez mi?
Ne dersiniz?

****

Hangi Komutan Mayına bastı?



Hangi Komutan Mayına bastı?


Arslan Bulut,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

Aralık 1993’te Şırnak’ta bir gece baskını sırasında teröristlerin üzerine “zırhlı araç”la giden S.C. adlı Mehmetçik, mayının üzerinden geçti ve patlamada iki kolunu ve iki bacağını kaybetti. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Diyarbakır Devlet Hastanesi’nde tedavi gören hastayı, 1994 yılbaşında ziyaret etti. Gazinin 
konuşmalarına dayanamayan Çiller ağlamaya başladı. Mehmetçik, “ Sayın Başbakanım, lütfen ağlamayın. Bu vatan ve millet için iki kol iki bacak verdim, çok mudur? 
Keşke bütün vücudumu verseydim ve şehit olsaydım. 
Yalnız, büyük Türk Milleti’nin Başbakanı asla ağlamamalıdır” diye konuşunca Çiller, 
“Göz yaşlarımı tutamıyorsam bir ana olmamdandır. Bundan sonra her şeyinizle ilgileneceğim. Benden bir isteğin var mı, hiç çekinmeden söyle evlâdım” 
diye sorar.  
Mehmetçik, 
Sayın Başbakanım, bugünlerde iyi kol ve bacak takılıyormuş. Bana en iyisinden kol ve bacak taktırıp kıtama geri göndermenizi istiyorum. Onlar takılırsa zırhlı aracımı yine kullanırım” diye cevap verir..

***
Askerlik 15 aya indirilmiştir. Bölgedeki askerlerin çoğu terhise hak kazanmıştır. PKK’nın en fazla azdığı Temmuz-Ağustos 1993’te Çukurca’nın Üzümlü 
karakolu mevcudunun yarısı terhis edilmiştir. Yeni askerler en erken iki ay sonra geleceği için karakol komutanının uykuları kaçmıştır. 

Durumu askerlerine anlatır ve sivil hayatta hepsine başarılar diler. Terhis olan askerler biraz sonra kararlarını çavuş vasıtası ile bildirirler: 
-Komutanım, hep birlikte karar aldık ve hep birlikte kalıyoruz. Yeni erler gelene kadar burada arkadaşlarımızın yanında olacağız. 
Karakol komutanı karşı çıksa da terhis olan askerler, yeni askerler gelene kadar karakollarını kahramanca korudular.

***
Mardin Dargeçit bölgesinde 13 Ocak 1994 günü operasyon vardır. Tugay komutanı O.B. telsizden, “komutan mayına bastı” diye bir haber alır. 
Kendisi mayına basmadığına göre acaba kim basmıştır? Hemen yardımcısı kurmay albay E.A’yı arar. Durumu anlatır ve mayına kimin bastığını sorar.
Albay, “Evet komutanım! Bir mayına basma olayı var ama pek önemli değil. İlgililere bildirdik. Mayın uzmanları, doktorlar ve helikopter yolda. 
Biraz sonra burada olurlar. Her şey yolunda” diye cevap verir.
Komutan sertçe emir verir:

-Ne demek önemsiz olay! Orada bir mayına basma olayı var. Bir komutan mayına basıyor, sen buna önemsiz diyorsun. Mayına basan komutan kimdir? 
Durumu nasıldır? Araştır ve çabuk bana bildir!
Daha sonra tugay komutanı, başka kanallardan, mayına basan komutanın, telsizle konuştuğu kurmay albay olduğunu öğrenir. Tekrar arar ve “geçmiş olsun” dedikten sonra helikopterle olay yerine hareket eder. Havadayken, pilot, mayına basan albayın hastaneye kaldırıldığını bildirir. Komutan doğruca 
hastaneye gider. Albayın topuğu parçalanmıştır. Uzun tedavilerden sonra iyileşir.
Bu anıları, kahraman komutan, emekli korgeneral Hasan Kundakçı’nın Alfa yayınları arasında çıkan “Mehmetçik’ten Anılar”  kitabından özetleyerek aldım. 
Hani “bir solukta okunan” kitaplar vardır; gazetede elime aldım, bitince bıraktım.

***

The Washington Institute for Near East Policy dergisinde “Türk de Gaullecülüğü’nin Yükselişi” başlıklı yazıda, “Eğer Ankara ile Washington arasındaki ilişkiler aşınmaya, Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki umutları azalmaya devam ederse, Türkiye kesinlikle kendi yoluna gidecektir. Uzmanların, ülkenin laikleri ile İslamcılarını birleştiren şeye daha fazla dikkat etme zamanı gelmiştir: Türk milliyetçiliğinin yeni bir çeşidi.. De Gaullecülük 21. yüzyılda 
Türkiye için gerçek bir gelecek olabilir”  deniliyor. 

De Gaullecülük değil ama Oğuz Han’dan Atatürk’e uzanan çizgide, bu potansiyel, Türk çocuğunun genetik yapısında vardır. 

Namık Kemal’in dediği gibi; 

Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır! 

***

Telkinler, Emirler


Telkinler, Emirler 


Altemur KILIÇ

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

Genelkurmay Başkanlığının kamuoyuna son açıklamasında, “Türk Silâhlı Kuvvetleri, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve anayasal değerlere bağlı bir kurum olarak, aksi yönde yapılan telkinlere rağmen, yargı sürecini sabır, sükûnet ve itidalle izlemekte, bu çerçevede bağımsız ve tarafsız olduğuna inandığı yargının, er ya da geç doğruyu ortaya çıkarmasını beklemektedir” deniyordu. Bu, son zamanlarda mâlumların klasikleşmiş, “Ordunun vesayeti”, iddialarına karşı, Genel Kurmayın “klasik” mukabelesi! Ve “vesayet” iddiası ne kadar yalansa, bu da o kadar gerçektir. Türk Ordusu kendisine karşı yapılan tasallutlara karşı, gerçekten büyük aşırı sabır ve tahammül gösteriyor. 

“Aksine telkinlere rağmen”  ifadesi, acaba bir “zaaf- ı telif” -ifade hatası mı diye düşünmekle beraber, haddim olmayarak, bu sözlerden alındım. 
“Sivil kişi” olmama rağmen, askerlik terbiyesi benliğime işlemiştir. Mesela yaşım ileri de olsa, üst rütbede bır subayın önüne geçemem ve bana hitap ederse, 
insiyakî olarak esas duruşa geçerim. Bana isterseniz “askerci -militarist” desinler öyleyim işte; “genlerime” işlemiş;  bundan sonra da değişecek değilim! 
Hem, bu “genlerim” gereği olsa da, Türk Ordusunun,  Cumhuriyetin son, gerçek sigortası olduğuna, inanıyorum. Bu kale de düşerse, ne ülke kalır, ne de 
demokrasi!.. 

Şu sırada, TSK’ye yapılan çeşitli  saldırılar gittikçe artıyor. Can Ataklı’nın yazdığı gibi, psikolojik savaş sürdürülüyor... “Darbe” iddialarıyla, eski askerî 
müdahalelerin abartılı anılarıyla Ordunun Cumhuriyeti “kollama koruma” görevi zaafa uğratılıyor... Tezvirat ve pespaye dedikodularla Ordunun, halk 
indindeki itibarı ve halkın Orduya güveni azaltılıyor... Bunun için de Ordunun içinde de subaylar arasında inkâr edilmez rahatsızlık var!
Bu durum karşısında benim,  Genelkurmaya, Komutanlarıma “telkinde ” bulunmam, ne haddime!..Hele “darbe” imasında bulunmam, en azından saygısızlık, en fazlasından  “zaman” ve “zeminin” koşullarına ters düşmek olur.

“Vesayete” hayır ve tabiî demokrasiye, hukuka, yargıya saygı ve sivil otoriteye tâbi olmak, sabretmek gerekir. Ancak benim sorum; nereye, ne zamana kadar... 
Sabrın sonu selamet mi? Sabır uzadıkça, kaybedilenlerin, telâfisi, mümkün olur mu?  
Türk Ordusu,  dış düşmanlarla ve iç bölücülerle savaşmaya, ruhu ve silâhlarıyla muktedirdir. Ama itiraf etmeli, “psikolojik savaş” konusunda pek deneyimli 
değildir, çarkları, aşırı teenniyle biraz yavaş işliyor! Paradoks olacak ama aşırı sabrı da, ötekiler tarafından “zaaf” sayılıyor ve “psikolojik savaş” aracı 
olarak kullanılıyor! 

Evet; Genelkurmaya, Komutanlarıma,   “telkinlerde” bulunmak,  ne haddime!.. Her gün her gece, TSK’ne atılan çamurlar hususunda benim tavsiyem, hep, 
biran evvel karşı taarruza geçmesi ve bütün iddiaları kökünden yalanlaması olmuştur. “Geç kalan adalet” gibi, “geç kalan yalanlama” da boşuna olur! 
Can Ataklı’nın yazısından öğreniyoruz ki: Genel Kurmay, şimdi “geniş  kapsamlı araştırmalarının” sonucunu, çok yakında kamuoyuna açıklayacakmış. 
Heyecanla, umutla bekliyorum. Fakat bu adamlar,  kolay susturulamaz;  melanet  ve fesatlarına köşelerinden, organlarından devam edecekler.  
Bu, “gen” - soy, soysuzluk ve “imalât hatası” olmalarının icabı... Bakın: Hasan Cemal Genelkurmayı müze yapacak, Mümtaz’er Türköne, “Nizam-ı Cedit”i kuruyor... 

Ali Bayramoğlu Jandarmayı, Genelkurmayın elinden almak ister... Ve Ahmet Altan’ın, bütün bunların üstüne tüy diken şu sözleri: 

Türk Ordusuna, 

“Pisa Kulesi gibi bir ordu” diyor. “Temeli yanlış atıldığından, üstüne konan her taş, çıkılan her kat, bu yapıyı biraz daha çarpıtıyor, ordu olmaktan biraz daha 
uzaklaştırıyor.” 

İşte bu soysuzlar ve soysuzluklar karşısında, benim sabrım taşıyor; “genlerim” isyan ediyor ve “asil Türk” soyum, çekiyor! Bu adamlara hadlerini bildirmek 
için ellerim kaşınıyor.
TARAF gazetesi sür manşetten, Genelkurmaya “sana susmayı telkin ediyoruz” diye küstahça meydan okuyor! Siz konuşacaksınız, yazacaksınız da, 
Türk Ordusu susacak... Öyle yağma yok!.. Haddinizi bilin, esas duruşa geçin!.. 
Türk Ordusunun belleğimde,  ezelî ebedî Başkumandan Mustafa Kemal’in baş emri vardır: “ Size taarruz etmeyi değil, Ölmeyi emrediyorum!”  
Dünya Askerî literatürüne geçen bu emrin anlamı “ ya kurtuluş ve zafer, ya da ölüm!..” 

Türkiye şimdi bu bağlamda, bu seçenekler arasındadır!

****

Teğmenin Telefonu ve halkın direnme hakkı


Teğmenin Telefonu ve halkın direnme hakkı


Afet ILGAZ

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

    Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonunun başına gelenleri okudunuz mu? Emniyette alıkonulan cep telefonuna, bir buçuk dakikada 132 tane yabancı 
numara yüklenmiş. Üstelik yüklenen telefonlar Hizbuttahrir üyesi birine aitmiş. Kayınçolar, kaynanalar, kayınlar falan... 

Teğmen bekâr. 

Bunlar ne diye hayretle bakınca bu numaraların polis tarafından telefonuna yüklendiğini anlamış. Zaten “Emniyette suç üretiliyor” diyordu. 
Üstelik işin en inanılmaz tarafı, Teğmen bu bilgilerden dolayı tutuklanmış. Yani din örgütleriyle bağı olduğu var sayılarak.
Güler misiniz, ağlar mısınız, saçınızı mı yolarsınız, bıyığınızı mı ısırırsınız... Ve üstüne üstlük de bu olay bilirkişi tarafından kabul edilmiş.

Yani resmiyet kazanmış.

İsa Gök (CHP milletvekili) Anayasa Komisyonu’nda kişisel başvuru konusundaki tartışma sırasında, öylesine feveran etti ki, “bu yaptığınız direnme hakkı doğurur”  
dedi. İyi de nasıl? 

Twitterla mı?

Silivri’deki davaların hepsinde de böyle sonradan yüklemeler, uydurma dosyalar, birbirini tutmayan tarihler, yer isimleri çıkıyor üç yıldan beri. 
PKK itirafçılarına tanıklık yaptırıyorlar, sanıkları gizli tanık yapıyorlar. Albay Temizöz gibi seçkin bir subayı işinden alıkoyup, ki işi PKK’yı yıldırmaktır, 
içeri tıkıyorlar.

Yeniçağ’da Yavuz Selim Demirağ’ın Diyarbakır mahkemelerindeki duruşmalardan edindiği izlenimleri okuyun. 

İsyan etmemek elden gelmiyor. 

Tutuklu koruculara yapılan haksızlıklar, hepsi can acıtıyor. Ama avukatların, namuslu gazetecilerin, hatta namuslu tanıkların direnci işe yaramıyor.
Tekrar soruyorum Teğmen Çelebi’ye (birincilikle mezun olmuş, Atatürkçü bir genç) yapılan haksızlık karşısında nasıl bir direniş ses getirebilir, 
ne yapılabilir?..

   İktidarın huyudur. Mantık oyunları yapacağız derken irrasyonel olurlar. 
Yani akla uygun olmaktan çıkarlar. 

AKP sözcülerinden Hüseyin Çelik “ Yargıyı ele Geçirmek ” söylemiyle alay ediyor ve “ Kimden ele geçirmek ” diyordu. 

Fatih İstanbul’u şöyle ele geçirmiş de falan... Yani “siz bizim düşmanımız mısınız” demeye getiriyor. Düşman vardır, düşman ittihaz edilenler yani 
düşman yerine konulanlar vardır. 

Hüseyin Çelik bir de bu mantıkla analiz yapmayı denesin.


***