Uğur Mumcu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uğur Mumcu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2018 Çarşamba

ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?

ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?



Prof. Dr. Cihan Dura,
03-11-2018
ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?
Bilimsel yaklaşım analiz ister, sınıflama ister. Yani gerçekliğini keşfedeceğimiz olgunun özüne girmek, yapısını görmek, oluşturucu ögelerini belirlemek, bunlar arasındaki sırayı, düzeni, ilişkileri görmek gerekir. Ancak böyle yapılırsa, nasıl bir olgu ile karşı karşıya bulunduğumuzu anlayabiliriz. Bu yaklaşımı en güzel ifade edenlerden en ummadığımız biri, Gazali, bakın ne demiş: Cevizi kırıp içine bakmayan, tamamını kabuk sanır.
Bu kural her alanda olduğu gibi “Atatürkçü” kavramı için de geçerlidir. Çünkü “Atatürkçü” dediğimiz kişilerin de, en mütevazısından en yetişmiş olanına, türleri, kategorileri vardır. Böyle hep genel bir terimle, “Atatürkçü” terimiyle yetinmek gerçekleri gizler; araştırma, eylem ve politika alanını daraltır. Bilimsel yaklaşım ise bize bir çözümleme, bir sınıflama yapmaya davet eder. Okuduğunuz yazının amacı budur, Atatürkçüleri kendi aralarında sınıflandırmaktır.
Ancak böyle bir denemeye girişmeden önce, konumuz açısından önemli olan bir kavram hakkında açıklama yapmamız gerekiyor; bu kavram ortak düşünme sistemidir.
Atatürkçülerin ortak bir düşünme zemini, bir düşünme sistemi olmalıdır. Atatürkçülerin “ortak düşünme sistemi” deyince ne anlaşılır, bu sistem nasıl öğrenilir? Bizim düşünme sistemimiz Atatürkçü Öğreti’dir, kısaca Ataöğreti’dir. Bu sistemi öğrenmek için, çok kitap okumak gerekir. Cumhuriyetimiz ve Atatürk üzerine çok daha fazla yapıt okumalıdır. Şu şartla ki, okuma sistemli, bir sıra ve düzen çerçevesinde yapılmalıdır.  Gelişigüzel, dereden tepeden okuyup bilgi biriktirme verimli olmaz.
Peki, kimlerin kitaplarını okuyacağız? Aklıma şu anda geliveren kimi yazarların adlarını vereyim, kuşkusuz başka yazarlar da var: Sina Akşin, Falih R. Atay, Banu Avar, Doğan Avcıoğlu, Metin Aydoğan, Necip Hablemitoğlu, Attila İlhan, Ceyhun A. Kansu, Ahmet T. Kışlalı, Sinan Meydan, Uğur Mumcu, Cengiz Özakıncı, Turgut Özakman, Mustafa Yıldırım… Bu ve diğer Atatürkçü yazarlarımızın kitaplarını sindire sindire okurken, bir yandan da, Atatürk’ün değişik alanlardaki fikir ve görüşlerine en kısa yoldan, sistemli olarak ulaşmak elbette mantıklı bir seçenektir. Bu takdirde, ATANAME iyi bir seçenektir.
Ancak bu faaliyet sırasında “münzevi” değil, “sosyal Atatürkçü” olmak gerekiyor. Bunun anlamı şudur: Asla yalnız olmayacaksın, arkadaşlarınla bir araya gelecek, gruplar, ekipler kuracaksın. Dayanışma, işbölümü ve birlik içinde hem kendini hem başkalarını yetiştireceksin. Çünkü ancak ortak düşünenler ki, bir araya gelir, birlik olur. Böylece hem Atatürk’ün birinci emelini, millî birliği gerçekleştirmiş olurlar, hem de birbirlerini yetiştirir, fikir üretir, büyük işler yaparlar.
Bu gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, şimdi asıl konumuza geçebiliriz. Atatürkçüleri bir sınıflamaya tabi tutacağız. Benim önerim şöyledir:
- Yalancı Atatürkçü
- Gerçek Atatürkçü
 - Amatör Atatürkçü
 - Öğrenen Atatürkçü
 - İşçimen Atatürkçü
 - Halk dostu ve eğitmen Atatürkçü
 - Ergin Atatürkçü
 - Öncü ve kurmay Atatürkçü.

1) YALANCI ATATÜRKÇÜ
Önce eğriyi doğrudan ayıralım. Yalancı Atatürkçülerden Atatürkçü görünüp Atatürkçülüğü kendi veya çevresinin çıkarları için kullanan kişiler vardır. Bunlar sahte Atatürkçülerdir.
Halkını hâkir gören, halkı dışlayan, kulaktan dolma bilgiyle kendini Atatürkçü sanan kişiler ise sözde Atatürkçülerdir. Sözde Atatürkçü kendi kafasına göre, dağarcığındaki hazır bayat bilgiyi tekrarlar veya ona göre sonuçlar çıkarır, gelişigüzel konuşur ve yazar. Ona sormak gerekir: Mademki kafana göre, aklına geldiği gibi davranacaksın, o zaman neden “ben Atatürkçüyüm” diyorsun? Atatürk’ün görüşlerinden, hedeflerinden habersizsin. Yıllardır değişmeyen, kıt bilgi dağarcığınla, birkaç basmakalıp slogan ve davranışla yetiniyorsun, zamanını bomboş geçiriyorsun. Hayır, bu şekilde Atatürkçü olunmaz. Eğer gerçekten Atatürkçü isen, önce Büyük Önder’in ortaya koyduğu fikir sistemini öğrenmek, ona göre düşünmek, duyumsamak, iş yapmak zorundasın. Aksi halde -dediğim gibi- sen sözde, yüzeysel bir Atatürkçüsün.
2) GERÇEK ATATÜRKÇÜ
Gerçek Atatürkçüler en sadesinden en mükemmeline doğru, altı grupta toplanabilir.
a) Amatör Atatürkçü
Amatör Atatürkçü, adı üzerinde, Atatürk’ü bir hevesli olarak benimseyen kişidir. O sadece bir “taraftar”dır, bazıları bir “amigo” gibidir. Ona taraftar Atatürkçü de diyebiliriz.
Amatör Atatürkçü Büyük Önder’i, milletimizi genellikle lafla seven, fakat iş yapmayan biridir. Atatürk’ü tutar, ona saygı duyar; Cumhuriyetimize bağlıdır. Ancak, bu alanlardaki kültür düzeyi sığdır. Kendini yetiştirmemiştir, bazıları yetiştirmez de. Söylediği, yazıp çizdiği yavandır, hep aynı şeylerdir. Atatürkçe düşünemez, iş yapamaz. Mücadeleci değildir, olsa da üstünkörüdür. Birtakım basit eleştiri ve karşı çıkışlarla, mücadele verdiğini sanır. Çevresini etkileyemez. Diğer Atatürkçülerle bir araya gelemez. Atatürkçülerin “Ortak Düşünme Sistemi”nden habersizdir.
Acı olan şudur ki, “Atatürkçüyüm” diyenlerin büyük çoğunluğu amatör Atatürkçüdür. Rozetle, bayrakla, fotoğraf ve bayat sloganlarla yetinirler. Bununla birlikte, ne mutlu ki, içlerinde gelişme istidadı gösterenler de vardır. Aralarından öğrenen, işçimen ve eğitmen Atatürkçüler, bu sonunculardan da öncü Atatürkçüler yetişebilir.
b) Öğrenen Atatürkçü
Öğrenen Atatürkçüler Atatürk’ü ve Cumhuriyeti sevmekle, devrimleri savunmakla yetinmezler; aynı zamanda Atatürkçülüğü, Ataöğreti’yi öğrenmeye çalışırlar. Bildikleriyle yetinmez, Atatürkçülükle ilgili bilgilerini sürekli artırır, derinleştirirler. Faaliyetleri sistemli, düzenli ve ortaklaşadır.
c) İşçimen Atatürkçü
Öğrenen Atatürkçülerden bazıları zamanla işçimen Atatürkçü olur. İşçimen Atatürkçülerin, “öğrenen Atatürkçüler”den başlıca farkı iş yapmalarıdır, öğrendiklerini gerektiği her zaman uygulamaya koyarlar. Çalışkan, dinamik ve örgüt-severdirler. Atatürk’e ve Cumhuriyetimize yönelik saldırılara karşı çıkar, donanımlı olmaya çalışırlar. Bu alanda çevrelerini aydınlatırlar. Gerçeksever, gerçeği her ortamda ortaya koyan Atatürkçülerdir. Gerçekleri iyice öğrenip çevrelerine sürekli yayarlar.
d) Halk Dostu – Eğitmen Atatürkçü
Kimi Atatürkçüler de Halk Dostu Atatürkçülerdir. Halkını gerçekten seven, ona faydalı olmaya çalışan, Atatürkçülük yolunda iş yapan kişilerdir. Halk dostu Atatürkçüler yalnız bilgi sahibi olmayıp, aynı zamanda halka erişme, onunla kaynaşma eğilim ve yeteneğine sahiptirler. Onlara “eğitmen Atatürkçüler” de diyebiliriz. Halkla kaynaşan, onu anlamaya, ona bilgi götürüp aydınlatmaya, halktan esinlenmeye çalışan her kişi, eğitmen Atatürkçüdür. 
Öğrenen ve işçimen Atatürkçüleri “eğitmen Atatürkçü” olma yönünde teşvik etmek, özendirmek gerekir.
e) Ergin Atatürkçü
Bir yurttaşın düşünce, duygu ve davranışlarının oluşmasında “değerler”in çok büyük payı vardır. Değerler; bireyin nesneler, durum ve hareketler, fikir ve görüşler hakkındaki olumlu veya olumsuz yargılarını oluşturan kavramlardır. Atatürkçü düşüncenin de bağımsızlık, birlik, özgürlük, hak ve hukuk, dayanışma, değişim, akılcılık, gerçek, bilim, sosyal ahlak, çalışma gibi kavramlarla ilgili değerleri vardır. Bu değerleri bilmeyen, öğrenmeyen, benimsemeyen, düşünme, karakter ve eyleminin bir parçası haline getirmeyen, bu yönde gayret göstermeyenler gerçek Atatürkçü olamazlar. Bu ve benzeri değerlerle bütünleşmiş olanlar ise, ergin Atatürkçülerdir.  Öğrenen Atatürkçülerden bazıları, zamanla olgunlaşarak “ergin Atatürkçü” olurlar. Ergin “olgun, olgunlaşmış, kemale ermiş” demektir.
f) Öncü ve Kurmay Atatürkçü
Öncü Atatürkçü; Atatürk’ün görüşlerini çok iyi bilen, aynı zamanda onlara kolayca ulaşabilen, işleyen, kullanabilen, çevresine anlatıp yayabilen kimsedir. Türkiye bir sorunla mı karşılaştı, bir değerlendirme, bir çözüm önerisi mi gerekiyor? Öncü Atatürkçü derhal Atatürk’ün görüşlerine başvurur, onların ve kendi aklının ışığında konuyu irdeler, açıklar, çıkış yolu arar. Fikir oluşturur ve yayar, öğüt ve tavsiyelerde bulunur, iş yapar.
Öncü Atatürkçü yurtsever, bilinçli ve yol göstericidir. Sistemli düşünür, Atatürkçü düşünce sistemini başkalarına kolayca aktarabilir. Yurttaşlarını Atatürkçü Öğreti yolunda yetiştirip harekete geçirebilir. Öncü Atatürkçülerden en üst düzeyde, lider konumunda olanlar ise kurmay Atatürkçülerdir.
* * *
Bu denemeden şu iki sonuca ulaşıyorum:
-Atatürk’ün ve Cumhuriyetimizin asıl büyük düşmanı, en çok zararlı olanları bence yalancı Atatürkçülerdir. Gerçek Atatürkçüler bunu böyle bilmeli, yalancı Atatürkçülere karşı daima uyanık ve sak olmalıdır. Onları teşhis etmeyi görev bilmeli, halkımıza tanıtmalı ve onlara karşı yurttaşlarımızın uyanık olmalarını sağlamalıdır.
-Gerçek Atatürkçüler; en sadesinden başlayarak Atatürkçü olma yolunda her zaman daha ileri bir aşamaya ulaşmayı kendilerine baş hedef olarak belirlemelidir. Başka bir deyişle bir amatör Atatürkçünün gönlünde bir gün kurmay Atatürkçü olma hedefi bulunmalıdır.

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 2

************************


MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 2

Akşam’da yazan Aziz Nesin ise aynı gün 28 Mayıs 1960 “ Az gittik Uz Gittik ” isimli köşesinde 28 Mayıs’ı kutsayan yazısına “ Sağ ol generalim, sağ ol albayım, yarbayım, binbaşım, yüzbaşım! sağ olun yiğit Komutanlarım! Var olsun Türk Ordusu! ” girişiyle başlıyor: 

Kara günlerin acısıyla ezgisiyle değil; halkımızın, aydınlarımızın bu son yiğitçe 
davranışı karşısında, sevinç gözyaşları dökerek yazıyorum… Atatürk’ün en kutsal varlığımız Cumhuriyeti emanet ettiği ama kendini bilmezlerin çoluk çocuk diye küçümsedikleri genç üniversitelim! Temiz anlında taçlanan boncuk boncuk terler, akıttığın mübarek kan boşa gitmedi. O kandan, o terden, yiğit Türk Ordusu, Türk ulusuna pırıl pırıl hürriyet armağan etti. Kara cübbeli diye aşağılanan, saygıdeğer hocalarım, yurdumuzun çile çekmiş aydınları, bilginleri, sayın profesörlerim! En kara günlerde alınlarınızda parlayan ışıklar, tükettiğimiz soluk boşa gitmedi. O ışıklardan, o dertlerden, yiğit Türk Ordusu, Türk Ulusuna, işte bu nurlu günü yarattı. (Sağ ol generalim, sağ ol albayım, yarbayım, binbaşım, yüzbaşım! 

Sağ olun yiğit komutanlarım! Aziz Nesin, Akşam Gazetesi, 28 Mayıs 1960).252 
Akşam Gazetesinin bir başka köşe yazarı olan Vecihi Ünal, 10 Haziran’daki makalesinde günümüzde de kullanılan bir ifadeyi başlık olarak kullanıyor. Ayaklar baş olursa: 

Geçmişten ders almayan ve insanları mideden ibret birer yaratık sanan gözü 
dönmüş diktatörlerin kara zincirine, 27 Mayıs sabahı, gün ağarmadan yenileri 
katıldı. Basın umumi efkârı hazırlayarak görevini yaptı. Aydın gençlik, Atatürk’ün kendilerine emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak için can verdi ve ordu, milletin kurtarıcı meleği olduğunu ispat etti. 

(Ayaklar Baş Olursa, Vecihi Ünal, Akşam Gazetesi, 10 Haziran 1960). 
Cumhuriyet Gazetesinin başyazarı Nadir Nadi 28 Mayıs’taki köşesinde, vatandaşı ordunun arkasında kenetlenmeye çağırır: 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu şartlar altında devlet idaresine el koyarak patlamasına ramak kalan kardeş kavgasını önlemeyi bilmişlerdir. Yaşadığımız günlerin ciddiyetini ve her birimize düşen vatandaş borcunu unutmayalım. Bu borç azımsanmayacak kadar ağırdır. Her şeyden önce, sevgili vatanımızı huzura 
kavuşturmak uğruna olağanüstü sorumluluk yüklenen kahraman ordumuza 
güvenelim. Milletimizin göz bebeği, kahraman ordumuzun yaptığı ilk hamlenin 
vatandaş kanı dökülmeksizin başarılması, bize iyi yarınlar müjdeleyen bir talih 
eseridir. Yaşasın Türk Milleti! Yaşasın onun kahraman ve şerefli ordusu! (Nadir Nadi, Cumhuriyet Gazetesi, 2 Mayıs 1960).

Yaşar Kemal de darbenin yaratığı coşkudan payını almıştır. 11 Haziran’da yayınlanan yazısına Zulüm ” başlığını atar ve okurlarını, sonraki günler için yüreklendirir: 

Bizim milletimiz güçlü millet, yapıcı millet. Her hareketinde bunu gördük. Temel 
devrimlere yönelirsek, aydın olarak, asker olarak onun istekleriyle birlikte olursak, çok az, ama çok az bir zamanda ileri bir millet olmamak için hiçbir sebep yoktur. 

Bunu böylece bilip şimdiden kolları sıvamalıyız. (Zulüm, Yaşar Kemal, 
Cumhuriyet Gazetesi, 11 Haziran 1960). 

Cumhuriyet’in bir diğer yazarı Hamdi Varoğlu ise, “Kadife eldivenli Orduya” başlığını attığı 4 Haziran tarihli yazısında keskin cümleler kurar. Yazar, kan ve intikam peşindedir: 

Hürriyet müjdesini, senin kahraman bir subayından aldığım ilk gece gözümün 
önünden gitmiyor şanlı ordu! Demir elindeki kadife eldiveni artık çıkar. Çalınan 
haklar geri alınırken senin demir eline çok muhtacız. Çalınanları, çiğnenenleri, 
ezilenleri, yok edilenleri kurtaran elin nasıl bükülmez bir el olduğunu, bu 
memleket de bütün dünya da görsün! (Kadife eldivenli Orduya, Hamdi 
Varoğlu, Cumhuriyet Gazetesi, 4 Haziran 1960).253 

Milliyet Gazetesi’nde Çetin Altan, darbe öncesi ve sonrasında çok heyecanlıdır. 27 Mayıs’ta “Taş” isimli köşesinde “Büyük Gün” başlığını kullanır: 
Bütün Türk vatanperverleri bu muazzam ve şanlı günün sevinci ve heyecanı 
içindedirler. Çürümüş, süfli politika ve tertiplerinin şahsi ihtiraslarla Türkiye’yi en tehlikeli badirelere, kardeş kavgalarına sürüklemek üzere olduğu bir sırada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin medeni bir şekilde devlet idaresine el koymaları ve 
memleketi karanlık bir akıbetten kurtarmaları, tarihimizin büyüklüğüne yakışan 
mutlu bir hareket olarak, Milletimize hür ve insan Hakları’na uygun yeni ufuklar 
açmaktadır… Hakiki hürriyetin saati çalmıştır. Atatürk’ün İnkılâplarına bağlı 
olarak demokratik bir memlekette Türklüğün şerefine yakışan bir nizamın 
temelleri atılmaktadır. Yaşasın Türk Milleti, Yaşasın Türk Ordusu. (Büyük Gün, 
Çetin Altan, Milliyet Gazetesi, 27 Mayıs 1960). 

Abdi İpekçi 30 Mayıs’ta kaleme aldığı yazısında askerin işbaşı yapmasını nasıl bir umutla beklediklerini anlatmaya çalışır: 

Size iki hafta evvel yazdığımız mektup şu satırlarla bitiyordu: ‘…Daha anlatmak 
istediğimiz çok şey var. Onlardan da bahsedeceğimiz gün inşallah çok yakında 
gelecektir.’ Bu cümlenin ifadesi o günkü rejimde çıkan bir gazete için çok tehlikeli bulunmuş ve kelimelerde değişiklik yapılmıştı. Ama mana aynıydı ve arif olan anlıyordu. Bugün gelecekti, yakınlaşmıştı. Biliyorduk ve inanıyorduk. Bu bir ay yıllardır artan baskının patlama kıvamına geldiği günlerdi. Ve nihayet bu bir ayın sona erdiği gecenin sabahı, beklediğimiz ve inandığımız rüya gibi güzel günün geldiğini gördük, yaşadık. Matbaada herkes kucaklaşmaya başladı… Ve biraz sonra gelen askeri bir kamyon diğer meslektaşlarımızla birlikte bizi ordu evine götürecek, orada Türk Ordusu’nun en şanlı, en büyük, en medeni, en cesur, en insani başarısını resmen duyacaktık. (Abdi İpekçi, Milliyet Gazetesi, 30 Mayıs 1960). 

Bir gece yarısı ifade vermek üzere Örfi İdare Kumandanlığı’na götürüldüklerinde bazı subayların kendilerini kucaklayıp bağırlarına bastıklarını ve “On beş gün daha dişinizi sıkın” dediklerini de hatırlatan İpekçi, bu subayların aynı cümleleri gazetenin kapatıldığı gün de tekrarladığını belirtir ve yazısını şu cümle ile bitirir: 

Sabrettik, Şimdi Sevinçten ağlıyoruz. 

1960 darbesinin üzerinden geçen 52 yıla rağmen Türkiye’deki gazetelerin yayın politikalarının hemen hemen hiç değişmeden bugün de devam ettiğini belirtmek gerekir. O günlerde merkez bir çizgide yayın yapan Hürriyet, Cumhuriyet, Ulus, Milliyet, Tercüman vb. gazetelerin günümüzde de yayın hayatlarına bu profillerini sayfa formatlarını bile bozmadan sürdürüyor olmaları oldukça ilginç. Atılan manşetler: yandaş basına el altından servis edilen bilgi ve belgeler; düzmece ve sansasyonel haberler, yalanlar, söylentiler ve hakaretler; köşe yazarlarının kalıplaşmış yorumları; ön ve arka sayfa mizanpajları vb. günümüzde de neredeyse tamamen aynı. 27 Mayıs darbesinin gerçekleşmesiyle birlikte var olan farklılıklar, doğal olarak tamamen ortadan kalkıyor. Bütün gazeteler tek bir ağızdan 38 kişilik Millî Birlik Komitesine, Komitenin lideri Cemal Gürsel’e övgüler ve devrilen hükümet üyelerine lanetler yağdırıyorlar. Kendi deyimleriyle ‘devrim ve hürriyet şehitleri’ anıtı için kampanya ile yardım toplanmasına  cenazelerinin Anıtkabir’in bahçesine defnedilmesine ve sonraki haftalarda ise zor durumdaki darbe hükümeti adına vatandaşın elindeki para ve ziynet eşyasının ‘hürriyet için feda olsun’ temasıyla toplanıp maliye için önemli bir kaynak oluşturulmasına önayak oluyorlar.254 

Türkiye’de darbeler karşısında basın, gerçekten, en önemli sorumlular arasında yer almaktadır. Özellikle kendi meşrebine göre misyon gazeteciliği yapan gazeteleri blok olarak kenarda bırakırsak, çeşitli gazetecilerin de vicdani duruşlarına göre değişen bir çeşitlilik arz etmekle beraber özellikle merkez medya farklı darbe dönemlerinde genellikle darbecileri destekleyen ve sonrasında da bu darbecilerden beslenen bir tutum ve davranış içerisine 
girmiştir. Bir darbe süreci sadece darbenin sorumlularıyla kısıtlanmaması gereken bir olay olarak değerlendirilmelidir. Darbe, sadece darbeciler tarafından gerçekleştirilen bir iş değildir, darbe, önce kendi ideolojik aygıtlarını oluşturur. Bu aygıtlar içerisinde, akademik camia ve basın gibi birtakım organlar darbenin hazırlık süreçlerinde halkın bu duyguya alıştırılması açısından son derece tarihî bir işleve sahiptirler.255 

27 Mayıs’ın hemen ardından gazetelerde yer alan bazı manşet ve haberler: 

“Parayla tutulmuş adamlara dağıtılmak üzere 7 bin silah ve asker elbisesi ele geçti” (Ulus Gazetesi - 30 Mayıs 1960); 
“Öldürülen öğrencilerin mezarları tespit ediliyor” (Cumhuriyet Gazetesi - 29 Mayıs 1960); 
“İktidar, İnönü’yü sınır dışı etmeye hazırlanıyordu” (Yeni Sabah Gazetesi - 30 Mayıs 1960); 
“Buzhane ve çukurlarda cesetler bulundu” (Cumhuriyet Gazetesi - 2 Haziran 1960); 
“İstanbul’da 9 ceset bulundu” (Ulus Gazetesi - 11 Haziran 1960); 
“DP düşmeseydi dün geniş bir katliama girişecekti” (Dünya Gazetesi - 31 Mayıs 1960); 
“Harbiyeliler bir meydana toplanacak, makineli tüfek ve bombalarla imha edilecekti” (Vatan Gazetesi - 9 Haziran 1960); 
“Katliam planı! DP’nin 40 milyon lira sarfıyla üniversiteyi ve Harbiye’yi imha için 
teşkilat kurduğu anlaşıldı” (Dünya Gazetesi - 31 Mayıs 1960). 
Milliyet gazetesine göre darbe, bir ihtilal değil inkılâptır, devrimdir. 4 Haziran 1960’ta yayınlanan başyazı, “Bu bir ihtilal değildir” başlığı altında bu konuyu işlemektedir. Yazıya göre 27 Mayıs “Dünya tarihinin şimdiye kadar kaydetmediği, eşi görülmemiş bir inkılâp”tır, yabancı basın da bu hareketi “zarif ihtilal”, “centilmenler ihtilâli” gibi özenle seçilmiş kelimelerle tanımlamaktadır. 27 Mayıs’ı diğer ihtilâllerden ayıran en büyük özellik bunun “meşru” olmasıdır: 
Ordunun iktidarı devralması keyfi ve mesnetsiz bir kararın neticesinde 
olmamıştır. Hareket Anayasa’nın ihlaline ve kanunsuz davranışlara karşıdır. 
Mesnedini İç Hizmet Kanununun 34. maddesinden almaktadır. Bahis konusu 
madde Türk Ordusu’nu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Anayasa’sını müdafaa ile 
görevlendirmektedir. Her ihtilâlin yarattığı kahraman vardır: Nasır, Kasım, Castro gibi… 27 Mayıs harekâtı ise tek bir şahsın hazırladığı ve gerçekleştirdiği bir iş değildir. Anonimdir. Ordumuzun en alt kademelerinden en yüksek rütbelerine kadar “isimsiz kahraman” subayların gerçekleştirdiği bir başarıdır. Kahraman yaratmamaya, isimler etrafında reklam yapmamaya bilhassa dikkat edilmiştir. O kadar ki, harekâtın genelkurmayı olan Millî Birlik Komitesi’nin üyeleri açıklanmamış, gizlenmiştir. Orgeneral Gürsel bir ihtilal kahramanı olmak 
iddiasında değildir. O sadece hareketin nihai gayesine erişmesini sağlayacak bir lider, bir vatanseverdir. (Bu Bir İhtilal Değildir, Milliyet Gazetesi, 4 Haziran 1960). 

Başyazıya göre darbecilerde iktidar hırsı da yoktur. “27 Mayıs inkılâbını gerçekleştiren kuvvet, memleketi kardeş kavgasına sürükleyen parti kavgasında şu veya bu tarifi ilzam etmemiştir. Etmeyeceğini de kesin olarak bildirmiştir. Huzuru kuracak sonra iktidara gelecek partinin tayin işini milletin reyine bırakacaktır. İşte 27 Mayıs inkılâbı bu vasıfları dolayısıyla herhangi bir ihtilal değildir ve tarihe müstesna bir hadise olarak geçecektir.”256 

Ulus Gazetesi’nin ne kadar kışkırtıcı olduğunu, çizgisini ancak tahrik edici ve yalan haberlerle koruyabildiğini göstermek için darbeyi izleyen günlerde kullandığı iki manşeti, bir bir vermek gerekir: 30 Mayıs nüshası, “Sabık iktidarın yarıda Kalan Tertibi” başlığı ile başlıyor ve altında “İstanbul’da parayla tutulmuş adamlara dağıtılmış 7.000 silah ve asker elbisesi ele geçti. 

Depolar bulundu. Tahrip teşkilatı yakalandı… Memleketimiz ve halkımız büyük tehlike atlattı. Bu silahlarla yüzlerce kişi tevkif ve yok edilecekti… Sahte askerler tarafından yapılacak bu tedhiş hareketi de ordumuza yüklenerek halkla kahraman ordumuz arasındaki sevgi bağlarının kopartılmasına çalışılacaktı” ifadelerine yer veriyordu. 9 Haziran’da ise ön sayfada sekiz sütuna “sabık iktidarın Harp Okulu öğrencileri için tasarladığı suikast tasarısı dün açıklandı” manşeti atılıyor ve haberin spotunda; “Gürsel’in subaylarla yaptığı konuşma: Harp Okulu makineliler ve bombayla imha edilecekti. Açıklanan plana göre öğrenciler yürüyüşe çıkarılıp yolda kurşunlanacak veya öğrencilere izin verildikten sonra evlerinden teker teker alınarak imha edilecekti.” yazıyordu. Neden üretildiği kolayca anlaşılabilen bu düzmece haberler, Yassıada duruşmalarında geçerli birer delil olarak kabul edilecektir. 

Haftalık siyasi dergi Kim, diğer birçok gazete ve dergi gibi muhalif yayınları nedeniyle kapatılmış ve darbe sonrasındaki ilk baskısını 30 Mayıs 1960 tarihinde yapabilmiştir. 

Kapağında Cemal Gürsel’in resmini kullanan dergi, manşet olarak da “Milletçe Özlenen İnkılâp”ı tercih ediyor. Derginin başyazarı Ali İhsan Göğüş ise aynı gün, “Okuyuculara Mektup” başlıklı yazısına; “Şanlı Türk Ordusu mazisine yaraşır bir vakar ve asalet içerisinde kansız bir iktidar değişikliği yaptı” girişi ile başlıyor ve orduya yönelik abartılı bir övgü ile devam ediyor: 

Sayın devlet ve hükümet başkanı, Millî Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal 
Gürsel’in radyo ile yaptığı ilk konuşmasında ve sonraki beyanlarında belirttiği gibi kardeşi kardeşe kırdırmak isteyen muhteris ve gözü dönmüş politakıcılara doğru yolu anlatmak bir türlü kabil olmamış, sarf edilen gayretler hep neticesiz kalmıştır. 

Ordu son dakikalarda duruma müdahale etmekle bir felaketi önlemiştir. Türk 
Silahlı Kuvvetleri çilelerle, ıstıraplarla uyanan bir gecenin sabahında bütün vatanı ve milleti huzura, ferahlığa, saadet ümitlerine hazırlamış, her şey birkaç saatin içinde değişmiştir. Beklenen, dualarla tekrar edilen, özlenen emeller tahakkuk etmiştir. Ordu, millet sulh içinde yeni bir zafer daha sağlamış, Türklüğün gururunu yükseltmiştir. (Ali İhsan Göğüş, Kim Dergisi, 30 Mayıs 1960). Başyazara göre Türkiye tam bir batılı devlettir; zulme mukavemet hakkını bu derece efendice, medeni dünya ölçüsünde emsalsiz bir şekilde kullanmıştır. “Dünya siyasi tarihinde, şimdiye kadar hiçbir ordu, demokrasi namına duyduğu endişelerle, böylesine mükemmel bir teşebbüsü gerçekleştirmiş değildir.” Göğüş, makalesinin sonunda, 27 Mayıs’ın bayram ilan edilmesi gerektiği fikrini de ortaya atıyor. “Millet, ordusu ile iftihar ediyor ve onun hazırladığı hürriyet ve emniyet havası içinde istikbale daha emin adımlarla ilerleyeceğine iman ediyordu. 

27 Mayıs bunun için Millî Bayramdır.” Kim Dergisi’nde ise şair Behçet Kemal Çağlar, 28 Nisan’da Beyazıt’ta ölen Turan Emeksiz için 23 Mayıs’ta kaleme aldığı, ancak dergi kapatıldığı için zamanında basılamayan bir şiirde, “Namık Gedik257 didik didik olasın, her parçanı bir çalıda bulasın, çakılasın bir kazığın üstüne, korkuluktan beter hödük olasın, … Bir tek umut sende kaldı amanın, Türk Ordusu, Türk Ordusu yetiş gel.” şeklinde dizelere yer veriyordu. 

İmtiyaz sahipliği ve başyazarlığını İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in yaptığı haftalık Akis Dergisi, darbeyi 29 Mayıs’ta basılan sayısıyla karşılıyor. Üzerine boydan boya çarpı çekilmiş bir Adnan Menderes resmi, altında ise “Adnan Menderes Sabık Başbakan.” Dergi, “kendi aramızda” başlıklı sunuş yazısında, okurlarıyla yeniden kucaklaşmanın sevincini ve kapatılma gerekçelerini sıralamaya çalışıyor. Dergi, 29 Mayıs sayısında, tutuklanan DP ileri 
gelenlerinin acz içindeyken, uykulu, sakalı veya iç çamaşırlı vb. resimlerini ve güya Çankaya köşkünde ve DP’li vekillerin köşklerinde yapıldığı iddia edilen bazı özel partilerle ilgili dedikoduları basarak rakiplerine fark atma peşindedir. Hangi kaynaktan servis edildiği kolaylıkla kestirilebilecek bu haber ve söylentiler için belden aşağı ifadesi bile terbiyeli kalır. 

Bir sonraki 5 Haziran sayısında ise darbeden bu yana gelişen olaylar “Yurtta Olup Bitenler” başlığı altında değerlendiriliyor. Yine aynı kaynaktan servis edilen ‘bilgiler’ ele alınıyor. Tabi, abartının dozu da darbe öncesine göre oldukça artmıştır. Bunlar arasında, o sıralar ordunun bile elinde olmayan en modern silahlarla donatılmış yedi tabur büyüklüğünde hazır bir kıta olduğu; bu kıtanın DP’nin bir emrine baktığı ve görevinin merkez garnizonundaki normal askeri birlikleri bertaraf etmek olduğu; harp okulu öğrencilerini İzmir civarındaki kamplara götürecek trenin bombalanarak havaya uçurulacağı; kıta görevi için tayini çıkan teğmenlerin kurşuna dizileceği; üniversite profesörlerinin yok edileceği ve Tarım Bakanlığı binasının bodrum katının, silah deposu olarak kullanıldığı iddiaları da var.258 

Akis, aynı sayıda, İnönü’nün darbedeki rolünü belirsizleştirmek amacıyla verdiği bir demecini yayınlar. Başlık “İsmet İnönü’nün 27 Mayıs’taki Rolü”dür. Makalenin isimsiz yazarı, darbe olacağını ‘büyük bir önsezi’ ile önceden tahmin eden İnönü’nün “Hiç kimseyi inandıramıyorum. Ama temin ederim ki hareketten zerrece haberdar değildim” dediğini aktarır. Paşa röportajında şöyle devam etmiştir. 

Ben onlara bu milletin baskı rejimine tahammül etmeyeceğini, çıkar yol 
bırakılmadığına göre ihtilâlin meşru hale getirildiğini söyledim. Şimdi, böyle 
söylemiş bulunduğum için hadiselerden haberdar olduğumu sanıyorlar. Hâlbuki 
bunlar milletini iyi tanıyan bir insanın teşhislerinden başka şey değildir. Onlara 
Türk milletini hiç tanımadıklarını da defalarca hatırlatmıştım. Tanımamakta ısrar 
ettiler ve başlarına bu geldi. Renan Acar, 27 Mayıs darbesinde basının oynadığı role dair şu sonuçlara ulaşır: 

• Mükemmel eşgüdüm tesadüf olamaz: 50 yıl önce günümüz teknolojisinin çok azına sahip olan bir basında, 27 Mayıs darbesinin hazırlanışı ve sunuşundaki bu uyum ve mükemmel eş güdüm tesadüfî olamaz. 
• Encümen-i Daniş: Darbe kararı, Mayıs ayı sonunda kendiliğinden gelişen bir sosyal tepki sonrasında değil, çok daha önceden verilmiştir. Faal ve emekli generallerin görüşmelerinde, üniversite profesörlerinin bildirilerinde, İnönü’nün de katıldığı Encümen-i Daniş toplantısında vb. gidişatı önleminin tek çıkar yolunun darbe olduğu çözümüne varılmış ve bu karar basına empoze edilmiştir. 
• Yaygın bir kitlesel destekten bahsedilemez: 27 Mayıs öncesinde oluşturulan karmaşa ve sonrasında yaratılan coşku genellikle gazetelerin ilk sayfalarında kalmakta, sokağa aynen yansımamaktadır. Basının iddiasının aksine, darbenin yaygın bir kitlesel destekle yapıldığı da doğru değildir. 27 Mayıs sürecinde gelişen olaylar ve gösteriler esas olarak İstanbul, Ankara ve İzmir illeriyle ve öğrenci kitlesiyle sınırlıdır. Darbe sonrasında da bu üç il dışındaki bölgelerde, bırakın yöre halkını, darbeyi gerçekleştiren birliklerin bile, bu askeri harekâtın neden yapıldığına dair net bir bilgileri yoktur. 
• Babıâli’nin iş birlikçilikte yaptığı bir devrim: 27 Mayıs’ın bir devrim olduğuna yaygın olarak inanılır; birilerinin devrildiği gerçekten doğrudur. Yine de bu bir inkılâp değil darbedir. Ama devrim yakıştırmasında ısrar edilecekse de bu olsa olsa Babıâli’nin iş birlikçilik te yaptığı bir devrim olabilir. 
• Bu masalın yazarı da, kahramanı da, okuru da kusurludur: Darbe sürecinde basının kulağımıza fısıldadığı bir hikâye vardır. Bu öyküde 27 Mayıs öncesinde, kötü adam lanetlenmekte ve hep “Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?” konusu işlenmektedir. Askeri harekât sırasındaysa öykünün kahramanı olan iyi adam, kötü adamı yenerek ülkesini ve halkını kurtarmaktadır. Çok değil, (Adnan Menderes ve arkadaşlarının darağacına gönderileceğinin kesinleştiği) darbeden hemen sonraki birkaç ay içinde ise, pişmanlık hâkimdir ve tuhaf bir şekilde tema da değişmiştir. Artık kahramandan pek söz edilemez. “Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi asar mı?” konusu işlenmeye başlar. Bizi toplum olarak uzunca bir süre uyutmayı başarmış olan bu masalın yazarı da, kahramanı da, okuru da kusurludur.259 

Yazılı basının ve aydınların ön planda yer aldığı ve 27 Mayıs’tan yeterli dersi çıkaramamış olmanın tekrarı niteliğindeki film, bir kez daha 12 Mart 1971 Muhtırası’nda çekilmiştir. 

Radikal sol çevreler açıkça ordu merkezli bir darbe beklentisi içerisinde olduklarından ilk günlerde muhtırayı büyük bir memnuniyetle karşılamış ve desteklerini dile getirmişlerdir. Sol aydınlar, 12 Mart Muhtırasını da tıpkı 1960’da olduğu gibi sağ iktidara karşı bir darbe olarak görmüş ve alkışlamışlardır. 1971 Muhtırası radyoda okununca sol hareketlerin çoğu, birbirini kutlayıp orduya önerilecek reform programları hazırlamaya girişmişlerdi; ama kısa bir zaman 
içinde bunun böyle olmadığı ortaya çıktığında “müthiş bir yanılgı” yaşanmış ve darbenin devrimci subaylar tarafından değil komutanlar tarafından gerçekleştirildiğinin farkına varılmıştır. Sol radikalizmin güçlü kalemleri olan Çetin Altan, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, İlhami Sosyal gibi isimlerin 12 Mart Muhtırası sonrasında kaleme aldıkları yazılarda açık bir memnuniyet ve darbeye destek verdikleri gözlenmektedir. Mesela Devrim dergisinin Muhtıradan hemen sonra yayınlanan sayısında Uğur Mumcu “Erkekseniz Karşı çıkın” başlıklı yazısında şunları yazmıştır:260 

Bugüne kadar cici demokrasinin kara sevdalıları ne savunmuşlarsa, bugünden 
sonra da aynı ilkeleri savunsunlar. Desinler ki, biz silahların gölgesinde 
yaşayamayız. Desinler ki tepeden inme devrimcilere karşıyız. Erkeklerse ordunun bildirisine karşı çıksınlar Evet, Halk Partililerin, Adalet Partililerin, Güven Partililerin, Demokratik Partililerin, hepsinin bir daha geri dönmemek üzere Türk siyasal hayatından atılmalarını istiyoruz. Atatürkçü meclis, bugünkü partilerin bulunmadığı Meclistir. Açıkça söylüyoruz: Ordu’yu böyle bir bildiri yayınlamaya zorlayan siyasal koşulları, bugünkü siyasal partiler yaratmışlardır. 

Bu düzenin sorumluları mutlaka yargılanmalıdır. (Erkekseniz Karşı çıkın, Uğur Mumcu, Devrim Dergisi, 17 Mart 1971). 

İlhan Selçuk da 13 Mart günü Akşam’da yayımlanan yazısında siyasilerle açıkça eğleniyor ve Muhtıra’dan duyduğu mutluluğu dile getiriyordu: 


BÖLÜM DİPNOTLARI,

252 Renan Acar; Basın ve 27 Mayıs Darbesi, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 207, 208, 211. 
253 Renan Acar (2010); s. 212, 219, 221. 
254 Renan Acar (2010); s. 201, 202, 204. 
255 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 15. 
256 Renan Acar (2010); s. 223-225. 
257 Namık Gedik; 1954-1960 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı. 
258 Renan Acar (2010); s. 226-231.
259 Renan Acar (2010); s. 233. 
260 Davut Dursun, 2003; s. 64, 65, 67. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

27 Haziran 2017 Salı

“ Güldal, Galiba Bunlar Beni Öldürecek...” Uğur Mumcu



“ Güldal,  Galiba Bunlar  Beni Öldürecek...” Uğur Mumcu


Harun Aydemir,
19.01.2004/Sayı:48


Karanlıkta Kalan Suikast

Tarih 2004’ü gösterirken Uğur Mumcu’nun yok edilişinin 11. yılını doldurmaktayız. Peki aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkara bildik mi? Bugüne kadar bu suikast üzerine sayısız yorumlar yapıldı. Bunların bazıları Uğur Mumcu’nun PKK tarafından, bazıları İslami terör örgütleri tarafından, bazıları ise; bu olaydan devletin sorumlu olduğunu ortaya koydular. Uğur Mumcu’dan sonra bu zincire yenileri eklense de sadece tetikçilerin ortaya çıkarılarak suikastların çözüldüğü havası verilmesi olayları daha da kızıştırıyor. Tarihe kara bir leke gibi düşen bu olaydan sonra çeşitli araştırma komisyonları kurulsa da olayın iç yüzünü ortaya çıkarmak hayalleri süslemekten başka bir şey yapmadı. Şimdi 24 ocak 1993 ve öncesinden bugüne yansıyan bazı olayları sizlere hatırlatarak yazının sonunda soracağım soruyla Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkaracağız.

Buyurun gelin buradayım!...

Uğur Mumcu 6 Aralık 1979 tarihinde farklı bir yazıyla okurlarının karşısına çıktı. İlgililere not başlığıyla tehdit edildiğini ve devletin görevini yapmasını hatırla tan Uğur Mumcu yazısında: “ MHP yanlısı Hergün gazetesi, yalan ve iftiraya dayalı yayınlarla beni, İçişleri Eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş’i, CHP Senatörü Prof. Uğur Alacakaptan’ı ve CHP Milletvekili Prof. Muammer Aksoy’u kanlı çetelere hedef gösterici yayınlar yapmaktadır. 

Bana, Güneş’e, Alacakaptan’a ve Aksoy’a bir saldırı olursa, bunun sorunlusu MHP yanlısı Hergün Gazetesi ve “Sonları fena olur” gibisinden açık tehditler 
savuran MHP Niğde Milletvekili Sadi somuncuoğlu’dur...” ifadelerini dile getiren Mumcu yazıyı şu metinlerle sona erdiriyor: “Yılmayacağız, korkmayacağız 
ve cinayet şebekelerinin üstüne var gücümüzle gideceğiz. Buyurun gelin buradayım!...”

Devlet isterse çözer

Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral’ın iddiası şu şekilde: “Eğer bu olayı devlet çözmek isterse katiller bulunur ama istemezse bulunamaz. 
Siz gidin, Bakanlara, Başbakana rica edin. Onlar düğmeye basarsa Uğur Mumcu’nun failleri bulunur ve ben dava açarım. Uğur’la ilgili tüm kuruluşları bana bağlasınlar. Bana bağladıkları takdirde ben de çözebilirim.” Bu ifadeleri kullanan Demiral “bunu İslami Hareket Örgütü yaptı” diyerek olayların çözülebilir ancak engellendiği havasını yansıtmaktadır. Ancak bu ifadelere rağmen Uğur Mumcu’nun “Nusret Demiral görev yaptığı sürece işlenen faili meçhul cinayetlerin hiçbiri çözümlenemez” demesi ise suikastların hiçbir zaman aydınlığa kavuşturulamayacağının bir göstergesidir.

Sürgüne gönderilen yapımcı

Uğur Mumcu öldürülmeseydi Nurzen Amuran tarafından yapılan ve TRT’de yayınlanan “Rabıta” adlı programa katılacak ve bu programda bazı belgeleri 
açıklayacağını söylemişti. Ölümü nedeniyle gerçekleşemeyen bu çalışma daha sonrasında Nursen Amuran’ın yapımcılıktan çıkarılıp sürgün edilmesine 
neden oldu.

Uğur Mumcu’nun evinin yakınında bulunan ve güvenliği açısından önemli bir yere sahip olan durağın kaldırılmasının istenmesi ise başka bir boyut. 
Uğur Mumcu’yla diyalog içerisinde bulunan taksi şoförleri. Mumcu onlardan her an bir çapraz ateşe tutulabileceğini ve göz kulak olmalarını istemiş. 
Taksi durağının kaldırılması engellenince de bu sefer Mumcu’nun evine doğru park edilen taksilerin yönlerini evi görmeyecek şekilde değiştirilip evi gözlenemez hale getirilip camların normal camdan buzlu cama çevrilmiş. Bu olayın arkasında kimin olduğu ise olayı daha da ilginç kılıyor: 

DİSK Başkanlar Kurulu üyesi Ömer Çiftçi. Bunu öğrenen Mumcu Çiftçi’ye “Sen benim güvenliğim açısından önemli olan bu durağı niye kaldırmak istiyorsun, 
amacın nedir senin? Hem de ben kaldırılmasını istiyormuşum gibi niye yalan söylüyorsun?” Olaylar bu şekilde gelişirken taksi şoförlerinin bir anda yön 
değiştirerek Ceyhan Mumcu’ya itirafları ise şöyle olur: “Abi artık konuşmak istemiyoruz. Bizden duymamış ol, biz bu konuda tehdit edildik. Biz artık kimseyle konuşmayacağız. Başımız derde girer.” Buradan da taksi durağının kaldırılmasının arkasındaki asıl kişilerin daha büyük bir güce sahip olduğunu anlayabiliyoruz.

Mumcu: beni hedef mi yapıyor?

Uğur Mumcu AnmasıTaksi durağı olayından sonra Ömer Çiftçi’nin ismine bir kez daha rastlıyoruz. Çiftçi’nin bir gün Mumcu’ya yüksek sesle dışarı çıkıp 
çıkmayacağını sorması ise Çiftçi’nin bu olaylarla bağlantılarını daha da artırıyor. Mumcu (eşine) o anı şu şekilde dile getiriyor:

“Camı açarken Ömer Çiftçi bana bugün dışarı çıkıp çıkmayacağımı sordu.”

“Peki, sen ne söyledin?”

“Çıkacağımı...”

“Ne var bunda, niye bu kadar şaşırdın?”

“Sence tuhaf değil mi? Ömer Çiftçi dışarı çıkıp çıkmayacağımla niye ilgileniyor?”

MİT biliyordu...

Dönemin CHP Malatya Milletvekili Mustafa Yılmaz ise şu sözlerle gündeme oturuyor: “ Uğur Mumcu Cinayetini MİT biliyordu ”

Buna benzer başka bir ifade ise Şevket Kazan’dan geliyor. Şevket Kazan elinde bir MİT belgesi bulunduğunu ve bu belgede MOSSAD’ın üç elemanının 
Uğur Mumcu’yu ve Mehmet Ali Birand’ı öldürmek üzere Türkiye’ye girdiğini ve halen bu kişilerin İsrail Büyükelçiliği’nde bulunduklarının açıklamaktan 
kaçınmayacaktı.

22 Ocak 1993 tarihinde Cemalettin Kaplan’a bağlı bir hoca ise camide şu ifadeleri kullanacaktır: “İki gün sonra Uğur Mumcu ve Oktay Ekşi geberecek.” 
Bu sözler aynen gerçekleşiyor ve Uğur Mumcu 24 Ocak’ta öldürülüyor. Bu konunun üzerine ne kadar gidildiğini bilmiyoruz; ama bu olayla –tarihi de göz 
önünde tutarsak- Cemalettin Kaplan’ın bağlantısı olduğu apaçık ortada.

Cinayeti biz işledik!...

Suikast günü Güldal Mumcu adına Berlin havaalanından imzasız olarak gönderilen mektupta şu ifadeler yer alıyor: “İslamlara ve zavallı Kürt köylüsüne 
zulmedenlerin kıçlarında bombayı patlattığımız zaman neler hissettiklerini merak ediyoruz.” Bunlara dayanarak da suikastın İslami terör örgütlerine doğru 
kaydığını görüyoruz.

Adı Jirayir olan bir şahıs ise şu ifadelerle ortaya çıkıyor: “Uğur Mumcu cinayetini kimlerin gerçekleştirdiğini biliyorum, cinayeti biz işledik. Güldal Mumcu’yu da 
öldürmemiz bu birimce kararlaştırıldı. Ancak onu öldürmeyi ben içime sindiremiyorum, yurt dışına kaçabilmem için sonra iade edilmek üzere ödünç para istiyorum”

Cumhuriyet İzleme Kurulu’ndan bir üye ise Uğur Mumcu’nun daha önce de, Vuralhan olayından dolayı öldürülmek istendiğini, ancak MİT’in bunu önlediğini 
iddia etti. Bu olaylar şu şekilde gelişmeye devam ediyor: O tarihlerde Uğur’un oturduğu dairenin bir üstüne üç kişi taşınıyor, yöneticinin ısrarına karşın bu 
kişiler kimliklerini açıklamıyorlar. Bunlardan ikisi İranlı, birisi Türk. Bir gün bu şahıslar, MİT mensubu Mehmet Eymür ile karşılaşıyorlar ve kapı önünde kısa bir 
konuşma oluyor.

Suikast üzerine artan iddia ise bir yenisi daha ekleniyor. Bu iddia temel dayanağı ise yazarın, yazılarıyla, silah kaçakçılarını, uyuşturucu ticaretiyle uğraşan 
mafya mensuplarını rahatsız etmesiymiş.

Genel Kurmay’ın bir çete olduğunu, Kemalizm’in birinci özelliğinin Anadolu halklarına düşmanlık olduğunu, dolayısıyla Kemalizm terk etmeden Türkiye’de 
demokrasi olmayacağını Kemalizm’in yalan üzerine kurulduğunu ifade eden Ali İhsan Yıldırım adlı şahıs ise Mumcu için şu ifadeleri kullanmaktan kaçınmıyor: 
“Eskiden MİT süflörlüğünü Uğur Mumcu yapardı çete kavgasında öldürülünce yerine Çölaşan geçti.

Yine aynı açıklamalar

Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin “bu örgüt üyelerinden Ekrem Baytap, Zübeyir Gümüş, Abdullah Yiğit ve Mustafa Kayacan sahte kimlikli 
İrfan Çağırı’cı isimli kişilerden, herhangi birinin yakalanması halinde, Mumcu olayının aydınlatılmasında önemli mesafe alınacaktır” açıklamaları ise 
tekrarlanan suikastı çözme çabalarına(?) bir yenisini daha ekliyor. Bunun yanında İsmet Sezgin’in diğer bir iddiası da şöyle: “Uğur Mumcu’yu 
İrfan Çağırıcı öldürdü”

Bu iddia ise bir dönem Almanya’da yaşayan ülkücü lider Musa Serdar Çelebi’den. Bunlara bir yenisini ise Çelebi şöyle ekliyor: "Gladio mu, özel harp mi, 
kontgerilla mı dersiniz. Bu güç Türkiye’de var. İpekçi ve Mumcu’yu onlar öldürdü.” Tabi ki bu iddiaların neden bu insanlar tarafından ele alındığı ise 
sorulması gereken başka bir soru.

Uğur Mumcu:
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına,

Bu gün saat 12.00 sularında adının Fevzi Tuz olduğunu söyleyen bir şahıs, gazete bürosuna gelerek, kendisinin Tercüman Gazetesi yazarlarından 
Ergün Göze’nin akrabası olduğunu Göze’nin kendisini bir telgraf ile İstanbul’a çağırarak beni öldürmesini istediğini bildirmektedir...”

Kürt Dosyası

Uğur Mumcu’nun ölümünden önce de ele aldığı konular Kürt sorunlarıyla gün yüzüne çıkıyordu. Son çalışması ise tamamlayamadığı Kürt Dosyası oldu. 
Bu çalışmayla bu sorunun üzerine detaylarla ilerleyen Mumcu’nun ele aldığı başka bir konu ise şuydu:

Abdullah Öcalan’ın 12 Mart döneminde gerçekleşen ihtilalde herhangi bir nedenle kayrıldığı düşünerek bu olayı araştırmaya koyuldu. Elde ettiği bilgiler 
PKK liderinin yakınında kuşkulu iki kişi daha olduğu ortaya koyuyordu. 1978'de evlendiği karısı Kesire Yıldırım ve yanından hiç ayrılmayan Ağrılı Pilot Necati.

Soruların cevapları Öcalan'ın konuşmalarında

Böyle bir iddiayla da karşımıza çıkan farklı bir isim ise Binbaşı Cem Ersever. Ersever: Öcalan’ın Uğur Mumcu’nun kendisinin geçmişini araştırdığını 
Yalçın Küçük’e anlattığını, Mehmetçik gazetecilerle ilgili gerekenlerin yapılmasını, bu cinayetin de İslami örgüt bağlantısı olmadığını ifade ediyor.

Uğur Mumcu’nun ölümünden önce 1 yıl içerisinde yazdığı yazılar araştırılarak şu veriler elde ediliyor: 2 Şubat 1992 tarihinde Milliyet gazetesinde başlayan 
ve öldürüldüğü gün olan 24 Ocak 1993’e kadar geçen süre içinde Cumhuriyet gazetesinde Gözlem sütununda yayımlanan 330 köşe yazısı baz alınarak

Mumcu’nun, 158 yazısını “Kürt” sorununa ayırdığı, bu da yazılarının yüzde 52.6’sını oluşturduğudur. Uğur Mumcu’nun en çok üzerinde durduğu ikinci konu 
ise 117 yazıyla ABD olurken, üçüncü sırada ise yine birinci konu ile bağlantılı olarak 114 yazıyla da PKK yer alıyordu. Bu da Mumcu’nun son dönemlerde 
İslami terör örgütlerine fazla değinmediğini ortaya koyuyor.

Ceyhan Mumcu’nun ifadelerine göre Uğur Mumcu’nun kendisine yakında çıkacak kitabında PKK içinde kaynayan ajanların listesini yayınlayacağını söylüyordu. 
Bu konuşma Mumcu’nun ölümünden birkaç gün önce gerçekleşmiştir.

Tuğlayı çekersem yıkılır;  Ama Çekemem

Bu ifadeyi kullanan ise bu günlerde DYP’nin genel başkanı olan Mehmet Ağar. Olayların sanki birbirine bağlı olduğunu ve bu olayın aydınlatılması yukarı 
birimlerden engelleniyormuş anlamı veriliyor.

Devlet üzerinde yoğunlaştırılan ifadeler daha da artırılıyor. Bu ifadeleri kaçınmadan kullanabilenler ise devletin birimlerinde görev yapan insanlar. 
Örneğin DGM Savcısı Ülkü Coşkun’un iddiası da bunlara bir yenisini daha ekliyor: “Devlet isterse çözer”

O dönemde görev yapan Sıkıyönetim savcısı Baki Tuğ ile Öcalan’ın birbirleriyle olan bağlantısını, PKK’nın güçlü komutanı Cemil Bayık’ın o dönemde 
İran’da bazı isimlerle görüşmeler yaptığını, Türkiye’de Hizbullah örgütünün ortaya çıkmasını Mumcu ortaya koymuştu.

Mumcu’nun ölmeden öncede ortaya koyduğu sav da buydu. Bu konu üzerine yoğun araştırmalar yapan Mumcu, Abdullah Öcalan’ın devlet tarafından 
korunduğunu da ifadelerinde yer veriyordu. Ayrıca Mumcu bu konuyla ilgili derinlemesine araştırma yapmaya koyuldu. 

Baki Tuğ’dan istemiş olduğu bir belge vardı. Bu belgeyle de Mumcu bir çok konuya çözüm getireceğine inanıyordu. Tuğ’dan bu raporu istemiş ve Tuğ raporu Mumcu’nun kendisine vereceğinin sözünü vermişti; ama ne olduysa Tuğ, Mumcu’nun karşısına bir gün istediği belgeyi bulamadığını söyleyerek çıkmıştı.

SAVAMA işin içerisinde

MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Başbakanlık İstihbarat Koordinasyon Makamı’na yazdığı bir Rapor’da Uğur Mumcu Suiskastı ile ilgili olarak sunduğu 
açıklamalardan bir kaçı şöyle: Suikasttan İran İstihbarat Bakanlığı SAVAMA’nın bazı kadrolarının kullanıldığı ve İran İstihbarat Bakanlığı’na bağlı elemanlar, 
ABD istihbaratı ile organize biçimde çalıştığı öğrenildi. Suikastle ilgili durulması gereken örgüt İran’da bir illegal örgüt. İran Savunma Bakanlığı’nın İngilizce 
baş harflerinden oluşan “Ministry Of Defance” (MOD) olduğu belirlendi. İran İstihbarat Bakanlığı’ndan “SAVAMA” ile MOD ortaklaşa karanlık işler yapıyor.

İsrail üzerinde yoğunlaşan bulgular

1992 yılında Mumcu, İsrail’in Barzani’ye 50 milyon dolar para verdiğini ortaya koymuştu. Bunun üzerine İsrail Büyükelçiliği’nden telefonla aranarak elçinin 
kendisi ile tanışmak istediği bildirilmiş ve dışarıda yemeğe davet edilmişti. Mumcu’nun eşinin bu davete kabul edilmemesinin sebebi ise şüphe uyandıracak 
başka bir nokta.

Murat Demir ve Murat İpek, 28 Şubat sürecinin ardından Deniz kuvvetleri Komutanlığı içine, “köstebek” yerleştirmekten yargılanan Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkan Vekili Hanefi Avcı tarafından istihdam edilmişlerdi. Bu kişiler Mumcu cinayetiyle ilgili olarak Kuzey Irak kökenli bir Kürt olan Velit Hüseyin’in ismini ortaya koydular. Deneyimli bir bomba uzmanıydı. Mumcu’nun dışında kaç kişiyi de havaya uçurduğu ise sorulan sorular arasında. 
Velit Hüseyin, 1 Mart 1998 yılında Silopi’de öldürüldü(?) Bundan dolayı bu olayın üzerine gidilemedi.

İran neden Suikast yapsın?

Uğur Mumcu’ya suikastın yapıldığı gün Amerikan ambargosu altında ezilen ve İran’dan gelen bir heyet Türkiye ile 25 milyar dolarlık bir anlaşma imzalayacaklardı. 

Bu durumu da göz önünde bulundurursak suikastın İran tarafından gerçekleştirilme olasılığı da azalıyor.

Böyle bir ifadeyi kullanmaya yeltenen onursuzlar ise kendilerini İslami bir karaktere büründürenlerdir. İfadenin tam metni şu: “Uğur Mumcu, İslami Kurtuluş Örgütü adına cezalandırılmıştır!” Cumhuriyet gazetesine gelen telefon böyle.

Soruyoruz. Bir çok karanlığı aydınlığa kavuşturan, mafya devlet ikilisi arasında delilleri ortaya koyan, öldürülmeden önce kürt sorunu üzerinde yoğunlaşan 
bu gazetecinin neden bir koruması yoktu? Hem de ülkemizde anayasal düzeni yıkmak isteyen, Atatürk’ün fikirlerine ve ideolojilerine düşman olan, onun 
ilkelerinden biri olan Laiklik kavramını ortadan kaldırıp yerine şeriat düzeni getirmek isteyen, hakkında soruşturma açıldığı halde yargılanamayan, tedavi amaçlı yurt dışına gittiğini ifade ederek yargıdan kaçan, ülkede bir çok devlet kurumunda örgütlenerek ilerde büyük bir kaos oluşturmak isteyen, yeşil sermayeyi kullanarak bir çok alt yapı oluşturan, medeniyetten nasibini almamış çağdaşlık adına hiçbir belirtisi bulunmayan, geçmişte ayaklar altında ezilerek yıkılan saltanat ve hilafetin özlemi içerisinde yanıp tutuşan bir Hoca efendinin bir koruması varken. Neden soruyoruz. Mumcu’nun neden yoktu? Onu neden belinde silah taşıyan biri haline soktunuz? 

Neden?

“Güldal, galiba bunlar beni öldürecek...”

Uğur Mumcu’nun o dönemde endişeleri git gide artıyordu. Gazete satırlarında Mumcu bir gün şu satırları okuyacaktı: “Herkes maskesini çıkarsın, yoksa 
yüzlerindeki maskeleri biz yırtacağız. Biz yırtmasak bile Kürt halkının dinamiği yırtacak. Herkesin notu, karnesi belli olmuştur. Kürt düşmanlığı yapmamak 
bile bir namus ölçüsüdür.”

Ayrıca Mumcu o dönemde aynı ifadeyi İlhan Selçuk’a da kullanıyordu. “İlhan abi bunlar bizi öldürecekler”

Uğur Mumcu uykusunda kötü bir kabus görür. Hemen eşine gördüğü şeyi anlatır:

“Bir rüya gördüm Güldal. Korkunç bir patlama oluyor. Bu patlama sonrasında bacaklarım yok oluyor. Bedenimin bu halini yukardan seyrettim.”

Yazının başında da ifade ettiğim gibi sizlere bazı şeyleri hatırlatarak bir soru soracağım. Sıkı durun bu sorudan sonra Uğur Mumcu’nun katilini bulacağız.

Hazır mısınız? Soruyorum o halde. Sizce Uğur Mumcu’yu kim öldürdü? Bu sorunun içerisinde sizler boğuşurken Mumcu’nun şu sözlerini de aklınızdan çıkarmayın. 

Sinmişti halk. Korkuyordu. İşkence haberleri öylesine ürkütücüydü ki...


http://www.turksolu.com.tr/48/aydemir48.htm

***