Prof. Dr. Cihan DURA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Cihan DURA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2019 Cumartesi

Cumhuriyet Halk Partisi TARİHÇESİ (CHP) BÖLÜM 1

Cumhuriyet Halk Partisi TARİHÇESİ (CHP) BÖLÜM 1



Türkiye Cumhuriyeti rejiminin kurucusu olarak kabul edilen parti, ülkeyi uzun yıllar tek başına yönetti, Çok partili dönemde güç kaybetti, Askeri darbede kapatıldı. 
Ülkenin dönüşüme şahit olduğu son on bir yıldır ise ana muhalefet görevini üstleniyor.

Konular: CHP, TARİHÇE,
KEMAL KILIÇDAROĞLU 
12 Mar 2014 Güncelleme 
09:41 TSİ

Kemal Kılıçdaroğlu Mitingde.

Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP, Parti içi demokrasiyi güçlendirip, sosyal demokrat çizgide bir iktidar vaat ediyor. [AA]

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi, çok partili döneme geçişin öncesi de göz önüne alındığında, aynı zamanda Türkiye'de en uzun süre iktidarda kalan partidir. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kendisini ideolojik olarak siyasi yelpazenin solunda, sosyal demokrat anlayışa sahip parti olarak konumlandırdı.

Osmanlı Devleti sonrası, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda ve yeni rejimin yapılanmasında rol alan parti, ülkedeki modernist devrimlerin gerçekleştirilmesi ve uygulanmasında temel oldu.

1923'te Mustafa Kemal Atatürk tarafından ilk olarak Halk Fırkası adıyla kurulan CHP'nin siyasi kimliği, yeni rejimin temellerini oluşturan altı ilkeye dayanıyor. 'Altı Ok' olarak bilinen bu ilkeler cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimciliktir.

Bu ilkeler ışığında siyasi hayatına devam eden CHP, en son 1995'te kurulan koalisyon hükümetinde görev aldı, son 11 yıldır ise ana muhalefet görevini sürdürüyor. 

Genel Başkanlığı'nı Kemal Kılıçdaroğlu'nun sürdürdüğü partinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) 134 temsilcisi bulunuyor. Türkiye'deki yerel yönetim 
yapılanmasındaki 2 bin 903 belediyeden ise 531'ini elinde bulunduruyor.

TARİHÇE

1923 - 1960

Birinci Dünya Savaşı'nda, İtilaf Devletleri'nin Türkiye topraklarındaki işgali devam ettiği sırada 23 Nisan 1920'de kurulan ve halkın tek meşru temsilcisi olarak kabul edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), işgal sonrası milletvekilleri arasında iki gruba ayrılmıştı. 

Lozan Antlaşması'nın kabulü nedeniyle TBMM'deki tartışmalar üzerine Mustafa Kemal, 9 Eylül 1923'te kendisine bağlı milletvekillerinden oluşan Halk Fırkası'nı kurdu. 
Parti kurucuları arasında Refik Saydam, Celal Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan ve Zülfü Bey yer alıyordu. 

Partinin ilk genel sekreterliğini ise Recep Peker üstlenmişti.

29 Ekim 1923'te, Halk Fırkası üyesi 158 milletvekili yeni devletin yönetim şeklinin cumhuriyet olduğunu ilan ederek Mustafa Kemal'i Cumhurbaşkanı seçti.

İlerleyen aylarda halifeliğin kaldırılması başta olmak üzere bazı konulardan rahatsız olan Milli Mücadele döneminin asker ve aydın kadrosundan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy ve Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler, Meclis'te yeni bir grup oluşturarak 17 Kasım 1924'de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. Aynı dönemde Halk Fırkası'nın adı 'Cumhuriyet Halk Fırkası' olarak değiştirildi.

Ancak çok partili hayatın habercisi olan bu girişimin ömrü kısa sürdü. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın Şeyh Sait isyanından sonra 5 Haziran 1925'te kapatılıp önde gelen üyelerinin idamı veya siyasetten uzaklaştırılmasıyla Cumhuriyet Halk Fırkası, 1930'daki yerel seçimler hariç, 1946 yılına kadar seçimleri tek parti olarak katıldı.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Kemal Atatürk, Milli Mücadele dönemini anlatan Söylev'ini Halk Fırkası kurultayında okudu. [AA]

Cumhuriyet rejimini tesis eden önemli reformların birçoğu partinin 15 Ekim 1927'deki İkinci Olağan Kurultayı'ndan önce gerçekleştirildi. Kurultayda Mustafa Kemal, büyük Milli Mücadele ve Cumhuriyet'in kuruluş dönemini anlatan Söylev'ini okudu. Kabul edilen yeni tüzüğe göre partinin cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi ve laik siyasi bir cemiyet olduğu yazıldı. 1931'deki kurultayda ise devletçilik ve devrimcilik anlayışı da partinin ilkeleri arasına eklendi. Bu ilkeleri simgeleyen altı oklu amblem ise partinin simgesi olarak 1933'te kullanılmaya başlandı.

1934 yılında ekonomide kalkınmayı öngören 'Birinci Beş Yıllık Plan' devreye sokuldu. Devlet eliyle ağır sanayinin kurulmasını öngören plan için gereken finansal kaynak, büyük ölçüde Sovyetler Birliği kredilerinden sağlandı. Demiryolu yapımına önem verildi.

1935 yılındaki 4. Kurultay'da partinin adı, dil devriminin getirdiği yeni anlayış uyarınca 'Cumhuriyet Halk Partisi' olarak değiştirildi, 'Kemalizm' kavramı ilk defa parti programına girdi.

1936 yılında yayınlanan bir genelgeyle bütün illerde parti il başkanlıkları valiliklerle birleştirildi ve içişleri bakanı resmen, parti genel sekreterliği sıfatını üstlendi. 
1937'de ise, anayasa değişikliğiyle CHP'nin 'altı oku' Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na resmen dahil edildi. Bu değişiklikler ile tek parti rejimi devletle iyice bütünleşmiş oldu.

İnönü Dönemi

Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan İsmet İnönü, 26 Aralık 1938’de yapılan partinin ilk olağanüstü kurultayında 
'Değişmez Genel Başkan' seçildi.

Cumhurbaşkanı ve ülkenin tek partisinin lideri olarak İnönü, görevinin ilk yıllarında henüz başlayan İkinci Dünya Savaşı’yla karşı karşıya kaldı. İnönü ve 1939-1945 arasındaki savaş döneminde kurulan beş CHP hükümetinin en büyük çabası ülkeyi, bütün dünyayı kasıp kavuran bir savaştan uzak tutmak oldu. Ancak Türkiye her ne kadar cepheden uzak kalsa da, savaş koşulları ülkeyi büyük bir ekonomik zorluğa soktu, birçok temel gıda karneyle satıldı.

Savaş döneminde en önemli gelişme ise Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel öncülüğünde Köy Enstitüleri’nin açılması oldu. Kemalizm ideolojisine dayanan bu kurum köylü aydınlanması açısından önemli görevler üstlendi.

Savaşın ardından 1946 yılında Türkiye çok partili hayata geçti. CHP’den ayrılan Celal Bayar ve Adnan Menderes Demokrat Parti’nin (DP) kurulduğunu ilan etti.

Yeni bir partinin siyasi hayata atılmasıyla CHP bazı uygulamalara son verdi. Tek dereceli çoğunluk esasına dayanan seçim kanunu kabul edildi. Bazı vergiler 
kaldırıldı, sendikalaşmaya izin verildi, sınıfsal partilerin kurulması serbest bırakıldı.

Çok Partili dönemin başlangıcı: 1946 genel seçimleri

21 Temmuz 1946’da yapılan genel seçimleri CHP oyların yüzde 70'ini alarak kazandı. Bu Meclis'te CHP 396, ilk sınavını veren DP 61 ve bağımsızlar da yedi 
sandalye elde etti. Recep Peker liderliğinde kurulan yeni hükümet, DP ile Meclis'te yaşanan gerilimlerden dolayı fazla uzun sürmedi. Peker, CHP içinde kendisine karşı oluşan muhalefetten dolayı istifa etti, yerine Hasan Saka’nın kurduğu hükümet görev aldı.

1950 Genel Seçimleri

14 Mayıs 1950 günü Türkiye tarihinde yeni bir devir başladı. DP genel seçimlerde büyük bir çoğunluk elde ederek iktidarı CHP'den aldı. Demokratlar yurt genelinde yüzde 53'lük bir oy oranına ulaştı. CHP'nin oyları ise yüzde 39'da kaldı.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri ülkeyi yöneten CHP'nin iktidar devrini Ulus gazetesi bu manşetle duyurdu.

Oy oranları arasında büyük farklılık olmamasına rağmen seçimlerde uygulanan çoğunluk sistemi, sandalye dağılımında büyük fark yarattı. DP’nin 408 milletvekiline karşı CHP ancak 69 milletvekilini Meclis'e sokabildi. 27 yıl ülkeyi tek başına yöneten CHP ve Atatürk’ten sonra 12 yıl cumhurbaşkanlığı yapan İnönü artık muhalefet lideriydi. CHP’nin yayın organı Ulus gazetesi sonucu "CHP iktidarı devrediyor" manşetiyle okurlarına duyurdu.

CHP’nin Haziran 1953'teki 10. Kurultayı'nda parti programında ilk kez 'hukuk devleti' ilkesine yer verildi. Ayrıca, iki meclisli bir sisteme geçilmesi, 
Anayasa Mahkemesi'nin kurulması, seçim güvenliği, yargıç bağımsızlığı, sendika ve meslek örgütleri kurma özgürlüğü, işçilere grev hakkı gibi görüşler programa girdi. 

Kurultay sonunda yapılan seçimlerde İnönü tekrar genel başkanlığa seçildi.

1954 Genel Seçimleri

Çok partili siyasi hayatın ikinci genel seçimlerinde CHP'nin güç kaybı devam etti. DP, Türkiye siyasetinde bugüne kadarki en yüksek oy oranı olan yüzde 57’yle 502 millet vekilini Meclis'e sokarken, CHP yüzde 35 oy oranı ve 31 milletvekiliyle temsil hakkı kazandı.

DP’nin ikinci döneminde yaşanan ekonomik sorunlar, dış borçlar ve iktidarın giderek artan baskısı, CHP öncülüğünde muhalefet partilerini birleştirdi. 9 Eylül 1957’de yapılan kurultayda Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi ile işbirliği yapılmasına onay verildi. Ancak hükümet, yaklaşan seçimler öncesi çıkardığı bir yasayla bu işbirliğini engelledi.

ALTI OK

Cumhuriyet Halk Partisi'nin siyasi programını oluşturan altı ilkeyi temsil ediyor. 1927'de cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik ve laiklik olarak tanımlanan dört ilkeye, 1931'deki üçüncü parti kurultayında devletçilik ve devrimcilik  ilkeleri eklendi. Şubat 1937'de yapılan bir anayasa değişikliğiyle altı ok ilkesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na eklendi. Altı okun yer aldığı amblem 1931'de Cumhuriyet Halk Partisi'nin bayrağı olarak benimsendi.

1957 Genel Seçimleri 

DP’nin güç kaybettiği, CHP’nin yeniden toparlandığı seçim yarışı oldu. Yüzde 41 oranında oy alan CHP milletvekili sayısını 178’e çıkardı. Parti, birçok ilde tam liste halinde seçimden galip ayrıldı. Yüzde 48 oranında oy alan DP’ye karşı muhalefet güçlendi. Sandıkta elde edilen başarı partiye temel politikalarda değişime gitme cesareti verdi.

Partinin, 12 Ocak 1959'da yapılan 14. Kurultayı'nda, 'İlk Hedefler Beyannamesi' kabul edildi. 'Düzen değiştirici' olarak nitelenen bildirgeye göre demokratik kurumların kurulması ve hukuk devleti anlayışının tesis edilmesi ve çalışan/işçi sınıfına yeni sosyal haklar sağlanması öngörülüyordu. 

CHP'liler Nisan 1959’da batı illerini kapsayan ve 'Büyük Taarruz' adı verilen bir seçim kampanyası başlattı. Ülke ise hükümetin muhalefet üzerindeki baskısı nedeniyle büyük bir gerilim içindeydi. Seçim gezisi sırasında parti lideri İnönü, Uşak’ta taşlı saldırıya uğradı. Güvenlik güçlerinin bu saldırıya müdahale etmemesi siyasetteki CHP - DP kavgasını daha da büyüttü.

1960’ın başında basına uygulanan sansür arttı, CHP'nin yayın organı Ulus gazetesi kapatıldı.

DP, Nisan 1960'da muhalefet ve basının faaliyetlerini denetlemek için Meclis Tahkikat Encümenliği'ni kurdu. 18 Nisan günü Tahkikat Encümenliği hakkında 
Meclis'te bir konuşma yapan İnönü iktidar partisine şu sözlerle seslendi:
Biz demokratik rejim dedik, bu rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp, baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır.

Bu konuşmaya tepki olarak İnönü, 12 oturum TBMM toplantılarından uzaklaştırıldı. Buna tepki gösteren CHP milletvekilleri de Meclis'ten polis zoruyla çıkartıldı.

28-30 Nisan’da, İstanbul ve Ankara'da hükümete karşı öğrenci gösterileri düzenlendi. Çıkan olaylar ölümlerle sonuçlandı. İki kentte de sıkıyönetim ilan edildi. 

Başbakan Menderes olaylardan CHP ve İnönü'yü sorumlu tuttu. 3 Mayıs'ta Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel hükümeti bir mektupla uyardı.

1960 - 1980

Askeri Darbe Sonrası CHP

27 Mayıs 1960’da Türk Silahlı Kuvvetleri, DP’nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine dönüştürdüğü gerekçesiyle yönetime el koydu, anayasa feshedildi. 
Başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes olmak üzere DP'liler, pek çok bürokrat ve partiye yakın olduğu düşünülen generaller tutuklandı. 

Demokrat Parti kapatıldı.

Cumhurbaşkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve Başbakanlık görevleri Orgeneral Cemal Gürsel tarafından üstlenildi. Gürsel, Milli Birlik Komitesi (MBK) ile ülkenin tek hakimi haline geldi. Yeni anayasanın hazırlanması ve siyasi yapıların kurulması için çalışmalar başladı. Yeni anayasanın hazırlanması için oluşturulan Kurucu Meclis'e CHP lideri İnönü de seçildi.

Darbe sonrası CHP'nin 1959 tarihli 'İlk Hedefler Beyannamesi'ndeki pek çok konu hayata geçirildi. CHP, bütün enerjisini yeni anayasanın hazırlanması ve yeniden demokratik düzene geçilmesine verdi.

Yeni Siyasi Partilerin kurulmasına 9 Şubat 1961'de izin verildi, bunda altı ay sonra referanduma sunulan 1961 Anayasası halkın yüzde 61'inin oyuyla yürürlüğe girdi.

Yeni Anayasa ile TBMM iki meclise ayrıldı, cumhurbaşkanını görev süresi yedi yılla sınırlandırıldı, yasama kararlarını denetlemek için Anayasa Mahkemesi kuruldu. 

Böylece 'hukuk devleti' ilkesi öne çıkarıldı. Temel hak ve özgürlükler arttırıldı, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kurularak askerlerin de siyasi konularda görüş belirtmesine olanak verildi.

1961 Genel Seçimleri

15 Ekim 1961’de yapılan seçimlerde CHP beklenen başarıyı elde edemedi. Parti yüzde 36 oy alarak 173 milletvekilliği elde etti. Kapatılan DP'nin ardılı olarak kurulan iki partiden; Adalet Partisi (AP) yüzde 35 oy oranıyla 158 milletvekili, Yeni Türkiye Partisi (YTP) ise 65 milletvekilini Meclis'e sokmayı başardı. 
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ise 54 milletvekili çıkardı.

Hiçbir parti hükümet olmak için salt çoğunluğu sağlayamayınca Türkiye tarihinde ilk defa koalisyon hükümetine ihtiyaç duyuldu. Hükümet kurma görevini alan İnönü, 20 Kasım 1961'de Adalet Partisi ile koalisyonda anlaştıklarını duyurdu. Ancak koalisyonun ömrü fazla uzun sürmedi. Meclis'teki siyasi çekişmeler yürütmenin önünde engel olunca Başbakan İnönü 30 Mayıs 1962'de istifa etti.

Hükümeti kurma görevini yeniden alan İnönü 25 Haziran 1962'de YTP, CKMP ve bağımsızlarla 2. Koalisyon Hükümeti’ni kurdu.

16 Kasım 1963’te yapılan yerel seçimlerden yüzde 54 oy oranı elde eden AP zaferle ayrıldı. CHP ise yüzde 36 oranında oy aldı. Bu sonuçların ardından YTP ve CKMP’nin hükümetten çekilmesiyle koalisyon bir kez daha çöktü.

Hükümeti kurmakla görevlendirilen AP lideri Ragıp Gümüşpala gerekli çoğunluğu sağlayamayınca, CHP bu kez bağımsızlarla hareket ederek 3. Koalisyon Hükümeti’ni kurdu. 

'Karaoğlan' Lakaplı Bülent Ecevit (Sağda), CHP liderliğini 1972'de İsmet İnönü'den devraldı. [AA]

Yeni bir Lider doğuyor.

1965’teki Genel seçimler ile CHP bir kez daha iktidarı merkez sağa devretmek zorunda kaldı. Yüzde 53 oy oranına ulaşan AP, Süleyman Demirel liderliğinde tek başına iktidar oldu. Yüzde 29 oy oranında kalan CHP’nin yenilgisi partide yeni bir ismin parlamasına neden oldu. Bu isim, 1961-1965 arası kurulan üç İnönü Hükümeti'nin de Çalışma Bakanı olan Bülent Ecevit idi.

Partinin 24 Ekim 1966'da yapılan 18. Kurultay’ında Ecevit genel sekreter seçildi. Giderek partiye hakim olmaya başlasa da CHP, bir sonraki seçimden de istediği 
başarıyı elde edemedi.

Yine tek başına hükümet kuran Demirel'in görevi ise, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Mart 1971’deki muhtırası nedeniyle fazla uzun sürmedi. Ecevit bu askeri 
müdahaleye karşı olduğundan, CHP'nin yeni kurulacak hükümette yer almasını istemedi. İnönü ise muhtıraya karşı ılımlı bir tavır takınınca ve hükümete destek 
vereceğini belirtince Ecevit, genel sekreterlikten istifa etti.

Ecevit'in bu muhalefeti onu hem toplumda büyük destek sahibi yaptı, hem de partide güçlendirdi. 6 Mayıs 1972’de yapılan kurultayda, CHP’de İsmet İnönü devri kapandı. Ecevit partinin yeni lideri oldu.

1973 Genel Seçimleri,

14 Ekim 1973’teki genel seçimlerde CHP, 'halkçı Ecevit' kimliğiyle geniş kitleler tarafından benimsenen 'Karaoğlan' lakaplı yeni lideriyle özlediği zaferi elde etti. 

Parti bütün yurtta oyların yüzde 33'ünü alarak 185 milletvekilliği kazandı ve birinci parti oldu. Hükümet kurmakta Demirel’le uzlaşamayan Ecevit, koalisyonu 
Milli Selamet Partisi lideri Necmettin Erbakan’la sağladı. CHP’nin gelecekteki lideri Deniz Baykal ile onun kurmayı Önder Sav bu hükümette bakan olarak görev yaptılar. 

Taban tabana zıt bu iki partiden kurulan koalisyonun uzun sürmeyeceği bekleniyordu, ancak bu dönemde Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesi gerçekleşti. Başbakan Ecevit’in emriyle 20 Temmuz 1974 gerçekleştirilen 'Kıbrıs Barış Harekatı'nın ardından Birleşmiş Milletler'in (BM) çağrısıyla ateşkes yapıldı. 
Ancak olayın sonucunda gelen ABD ambargosu Türkiye'yi ekonomik açıdan zora soktu.

Hükümet içi anlaşmazlıkların artması nedeniyle de Ecevit istifasını verdi. Bu istifanın ardından Türkiye, sonrasındaki üç yılı CHP’siz 'Milliyetçi Cephe' 
hükümetleriyle geçirdi.

Bu arada 27 Kasım 1976'da toplanan, partinin 23’üncü Kurultayı’nda CHP'nin mevcut altı ilkesinin yanına bir de 'Demokratik Sol'un ilkelerinin eklenmesi benimsendi. 

Ayrıca CHP'nin Sosyalist Enternasyonal'e üyeliği kabul edildi. Ecevit tekrar genel başkan seçildi.

DEMOKRATİK SOL'UN 6 İLKESİ.,


Özgürlük
Eşitlik
Dayanışma
Emeğin üstünlüğü
Gelişmenin bütünlüğü
Halkın kendini yönetmesi
Kutuplaşma ve büyük ekonomik buhran

Ülkede ideolojik kutuplaşmanın zirveye çıktığı bir dönem yaşanıyordu; sokak çatışmaları, üniversite olayları ülke gündeminin birinci sırasındaydı. 
Böyle bir dönemde CHP’nin seçim kampanyası oldukça sıkıntılı geçti.

26 Nisan 1977'de Ecevit'in seçim otobüsü Niksar'da kurşunlandı. 1 Mayıs 1977'de Taksim Meydanı'nda düzenlenen 1 Mayıs mitinginde kalabalığın üzerine çevredeki binalardan ateş açıldı, 37 kişi öldü. 29 Mayıs günü İzmir’de uçaktan inen Ecevit'in bulunduğu gruba ateş edildi.

2 Haziran 1977 günü Başbakan Demirel, 3 Haziran'da yapılacak CHP'nin Taksim mitinginde Ecevit'e suikast düzenleneceğini, CHP Genel Başkanı'na bir mektupla iletti. 
Ecevit ise mitingden vazgeçmeyeceğini bildirdi. 3 Haziran günü CHP, tarihinin en görkemli mitinglerinden bir tanesi İstanbul Taksim Meydanı'nda gerçekleştirildi. 
Yüz binlerce insan CHP mitingine katıldı ve Ecevit'e destek verdi.

Bu ortamda 5 Haziran 1977 günü yapılan seçimlerden CHP zaferle çıktı. Sosyal demokratlar Meclis'e 213 milletvekili göndermeye hak kazandı. 
Ancak Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti Meclis'te güvenoyu alamadı.

Demirel çoklu koalisyonla bir hükümet kurdu, ancak Türkiye büyük bir darboğazdan geçiyordu. En basit ihtiyaç maddeleri bile karaborsaya düşmüş, zamlar, devalüasyonlar birbirini izliyordu. Enerji sıkıntısı had safhadaydı; ithal ürünlerin parası ödenemiyor, ülkede döviz bulunamıyordu. Diğer yandan sokaklardaki çatışmalar da devam ediyordu.

Demirel Hükümeti Düşürüldü

11 Aralık 1977’de yapılan yerel seçimler de CHP’nin birinciliğiyle sonuçlandı. Seçimlerde aldığı başarının güveniyle Ecevit 22 Aralık günü hükümet hakkında 
gensoru verdi, yapılan oylamada hükümet düşürüldü. Yeni bir hükümet kuran Ecevit başbakanlık görevini 14 Ekim 1979’da ara seçimlere kadar sürdürdü. 
Seçimlerden beklediği sonucu alamayan Ecevit istifa ederek, görevi bir kez daha Demirel’e devretti.

4 Kasım 1979'da ara seçim yenilgisinin ardından CHP 8. Olağanüstü Kurultayı toplandı. Parti içi muhalefetteki Deniz Baykal ve Ali Topuz grupları yönetimi 
çok sert bir biçimde eleştirdi.

Partide bunlar olurken 1980 yılı, ekonomik önlemler içeren 24 Ocak Kararları ile başladı. Cinayetler, boykotlar ve ekonomik zorluklarla dolu günler birbirini izledi. 
Mayıs ayında Çorum'da olaylar çıktı ve 48 kişi hayatını kaybetti. Ülkede şiddet had safhaya ulaştı. Resmi kayıtlara göre 1980 yılında meydana gelen 10 bin 'terör olayında' yaklaşık 2 bin insan hayatını kaybetti.

Mayıs ayında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak öldürüldü. Eski CHP önderlerinden ve eski başbakan Nihat Erim, 19 Temmuz 1980'de bir suikasta kurban gitti. 22 Temmuz’da Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) eski genel başkanı Kemal Türkler öldürüldü. 
Meclis'teki çekişmeler ise görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün yerine yeni bir ismin seçilmesine engel oluyordu.

1980'den Günümüze,

Siyasete ara..,
 12 Eylül 1980 sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) yönetime el koydu. TBMM, hükümet ve anayasa feshedildi. Tüm yurtta sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 
Siyasi partiler, dernekler ve sendikalar kapatıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasi partisinin ilk dönemi böylece sona erdi.

Askeri yönetim seçimlerin yeniden, 6 Kasım 1983’te yapılacağını duyurdu ve 1983 ortalarında siyasi faaliyetler serbest bırakıldı. Ancak askeri yönetim, partilerin kurucularını veto etme yetkisini elinde bulunduruyordu. Bu yüzden kapatılan CHP'nin tabanına hitap eden Erdal İnönü'nün kurduğu Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) seçimlere katılamadı. Öte yandan Adalet Partisi'nin ardılları olarak kurulan Büyük Türkiye Partisi (BTP) ve Doğru Yol Partisi (DYP) de vetolardan nasibini aldı.

Seçimleri, Turgut Özal'ın başında bulunduğu Anavatan Partisi (ANAP) yüzde 45 oyla kazandı, Türkiye’de yeni bir dönem başladı.

Tabanın çatı arayışı

CHP tabanı varlığını ve kimliğini 1992’ye kadar SODEP’le Halkçı Parti’nin (HP) birleşmesiyle kurulan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) altında sürdürdü.

19 Haziran 1992'de 12 Eylül rejiminin ürünü eski siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasa kaldırıldı. 9 Eylül’de 1992’de yapılan 25. Kurultay’da Deniz Baykal yeniden doğan CHP’nin dördüncü genel başkanı oldu.

SHP ve Ecevit’in lideri olduğu Demokratik Sol Parti’den (DSP) ayrılan 21 isim CHP saflarına katıldı, parti böylece Meclis'te grup kurma sayısına ulaştı.

1980 darbesiyle kapatılan CHP'nin aynı çatı altında tekrar buluşması 1992 yılında gerçekleşti. Deniz Baykal (solda) CHP'nin 4. GenelBaşkanı olurken, darbe sonrası CHP tabanına SODEP aracılığıyla seslenen Erdal İnönü, bir süre CHP'nin dışında faaliyet gösterdi. [AA]

Sosyal Demokratların birleşmesi

26 Mart 1994'te yapılan yerel seçime SHP, DSP ve CHP'nin ayrı ayrı girmesi sol açısından büyük bir yenilgi oldu. Üç sol parti toplam yüzde 25 oy alabildi. 
Şubat 1995’te SHP, CHP çatısı altına girmeyi kabul etti. Yapılan kurultayda partinin yeni lideri Hikmet Çetin oldu.

9 Eylül 1995'deki kurultayda ise Deniz Baykal genel başkanlığa tekrar seçildi. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'in kurduğu azınlık hükümeti TBMM'de güvenoyu alamayınca, 30 Ekim'de DYP ve CHP ülkeyi seçime götürecek yeni bir koalisyon hükümeti kurdu. Bu hükümette CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak yer aldı.

24 Aralık 1995 genel seçimlerinde CHP yüzde 10 barajını kıl payı aşarak TBMM'ye girdi. Seçimlerin galibi ise Necmettin Erbakan'ın başında bulunduğu Refah Partisi oldu. 

CHP Meclis Dışında

18 Nisan 1999 günü yapılan genel ve yerel seçimlerde CHP yüzde 10 barajını aşamayarak, Askeri darbeler dönemi dışında ilk defa Meclis dışında kaldı.

Baykal seçim yenilgisinden kendisinin sorumlu olduğunu belirterek 22 Nisan 1999'da genel başkanlıktan istifa etti. 22 Mayıs 1999'da toplanan olağanüstü kurultayda

 Altan Öymen genel başkanlığa seçildi.

Deniz Baykal'ın CHP'den ayrı kalması kısa sürdü. Yaklaşık bir buçuk sene sonra genel başkanlığa yeniden seçildi.

Uzun Muhalefet Maratonunun başlangıcı,

Mayıs 2002'de Başbakan Ecevit’in rahatsızlanması üzerine TBMM erken seçim kararı aldı. 3 Kasım günü yapılan seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan'ın başında olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara geldi. AKP seçimlerde yüzde 34,4 oy oranıyla 363 milletvekilliği kazanırken, CHP yüzde 19'la 178 sandalyede kaldı.

28 Mart 2004’teki yerel seçimlerde AKP yüzde 41 oy alırken, CHP 1999 yerel seçimlerinde yüzde 13 olan oyunu yüzde 18'e çıkardı. 
İllerin büyük çoğunluğunda belediye başkanlıklarını AKP kazandı.

Alınan bu yenilgi parti içi muhalefeti arttırıp bazı kopmalara neden olsa da, 2005’teki kurultayda Baykal geçerli oyların tamamını alarak koltuğunu korumayı başardı.

CHP iç çalkantılar yaşarken bir yandan da AKP iktidarına karşı da sert muhalefet yapıyordu; Baykal’la Başbakan Erdoğan arasında büyük çekişme yaşanıyordu. 
2006 yılı sonunda seçimlerin yenilenmesi konusunda CHP çaba gösterse de iktidar partisi buna yanaşmadı.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

28 Kasım 2018 Çarşamba

AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…

AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…


Prof. Dr. Cihan DURA, 
11.8.2013


Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan, kuzu postuna bürünmüş, dost görünen düşman bir devlet… Türkiye’nin güçlü bir ulus devlet olarak mevcudiyetini küresel çıkarlarına aykırı buluyor. Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Türkiye de dahil... Bir Türkiye’yi parçalama planı var. Plan “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde ağabeylik vaat ederek, büyük devlet olma, Ortadoğu’nun patronu olma havucunu sunuyorlar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler; Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD’nin bu hain planına dair kanıt ve belgeler hiç de az değil. Örneğin, 11.8.2013 tarihli Aydınlık’ta Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ortadoğu yeni baştan düzenlenmeye çalışılıyor.  Bölgede ABD ve İsrail’e karşı olmayan bir yapılanma peşindeler. NATO Kürt devleti istiyor. Petrolden çok İsrail’in korunması esas alınıyor. ABD Asya ve Çin planlarında kullanmak istediği Türkiye’ye yeni ilişkiler dayatıyor. Federasyon mu yoksa konfederasyon mu olacağına büyük patron olarak, ABD karar verecek. Plan bu. Planın tutup tutmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.” Demek ki ABD’nin bir “Türk-Kürt Konfederasyonu” planı olduğu artık su götürmeyen bir gerçek. AKP hükümetinin sözde “demokratik açılımlar”ının, Irak’ın, Suriye’nin ateşe verilmesinin ardında bu hain plan var.
Yine Aydınlık’ta (12.5.2013) yayınlanmış olan "Türk-Kürt Federasyonu" başlıklı bir yazı… Mehmet Ali Güller; yazısında, bu planın, yani Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) kimi yönlerine ışık tutuyor. Çok ilginç tespitler var, aşağıda özetliyorum.

R.T. Erdoğan’ın “Akil adam”larından Fuat Keyman, “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatıyor mu?” başlıklı makalesinde (Milliyet, 11 Mayıs 2013) şöyle diyor: “Çözüm süreci, Türkiye içinde belli bir kesim tarafından, Türkiye’yi zayıflatıcı bir gelişme olarak algılanırken, Türkiye dışında Türkiye’yi bölgesel düzeyde güçlendirecek ve zenginleştirecek bir gelişme olarak algılanıyor.” Keyman bu “saptamasını” çözüm sürecini konuşmak üzere gittiği ABD’deki düşünce kuruluşu temsilcilerinin, akademisyenlerin ve gazetecilerin görüşlerine dayandırıyor. Nitekim içerideki aktörler de “çözüm sürecini” benzer şekilde, “Türkiye’yi Kürtlerle büyütmek”, “Ortadoğu’daki sınırları anlamsız hale getirmek” gibi sözlerle savunuyorlar.

Ve “Baş akilDavid Phillips...  “Çözüm sürecinin” mimarlarından biri, sık sık Ankara’ya geliyor, AKP Hükümeti’ne akıl hocalığı yapıyor. İşte bu David Phillips, lafı dolandırmadan AKP-PKK “barış süreci”nin sonucunu ilan etmiş: Türkiye ve Kürdistan konfederasyon olacak! (Hürriyet, 11 Mayıs 2013)

Dönelim tekrar Fuat Keyman’ın “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatmayacak, tersine güçlendirecek” tezine… Keyman bu tezini neye dayandırıyor? David Gardner’in ortaya attığı Türkosfer kavramına, yani “Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye arasında ekonomi, enerji zenginlik ve etki alanı” kurulmasına! (Ne parlak laflar değil mi cd )

Biz de zaten hedefin Kürt Koridoru olduğunu, Washington’un Irak’ın kuzeyinde 20 yılda inşa ettiği Kürt Devleti’ni şimdi Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açmak istediğini, bu operasyonun alt yükleniciliğini AKP ile PKK’nın yaptığını, bu nedenle bir sözde “barış sürecinin” başlatıldığını önemle belirtiyoruz.
Ancak sorun asıl bundan sonra başlıyor.

Eğer Çin, Rusya ve İran’ın görmezden geldiğini ve Irak ile Suriye’nin, topraklarına el konulmasını sessiz kaldığını varsayarsak, başlangıçta, 780 bin km karelik ülke toprakları Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi ile genişlemiş olur! Diyelim ki oldu ve Kürtler emperyalizmin Ortadoğu’daki kurşunu olmaya, Türk Ordusu da AKP’nin aldığı enerji rüşveti karşılığında boru bekçiliği yapmaya ve komşularına zor kullanmaya razı oldu… Peki ya sonrası?

İşte Fuat Keyman, David Gardner ve David Phillips’in şimdilik hiç değinmedikleri gerçek bundan sonra kendini gösteriyor: Türkiye ile konfederasyon kuracak olan Irak, Suriye ve Türkiye Kürtleri, Büyük Kürdistan olarak bağımsızlıklarını ilan edecekler! Yani Türkiye önce Kürtlerle “teknik olarak” büyüyecek ama, sonra Diyarbakır merkezli Büyük Kürdistan’ın kopmasıyla küçülecek! “Barış”, “çözüm”, “terörü bitirmek” gibi palavraların arkasındaki çıplak ve yakıcı gerçek işte budur: Büyük Kürdistan, Küçük Türkiye demektir!
Evet, bence de olan ve olacak olan budur. Bu görüşümü daha önceki 28.3.2013 tarihli bir yazımda işlemiştim. O yazıyı kamuoyunun dikkatine, aşağıda yeniden sunmayı görev biliyorum.
***
ABD’nin ve AB’nin –daha doğrusu büyük küresel şirketlerin- Türkiye için geliştirdiği Büyük Tuzak “Osmanlı Milletler Topluluğu” veya “Yeni Osmanlıcılık” olarak karşımıza çıkmıştır. İstiklal savaşımızda olduğu gibi, sinsi bir plan, Türk devletini ve milletini imha planı uygulamaya konulmuştur. Bu bir zokadır ve ne yazık ki hükümet bunu yutmuş görünüyor. “Zoka”nın ne olduğunu önceki yazılarımda açıklamıştım, özetle şudur:
ABD Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan bir devlet, düşman bir devlet… Lozan’ı kabul etmemiştir. Güçlü bir ulus devlet olarak Türkiye’nin varlığını küresel çıkarlarına -daha doğrusu küresel şirketlerinin çıkarlarına- aykırı buluyor. Aynı sebeplerle Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Atatürk Türkiyesi de dahil... Bir süredir bütün gayreti bu yönde…
Türkiye’yi parçalama planı “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Kulağa hoş gelecek laflar söyleyecek, ona değerli bir şey verecekmiş gibi hareket edecek. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde patronluk, ağabeylik vaat ederek, amiyane deyişiyle gaza getirecekler AKP hükümetini... Büyük devlet olma, Ortadoğu’nun hâmiliği, bölgenin patronu olma havucunu sunacaklar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler, Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD hükümeti bir yandan da o klasik “ordo ab chao” stratejisini kullanmakta, yani “istediğin düzeni kurmak için önce kaos yarat!” Yarattığı kaosta Ortadoğu ülkelerini bir bir parçalarken, Türkiye’yi de bölmüş olacak. Süreç içinde “Büyük Kürdistan”ı kurduracak, büyük bir olasılıkla “Ermenistan”ı da araya sokuşturmuş olacak. Bunlar sağlandıktan sonra da “Haddini bil, biz varken patronluk senin neyine, çekil bakalım köşene” denecek –ne yazık ki- bölünmüş, küçülmüş olan Türkiye’ye[i].
Kürdistan projesi, dünyayı 500 yıldır sömüren Emperyalizm’in, onun dev küresel şirketlerinin asırlık projelerinden biri… Geçmişte İngiltere çok uğraştı üzerinde, bugünse Amerika BOP çerçevesinde gerçekleştirme yolunda. Irak’ta, ülke üç parçaya bölünerek çekirdek oluşturuldu. Sıra Türkiye ve İran’dan yapılacak eklemelere geldi. Planda Suriye de var. Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e ulaşan bir koridor açılacak. Dört parça birleştirilerek Büyük Kürdistan kurulacak. ABD bunu korumasına aldığı Mesut Barzani’nin patronajında gerçekleştirecek, tabiî AKP hükümetinin –en hafif deyimiyle- gafilce desteği ile!... Planla Kerkük petrol boru hattı güvence altına alınıyor. AKP hükümetinin de yardımıyla Suriye’deki Esat rejimine yüklenmelerinin asıl sebebi bu; demokrasi talepleri kılıftan, ambalajdan ibaret… Kitleleri böyle kulağa hoş gelen laflarla uyutuyor, harekete geçiriyor, savaştırıyorlar.
Projenin Türkiye ayağı PKK elebaşısı ile açıktan görüşmelerin başlanması ile, hızlandırıldı. Yukarda belirttim, Türkiye büyüyormuş, bir şeyler kazanıyormuş izlenimi verilerek, elindekiler alınıp, cascavlak bırakılacak ortada; tıpkı ağzındaki peyniri kaptıran karga ile kurnaz tilki öykücüğünde olduğu gibi… Türkiye çok şey kaybedecek, ancak iş işten geçmiş olacak.
 ‘***’
Yukarda dediğim gibi, PKK elebaşısı ile pazarlık artık alenen yapılıyor, hem de birden koyulaşıverdi, neden acaba? Öyle ki gündeme oturtulan mesajlar bile yayınlıyor Öcalan. Neden birden böyle bir sürece girildi? Bir görüşe göre, çünkü, hesapta Irak petrolleri var! Son yapılan tahminler Irak’ı petrol serveti bakımından dünyada birinci sıraya oturtmuş bulunuyor: 350 milyar varil petrol ve trilyonlarca metreküp doğal gaz rezervleri… Bunların önemli bir bölümü de Irak’ın kuzeyindeki Özerk Kürt Yönetimi’nin kontrolünde olan topraklarda… Plan Kerkük başkent yapılarak bu geniş petrol kaynaklarının üzerine oturmak… Ancak Irak merkezî hükümeti buna şiddetle karşı… Ne yapmalı? Gelsin, Amerika’nın “Yeni Osmanlıcılık” planı!...
Plana göre Türkiye, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Barzani’nin hâmiliğine soyunacak. Peki, ne karşılığında?... Tabii, petrol karşılığında!... Antlaşmaya göre Barzani AKP hükümetine Kerkük petrollerinden pay verecek, yeter ki Irak merkezî hükümetine karşı, Türkiye onu koruması altına alsın. Peki, nasıl kotarılacak bu hâmilik? İşte, işin püf noktası burada, çünkü Türkiye’ye hazırlanan tuzak burada karşımıza çıkıyor: Amerikan planı Türkiye’nin hâmiliğinde petrol odaklı bir federatif yapı öngörüyor! Ancak gözden kaçırılan gizli ve nihaî bir hedef var: Büyük Kürdistan… Bütün bu adımlar Türkiye’nin güneyini boydan boya bir yılan gibi saracak olan Büyük Kürdistan’ın inşasına giden adımlar...
ABD bütün bunları M. Barzani’nin, Kürtlerin kara kaşına kara gözüne âşık olduğu için mi yapıyor? Elbette hayır, küresel şirketleri hesabına zengin petrol ve gaz rezervlerini kapatmak için yapıyor; bölgenin stratejik konumu için, İsrail’in yanı sıra tam güven duyacağı bir müttefik devlet daha olsun diye yapıyor. Ancak menfaatleri gerektirdiğinde, onun da kıçına bir tekme vurmaktan çekinmeyecektir[ii].
 ‘***’
Amerika’nın bu “büyüterek küçültme” stratejisini Sadi Somuncuoğlu’nun bir yazısında[iii] da buluyoruz, şöyle yazıyor: AKP hükümeti ile terörist başı arasında varılan mutabakatlar çerçevesinde yapılacak yasal düzenlemelerle, Türkiye Cumhuriyeti devleti iki ortaklı, iki dilli ve özerk bölgeli bir rejime dönüştürülecek. PKK bunları görüp emin olunca, bütün silahlı teröristler Suriye’ye kaydırılacak ve “Kürdistan”ın Akdeniz’e uzanan üçüncü ayağının inşasına başlanacaktır. Bu da sağlanınca ortaya, bir yanda “Türkiye ortaklık devleti”, öbür yanda “Irak ve Suriye federe devletleri” çıkacaktır. En sonra bu üç parçanın birleşmesiyle “konfederal” devlet kurulacaktır. İşte size İsrail’e dost olan yeni bir devlet: “Büyük Kürdistan!”
Somuncuoğlu devam ediyor: Başbakan ve Davutoğlu’nun “Türkiye’yi büyütmek” dediği şey ile, teröristbaşının Nevruz mektubunda bahsettiği “Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Orta Doğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. Misak-ı Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak’taki Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleştirmek” söylemi aynı anlama gelmiyor mu? İyi de dünyanın altını üstüne getirecek böyle bir projenin sahibi Erdoğan, Davutoğlu, teröristbaşı ve Barzani olabilir mi? Mümkün mü bu? Asla!... Konuyla ilgilenen herkesin bileceği gibi, Erdoğan’ın da en az 30 defa “Bize eşbaşkanlık görevi verildi” dediği “Büyük Orta Doğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi”nin (BOP’un) sahibi “Haçlı” emperyalistlerdir.  Projeleri de, ABD’nin malum eski “büyüterek küçültme” tuzağından ibarettir!
‘***’
Ne var ki iş burada da bitmiyor. Aslında plan içinde plan var, Rus matruşkaları gibi desem yeri... Öyle hazırlanmış ki insana dehşet veriyor. Buna göre “Büyük Kürdistan” sadece bir başlangıç… Peki gizli olan nedir o zaman? Asıl proje “Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kuracağız” örtüsü altında “Kürdistan”ı kurarken, Ermenistan’ı da kurmak, Yunanlıların “Megalo idea”larına da yeni kapılar açmak.  Kısacası, bir Türkiye Cumhuriyeti’ni bütünüyle imha planı söz konusu! Bu korkunç komplonun kimi ipuçlarını Arslan Bulut’un bir yazısında[iv] buluyoruz:
7 Mayıs 2000… Fener Rum Patriği Bartholomeos konuşuyor:Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Anadolu’da önceden var olmuş Hıristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hıristiyanların yaşamasına izin vermelidir. Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirse, o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmasını düşünebiliriz.”
2009’un Mayıs ayı… Başbakan Tayyip Erdoğan:  “Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi.”
2008’in Eylülü… Emekli Büyükelçi, TÜSİAD’lı Volkan Vural: Devlet, Ermenilerden özür dilesin, Ermeni ve Rumlar tekrar eski topraklarına dönsün, tekrar vatandaş olsun… Ölen ve tehcire uğrayan insanların torunlarına bir çağrı da yapılabilir. ‘Burası sizin de topraklarınız, gelirseniz size de yer var’ denilebilir. Gelenlere vatandaşlık da verilebilir.”
Nihayet, 2013’ün ilk ayları… AKP’nin Kültür Bakanı Ömer Çelik, beklenen çağrıyı yapıyor: “Geçmişte yapılan bazı yanlışlıklar yüzünden ülkemizi terk etmiş Hıristiyan ve Yahudiler var. Hepsine ’Ülkenize geri dönebilirsiniz’ diyoruz.”
Ve diğer meşum gelişmeler: “Vatandaşlık yasası ile, yıllardan beri Türkiye’de bulunan 60-70 bin Ermenistan vatandaşına ve onların burada doğan çocuklarına, ayrıca Akdeniz sahillerinde yerleşen diğer yabancılara, son olarak da sığınmacı Suriyelilere Türkiye vatandaşı olabilme imkânı tanınıyor. Yunanistan istihbaratı, uzun yıllardır gönderdiği turistler vasıtasıyla, bütün Anadolu’da Eski Rum mallarının envanterini kaydediyor! Tarih Vakfı da Rockefeller Vakfı’nın para yardımı ile Türkiye’nin 10 pilot bölgesinde “Yerel Tarih Grupları” kurarak, Hıristiyanlara ait eski gayrimenkul tapularını ve eski azınlık mezarlıklarını araştırıyor.
‘***’
Yurtseverler!
Demokrasi ile, parti ile, barış teraneleri ile, şununla bununla oyalanacak zaman değil artık.
Birleşin, duruma el koyun.
Unutun, bütün farklılıklarınızı,
Bir an önce bu korkunç planı parça parça edin.
Yoksa, ne vatan kalacak, ne millet, ne de devlet!

===============================
YENİ GÜNCELLEYİCİ NOTLAR 
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN BİRİNCİ DÜŞMANI, PKK İLE EL ELE ÜLKEMİZİ BÖLMEYE ÇALIŞAN, KÜRESEL ŞİRKETLERİN KUKLASI OLAN AMERİKAN HÜKÜMETİ’DİR
ARSLAN BULUT: PKK, 1995’e gelindiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kararlı operasyonları ile yok olmanın eşiğine gelmiş, kısacası ağır bir yenilgiye uğratılmıştı.
PKK’nın yeniden güçlenmesi ise 2003’teki Irak işgalinden sonra başlamıştı. Hem Irak ordusunun terk ettiği silahlarla, hem de daha sonraki yıllarda ABD’nin Irak’taki işgal kuvvetlerinin depolarından çıktığı anlaşılan A-4 ve C-4 patlayıcılarıyla eylem kabiliyeti kazanan PKK, Türkiye’de büyük saldırılar düzenlemeye başlamıştı. Buna karşılık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başlattığı büyük kış operasyonu, ABD’nin baskısıyla sonuç alınamadan sona erdirilmişti.
Birinci Körfez Savaşı sonrasında da PKK’ya havadan silah ve mühimmat atarken suçüstü yakalanan ABD, her zaman PKK’nın imdadına yetişen güç olmuştur.
Oslo’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, gizlice PKK ile masaya oturtan güç, ABD’dir.
Oslo görüşmeleri basına sızdırılınca, “çözüm süreci” ni dayatan da ABD’dir.
Süreç, PKK’nın eylem yapmasını durdurduğu için AKP iktidarının da seçimlerde oy kaybetmesini önleyici bir nitelik kazandığından bugüne kadar sürdürüldü.
ABD, şimdi IŞİD, PKK, PYD ve Barzani güçleri üzerinden sahnelediği oyunda, kendi suçlarını Türkiye’nin üzerine atarak, Türkiye topraklarını da içine alan Kürdistan’ı kurdurmaya çalışıyor.
■Arslan Bulut, Yeniçağ, (4.11.2014)
*
(TÜRKİYE’YE KARŞI TEZGÂHLANAN AMERİKAN-KÜRT OYUNU: BÜYÜK KÜRDİSTAN)
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ: Tür­ki­ye­’ye kar­şı tez­gah­la­nan oyu­nun tam ola­rak an­la­şıl­ma­sı için, AB­D’­nin Or­ta­do­ğu için en önem­li je­opo­li­tik di­zay­nı­nın “Bü­yük Kür­dis­ta­n” pro­je­si ol­du­ğu­nu be­lirt­me­li­yim. Bu pro­je­yi uy­gu­la­ma­da Was­hing­to­n’­un or­ta/uzun va­de­li he­de­fi, ken­di pat­ro­na­jın­da ve AB­D’­ye ve­li­ni­met ola­rak ba­kan Bar­za­ni­’nin yö­ne­ti­min­de bir Kürt je­opo­li­tik hav­za­sı ya­rat­mak­tır. Bu stra­te­jik bir ka­rar­dır.
Bu hav­za­da ilk atı­la­cak adım, Ku­zey Ira­k’­ta Kürt dev­le­ti­nin ilk nü­ve­si­ni oluş­tur­mak, son­ra da bu dev­le­tin Tür­ki­ye­’nin Gü­ney­do­ğu böl­ge­siy­le bü­tün­leş­me­si ve böy­le­ce “Bü­yük Kür­dis­ta­n”­ın ilk aşa­ma­sı­nın ku­rul­ma­sı­dır. “Bü­yük Kür­dis­ta­n”­ın ABD için öne­mi, zen­gin gaz ve pet­rol re­zerv­le­ri­ne sa­hip bu­lun­ma­sın­dan, stra­te­jik ko­nu­mun­dan ve İs­ra­il’­le bir­lik­te böl­ge­de tam gü­ven du­ya­ca­ğı bir ikin­ci müt­te­fik oluş­tu­ra­cak ol­ma­sın­dan ile­ri ge­li­yor. ABD, böl­ge­de ken­di­si­ne bi­at ede­cek ve as­ke­ri kuv­vet­le­ri­nin ope­ras­yon­la­rı­nı sor­gu­la­ma­dan ve hiç­bir kı­sıt­la­ma koy­ma­dan ger­çek­leş­tir­me­si­ni ka­bul ede­cek müt­te­fik arı­yor.
Bar­za­ni­’nin baş­kan­lı­ğın­da oluş­tu­ru­la­cak “Bü­yük Kür­dis­ta­n” dev­le­ti böy­le bir müt­te­fik ol­ma­ya en ide­al aday­dır ve AB­D’­nin böl­ge­sel stra­te­ji­si­nin ki­lit bir un­su­ru ola­cak­tır. İs­ra­il ise si­lah­lan­ma­sı­na aza­mi önem ve­re­ce­ği bu ye­ni dev­let­le, Arap dün­ya­sı­na kar­şı bir müt­te­fik ka­za­na­cak­tır.
■ http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/ugur-dundar/acilim-israri-turkiyeyi-ucurumun-kenarina-getirdi-653968/ (21.11.2014)

[i] C. Dura, “Binmişiz Bir Alamete Gidiyoruz Kıyamete”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/151-bnmz-br-alamete-gdyoruz-kiyamete.html
[ii] C. Dura, “Bizim İçin Çalışacak Biri”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/181-bzm-cn-caliacak-br.html
[iii] Sadi Somuncuoğlu, "On Emir" ve PKK’nın Suriye ayağı,” Yeniçağ, 23.3.2013
[iv] “Arslan Bulut, Erdoğan’ın Tarihi Projesi!” Yeniçağ, 22.3.2013


***

TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI TESLİMİYETÇİ HÜKUMETLER

TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI  TESLİMİYETÇİ HÜKUMETLER


Prof. Dr. Cihan DURA 
Erciyes Üniversitesi İ.İ.B.F 
Ocak 2007

Türkiye’de Derin Merkez dayatması olan Neoliberal politikalar çerçevesinde, aramızdaki “dahilî bedhahlar”ın işbirliğiyle tarım sektörümüzün nasıl 
çökertildiğinin öyküsünün artık sonuna geldik. Yazımın bu kısmında AB-Türkiye tarım ilişkilerinin, “çifte standartlık” niteliğiyle, nasıl aleyhimize işlediğini ve büyük gelecek vaad eden tarım sektörümüzün çöküşünün gerçek sorumlularını 
sergiliyorum. 

Faydalandığım başlıca kaynaklar şunlar: Bağımsız Sosyal Bilimciler 2006 Yılı Raporu: IMF Gözetiminde On Uzun Yıl 1998-2008, Ank., Haziran 2006, ss.63-69; C. Dura, Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst.,2005, ss.483-496 ve C.Ertuğrul, “AB’nin Dönüşümü ve Gümrük Birliği”, 

http://www.zmo.org. tr/etkinlikler/ktts02/21.pdf (26.11.2006). 

I) AB-TÜRKİYE TARIM İLİŞKİLERİ: ÇİFTE STANDART 

Avrupa Birliği (AB) bugünkü yüksek üretim düzeyine tarım sektörüne uzun yıllar boyunca sağladığı destekler sayesinde ulaşmıştır. Buna karşılık “sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler”e, örneğin Türkiye’ye gelince, “merdiveni itme” stratejisini 
devreye sokmuştur (Bu strateji hakkında bkz: C. Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri yayınları, İst.,2004, ss.123-124). 

Başka bir deyişle AB Türkiye’nin tarımda kendine yeterli bir noktaya gelmemesi, hattâ geriye gitmesi için elinden geleni yapmıştır. Bu tutumu “tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti bakımından ortaya koyabiliriz. 

A) Türk tarımı özellikle son altı yıldır Batı’nın gelişmiş ülkelerinin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmakta, esas gayesi gelişmişülkelerin yeni pazarlara girişini kolaylaştırmak olan- “Dünya Ticaret Örgütü Cenevre Anlaşması”na daha kolay uyacak bir yapıya doğru itilmektedir. Dahası, Türkiye; 
tarımını Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) sistemine uyuma yöneltilirken dahi -her şeye rağmen- elinde tuttuğu esneklikleri de IMF ve Dünya Bankası (DB) ile AB koşullarını kabule zorlanarak tamamen elinden kaçırma yolundadır. 

Öte yandan, AB tarım politikalarına uyum sağlanmasıyla IMF ve DB dayatmaları arasında önemli çelişkiler olmasına rağmen, AB yetkilileri tam bir çifte standart örneği vererek Türkiye’ye, IMF ve DB reçetelerinden sapmamasını  şiddetle  dayatıyor. 

Şu uygulama farkına bakın: AB ülkelerinde tarıma sağlanan destek tarımsal katma değerin yarısı ya da üçte ikisi oranında! 
Türkiye’de ise sadece yüzde 7 dolayında!. 2006 bütçesinde tarımsal 
desteklemeye sadece 4 milyar YTL (yaklaşık 2.4 milyar Avro) ödenek ayrılmıştır. Bu rakam bütçe borç faiz ödemelerinin onda birinden bile azdır (Bir devletin dış borçlanma yoluna gitmesinin ne büyük bir belâ olabileceğinin bir kanıtı daha, burada karşımıza çıkmış bulunuyor). 

Ayrıca ekleyelim ki AB üyesi ülkelerde ve ABD’de doğru-dan gelir desteği (DOGED) tek başına kullanılmıyor. Nitekim ABD’de bu destek toplam tarımsal desteğin yalnızca yüzde 21’idir. AB’de ise sadece yüzde 6’lık kısmını oluşturuyor. Üstelik oralarda kullanılma amacı, fazla üretimi kısmaktır. Bizde ise tam tersine üretimi kısmak değil, artırmak gerekiyor. Ülkelerin yapıları farklı!. Bizim cahil yöneticilerimiz “yapı” nedir, “yapısal farklılık” nedir, “bu farklılık neden önemlidir”, bilmiyorlar; ya da “bilmiyor” görünüyorlar. Eğer bileni varsa, gereğini yapmıyor; bu da “kötü niyetliliği” gösterir. Türkiye tarıma 2000 yılında yalnızca 2 milyar dolar destek sağladı. Aynı destek ABD’de 97 milyar dolar, AB ülkelerinde 127 milyar Avro idi. 

Avrupa Birliği’nin (AB) 2004 Yılı İlerleme Raporu’na göre, bugünkü Ortak Tarım Politikası (OTAP) çerçevesinde, AB’nin Türk tarımına ayıracağı destekleme miktarının, 9 milyar Avro olması gerekmektedir. Yani Türkiye, OTAP’a yaklaşmak için bugüne kıyasla tarıma 4.5 kat daha fazla kaynak ayırmak zorundadır. 
Bu da millî gelirin şimdiki gibi yüzde 0.7’sinin değil, yaklaşık yüzde 3.2’sinin destekleme ödemelerine ayrılması anlamına gelir. Görüldüğü gibi, bu bile AB’deki oranların gerisinde kalacaktır; oysa minimum hedef bu olmalıdır. A.K.P.’nin Nisan 2006’da çıkardığı Tarım Kanunu, tarıma yönelik destekleri 
GSMH’nın yüzde 1’ine getirmekle yetinmiştir. Bu göstermelik düzenlemelerin dahi, 2006 yılı konjonktüründen anlıyoruz ki, uygulanma olasılığı kalmamış gibidir. 

Mustafa Kemal bir çiftçinin sorunlarını dinliyor. 


B) Türkiye’nin 2003 sonrasında net tarım ithalatçısı olmasının arkasında yatan en önemli etkenlerden biri, özellikle Avrupa Birliği’nden yaptığı tarımsal ürün ithalatıdır. Bu ithalat artmıştır. Türkiye’nin tarım ürünleri ithalatında AB’nin 
payı 1993’te yüzde 59.5’ti, yani zaten yüksekti. Ama bu pay 2002’de yüzde 73.9’a tırmandı; Artışı AB istatistiklerinde de görebiliyoruz: AB’nin tarımsal ürün ihracatında Türkiye’nin payı 2001’de %1.3’den, 2004’de%1.9’a yükselmiştir. Demek ki Türkiye AB’nin önemli bir tarımsal ürün ihracat pazarı olma  yolunda dır. Kuşkusuz, bazı ürünlerde Türkiye de AB’nin önemli bir tedarikçisidir. AB Türkiye açısından da önemli bir ihracat pazarıdır. Nitekim AB’nin tarımsal ürün ithalatında Türkiye’nin payı 2001’de %3.5’di; bu oran 2004’de %4.1’e yükselmiştir. 

Bununla birlikte olası bir “tarım ürünleri serbest ticareti” senaryosunda, bizzat AB’nin saptamalarına göre, Türkiye’nin rekabetçi kalabileceği tarımsal ürün sayısı çok az olacaktır. Türkiye; tarım işletmelerinin yapısında bozukluk, teknoloji kullanımında yetersizlik, düşük verimlilik gibi çetin sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bundan dolayı, doğal kaynakları nedeniyle avantajlı konumda olduğu ve meyve-sebze, tütün pamuk gibi Topluluk tarımını tamamlayıcı nitelikte olan ürünler dışında, çoğu tarımsal üründe, hele hele hayvansal ürünlerde AB ile rekabet edemeyecektir. Tarımsal üretimde ve üretici gelirlerinde artış sağlanamayacak, hatta azalmalar ortaya çıkabilecektir. 
Türkiye çoğu stratejik tarım ürününde dışa bağımlı hale gelmeyi sürdürecektir. 

Birileri çıkıp “AB yardımları var” diyebilir; oysa bundan da umut yoktur. Şu bakımdan ki AB, bütçe disiplini çerçevesinde, üye olacak ülkelerin tarımsal potansiyelini göz önünde bulundurarak, her yeni üye kabulünden önce tarımsal harcamaları kısma yoluna gitmektedir. Böyle bir uygulama Türkiye’nin 
tam üyeliği öncesinde de ortaya çıkabilecektir. Topluluk ayrıca, son yıllarda tarım da dahil olmak üzere, bütün alanlarda, mâli destek sağlamaktan çok düzenleyici bir rol üstlenme yolunagitmektedir. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) çerçevesinde ortaya çıkan gelişmeler tarımsal harcamaların kısılması yönündeki süreci daha da hızlandırmaktadır. 
Bu gelişmeler göz önüne alındığında denebilir ki Türkiye’nin OTAP çerçevesinde AB’den sağlayacağı mâli destek çok sınırlı bir düzeyde kalacaktır. 

C) Son 10 yılda AB ile tarımsal ticaretin, aleyhimize gelişmesinin başlıca sebepleri şu konularla ilgilidir: “Tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti. 

i) Tavizli tarım ürünleri ticareti: Gümrük Birliği’nin ‘tarım ürünleri hariç’ olarak uygulanışı, fazlaca basite indirgenerek algılanmaktadır. Bazı tavizli tarım ürünleri kapsamı içinde, vergi alınmayan ya da düşük gümrük vergisi alınan tarım ürünleri kategorisi de vardır. Şöyle ki Türkiye’nin AB’den olan tarım ürünleri ithalatının yüzde 33’ü “düşük vergili” ya da “vergisiz” bir ithalat rejimi kapsamındadır. Dolayısıyla tavizli tarım ürünleri sorunu ciddî bir sorundur. 

ii) İşlenmiş tarım ürünleri ticareti: İşlenmiş tarım ürünlerinde -ki bunlar sınaî ürün sayılmaktadır-Türkiye ile AB dışticaret dengesi negatiftir; mevcut fark da artmaya devam etmektedir. 1996’da Türkiye ile AB arasında işlenmiş tarım ürünlerinde (İTÜ) 30 milyon dolarlık bir negatif fark varken, bu miktar 2002’de 80 milyon dolara çıkmıştır. Buna karşılık bütün ülkeler hesaba katıldığında, Türkiye’nin bu ürünlere ilişkin ticareti pozitif bakiye vermektedir. 

AB’ye işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) ihracatımızın en önemli kalemlerini çikolata, şekerleme, çiklet ve makarna oluşturmaktadır. 

Bu ihracatta AB’nin payı 1996’da yüzde 6 iken, 2000’lerin başlarında yüzde 12’ye çıkmıştır. Sağlanan artış ilk bakışta olumlu görülebilir; ancak Türkiye’nin İTÜ ithalatında AB’nin payını göz önüne aldığımızda görüşümüz değişir; çünkü 
bu oran, 1994-2002 itibariyle ortalama %85’dir. Başka bir deyişle, İTÜ’de Avrupa ezici bir üstünlüğe sahiptir. İşlenmiş tarım ürünü ticaretini asıl yapan, AB’dir; Avrupa Birliği İTÜ üretiyor, biz tüketiyoruz. 

İşlenmemiş ya da işlenmiş (sınaî) tarım ürünleri ticaretinde neden Türkiye aleyhine bu kadar olumsuz bir durum var? 

Sorunun yanıtı şu olabilir: 
1 Ocak 1995 tarihinden itibaren, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) tarıma ilişkin yeni politikaları yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Bununla eşzamanlı olarak 

AB özellikle işlenmiş tarım ürünlerinde önlem almakla yetinmemiş; diğer tarım ürünlerinde de gümrüklerini yükseltmiştir. AB’nin İTÜ’de gümrükleri yükseltmesinin Türkiye’ye etkisi olmuş mudur? Elbette, hem de olumsuz etkisi olmuştur; çünkü Türkiye gümrüklerini yükseltmemiştir; dolayısıyla yeni bir 
rekabet dezavantajıyla karşı karşıya kalmıştır. Bundan başka, Türkiye; 2004’te AB’ye katılan ülkelerin neredeyse 10 yıldır yararlandığı bu tercihli rejimden yararlanamadığı için, yeni üye ülkeler karşısında da rekabet dezavantajına uğramıştır. AB’nin fanatik, “şifa bulmaz” savunucusu olan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) da bu izah şekline katılmış bulunuyor: Türkiye’nin AB’ne yaptığı ihracatta, işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) küçük bir paya sahiptir (1994: %7, 2002: %15). Gümrük Birliği sonrası İTÜ sektörünün AB’ne ihracatında ilk yıllarda çok küçük oranlarda artış kaydedilmiştir. Sektörün toplam ihracatında AB’nin düşük payının sebebi, AB’ne ihraç edilen işlenmiş tarım ürünlerinin “tarım payı” için Ortak Tarım Politikası kapsamında son derecede yüksek gümrük vergileri ödenmesidir. Buna karşılık AB, Türkiye’ye ihracatında ilgili ürünlerin tarım payına çok daha düşük oranlarda vergi ödemektedir (H. Soğuk ve E. Uyanusta, 
Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, İKV yayını, İstanbul, 2004, s. 133]. 

Türkiye AB ile İTÜ ticaretinde neden dezavantajlıdır? Bunu anlamak için mekanizmayı biraz daha açıklayıp netleştirmek gerekmektedir. Şöyle ki: Türkiye’nin AB’nin işlenmiş tarım ürünleri piyasasındaki rekabet gücü, Birliğin bu ürünlerin tarım payına uyguladığı yüksek vergiler nedeniyle düşüktür. Türkiye 
sektörün AB’ne ihracatında sanayi paylarına uygulanan gümrük vergilerinden muaf olmakla birlikte, üçüncü ülkelere uygulanan yüksek tarım payı vergisine maruz kalmaktadır. AB’nin temel tarım ürünleri süt, hububat ve şeker olarak sıralanabilir. İlgili ürünlerde AB’nin koruması devam etmektedir. AB sektör ürünleri ihracatında ilgili ürünün tarım payına Birlik fiyatı ile dünya fiyatı arasındaki fark kadar sübvansiyon uyguluyor. Bu ürünlerin işlenmiş tarım ürünleri olarak piyasaya girişini engellemek amacıyla belirlenmiş olan tarım ve sanayi payı ayrımı, Gümrük Birliği’ne rağmen Türkiye’nin AB piyasasındaki avantajlarını kısıtlamaktadır. 

II) TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI  TESLİMİYETÇİ HÜKÜMETLER 

AB’nin çifte standartları, “merdiveni itme” stratejileri; ancak Türkiye’nin “aydın” ve yönetici sınıflarının işbirliğiyle etkili olabilirdi ki ne yazık ki öyle de olmuştur. Zaten emperyalizm “dahilî ortaklar” bulmadıkça, bir ülkede hiçbir şey yapamaz. 

Türkiye her alanda olduğu gibi tarımda da, kendi öz buluşumuz olan Atatürkçü kalkınma politikalarından tamamen uzaklaştırıldı. 

Artık ortada köşeleri iyice sivriltilmiş, çok bilinçli ve uzun vadeli olarak tasarlanmış, “emperyalizm” patentli yeni politikalar var. Bunları oluşturanlar, anlaşılıyor ki kendi insanımız değildir, Türkiye’nin tarım politikası sorumluları değildir. 

Ancak “iyi niyetliler” de görülmüştür; 1999 sonrası hükümetlerinin kimi tarım bakanları uygulanan tarım politikalarının dışa bağımlı niteliğinden yakınmışlar, ama başlangıçtaki çare arayışlarının etkisizliğini görünce kısa sürede onlar da teslimiyeti seçmişlerdir. 

1999’da iktidar olan DSP-MHP-ANAP Koalisyonu, hükümet olduktan 8 ay sonra IMF programınıkabul ederek harfi harfi ne uygulamaya koyulmuştur. A.K.P. ise kuruluşu sonrasında ve 2002 seçim kampanyasında IMF politikalarını ve özellikle tarım politikalarını değiştirme vaadiyle iktidara talip olmuş, 
ama seçimleri kazanıp iktidar olduktan sonra o da teslimiyeti seçmiş, “Derin Merkez”in taşeronları IMF v DB’nın politikalarına, öncekilerden de ileri bir şevkle angaje olmuştur. 

Altıncıyılınıdolduran uygulamalar sonunda tarımsal katma değerin göreli payının hızla gerilediği bir dönem yaşanmıştır (Tarım/GSMH oranı 1999’da %15, 2005’de %10). Daha hızlı gerileme ise tarımda çalışan nüfusun toplam istihdam içindeki 
payında görülmüştür. Gerçekten sivil istihdamın tarımdaki payı 1999’da %42 iken, 2005’de %30’a düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu payın daha hızlı olarak azalması beklenmektedir. 

Bu eğilimler tarımın göreli konumunu hızla değiştirmektedir; ancak bununla da kalmayıp kırsal göçü kontrol edilemez hâle getirmekte, kentsel ve kırsal işsizlik oranlarını ve âdi suç vakalarını tırmandırmaktadır. Tarımdaki değişmelere bağlı olarak tüm ekonomik ve toplumsal yapılar altüst olmakta ve yeniden 
şekillenmektedir. 

Türkiye’yi istikrarsızlaştıracak, sömürgeleşmeye götürecek bütün bu tehlikeli ögeler birer birer oluşurken, Türkiye’nin yönetici sınıfları, aydınları, “parafesörler”i ne yapıyorlar acaba? 

Ne yapacaklar…, hayırsızlar olup bitene seyirci kalmakla yetiniyorlar. 

Bir bakıma, gençliğin bugünkü buhranı, Türk-İslam değerleri ile Batı’nın yaşama biçiminden hangisini benimseyeceği konusundaki kararsızlığından kaynaklanmaktadır. 

Bu noktada devlet de bir karar vermelidir. Batı’nın köleleşmiş bir parçası mı olalım, yoksa medeniyet yürüyüşümüzü Türk-Müslüman kimliğimizi muhafaza ederek mi sürdürelim? 

Millî Eğitimde Amaç Ne İdi, Sonuç Ne Oldu? 

Millî Eğitim Temel Kanunu’nda eğitimin amacı şöyle belirtilmiştir: “Atatürk İnkılâp ve İlkelerine, Anayasa’da ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa ’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar 
yetiştirmek.” Ne kadar güzel, ne kadar açık ama yetmedi ve yetmiyor. Çünkü bugün varılan nokta ile amaç arasında herhangi bir uyum bulunmamaktadır. 

Millî Eğitim Bakanlığı, ülkenin kalkınmasında birinci derecede gerekli olan “nitelikli insan unsuru”nu yetiştirememiş ve bu görevini hakkıyla yapamamıştır. Bunun sebepleri üzerinde düşünürsek şunları söyleyebiliriz: 

1. Gençliğe Türklük şuuru kazandıracak dersler öncelikle “Türk Tarihi” ile “Türk Dili ve Edebiyatı-Türkçe” dersleridir. 

Bu derslere gereken önem verilmemiştir. Üniversitelere giriş sınavlarında tarih ve edebiyatla ilgili soruların sorulmaması, öğrencilerin bu derslere ilgisini yok 
etmiştir. 

2. Üniversiteye girişin tek veya en önemli hedef sayılması sonucu, ilköğretim okulları ve liseler yalnızca öğretim yapan mekânlar haline gelmiştir. Bu durumda Millî Eğitim Bakanlığı’nın adını da değiştirseler, “Öğretim Bakanlığı” 
deseler daha uygun olur. 

3. Okullarda disiplinin D’si bile yoktur. Demokratik eğitimde ölçü kaçmış ve anarşi patlamıştır. Okullardaki şiddetin bilançosu oldukça ağır: son sekiz ayda meydana gelen 2 bin 990 şiddet olayına 7 bin 193 öğrencinin karıştığı 
Bakanlıkça açıklanmıştır. Bu konuda da Atatürk’ün direktifleri göz ardı edilmiştir. Ne demişti Ulu Önder, okuyalım: 

“Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi, özellikle maarif hayatında sıkı disiplin, başarının şartıdır. Yöneticiler ve öğretim kadroları disiplini sağlamaya, öğrenciler ise disipline uymaya mecburdur.” 

4. Küreselleşme, Türkiye’yi Batı’nın bir parçası yapma politikası, millî eğitimi çok olumsuz etkilemiş ve etkilemektedir. Asıl yanlış burada… Türk gençliği, Hıristiyan Batı’nın tüm rezilliklerine, ilerlemedir diye, açık hâle getirilmiştir. Amerikan yaşam tarzı övülmüş, yüceltilmiştir. 

“Batı! Batı!” diye Türk gençliğinin beyni yıkanmıştır. Sonuç ortada: Gasp ve hırsızlık çeteleri, esrar ve eroin partileri, millî meselelere ilgisizlik… Bunları ve 
benzerlerini yabancı filmlerde görürdük, şimdi kendi ülkemizde yaşıyoruz. 

Oysa eğitim, yaşama biçimine uygun olursa, millî kültür değerleri üzerinde yükselirse “eğitim” olur. Bir bakıma, gençliğin bugünkü buhranı, Türk-İslam değerleri ile Batı’nın yaşama biçiminden hangisini benimseyeceği konusundaki 
kararsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu noktada devlet de bir karar vermelidir. Batı’nın köleleşmiş bir parçası mı olalım, yoksa medeniyet yürüyüşümüzü Türk-Müslüman kimliğimizi muhafaza ederek mi sürdürelim? 

Sağlıklı ve doğru olan elbette ikincisi… Atatürk’ün devrinde de yapılan bu idi. Eğitim politikası iki temel ilkeye dayanıyordu: 

1. Millîlik, 
2. Çağdaşlık. 

“Eğitimde Millîlik” denildiği zaman: 

a. Türklük şuurunu uyandıran, 
b. Millî birlik ve dayanışmayı kuvvetlendiren, 
c. Türk tarihini bir bütün olarak ele alan, 
d. Türk dilinin tam öğretilmesini amaç edinen, eğitim ve öğretimin Türk diliyle yapılmasını ön gören, 
e. Millî bağımsızlık, millî egemenlik gibi kavramları yüce tutan düşünce ve aksiyon anlaşılmalıdır. 

“Eğitimde çağdaşlık” denildiği zaman da, eğitim ve öğretimin bilimsel olması anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 

a. Peşin hükümlerden sıyrılmak, 
b. Araştırıcı ve yaratıcı beyin gücüne sahip olmak, 
c. Üretimi artırıcı bilgilere ulaşmak, 
d. Düşünen, fi kir yürüten; fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür kuşaklar yetiştirmek. 
e. Ders araç ve gereçlerine teknolojik gelişmelere uymak. 

Millîlik ve çağdaşlık (Batıcılık değil) ilkelerinden kademe kademe sapıldığı için bugünkü menfi noktaya gelinmiştir. 

Temel yanlışlık, ülke içindeki ve dışındaki ihanet odaklarının etkisiyle, Türk milliyetçiliğinin etkisizleştirilmesidir. 

Bu hareket Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlatıldı. Türk milliyetçiliğinin karşısına Batı tipi hümanizm, Türk kültürünün karşısına da Yunan-Roma kültürü 
konuldu. Türklük sevgisi şovenizm sayılıp kötülendi. Batı sevgisi ilericilik sayılıp övüldü. Türk insanı kendi yüksek kültür ve medeniyetinden habersiz bırakıldığı için Batı karşısında ezik ve mahkûm bırakıldı. Ne yazık ki bu yanlış 
politika günümüzde de devam ediyor: 

1. Türk tarihini karalama kampanyaları siyasî iktidardan destek buluyor. “Türkler bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü katletti.” diyen Orhan Pamuk’a ve yine Ermeni iddialarını destekleyen Elif Şafak’a arka çıkılıyor. 
2. Okullarda “yabancı dille eğitim ve öğretim”e destek sürdürülüyor. 
3. İş yerlerine yabancı adlar verilmesi faciasına göz yumuluyor. 
4. “Türk kimliği” yerine “Türkiyelilik kimliği” savunuluyor. 
5. Avrupa Birliği’ne uymak amacıyla eğitim ve öğretimde sık sık yapılan değişiklikler, yeni olumsuzluklara yol açıyor. 

Küreselleşmenin kötü etkisini iliklerine kadar hisseden Türk gençliğinin millî ve manevî değerlerle silahlandırıp korunması gerekiyor. Ancak bunu kim yapacak? Bugün için okul da aile de bunu yeterince yapamıyor. Ailenin çabası, okulun gayreti yetmiyor. Çaba ve gayretler bir televizyon programında veya sinsi bir internet sitesinde sonlanabiliyor. Yine de gençliğimizi suçlayamayız. Onlara ne 
verdik ki… 

Türk gençliği, Dede Korkut hikâyelerinde anlatılan iyilik, cömertlik, mertlik, cesaret ve bilgelik timsali alpları tanısaydı; Ahmet Yesevî’yi, Hacı Bektaş veli’yi, Yunus Emre’yi kavrayıp “sevgi”ye ulaşabilseydi; Yakup Kadri’nin, Peyami Safa’nın nesirlerindeki Türk dili zevkini tadabilseydi ne yönünü Batı’ya çevirir ne de kendisine yabancı kahramanlar arardı. Gençlik ne yapsın? Kimi örnek alsın? Şaibeli ihaleler, banka hortumcuları, yolsuzluk haberleri, ahlak dışı ilişkiler, haram paralarla yaşanan çok renkli hayatlar… Gençliğin bunlardan etkilenmemesi mümkün değil. 

Gençlik sahipsiz ise Türk milletinin geleceği yoktur. Eğitimciler kolları sıvayın! Tozlu rafl arda kalmış kitaplarınızı indirin ve Millî Eğitim Temel Kanunu’nun birinci maddesini tekrar tekrar okuyun. Ne kadar başarılısınız, notunuzu 
kendiniz veriniz. Ve lütfen düşününüz! Yunan ordusunu Sakarya’ya dayandığı o çok zor günlerde 16 Temmuz 1921’de Mustafa Kemal’in Ankara’da “Maarif Kongresi”ni toplamasının sebebi ve anlamı neydi? “Cumhurbaşkanı olmasaydınız 
ne olmak isterdiniz?” sorusuna yine o büyük insanın verdiği şu cevabı da, ne olur unutmayalım: “Millî Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim.” 

Türk milleti için en büyük ve ana davanın “ Millî Eğitim Davası ” olduğu Ulu Önder tarafından ne kadar açık anlatılmış. 

***