28 Kasım 2018 Çarşamba

TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI TESLİMİYETÇİ HÜKUMETLER

TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI  TESLİMİYETÇİ HÜKUMETLER


Prof. Dr. Cihan DURA 
Erciyes Üniversitesi İ.İ.B.F 
Ocak 2007

Türkiye’de Derin Merkez dayatması olan Neoliberal politikalar çerçevesinde, aramızdaki “dahilî bedhahlar”ın işbirliğiyle tarım sektörümüzün nasıl 
çökertildiğinin öyküsünün artık sonuna geldik. Yazımın bu kısmında AB-Türkiye tarım ilişkilerinin, “çifte standartlık” niteliğiyle, nasıl aleyhimize işlediğini ve büyük gelecek vaad eden tarım sektörümüzün çöküşünün gerçek sorumlularını 
sergiliyorum. 

Faydalandığım başlıca kaynaklar şunlar: Bağımsız Sosyal Bilimciler 2006 Yılı Raporu: IMF Gözetiminde On Uzun Yıl 1998-2008, Ank., Haziran 2006, ss.63-69; C. Dura, Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst.,2005, ss.483-496 ve C.Ertuğrul, “AB’nin Dönüşümü ve Gümrük Birliği”, 

http://www.zmo.org. tr/etkinlikler/ktts02/21.pdf (26.11.2006). 

I) AB-TÜRKİYE TARIM İLİŞKİLERİ: ÇİFTE STANDART 

Avrupa Birliği (AB) bugünkü yüksek üretim düzeyine tarım sektörüne uzun yıllar boyunca sağladığı destekler sayesinde ulaşmıştır. Buna karşılık “sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler”e, örneğin Türkiye’ye gelince, “merdiveni itme” stratejisini 
devreye sokmuştur (Bu strateji hakkında bkz: C. Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri yayınları, İst.,2004, ss.123-124). 

Başka bir deyişle AB Türkiye’nin tarımda kendine yeterli bir noktaya gelmemesi, hattâ geriye gitmesi için elinden geleni yapmıştır. Bu tutumu “tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti bakımından ortaya koyabiliriz. 

A) Türk tarımı özellikle son altı yıldır Batı’nın gelişmiş ülkelerinin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmakta, esas gayesi gelişmişülkelerin yeni pazarlara girişini kolaylaştırmak olan- “Dünya Ticaret Örgütü Cenevre Anlaşması”na daha kolay uyacak bir yapıya doğru itilmektedir. Dahası, Türkiye; 
tarımını Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) sistemine uyuma yöneltilirken dahi -her şeye rağmen- elinde tuttuğu esneklikleri de IMF ve Dünya Bankası (DB) ile AB koşullarını kabule zorlanarak tamamen elinden kaçırma yolundadır. 

Öte yandan, AB tarım politikalarına uyum sağlanmasıyla IMF ve DB dayatmaları arasında önemli çelişkiler olmasına rağmen, AB yetkilileri tam bir çifte standart örneği vererek Türkiye’ye, IMF ve DB reçetelerinden sapmamasını  şiddetle  dayatıyor. 

Şu uygulama farkına bakın: AB ülkelerinde tarıma sağlanan destek tarımsal katma değerin yarısı ya da üçte ikisi oranında! 
Türkiye’de ise sadece yüzde 7 dolayında!. 2006 bütçesinde tarımsal 
desteklemeye sadece 4 milyar YTL (yaklaşık 2.4 milyar Avro) ödenek ayrılmıştır. Bu rakam bütçe borç faiz ödemelerinin onda birinden bile azdır (Bir devletin dış borçlanma yoluna gitmesinin ne büyük bir belâ olabileceğinin bir kanıtı daha, burada karşımıza çıkmış bulunuyor). 

Ayrıca ekleyelim ki AB üyesi ülkelerde ve ABD’de doğru-dan gelir desteği (DOGED) tek başına kullanılmıyor. Nitekim ABD’de bu destek toplam tarımsal desteğin yalnızca yüzde 21’idir. AB’de ise sadece yüzde 6’lık kısmını oluşturuyor. Üstelik oralarda kullanılma amacı, fazla üretimi kısmaktır. Bizde ise tam tersine üretimi kısmak değil, artırmak gerekiyor. Ülkelerin yapıları farklı!. Bizim cahil yöneticilerimiz “yapı” nedir, “yapısal farklılık” nedir, “bu farklılık neden önemlidir”, bilmiyorlar; ya da “bilmiyor” görünüyorlar. Eğer bileni varsa, gereğini yapmıyor; bu da “kötü niyetliliği” gösterir. Türkiye tarıma 2000 yılında yalnızca 2 milyar dolar destek sağladı. Aynı destek ABD’de 97 milyar dolar, AB ülkelerinde 127 milyar Avro idi. 

Avrupa Birliği’nin (AB) 2004 Yılı İlerleme Raporu’na göre, bugünkü Ortak Tarım Politikası (OTAP) çerçevesinde, AB’nin Türk tarımına ayıracağı destekleme miktarının, 9 milyar Avro olması gerekmektedir. Yani Türkiye, OTAP’a yaklaşmak için bugüne kıyasla tarıma 4.5 kat daha fazla kaynak ayırmak zorundadır. 
Bu da millî gelirin şimdiki gibi yüzde 0.7’sinin değil, yaklaşık yüzde 3.2’sinin destekleme ödemelerine ayrılması anlamına gelir. Görüldüğü gibi, bu bile AB’deki oranların gerisinde kalacaktır; oysa minimum hedef bu olmalıdır. A.K.P.’nin Nisan 2006’da çıkardığı Tarım Kanunu, tarıma yönelik destekleri 
GSMH’nın yüzde 1’ine getirmekle yetinmiştir. Bu göstermelik düzenlemelerin dahi, 2006 yılı konjonktüründen anlıyoruz ki, uygulanma olasılığı kalmamış gibidir. 

Mustafa Kemal bir çiftçinin sorunlarını dinliyor. 


B) Türkiye’nin 2003 sonrasında net tarım ithalatçısı olmasının arkasında yatan en önemli etkenlerden biri, özellikle Avrupa Birliği’nden yaptığı tarımsal ürün ithalatıdır. Bu ithalat artmıştır. Türkiye’nin tarım ürünleri ithalatında AB’nin 
payı 1993’te yüzde 59.5’ti, yani zaten yüksekti. Ama bu pay 2002’de yüzde 73.9’a tırmandı; Artışı AB istatistiklerinde de görebiliyoruz: AB’nin tarımsal ürün ihracatında Türkiye’nin payı 2001’de %1.3’den, 2004’de%1.9’a yükselmiştir. Demek ki Türkiye AB’nin önemli bir tarımsal ürün ihracat pazarı olma  yolunda dır. Kuşkusuz, bazı ürünlerde Türkiye de AB’nin önemli bir tedarikçisidir. AB Türkiye açısından da önemli bir ihracat pazarıdır. Nitekim AB’nin tarımsal ürün ithalatında Türkiye’nin payı 2001’de %3.5’di; bu oran 2004’de %4.1’e yükselmiştir. 

Bununla birlikte olası bir “tarım ürünleri serbest ticareti” senaryosunda, bizzat AB’nin saptamalarına göre, Türkiye’nin rekabetçi kalabileceği tarımsal ürün sayısı çok az olacaktır. Türkiye; tarım işletmelerinin yapısında bozukluk, teknoloji kullanımında yetersizlik, düşük verimlilik gibi çetin sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bundan dolayı, doğal kaynakları nedeniyle avantajlı konumda olduğu ve meyve-sebze, tütün pamuk gibi Topluluk tarımını tamamlayıcı nitelikte olan ürünler dışında, çoğu tarımsal üründe, hele hele hayvansal ürünlerde AB ile rekabet edemeyecektir. Tarımsal üretimde ve üretici gelirlerinde artış sağlanamayacak, hatta azalmalar ortaya çıkabilecektir. 
Türkiye çoğu stratejik tarım ürününde dışa bağımlı hale gelmeyi sürdürecektir. 

Birileri çıkıp “AB yardımları var” diyebilir; oysa bundan da umut yoktur. Şu bakımdan ki AB, bütçe disiplini çerçevesinde, üye olacak ülkelerin tarımsal potansiyelini göz önünde bulundurarak, her yeni üye kabulünden önce tarımsal harcamaları kısma yoluna gitmektedir. Böyle bir uygulama Türkiye’nin 
tam üyeliği öncesinde de ortaya çıkabilecektir. Topluluk ayrıca, son yıllarda tarım da dahil olmak üzere, bütün alanlarda, mâli destek sağlamaktan çok düzenleyici bir rol üstlenme yolunagitmektedir. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) çerçevesinde ortaya çıkan gelişmeler tarımsal harcamaların kısılması yönündeki süreci daha da hızlandırmaktadır. 
Bu gelişmeler göz önüne alındığında denebilir ki Türkiye’nin OTAP çerçevesinde AB’den sağlayacağı mâli destek çok sınırlı bir düzeyde kalacaktır. 

C) Son 10 yılda AB ile tarımsal ticaretin, aleyhimize gelişmesinin başlıca sebepleri şu konularla ilgilidir: “Tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti. 

i) Tavizli tarım ürünleri ticareti: Gümrük Birliği’nin ‘tarım ürünleri hariç’ olarak uygulanışı, fazlaca basite indirgenerek algılanmaktadır. Bazı tavizli tarım ürünleri kapsamı içinde, vergi alınmayan ya da düşük gümrük vergisi alınan tarım ürünleri kategorisi de vardır. Şöyle ki Türkiye’nin AB’den olan tarım ürünleri ithalatının yüzde 33’ü “düşük vergili” ya da “vergisiz” bir ithalat rejimi kapsamındadır. Dolayısıyla tavizli tarım ürünleri sorunu ciddî bir sorundur. 

ii) İşlenmiş tarım ürünleri ticareti: İşlenmiş tarım ürünlerinde -ki bunlar sınaî ürün sayılmaktadır-Türkiye ile AB dışticaret dengesi negatiftir; mevcut fark da artmaya devam etmektedir. 1996’da Türkiye ile AB arasında işlenmiş tarım ürünlerinde (İTÜ) 30 milyon dolarlık bir negatif fark varken, bu miktar 2002’de 80 milyon dolara çıkmıştır. Buna karşılık bütün ülkeler hesaba katıldığında, Türkiye’nin bu ürünlere ilişkin ticareti pozitif bakiye vermektedir. 

AB’ye işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) ihracatımızın en önemli kalemlerini çikolata, şekerleme, çiklet ve makarna oluşturmaktadır. 

Bu ihracatta AB’nin payı 1996’da yüzde 6 iken, 2000’lerin başlarında yüzde 12’ye çıkmıştır. Sağlanan artış ilk bakışta olumlu görülebilir; ancak Türkiye’nin İTÜ ithalatında AB’nin payını göz önüne aldığımızda görüşümüz değişir; çünkü 
bu oran, 1994-2002 itibariyle ortalama %85’dir. Başka bir deyişle, İTÜ’de Avrupa ezici bir üstünlüğe sahiptir. İşlenmiş tarım ürünü ticaretini asıl yapan, AB’dir; Avrupa Birliği İTÜ üretiyor, biz tüketiyoruz. 

İşlenmemiş ya da işlenmiş (sınaî) tarım ürünleri ticaretinde neden Türkiye aleyhine bu kadar olumsuz bir durum var? 

Sorunun yanıtı şu olabilir: 
1 Ocak 1995 tarihinden itibaren, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) tarıma ilişkin yeni politikaları yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Bununla eşzamanlı olarak 

AB özellikle işlenmiş tarım ürünlerinde önlem almakla yetinmemiş; diğer tarım ürünlerinde de gümrüklerini yükseltmiştir. AB’nin İTÜ’de gümrükleri yükseltmesinin Türkiye’ye etkisi olmuş mudur? Elbette, hem de olumsuz etkisi olmuştur; çünkü Türkiye gümrüklerini yükseltmemiştir; dolayısıyla yeni bir 
rekabet dezavantajıyla karşı karşıya kalmıştır. Bundan başka, Türkiye; 2004’te AB’ye katılan ülkelerin neredeyse 10 yıldır yararlandığı bu tercihli rejimden yararlanamadığı için, yeni üye ülkeler karşısında da rekabet dezavantajına uğramıştır. AB’nin fanatik, “şifa bulmaz” savunucusu olan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) da bu izah şekline katılmış bulunuyor: Türkiye’nin AB’ne yaptığı ihracatta, işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) küçük bir paya sahiptir (1994: %7, 2002: %15). Gümrük Birliği sonrası İTÜ sektörünün AB’ne ihracatında ilk yıllarda çok küçük oranlarda artış kaydedilmiştir. Sektörün toplam ihracatında AB’nin düşük payının sebebi, AB’ne ihraç edilen işlenmiş tarım ürünlerinin “tarım payı” için Ortak Tarım Politikası kapsamında son derecede yüksek gümrük vergileri ödenmesidir. Buna karşılık AB, Türkiye’ye ihracatında ilgili ürünlerin tarım payına çok daha düşük oranlarda vergi ödemektedir (H. Soğuk ve E. Uyanusta, 
Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, İKV yayını, İstanbul, 2004, s. 133]. 

Türkiye AB ile İTÜ ticaretinde neden dezavantajlıdır? Bunu anlamak için mekanizmayı biraz daha açıklayıp netleştirmek gerekmektedir. Şöyle ki: Türkiye’nin AB’nin işlenmiş tarım ürünleri piyasasındaki rekabet gücü, Birliğin bu ürünlerin tarım payına uyguladığı yüksek vergiler nedeniyle düşüktür. Türkiye 
sektörün AB’ne ihracatında sanayi paylarına uygulanan gümrük vergilerinden muaf olmakla birlikte, üçüncü ülkelere uygulanan yüksek tarım payı vergisine maruz kalmaktadır. AB’nin temel tarım ürünleri süt, hububat ve şeker olarak sıralanabilir. İlgili ürünlerde AB’nin koruması devam etmektedir. AB sektör ürünleri ihracatında ilgili ürünün tarım payına Birlik fiyatı ile dünya fiyatı arasındaki fark kadar sübvansiyon uyguluyor. Bu ürünlerin işlenmiş tarım ürünleri olarak piyasaya girişini engellemek amacıyla belirlenmiş olan tarım ve sanayi payı ayrımı, Gümrük Birliği’ne rağmen Türkiye’nin AB piyasasındaki avantajlarını kısıtlamaktadır. 

II) TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI  TESLİMİYETÇİ HÜKÜMETLER 

AB’nin çifte standartları, “merdiveni itme” stratejileri; ancak Türkiye’nin “aydın” ve yönetici sınıflarının işbirliğiyle etkili olabilirdi ki ne yazık ki öyle de olmuştur. Zaten emperyalizm “dahilî ortaklar” bulmadıkça, bir ülkede hiçbir şey yapamaz. 

Türkiye her alanda olduğu gibi tarımda da, kendi öz buluşumuz olan Atatürkçü kalkınma politikalarından tamamen uzaklaştırıldı. 

Artık ortada köşeleri iyice sivriltilmiş, çok bilinçli ve uzun vadeli olarak tasarlanmış, “emperyalizm” patentli yeni politikalar var. Bunları oluşturanlar, anlaşılıyor ki kendi insanımız değildir, Türkiye’nin tarım politikası sorumluları değildir. 

Ancak “iyi niyetliler” de görülmüştür; 1999 sonrası hükümetlerinin kimi tarım bakanları uygulanan tarım politikalarının dışa bağımlı niteliğinden yakınmışlar, ama başlangıçtaki çare arayışlarının etkisizliğini görünce kısa sürede onlar da teslimiyeti seçmişlerdir. 

1999’da iktidar olan DSP-MHP-ANAP Koalisyonu, hükümet olduktan 8 ay sonra IMF programınıkabul ederek harfi harfi ne uygulamaya koyulmuştur. A.K.P. ise kuruluşu sonrasında ve 2002 seçim kampanyasında IMF politikalarını ve özellikle tarım politikalarını değiştirme vaadiyle iktidara talip olmuş, 
ama seçimleri kazanıp iktidar olduktan sonra o da teslimiyeti seçmiş, “Derin Merkez”in taşeronları IMF v DB’nın politikalarına, öncekilerden de ileri bir şevkle angaje olmuştur. 

Altıncıyılınıdolduran uygulamalar sonunda tarımsal katma değerin göreli payının hızla gerilediği bir dönem yaşanmıştır (Tarım/GSMH oranı 1999’da %15, 2005’de %10). Daha hızlı gerileme ise tarımda çalışan nüfusun toplam istihdam içindeki 
payında görülmüştür. Gerçekten sivil istihdamın tarımdaki payı 1999’da %42 iken, 2005’de %30’a düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu payın daha hızlı olarak azalması beklenmektedir. 

Bu eğilimler tarımın göreli konumunu hızla değiştirmektedir; ancak bununla da kalmayıp kırsal göçü kontrol edilemez hâle getirmekte, kentsel ve kırsal işsizlik oranlarını ve âdi suç vakalarını tırmandırmaktadır. Tarımdaki değişmelere bağlı olarak tüm ekonomik ve toplumsal yapılar altüst olmakta ve yeniden 
şekillenmektedir. 

Türkiye’yi istikrarsızlaştıracak, sömürgeleşmeye götürecek bütün bu tehlikeli ögeler birer birer oluşurken, Türkiye’nin yönetici sınıfları, aydınları, “parafesörler”i ne yapıyorlar acaba? 

Ne yapacaklar…, hayırsızlar olup bitene seyirci kalmakla yetiniyorlar. 

Bir bakıma, gençliğin bugünkü buhranı, Türk-İslam değerleri ile Batı’nın yaşama biçiminden hangisini benimseyeceği konusundaki kararsızlığından kaynaklanmaktadır. 

Bu noktada devlet de bir karar vermelidir. Batı’nın köleleşmiş bir parçası mı olalım, yoksa medeniyet yürüyüşümüzü Türk-Müslüman kimliğimizi muhafaza ederek mi sürdürelim? 

Millî Eğitimde Amaç Ne İdi, Sonuç Ne Oldu? 

Millî Eğitim Temel Kanunu’nda eğitimin amacı şöyle belirtilmiştir: “Atatürk İnkılâp ve İlkelerine, Anayasa’da ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa ’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar 
yetiştirmek.” Ne kadar güzel, ne kadar açık ama yetmedi ve yetmiyor. Çünkü bugün varılan nokta ile amaç arasında herhangi bir uyum bulunmamaktadır. 

Millî Eğitim Bakanlığı, ülkenin kalkınmasında birinci derecede gerekli olan “nitelikli insan unsuru”nu yetiştirememiş ve bu görevini hakkıyla yapamamıştır. Bunun sebepleri üzerinde düşünürsek şunları söyleyebiliriz: 

1. Gençliğe Türklük şuuru kazandıracak dersler öncelikle “Türk Tarihi” ile “Türk Dili ve Edebiyatı-Türkçe” dersleridir. 

Bu derslere gereken önem verilmemiştir. Üniversitelere giriş sınavlarında tarih ve edebiyatla ilgili soruların sorulmaması, öğrencilerin bu derslere ilgisini yok 
etmiştir. 

2. Üniversiteye girişin tek veya en önemli hedef sayılması sonucu, ilköğretim okulları ve liseler yalnızca öğretim yapan mekânlar haline gelmiştir. Bu durumda Millî Eğitim Bakanlığı’nın adını da değiştirseler, “Öğretim Bakanlığı” 
deseler daha uygun olur. 

3. Okullarda disiplinin D’si bile yoktur. Demokratik eğitimde ölçü kaçmış ve anarşi patlamıştır. Okullardaki şiddetin bilançosu oldukça ağır: son sekiz ayda meydana gelen 2 bin 990 şiddet olayına 7 bin 193 öğrencinin karıştığı 
Bakanlıkça açıklanmıştır. Bu konuda da Atatürk’ün direktifleri göz ardı edilmiştir. Ne demişti Ulu Önder, okuyalım: 

“Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi, özellikle maarif hayatında sıkı disiplin, başarının şartıdır. Yöneticiler ve öğretim kadroları disiplini sağlamaya, öğrenciler ise disipline uymaya mecburdur.” 

4. Küreselleşme, Türkiye’yi Batı’nın bir parçası yapma politikası, millî eğitimi çok olumsuz etkilemiş ve etkilemektedir. Asıl yanlış burada… Türk gençliği, Hıristiyan Batı’nın tüm rezilliklerine, ilerlemedir diye, açık hâle getirilmiştir. Amerikan yaşam tarzı övülmüş, yüceltilmiştir. 

“Batı! Batı!” diye Türk gençliğinin beyni yıkanmıştır. Sonuç ortada: Gasp ve hırsızlık çeteleri, esrar ve eroin partileri, millî meselelere ilgisizlik… Bunları ve 
benzerlerini yabancı filmlerde görürdük, şimdi kendi ülkemizde yaşıyoruz. 

Oysa eğitim, yaşama biçimine uygun olursa, millî kültür değerleri üzerinde yükselirse “eğitim” olur. Bir bakıma, gençliğin bugünkü buhranı, Türk-İslam değerleri ile Batı’nın yaşama biçiminden hangisini benimseyeceği konusundaki 
kararsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu noktada devlet de bir karar vermelidir. Batı’nın köleleşmiş bir parçası mı olalım, yoksa medeniyet yürüyüşümüzü Türk-Müslüman kimliğimizi muhafaza ederek mi sürdürelim? 

Sağlıklı ve doğru olan elbette ikincisi… Atatürk’ün devrinde de yapılan bu idi. Eğitim politikası iki temel ilkeye dayanıyordu: 

1. Millîlik, 
2. Çağdaşlık. 

“Eğitimde Millîlik” denildiği zaman: 

a. Türklük şuurunu uyandıran, 
b. Millî birlik ve dayanışmayı kuvvetlendiren, 
c. Türk tarihini bir bütün olarak ele alan, 
d. Türk dilinin tam öğretilmesini amaç edinen, eğitim ve öğretimin Türk diliyle yapılmasını ön gören, 
e. Millî bağımsızlık, millî egemenlik gibi kavramları yüce tutan düşünce ve aksiyon anlaşılmalıdır. 

“Eğitimde çağdaşlık” denildiği zaman da, eğitim ve öğretimin bilimsel olması anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 

a. Peşin hükümlerden sıyrılmak, 
b. Araştırıcı ve yaratıcı beyin gücüne sahip olmak, 
c. Üretimi artırıcı bilgilere ulaşmak, 
d. Düşünen, fi kir yürüten; fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür kuşaklar yetiştirmek. 
e. Ders araç ve gereçlerine teknolojik gelişmelere uymak. 

Millîlik ve çağdaşlık (Batıcılık değil) ilkelerinden kademe kademe sapıldığı için bugünkü menfi noktaya gelinmiştir. 

Temel yanlışlık, ülke içindeki ve dışındaki ihanet odaklarının etkisiyle, Türk milliyetçiliğinin etkisizleştirilmesidir. 

Bu hareket Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlatıldı. Türk milliyetçiliğinin karşısına Batı tipi hümanizm, Türk kültürünün karşısına da Yunan-Roma kültürü 
konuldu. Türklük sevgisi şovenizm sayılıp kötülendi. Batı sevgisi ilericilik sayılıp övüldü. Türk insanı kendi yüksek kültür ve medeniyetinden habersiz bırakıldığı için Batı karşısında ezik ve mahkûm bırakıldı. Ne yazık ki bu yanlış 
politika günümüzde de devam ediyor: 

1. Türk tarihini karalama kampanyaları siyasî iktidardan destek buluyor. “Türkler bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü katletti.” diyen Orhan Pamuk’a ve yine Ermeni iddialarını destekleyen Elif Şafak’a arka çıkılıyor. 
2. Okullarda “yabancı dille eğitim ve öğretim”e destek sürdürülüyor. 
3. İş yerlerine yabancı adlar verilmesi faciasına göz yumuluyor. 
4. “Türk kimliği” yerine “Türkiyelilik kimliği” savunuluyor. 
5. Avrupa Birliği’ne uymak amacıyla eğitim ve öğretimde sık sık yapılan değişiklikler, yeni olumsuzluklara yol açıyor. 

Küreselleşmenin kötü etkisini iliklerine kadar hisseden Türk gençliğinin millî ve manevî değerlerle silahlandırıp korunması gerekiyor. Ancak bunu kim yapacak? Bugün için okul da aile de bunu yeterince yapamıyor. Ailenin çabası, okulun gayreti yetmiyor. Çaba ve gayretler bir televizyon programında veya sinsi bir internet sitesinde sonlanabiliyor. Yine de gençliğimizi suçlayamayız. Onlara ne 
verdik ki… 

Türk gençliği, Dede Korkut hikâyelerinde anlatılan iyilik, cömertlik, mertlik, cesaret ve bilgelik timsali alpları tanısaydı; Ahmet Yesevî’yi, Hacı Bektaş veli’yi, Yunus Emre’yi kavrayıp “sevgi”ye ulaşabilseydi; Yakup Kadri’nin, Peyami Safa’nın nesirlerindeki Türk dili zevkini tadabilseydi ne yönünü Batı’ya çevirir ne de kendisine yabancı kahramanlar arardı. Gençlik ne yapsın? Kimi örnek alsın? Şaibeli ihaleler, banka hortumcuları, yolsuzluk haberleri, ahlak dışı ilişkiler, haram paralarla yaşanan çok renkli hayatlar… Gençliğin bunlardan etkilenmemesi mümkün değil. 

Gençlik sahipsiz ise Türk milletinin geleceği yoktur. Eğitimciler kolları sıvayın! Tozlu rafl arda kalmış kitaplarınızı indirin ve Millî Eğitim Temel Kanunu’nun birinci maddesini tekrar tekrar okuyun. Ne kadar başarılısınız, notunuzu 
kendiniz veriniz. Ve lütfen düşününüz! Yunan ordusunu Sakarya’ya dayandığı o çok zor günlerde 16 Temmuz 1921’de Mustafa Kemal’in Ankara’da “Maarif Kongresi”ni toplamasının sebebi ve anlamı neydi? “Cumhurbaşkanı olmasaydınız 
ne olmak isterdiniz?” sorusuna yine o büyük insanın verdiği şu cevabı da, ne olur unutmayalım: “Millî Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim.” 

Türk milleti için en büyük ve ana davanın “ Millî Eğitim Davası ” olduğu Ulu Önder tarafından ne kadar açık anlatılmış. 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder