6 Aralık 2014 Cumartesi

Yolsuzluktan 'Darbe' çıkaran 'Yeni Türkiye'.,


Yolsuzluktan 'Darbe' çıkaran 'Yeni Türkiye'.,




08 Eylül 2014
Büşra Erdal




Polislere yönelik operasyonların üçüncüsü diğerlerinden farklı oldu. Aylardır medyada dile getirilen “darbe” suçlaması, yargı eliyle resmî kayıtlara sokuldu. Kamuoyu, bu iddiaları haklı kılacak delil istiyor ama iktidar ve medyası çarpıtma bilgiler dışında bir şey ileri süremiyor.
Hükümetin başlattığı 21. yüzyıl modeli cadı avı, yargı mensuplarının eliyle hız kesmeden devam ediyor. 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarından sonra AKP hükümeti tarafından başlatılan yeni süreçte, polislere yönelik üçüncü operasyon yapıldı. Soruşturmalarda görev yapan polisler tutuklandı. Eski Mali Şube Müdürü Yakup Saygılı’nın da aralarında bulunduğu 33 polisten 8’i “darbe teşebbüsü” ile suçlanıyor. Bu şekilde, 22 Temmuz 2014’te başlayan operasyonlar kapsamında toplam 52 polis tutuklanmış oldu. Bu arada operasyonların kurgu olduğunu gösteren ilginç bir görüntü de ortaya çıktı. Öyle bir operasyon projesi hazırlanmış ki sanki Türk Ceza Kanunu’ndaki (TCK) suçlar bilerek polisler arasında paylaştırılmış. Buna göre, ilk olarak eski istihbarat şube amirleri Ali Fuat Yılmazer ve Erol Demirhan, “örgüt kurmak ve yönetmek”; Yurt Atayün’ün de aralarında bulunduğu terör şube polisleri “casusluk”; son olarak mali şube polisleri de “darbe teşebbüsü” iddiasıyla tutuklu. Ortada hukuki olarak sürülmüş deliller yok ama medya eliyle ortaya atılan ve her seferinde tekziple yalanlanan iddialar, yargı eliyle adım adım hayata geçiriliyor.
Polislere yönelik operasyonların üçüncüsü diğerlerinden farklı oldu. Aylardır medyada dile getirilen “darbe” suçlaması, yargı eliyle resmî kayıtlara geçirildi. Daha önce ileri sürülen “örgüt kurmak, yönetmek”, “casusluk” ve son olarak “darbe teşebbüsü” gibi çok ciddi suç iddialarını gündeme getirmek için gerek duyulması gereken şey “suç şüphesini haklı çıkaracak deliller”.  Kamuoyu, delil istiyor ama iktidar ve medyası çarpıtma bilgiler dışında bir şey ileri sürmüyor. İktidar tarafından seçilmiş yargı mensupları da suç delili varmış gibi polislere operasyon yapıyor.
Polislere yalan haberler soruldu
İlk olarak, “örgüt” iddiasının ispatı için sadece mahkeme kararı ile yapılan adli ya da istihbarî dinlemeler gösterildi. Bu dinlemeler, görev kapsamında belli bir suç ihbarı ve ihtimali sonucu mu yapılmış yoksa kasten birilerinin özel hayatına müdahale olarak hukuk dışı bir eylem olarak mı? Bunu anlamak için polislere sorgularda yöneltilen sorulara bakmak yeterli. “DHKP-C ile irtibatlı olduğu iddia edilen polisi niye dinledin?” diye bir soru var mesela. Bir de Star ve Yeni Şafak’ın “7 bin kişi dinlendi” manşeti vardı, daha sonra bizzat İstanbul başsavcısı ve yine havuz gazeteleri tarafından yalanlanarak 242 kişinin mahkeme kararıyla dinlendiği ortaya çıkmıştı. İşte bu yalan ve kurgu haberler polislere soruldu. Başbakanın niye dinlendiği soruldu ki gerçekte başbakan dinlenmemiş, sadece hakkında dinleme kararı olan kişilerle görüştüğü için dinlemeye takılmıştı. İşte, bu sorulardan örgüt çıkarılmaya çalışılmakta. Hem kanuna göre bir örgüt en az 3 kişiden oluşuyorsa, iki istihbarat müdüründen nasıl örgüt çıkarılacağı yine özel seçilmiş yargı mensuplarının özel becerilerine bağlı. Yoksa kanun ve hukuk açısından mümkün değil.
‘Casusluk’ iddiası ise daha farklı bir tartışmayı getiriyor. Selam ve Tevhid soruşturmasında dinlemeye takılan zamanın başbakanı Erdoğan üzerinden bu suçlama inşa ediliyor. Erdoğan’ın ses kayıtlarının çözümü ortada yok. Sadece bir hükümet gazetesinde kısa bir konuşma yayımlandı; ama onun da kaynağı nedir bilinmiyor. Casusluk suçunda, casusluk yapılan ülkenin tespit edilmesi kanuni zorunluluk. Polislere operasyonda ise böyle bir tespit hiç yok. Hangi konuşmalar hangi ülkeye ya da ülkelere servis edilmiş? Ortada casusluk iddiasını ispatlayacak ne bir konuşma ne de casusluk yapılan ülke var. İkisi de yok ancak hayalî ve tahminî bir suçlama ile polisler tutuklanıyor.
Üçüncü olarak, polislere yönelik operasyonlarda “darbe teşebbüsü” suçlaması aşamasına geçildi. Selam Tevhid Örgütü soruşturmasına verilen takipsizlik kararı nasıl polislere “casusluk” suçlaması gerekçesi olduysa, bu kez de 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında aynısı yapıldı. 25 Aralık yolsuzluk soruşturmasına 25 Temmuz 2014’te verilen takipsizlik kararında, polislerin bu soruşturma ile hükümeti yıkmaya teşebbüs ettiği iddia edildi. Ancak ne hikmetse, 25 Temmuz’da verilen takipsizlik 40 gün saklanarak mali şube polislerine operasyon yapıldığı 1 Eylül günü İstanbul Başsavcılığı’nca kamuoyuna açıklandı. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi yolsuzluk  gündemi tartışılmasın diye gerçekleşen erteleme de polislerin nasıl bir algı operasyonu eşliğinde infaz edildiğini gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da aralarında bulunduğu 96 şüpheli hakkında verilen takipsizlik kararında, yolsuzluk soruşturmasının “darbe teşebbüsü” olduğu iddia edilerek soruşturma başlatılması için İstanbul Başsavcılığı’na bildirilmesine karar verildiği yazıyor. Madem “darbe teşebbüsü” suçlama, o hâlde deliller ne diyerek dosyaya bakmak icap ediyor. 141 sayfanın yaklaşık 60’ında mali şube polislerinin tespit ettiği, başlarında Yasin El Kadı, Latif Topbaş, Bilal Erdoğan, Binali Yıldırım ve Cemal Kalyoncu’nun bulunduğu iddia edilen 5 ayrı gruptan oluşan örgütün, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, imar usulsüzlükleri gibi onlarca eylemi sayılıyor. Yani kararın yarısı, polislerin mahkeme kararı ile tespit ettiği suç eylemleri. Darbe teşebbüsü yapanlar, bunu kanuna göre suç olan eylemleri tespit ederek yapmış. Böyle bir isnadın, hukuk mantığında yeri yok.
Kamuoyu nasıl ikna olabilir?
Ayrıca kararda, yolsuzluk soruşturması hukuk tekniği açısından da ele alınırken tuhaf tespitlere yer verilmiş. Mesela, soruşturmanın o zaman yürürlükte olan Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 250’nci madde ile görevli savcılık ve mahkeme kararlarıyla başlatılmasının kanuna aykırı olduğu iddia ediliyor. Hâlbuki geçmiş örneklerine baktığımızda, örgütlü bir yapı çerçevesinde ihaleye fesat karıştırma suçu CMK 250 ile görevli mahkemelerin görev alanında. Ve buna örnek olarak geçmişte birçok yargılama yapılmış. Takipsizlik kararının altına imza atan savcılar, bu gerçeği bilmiyor olamaz herhâlde. Bunun yanında, ek dinleme kararı alınırken arada bir ya da iki gün boşluk kalmasını da kanuna aykırı gören savcıların, dinleme kararının süresi bittikten sonra yeni bir mahkeme kararı almak için 1 ya da 2 gün geçeceğini bilmeyecek kadar yargı pratiğinden uzak olmaması gerekir.
Takipsizlik kararının son 30 sayfası ise yaklaşık 60 sayfa delilleri sayılan yolsuzluk soruşturmasının aslında bir “darbe teşebbüsü” olduğuna ikna etmek için ayrılmış. İlk argüman ise mali şube biriminde kullanılan bilgisayarlarda silinmiş evrakların geri getirildiği ve bazı taslaklarda “dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan”, “örgüt lideri dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan” yazdığı iddiası. İkinci delil ise mali şube polislerinin kendi aralarında kullandığı iddia edilen “malispark” isimli programdaki yazışmalar. Bu yazışmalar içinde “bütün kabineyi burada toplayacağız”, yurtdışından gelecek bir “abi” gibi konuşmalar olduğu ileri sürülüyor. 17 Aralık’tan sonra bütün polislerin görevlerinden alınıp yeni atanan emniyet müdürü Selami Altınok’un başbakanın uçağıyla İstanbul’a getirildiği göz önüne alındığında, emniyetteki bilgisayarlardan elde edildiği iddia edilen bu deliller nasıl güvenilir olabilir. Savcının operasyon talimatını yerine getirmeyip doğrudan hakkında rüşvet iddiaları bulunan içişleri bakanının dediğini yapan emniyet müdürleri ortadayken, adli kolluk yönetmeliği değiştirilmiş, yargıya son hızla müdahale edilmişken, mali şube bilgisayarlarından bu verilerin çıktığına kamuoyu nasıl ikna olabilir? Buna ilişkin teknik rapor var mı, varsa ne kadar hukuki? Hepsi tartışmalı. Kaldı ki eski Mali Şube Müdürü Yakup Saygılı savunmasında, savcıya verilen resmî fezlekede “dönemin başbakanı” yazmadığını, kendisinin asla böyle bir ifade kullanmadığını söylüyor. Savcılığa giden asıl fezleke ortadayken, bu şekilde bir iddia var olan “darbe” iddiasını sulandırmaktan öteye gitmiyor. Saygılı ayrıca, mali şube bünyesinde “malispark” isimli program kullanmadıklarının da altını çiziyor.
Darbe teşebbüsüne dair üçüncü iddia da “Gizli tanık Fatih” isimli bir polisin ifadesi. Gizli tanık Fatih, bir şüpheli için “Zaman gazetesine aboneyse çıkartalım” dendiğini ancak abone olmadığı ortaya çıkınca şüpheli olarak bırakıldığını söylüyor ki evlere şenlik bir iddia. Sonuç olarak, “darbe teşebbüsü” diye ağır bir suçlama ortaya atacaksın ve gösterilen deliller ise bu üç iddiadan ibaret olacak. Gerçekten, hiçbir darbe teşebbüsü dosyası bu kadar gayriciddi olmamıştı.
Bu suçlamanın kanuni boyutuna bakacak olursak, TCK 312’de düzenlenen darbe teşebbüsü suçu için “Cebir ve şiddet” şartı getiriliyor. “Cebir”den kasıt, failin amacına ulaşmak için kullanabileceği meşru olmayan yöntemler. Yani, silah gücü ve hukuk dışı yöntemler olması lazım. Yolsuzluk soruşturmasına bakıldığında, bütün işlemler temel olarak yasal çerçevede sürmüş. Ortada devasa yolsuzluk iddiaları, telefon konuşmaları var. Telefon konuşmalarını zorlama ve çarpıtma tespitlerle delil olmaktan çıkartarak yolsuzluk soruşturmasını darbe teşebbüsüne çevirmek hukuk açısından mümkün olmaz. Ancak başka bir irade lazım. Yoksa hukuk somut olaylara, delillere bakar. Kanaat ya da tahmine bakmaz. Ama bizim ülkemizde, siyasiler, hissediyor, kanaat getiriyor ya da tahmin ediyor. Seçilmiş hâkim ve savcılar da bunlara hukuki kılıf bulmaya uğraşıyor.
Bir yargı metninde açık açık yalan yazılmış. Ahmet Hakan Coşkun’un iletişiminin tespit edildiği yazıyor; ama işin gerçeği, Coşkun hakkında dinleme kararı olan biriyle yaptığı ve suç içermeyen tek bir telefon görüşmesi var. Zaten ne şüpheli ne de mağdur. Ama 17 Aralık’tan sonraki süreçte bilerek şov, göz boyama ve belki de korkutma amaçlı, Coşkun’un savcılığa çağrılıp ifade vermesi sağlandı. Medya üzerinden bizzat en üst düzey devlet yöneticileri tarafından ve bizzat medya mensupları tarafından algı operasyonu, korkunç derecede kara propaganda yapıldığı bir gerçek. Ama şimdi bunu aşan bir durum oldu, artık bizzat savcılık belgelerinde çarpıtılmış bilgilere yer veriliyor. Gerçeği çok kolay anlaşılabileceği hâlde, özel tercih edilmiş hâkim ve savcılar, bu çarpıtılmış bilgiler içeren belgelere imza atarak “hukuki” çerçeve kazandırıyor. Ama bu dosyalar hep aynı hâkimlerin önünde kalmayacak, bir gün hukuk perspektifli gerçek hukukçuların önüne geldiğinde, lime lime dökülecek.
_______________________
Tarih, oğlumu ve arkadaşlarını altın harflerle yazacak



 Ayşe Korkmaz (Tutuklanan polislerden Hüseyin Korkmaz’ın annesi): 17 ve 25 Aralık’taki rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu soruşturan emniyet personeline yönelik gözaltılarda mahkemeye sevk edilen 12 polisten 5’i tutuklandı. Eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Şube Müdürü Yakup Saygılı ile birlikte Kazım Aksoy, Hüseyin Korkmaz, Mustafa Demirhan ve Arif İbiş, delilsiz gerekçeler gösterilerek darbeye teşebbüs suçlamasıyla cezaevine gönderildi. Hüseyin Korkmaz’ın annesi Ayşe Korkmaz’ın adliye önünde söyledikleri herkesi duygulandırdı: “Ben çocuğumu 15 yaşında asker ettim. Bu yaptığı operasyon, dünyada bile görülmemiş bir yolsuzluğun operasyonuydu. Ama ödülü hapis oldu. Olsun, girsin oğlum. Yusuflar da hapse girdi. Yusuflar hapse girsin ki Züleyhalar görsün, gerçeği görsün. Allah izan versin herkese. Oğlum, polis akademisini bu vatana, bu millete hizmet etmek için seçti. Vatanına ihanet etmez. Tarih, bu isimleri altın harflerle yazacak. Çok şükür ben öyle birinin annesiyim. Buraya başımız dik geldik, dik gideceğiz. Ne kadar ağzını kapatmaya çalışsalar da yine de susturamazlar onu. Kafası kadar yüreği vardır oğlumun. Kor gibi imanı var. Allah’a dayanmak zorunda. Paralarla, kasalarla oynatmadım onu, ben onu Allah sevgisiyle büyüttüm. Şu an suç işleyenlerin davaları da görülecek elbet bir gün. Bakalım onlar o zaman dik durabilecekler mi?” 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder