23 Mart 2021 Salı

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 3

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 3


Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi,

Ekonominin kötüye gidisini durdurmak için özel sektörün rolünü arttırması ve dışarıya açılması halinde, totaliter devleti bir başka tehlike beklemektedir: 
Ekonomide modernleşme, tüm diğer alanlara yansıyacak, düzeni eleştiren yeni bir aydın sınıfı oluşacaktır. Ayrıca yönetime kimin geleceği anayasayla belirlenmediği 
için, politikacılar reform vaatlerinde bulunup destek toplamaya çalışırlar, ki bu zaten modernleşmeyi tetiklemektedir (Fukuyama, 1999:49). 
Fukuyama’ya göre, ekonominin merkezi bir planlamayla yürütülmesi, sadece rasyonel yatırımları ve teknolojik gelişmeleri engellemekle kalmamış, aynı zamanda çalışma ahlakını da bozmuştur. Diğerlerinden daha verimli ve iyi çalışan kisi, bu yönünün takdir edilmemesi halinde, az emek harcayıp aynı parayı kazanma yoluna gidebilir. Çalışma ahlakı açısından, komünizmin benimsetmeye çalıştıgı grup ruhundan sa, bireysel çıkarlar daha teşvik edicidir ( Fukuyama, 1999:105, 234). 
Totaliter rejimlerin uygulamadaki bir başka olumsuzluğu, çevreyle ilgilidir. Vatandaşlar rejimin katılıma imkan vermeyen yönünden ötürü, çevreyi kirletip 
ekolojik dengeyi bozan kuruluşların faaliyetlerini engelleyemedikleri gibi, devlet politikaları da böyle bir izin vermemekte, bu konuda her hangi bir duyarlılık 
göstermemektedir (Fukuyama, 1999:130). 

3.1.2. Sağ Otoriter Rejimler 

Sağ otoriter rejimler ya faşizm ya da askeri diktatörlük biçiminde karşımıza çıkar. 
Askeri diktatörlüklerin uzun vadeli ve ortak bir felsefi, siyasi, ekonomik dayanağı 
olmadığı gibi, faşizm de felsefi ya da siyasi bakımdan bir bütünlük taşımadığı için, 
kesin sınırlarını belirlemek kolay değildir. Ancak faşizmin genel ögelerinin, kişisel 
haklar yerine ödevlerin ağır basması, eşit ve evrensel olmayışı, ulusal çıkarların ve devletin ön planda bulunması, ekonomik sorunların çözümünde bağımsız bir teori geliştirilmemesi, dış dünyaya karsı saldırgan bir milliyetçiliği beslemesi, ırkçı bir politika gütmesi, parlamenter rejimin temel ilkelerinin reddedilmesi olduğunu 
söyleyebiliriz (Tanilli,1993:67-72). 

Fukuyama’ya göre meşruiyet, sadece sol totaliter rejimlerin değil, aynı zamanda sa otoriter rejimlerin de temel sorunudur. Bireye özgürlük tanımayan, iktidarı tek bir kişinin veya bir grubun iradesine bırakan faşizm ve diğer askeri diktatörlükler, 
yapıları gereği baskıcı ve kısıtlayıcıdır lar. Bu yönü devre dışı bırakmak için, fasist 
rejimler bazı durumlarda plebisit yoluna giderek, iktidarı meşru bir temele 
oturtmaya çalışmışlardır (Tanilli, 1993:71-72). 
Ancak böyle bir gerekçelendirme tek basına yeterli değildir. Sadece zora ve baskıya dayanarak yönetilen bir ülkede, meşruiyet sorunu farklı görünümlerde ortaya çıkabilir. Meşruiyetin sağlanması, itaat eden kişilerden hiç değilse bir kısmının yönetime ve iktidarının haklılığına inanmasına bağlıdır. Meşruiyetin bir soruna dönüşmesi, sıradan halkın inançsızlığından ziyade, yönetime yakın olanların desteğini çekmesiyle gündeme gelmektedir. Temelde meşruiyet krizi, yüksek rütbeli kişilerin, düzenin haklılığına inancını yitirmesinin bir uzantısıdır ( Fukuyama, 1999: 32). 
Sağ otoriter rejimlerde bu sorun iki şekil de ortaya çıkar. Ya faşizm egemendir ve 
insanlar demokrasi ile eşitliğin dışarıda bırakıldığı yüksek bir ülkü etrafında 
birleştirilirler. Ya da mevcut toplumsal düzeni sağlamanın ötesinde bütünsel bir 
amacı olmayan, askeri diktatörlükler, bu amacı gerçekleştirmek için görevi 
devralırlar. 
İlkinde rasyonel olmayan bu yüce hedefe ulaşılamaması, ulaşıldığı hallerde ise, otoriteyi meşru kılan amaç ortadan kalktığı için, rejimin anlamsızlaşması söz konusudur. 
İkincisindeyse, yönetimdekilerin düzeni korumak veya yeniden sağlamak dışında bir rolleri olmadığından, meşruiyetleri de aynı amaçla sınırlıdır. İlk modelden farklı olarak, demokrasi ve halk egemenliği ilkesini reddetmez, ancak toplumun henüz buna hazır olmadığı gerekçesiyle ertelerler. 
Burada amaç ve meşruluk kısa sürelerle sınırlıdır. Böyle bir diktatörlük, saglam bir 
zemin üzerine kurulmadığından, toplumsal düzenin teminiyle meşruiyetini yitirir ya da geniş kapsamlı kalkınma planları yapılmadığı ve vaad edilen düzen 
oturtulamadığı için iktidardakiler kendi rızalarıyla çekilirler. Fukuyama istatistiksel 
bir değerlendirmeyle, terörizmle mücadele, eski düzenin sağlanması, ekonomik 
karışıklıktan kurtulunması gibi sınırlı amaçları bulunan askeri diktatörlüklerin, 
çoğunlukla kendi rızalarıyla en iyi rejimin demokrasi oldugunu ve yerlerini yeni 
yöneticilere bıraktıklarını vurgulamıştır ( Fukuyama, 1999: 34-38). 

Özetle faşizm ya da askeri diktatörlük görünümüyle tarih sahnesinde yerini alan 
otoriter rejimler, uzun süreli meşruiyet sağlayamadıkları ve demokrasi karsısında 
kuvvetli bir seçenek sunmadıkları için daha bastan eksik ve yetersizdir. Yönetenleri, ‘ideoloji’ kavramının soyut ve gerçekliği doğrudan betimlemeyen niteliğini dışta bırakmak için, kendi savlarını ‘dünya görüsü’ olarak tanımlasalar bile (Özcan,  2001:128), böyle bir kavram değişikliği meşruiyet zorunluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. 

3.1.3. İslam 

İslam, toplumsal yasama iliskin bir takım ekonomik ve siyasal düzenlemeler getirmesi bakımından, diğer dinlerden ayrılmakta, bütünsel bir ideoloji olma özelliği de taşımaktadır. Bütün insanları ulusal özelliklerinden ayırarak sadece insan olma vasfıyla değerlendirmekte ve bu bakımdan evrensel bir yönü bulunmaktadır. Hatta bazı ülkelerde liberal demokrasiye baskın gelmekte ya da hiç değilse tehdit unsuru oluşturmaktadır (Fukuyama, 1999:60). 
Fukuyama İslamın bu yönünü ve dünyada azımsanmayacak sayıda insan tarafından benimsenmesini kabul etmekte, ancak liberalizme alternatif oluşturabileceğine inanmamaktadır. O’na göre, İslam sadece su anda kabul gördüğü ülkelerde gücünü devam ettirebilir ya da en fazla eski yandaşlarını yeniden kazanabilir. Evrensel bir yanı bulunmakla beraber, getirdiği dünya düzeninin benimsenmesi inanç boyutundan ayrılamaz. Liberal demokrasinin egemen olduğu ülke halkları açısından cazibe kazanmasını ve tarihin sonunda İslamın mutlak egemenliğini, Fukuyama mümkün görmemektedir ( Fukuyama, 1999: 60). Çünkü İslam demokratik bir hükumet sistemiyle bağdaş sa bile din ve vicdan özgürlüğü ile özgür ibadet hakkı gibi temel haklarla uyumlaştırılması çok zordur (Fukuyama, 1999: 219). 
    İslam dünyasını diğer dünya kültürlerinden ayıran şey, demokrasinin temel ilkelerinden olan dinsel hoşgörüyü reddeden tek sistem olusudur. 
Batıda, devletin dine hizmet etmek yerine, dinsel hoşgörü ve çoğulculuğu benimsemesi, İslam anlayışıyla uyuşmamaktadır (Fukuyama, 2002: 255). 
Ayrıca devletin belli bir dini benimseyerek, vatandaşlarına karsı ısrarcı bir tutum göstermesi, sanıldığının aksine, dinin kisiler üstündeki etkisini azaltmakta 
ve hatta soğumalarına neden olmaktadır (Fukuyama, 2000: 304). 

3.2. Fukuyama’ya Yöneltilen Eleştiriler 

Francis Fukuyama’nın tarihin sonuna erisildigi ve tüm dünya için düşünülebilecek en iyi rejimin liberal demokrasi olduğu tezi, iddialı yapısı dolayısıyla, çok sayıda eleştiriye neden olmuştur. 
Bu eleştirilerin bir kısmı, tezini kuvvetlendirmek için felsefi temel arayışına, Hegel diyalektiğini yanlı yorumlamasına, felsefece düşünme ve gerekçelendirme yönünün zayıflığına ilişkindir. Bazıları tarihin sonu ve liberal demokrasi tezine karsı çıkmamakta ancak bu sonuca varış yolunu eleştirmektedir. 
Bazılarıysa tarihin bir sona ulaştığını bütünüyle reddetmektedir. Hepsine bu metin kapsamında yer vermek mümkün olmamakla beraber, bir kısmına değinmeye çalışacağız. Fukuyama’ya ‘Medeniyetler Çatışması’ teziyle karsı çıkan Samuel P. Huntington, tarihin devam ettiğini, buna dayanarak liberal demokrasi ve hukuk devletinin evrenselleşmedigini, çatışmaların sürdüğünü belirtmiştir (Çağlar, 1996: 168). 
Dünyadaki diğer medeniyetlerin, batıyı taklit etmelerini engelleyecek farklı özellikler taşıdıklarını iddia eder. O’ na göre, yeni dünyadaki mücadelelerin gerçek 
nedeni, ekonomi yahut ideolojiler değil, kültürler arası farklılıklardır. Dünya olaylarında, milli devletlerin rolünü benimsememekte, ancak asıl mücadelenin, farklı medeniyetlere mensup milletler arasında gerçekleşeceğini ileri sürmektedir. Burada belirleyici etken olarak dine ve kültüre yer vermiştir, ki asıl ayrım batı medeniyeti ve diğerleri arasındadır (Yılmaz, 2002: 14). 
Fukuyama, kültürel faktörlerin varlığını reddetmemekte, hatta bunlara bazı durumlarda demokrasiye geçişi engelleyici rol tanımaktadır. Ancak O’na göre, asıl 
belirleyici kültür değildir. Toplumsal özelliklerden ötürü demokrasiye geçiş yavaş olsa bile, herhangi bir medeniyetin mensubu olmak, bu geçişi imkansız  kılmamak tadır. Demokratikleşme sürecindeki siyasi tutum, kültürden daha belirleyicidir. Ayrıca ülkelerin demokratik bir geleneğe sahip olması gerektiği iddiasını da reddetmekte ve başlangıçta ya da sonradan, katı bir otoriter geleneğe sahip hiçbir halkın ve ülkenin bulunmadığını söylemektedir (Fukuyama, 1999: 221-223). 

Kaldı ki ‘‘çağdaş liberal devlet, siyasal barışın temini için, dinsel ve geleneksel kültürlerin sunduğu farklı ahlaki öneriler arasında, hükumetlerin taraf 
tutmayan bir tavır sergilemeleri kavramı üzerine kuruludur’’ (Fukuyama, 2000/b: 19). Fukuyama ve Huntington’ın tezlerinin birbirine zıt yapısı, ilkinin Soguk Sava sonrasında dünya siyasetinin daha az anarşik olacağı, ikincisinin ülke içi 
çatışmaların yerini, medeniyetler arasındaki çatışmaların alacağı tezleri arasında, bir görüş ayrılığını da getirir (Hüseyin, 2002:203). 
Fukuyama’nın tarihin sonu teziyle ilgili şüpheleri ve eleştirileri arttırıp, Huntington ’un söylemini kuvvetlendiren en belirgin yakın tarihli olay, 11 Eylül saldırılarıdır. İşte bu noktada Fukuyama tezinin hala geçerli olduğunu ve yeni durumun bile liberal demokrasinin gücünü sarsamayacağını ileri sürmektedir. O’ na göre, demokrasinin kültürel bir temeli olmakla beraber, Huntington’un iddia ettiği gibi yalnızca batıda geçerli bir işlerliği bulunmamaktadır (Fukuyama, 2002/a: 249). 
Dünyanın birleşmeye doğru gittiği yönündeki bu iyi niyetli varsayım aslında, Batının değerlerinin küreselleşme aracılığıyla tüm dünyaya yayılması arzusunun başka türlü ifade edilişidir (Touraine, 1997: 202). 
Bu noktada İslamın, Fukuyama’nın tarihin sonundaki liberalizm anlayısına bir alternatif olabileceği iddiaları yoğunlaşmaktadır. İslamın, 11 Eylül olayları 
gerçekleşmeden önce de liberal demokrasi karsısında bir seçenek olduğu görüsü, bir nebze kuvvet kazanmıştır. Bu yöndeki eleştiriler, dünya nüfusunun önemli bir 
bölümünün müslüman olusuna, farkında olarak ya da olmayarak dünya tarihini bu kitlenin şekillendirdiğine, liberalizmin siyasal alana yansıyan tarafıyla, ekonomik 
yönünün birbirlerinden ayrı değerlendirilmesine ve İslamın özünde demokrasiyi dışlamadığına ilişkin dir. Öyle ki demokrasiyi dışlamayan İslamın, dünya nüfusunun beşte biri tarafından benimsendiği de göz önüne alınırsa, bir zaman sonra İslami değerlerin, müslüman olmayan ülkelerde bile geçerli kılınması mümkündür (Mazrui, 2002: 143-145). 

Hatta tarihin sonunu batı demokrasisiyle özdeşleştiren anlayış, kendisine yönelik böyle bir tehdit in varlığını sezinlediği ve bu nedenle gerildiği için, İslamın bir alternatif olamayacağını vurgulamaktadır (El-efendi, 2002: 189). Fukuyama ise 11 Eylül’de ortaya çıkan şiddeti, İslam dünyasının, tarihin sonunun gerçekliğini sezerek, kapıldığı bir endişenin açığa vurulması olarak algılamaktadır. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder