6 Aralık 2014 Cumartesi

Sessiz kalmalarını anlıyorum., 1




Sessiz kalmalarını anlıyorum..,1




03 Kasım 2014


Sessiz kalmalarını anlıyorum


Hakan Şükür, 16 Aralık 2013’te istifa ettiği Akp’deki sessizliğin sebeplerini anlattı: “Yaşadığım o kadar çok şey var ki bakanlarla, milletvekilleriyle. Aslında bugünleri işaret eden şeylerdi. Yolsuzluklarla ilgili uyarıların olduğu Mit Raporu içten içe kulaklarına fısıldanmıştı. Bir korku salınmıştı.”
Ona, AKP saflarına katıldığı için de hain diyenler oldu, AKP’den istifa ettiği için de... 1990’larda ‘F tipi’ diye manşet atan gazeteler vardı, bugün de... Bir sabah evden Futbol Federasyonu Başkanı olmak niyetiyle çıktı. Gece milletvekili adayı olarak döndü. Siyaset ona çok şey öğretti. Dershane tartışmalarının olduğu günlerde fikir ayrılığına düştüğü AKP’den 16 Aralık’ta istifa etti. Yani 17 Aralık’tan bir gün önce. Üstelik Spor Bakanlığı gibi bir makamı elinin tersiyle iterek… Haliyle ‘tuzluk’, ‘hain’ damgaları yedi. O ise ‘Dün neredeysem bugün de oradayım’ diyor. Dün de hakkı savunduğu için oklar yağıyordu üzerine, bugün de... Kendisiyle siyaseti, AKP’nin iç yapısını, istifa sebeplerini, 17 Aralık’ı, Hizmet Hareketi’ni ve biraz da futbolu konuştuk.
-Siyasete girmeye nasıl ikna oldunuz? Sizi kim ikna etti?
Teklif 2011 öncesinde başlıyor. Bir önceki yerel seçimlerde AK Parti İstanbul İl Başkanı, Başbakan’ın beni İstanbul’un bir ilçesinden belediye başkanı adayı olarak göstermek istediğini iletti. Kazanamadıkları, kazanmak istedikleri bir yerden... Futbolu yeni bıraktığım dönemlerdi ama benim geleceğe dair başka planlarım vardı. Bunu onlara da ifade ettim.
-Neydi bu planlarınız?
Bir akademi kurmaktı fikrim. Bu istemeyiş biraz üzdü karşı tarafı.
-Ona birazdan döneriz. 2011’e gelirsek…
2011 seçimleri öncesi Türk futboluna dair birtakım projelerim Futbol Federasyonu ile ilgili yeni yapılanma ve tıkanma emareleri gösteren futbolumuza dair çözüm önerilerim vardı. Bunları Başbakan’a sunmak için kendisinden bir randevu istedim. ‘Size döneceğiz’ dediler. Sonra bir vesileyle gittim, Başbakanlık’ta konuştuk. Fikirlerimi ilettim. Henüz ortada 3 Temmuz süreci yoktu. Bana “Süreç biraz sıkıntılı. Hizmet’e yakınsın. Burada rahat bırakmazlar, ortalık biraz karışık.” dedi. Ve teklifimi düşünüp konuyla ilgili yakın çevresi ile istişare edeceğini ve Göksel Gümüşdağ’a soracağını söyledi.
-Aslında bu nazikçe ‘hayır’ demek değil mi?
Evet, bu tavır beni biraz da üzmedi değil. Hatta bu üzüntümü kendisine de ifade ettim.
-Başbakan geri dönüş yaptı mı?
Hiç unutmuyorum, 26 Şubat’tı (2011). Başbakan’ın da yaş günüydü. “Seni Dolmabahçe’de bekliyor” diye haber geldi. Ben evden federasyon ile ilgili bir cevap alacağım duygusuyla çıktım. Saat 13.00’te randevum vardı. O zaman yakın koruması Zeki Bey bana haber veriyordu; ‘Çıkıyoruz’, ‘Makama geliyoruz’ gibi. Tam o sırada Ahmet Davutoğlu geldi. Saat 14.30… “Yoğunsa sonra geleyim.” dedim. Başbakan ‘beklesin’ demiş. Bekledik. Saat 20.30 gibi Four Seasons Otel’de buluştuk. Aslında benim kafamdaki gündem ile kendisinin gündemi aynı değilmiş. Konuşma ilerledikçe fark ettim. Sayın Başbakan; “Biliyorum, düşünmüyorsun” diye söze girdi. “Biz bugüne kadar iki seçim kazandık ama 2011 bizim için çok önemli.” 2002’de Fethullah Gülen ile ilgili verdiğim ifadeyi kastederek, “Sen de bedel ödedin, 2002’de DGM’de ifade verdin. Bize yakışan birisin, değerlerimiz örtüşüyor.” dedi. Benim partiye çok büyük katkı sağlayacağımı düşündüğünü söyledi. Başbakan ikna gücü yüksek birisi. İbrahim Kutluay’a da böyle teklif götürdüklerini anlattı. “Sayın Başbakanım. Hiç düşünmedim böyle bir şeyi, bana biraz zor geliyor.” deyince “İhtiyaç var.” diyerek âdeta manevi bir baskı oluşturdu. Açıkçası o gün söyledikleri bana samimi gelmişti. Sonuçta şu cümlemle konuşma bitti: “Siz nasıl isterseniz öyle olsun.”
Ben teklifi kabul edince çok memnun oldu. O sevinç ifadesini kelimelerle anlatmam çok zor. Hakikaten iyi giden bir siyasi oluşuma katkı sağlamak için kabul ettim.
-Bir sürü mitingine katıldınız. Kitle önünde Başbakan’ın size aşırı teveccühü söz konusuydu. Popülaritenizden yararlanıldı değil mi?
Bugün için kanaatim öyle. O dönem ülkeme katkı sağlayabilmenin heyecanıyla işin bu yönünü açıkçası hiç düşünmedim. Türkiye’nin tanıdığı, bildiği başarılı bir spor geçmişi, temsili de iyi olan biriydim. Siyaset ile futbolun benzerliklerini görme fırsatı yakaladığım anlar oldu. Ön planda gitmek, bir partiye katkı sağlıyor olmak, gençlere rol model olmak; çok kişiyi etkilediğimi söyleyebilirim. AKP çizgisinde olmayan insanların AKP’ye oy atıp fotoğrafını da çekerek bana gönderdiklerine şahit oldum. Bunu partideki insanlar da memnuniyetle karşılıyordu. Bu doğaldı. Zira insanların bize bakışı farklıydı. Birçok ile götürdüler beni.
-Ve bugün…
Görüyorsunuz. Kurt politikacılar çıkıp rahatlıkla siyasetin bir ‘ütme sanatı’ olduğunu söyleyebiliyor. Ve kullanılmışlık hissi ile beraber yorgunluk, ailenizi ihmal etmişlik ve kırgınlık kalıyor geriye.
-Kalabalıklara alışmış birisiniz. Siyaset ile spor kalabalıkları arasında karşılaştırma yapacak olsanız…
Sporda hazır bir kitle var ve sportif kabiliyetinize göre takdir görüyorsunuz. Siyaset ise baştan aşağı bir algı kurgusu. Kalabalığı toplamak, coşturmak, yön vermek başka bir profesyonellik gerektiriyor. Açıkçası benim uzak ve yabancısı olduğum bir pozisyon. Siyaset bir tür cambazlık sanatı.  Aktör bir şeyle uğraşırken kalabalığın ilgi odağını kaydırabildiği nispette başarılı olunuyor.
-Miting gezilerinde en çok hangi olay etkiledi sizi?
Birçok vekil, üst düzey yetkili arıyordu, şuraya beraber gidelim, sen de bizim yanımızda ol diye. Manisa’dan da böyle bir davet aldık. Hakan Şükür gelecek diye ilin merkezinde duyurular yapılmıştı. Esnafı dolaşacaktık. Bir nargile kafede otururken çok şiddetli bir yağmur başladı. Mitingi iptal edelim sesleri çıktı. Ben dedim ki “Çıkalım, insanlar buraya kadar gelmiş. Herkes bizi bekliyor.” Tezahüratlar, büyük bir kalabalık oluşmuştu. Ama yağmurdan üzerimdeki keten takım sırılsıklam oldu. Herkes bize ulaşmaya çalışıyor. Bizim insanımız güzel insan. Onu karşılıksız bırakmamak, kandırmamak lazım. İlgiyi, alakayı herkese göstermeye çalıştım bu duyguyla. Takım elbise üzerime yapıştı. Yanımdaki arkadaşlardan birine “Bir mağazadan tişört alın da üzerimi değiştireyim.” dedim. Orada çok kötü bir şey yaşadım. Bunu da Sayın Başbakan’a anlattım daha sonra. Orada rastgele bir telefon dükkânına girdik. İçeride iki kişi vardı. Dükkân sahibine elimi uzattım. Biraz soğuk tokalaşma oldu. Diğer arkadaşa da uzattım. Elimi almadı. Ben “Merhaba, nasılsınız?” dedim. “Çek o pis elini!” dedi. “Anlamadım.” dedim. Şoke oldum tabii. “Ben, hainlerle beraber olanın elini tutmam.” dedi. “Hain kim?” dedim. Biraz gerildi ortam. Tadım kaçtı. Ben böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştım daha önce. Bugün aynı kişiyi bulup şu anki fikrini sormak isterdim.
-Neden?
Dün AK Parti’ye girdiğim için hain diyorlardı, bugün ayrıldığım için...
-Size göre Erdoğan’ın kitleleri bu kadar etkilemesinin sebebi nedir?
Bir kere ben şunu gördüm. Belli bir metne bağlı gidiyor. Müthiş bir hitabeti ve retoriği var. Ama baş başa kaldığımızda aynı etkiyi hiç almadım. Çünkü beklentisi olmayan bir insanın makam sahibi bir insanla konuşma biçimi, beklentileri olan birine göre farklı olur.
-Ama kitleleri etkilediği de bir gerçek.
Halkımızı takip etmek zorunda bıraktıkları, kendi parti bülteni gibi kullanmaya çalıştıkları, oraya kanalize ettikleri bir medya ortamı da var. Rakipleri itibarsızlaştırma, kararsızları çekme noktasında medya çok etkili şu an. Bunları bugün görüyoruz ama o gün de kısmen parti içinde, Meclis’te otururken, muhalefet konuşurken, “Bunda da haklılar”, “Bu kadar da değil” gibi dediğimiz çok oldu. Ama parti içi disiplin diye bir şey var. Yanlışı görüyorsunuz ama ses çıkartmıyorsunuz. Bugün Müslümanların birbiriyle kavga ettiği bir ortam var. İslam’ın içerisinde olmayan birçok şey meşru görülüyor. Bu durumu biz parti içinde de eleştiriyorduk. Kendi içimizde yaptığımız toplantılarda, varsa şikâyetiniz söyleyin deniyordu. Ama birçok arkadaş, ‘başımıza iş açarız’ diye sessiz kalıyordu. Yaşadığım o kadar çok şey var ki bakanlarla, milletvekilleriyle. Aslında bugünleri işaret eden şeylerdi. Bir endişe, bir korku vardı. Demek ki Sayın Başbakan’ın bildiği, hani o yolsuzluklarla ilgili uyarıların olduğu MİT raporu içten içe kulaklarına fısıldanmıştı. Bir korku salınmıştı. Bu korkuyla beraber içeride kalmaktan başka şansları olmayan insanlar topluluğu oluşturulmuş gibi geldi bana. Son süreçte bunu düşünmeye başladım. Baktığınız zaman ‘Yahu nasıl oluyor, buna niye bir şey söyleyemiyor?’ dediğiniz insanların niye diyemediklerini görme fırsatını da yakalamış oluyorsunuz. “Fırat’ın yanında bir kuzu kaybolsa bunun sorumluluğu bendedir.” diyen bir anlayışın, bugün yaptıklarına bakın. Yani “Gerekiyorsa cadı avı yapacağız.” açıklamasını en ön sırada izleyip avuçları patlayana kadar alkışlayan insanları görmek, ‘geçmişte bunları söyledik, bunlar düzgün insanlar ama bugün düştüğümüz durum maalesef bize bunu da alkışlatıyor’ diyen bir anlayışa evrilmeleri inanın çok üzücü. Bunları görünce doğru yerde olduğunuzu anlıyorsunuz. Muhakeme duygusunu kaybeden bir yapıya doğru gidiyoruz. Hissizleşmişlik veya biat etmişlik, sonuna kadar bağlanmışlık -Allah korusun- ülkemize zarar verecek boyuta gidiyor.
-Halen görüştükleriniz var mı?
Evet. Parti içinde çok değerli dostlarım var. Onlarla bir kopma yaşamadım. Ama birçoğu selam vermekten çekiniyor. Hatırlayın grup toplantısında “Bunlara selam bile vermeyeceksiniz!” diye bir talimatı oldu Sayın Başbakan’ın. Hani diyorlar ya ‘Talimatla geldi, talimatla gitti’... Talimatla kim hareket ediyor, kim iradesinin dışında, kim tuzluk ben onu insanların yorumuna bırakıyorum. Parti iç disiplini kisvesine bürünmüş böyle bir yapı var. O açıdan bize birçok farklı şey söyleyebilir. ‘Metni Hakan Şükür yazmadı’ dediler. Banka müdürünün evindeki ayakkabı kutusundan çıkan paranın benim kardeşim tarafından konulduğunu söylediler. Bunu söylediler, banka müdürüne takipsizlik verdiler ama para hâlâ bize gelmedi (gülüyor)!
-17 Aralık öncesi dershane tartışmaları yaşandı. Size göre dönemin başbakanı durduk yere Hizmet Hareketi’nin üzerine niçin gitti?
Durduk yere olduğunu düşünmüyorum. Bunların ortadan kaldırılması, bunların tartışılır duruma gelmesi için büyük bir çalışma olduğunu görüyorum. Ben Tayyip Bey’i uzun vadede etrafında çok farklı oluşumlar oluşması için bu duruma getirdiklerini düşünüyorum. O böyle mi düşünüyordur, ‘Artık bunu anladım ama iş işten geçti’ mi der onu bilmiyorum.
-Siz bu dershane tartışmalarının çıktığı dönemde istifa ettiniz.
O, bardağı taşıran damlaydı. Ben partinin içine girdikten, yaşadığım birçok konudan sonra istifa etmeyi çok düşünmüştüm.
-Dershane tartışmaları öncesi mi?
Evet.
-Ama sizin için ‘talimatla geldi, talimatla gitti’ dedi Mehmet Ali Şahin.
Ucuz siyaset yapıyorlar. Bir yere bağlayıp bir yere vurmak, sizin üzerinizden koca bir hareketi zor duruma düşürmek istiyorlar. Futbolun sıkıntıları ve çözümleri için gittiğim yerden milletvekili adayı olarak çıktım. Doğruyu, olayın nasıl cereyan ettiğini kendileri gibi bana bu teklifi yapan da biliyor. Ben biliyorum, Allah biliyor...
-İstifa etmeden önce Fethullah Gülen’le görüşüp onun telkini ile ayrıldığınız söylendi…
Tamamen uydurma. Hatta tam tersi, dershane tartışmalarından önce birçok kez istifa etmek istedim. Ama kalmaya zorlayan kişi Hocaefendi’ydi. “Onlar bizim kardeşimiz, siz çıkarsanız, şimdi yanlış anlaşılır. Türkiye’de çok güzel şeyler oldu. Yani sizin girişiniz nasıl bir olaysa, çıkışınız, sebebi ne olursa olsun, farklı dedikoduları beraberinde getirir, zarar verir.” gibilerinden telkinlerde bulundu. Hani ben girerken sormuş olsaydım, belki de bana ‘girme’ diyecekti, bilmiyorum. Girerken de sorma imkânım olmamıştı.
-Gezi olaylarındaki sessizliğiniz de eleştirildi.
Bize “Kabataş’ta böyle bir şey oldu” dendi. Öyle bir ekip var ki içeride, ya böyle böyle yapılmış, bir dedikodu merkezi çalışıyor. Sen de halk gibi ‘Nasıl böyle bir şey olabilir?’ diyorsun. ‘Yaa, bunu da mı yapmışlar?’ konumundasınız. Ama bunların yalan olduğu bugün ortaya çıkıyor. O gün ortaya hiçbir şey çıkmamış. Siz bu etkileşimler içerisinde en azından sessiz kalmayı, kaçmayı, bir şey söylememeyi seçiyorsunuz. Çünkü dostlarınız gitmiş Gezi’de eylem yapıyor. Ama bu ortamları kullanan marjinal gruplar da oluşmuş. Onları da bilinçli bir şekilde belki Taksim’deki kalabalıkların arasına katmış olabilirler. Bugün sakin şekilde düşündüğümüz zaman bütün bu olayları partideki kemikleşmeyi sağlamak için yapılmış bir kurgu olarak bile düşünebiliriz. Ama olaylar yaşanırken kolay değil Gezi’nin arkasında durmak. Ama o günkü suskunluğumuz için eleştiriliyorsak bu eleştiriyi de başımızın üzerine koyarız. Evet, insanlar ‘O zaman konuşsaydın, bize niye destek olmadın’ diyor ama içinde olmayan insan bunu anlayamaz. Ben şu an yaşananlarla ilgili olarak da halka kesinlikle bir şey demiyorum. Çünkü müthiş bir algı operasyonu var.
-İdris Naim Şahin bir oligarşik yapıdan bahsetti. Siz bu yapıyı hissettiniz mi?
Belli bir his vardı ama ben onu konumlandırıp anlamlandıramamıştım. Herhalde bunu yapabilmek için yakın ve birebir yaşamak gerekiyor. Eskiden kolaylıkla ulaşıp bir şeyler paylaşabildiğimiz Başbakan’ın etrafına adeta görünmez bir duvar örülmüş durumdaydı. Ulaşabilmek için büyük kalkanları geçmek zorundaydınız. Uyarmak, söylemek, fikirlerinizi anlatmak çok güç artık. Sanırım İdris Bey’in kastettiği yapı bu. Aslında bugünkü pek çok meselenin kökeninde de aynı sıkıntı var gibi. Bir yerleri ele geçirme düşünceleri, F.Bahçe mesela, ses kayıtlarında çıktı. Böyle onlarca, yüzlerce başlık var.
-Milletvekilliğinin hiç mi önemi yok?
Görünürde var gibi. Açıkçası bana uymayan ve yaşadığımda hayal kırıklığına uğradığım bir fonksiyon söz konusu. Bir konudaki fikrinizi önceden öğreniyorlar, test etmek için size birilerini gönderiyorlar, eğer düşündükleriniz işlerine hiç gelmiyorsa o konuda kamuoyu önünde hiç fikrinizi sormuyorlar. Ama onlar gibi düşünürseniz, isminizi kullanarak ‘Hakan da böyle düşünüyor’ diyorlar. Beni rahatsız eden bu yapı. Kaldı ki Meclis’e gidip 15 saat oturan adam hiç olmadım.
-Kullanılmaya çalışıldığınız anlar hiç olmadı mı?
Oldu. Şike sürecinde cezaların düşürülmesi meselesi. Evet, cezalar fazlaydı. Ama olaylar patlayınca düşürülmeye çalışılmasını onaylamadım. Yasa görüşülürken atlayıp İstanbul’a geldim. Partiden çok önemli bir yetkili de arkamdan geldi. “Bu yasa ile ilgili Meclis’te sen konuş.” dedi. “Ben hukukçu değilim.” dedim. “Ben yasanın geçmemesini düşünüyorum, siz bana bunun tersini yap diyorsunuz. Yapamam.” dedim. “Böyle mi söyleyelim beyefendiye?” dedi. “Söyleyin.” dedim.
-Tekrar dershane tartışmalarına dönersek, ‘öncesi var’ diyorsunuz. Biraz daha açar mısınız?
Dershanede yapmak istedikleri, çok önceden planladıkları bir şeyin bir kavga sebebi. Kimin planı bilmiyorum. Kendisine dayatılmış, bunları bitireceksiniz denmiş belki. Dershane gerekli. Bunu yapmak isteyenler de bunu biliyor. Anayasa’ya aykırı bir şeyi siz ortaya atıyorsanız, bunun altında başka bir şey aramaya gerek yok. Bu bir kavga sebebi. Bir şey yapmak isterseniz önce onun zeminini oluşturursunuz. Milletvekillerin kulağından, oradan buradan girip böyle böyle bir şey olacak, bunun zeminini hazırlayın falan dersiniz. Öyle bir hazırlık ben sezdim zaten. Ardahan Milletvekili Orhan Atalay’ın dershaneleri KCK ile eşdeğer tutan açıklaması böyle bir hazırlığın ürünüydü bence. Ben Meclis’te kendisine “Daha önce dershaneler ile ilgili olumlu şeyler söylüyordun, şimdi bunu niye söyledin?” diye sordum. Bana yanlış anlaşıldığını, basın toplantısı yapacağını söyledi. Gitti, yine aynı şeyleri söyledi. Demek ki bir plan vardı. Ayrıca bu arkadaşın terörle ilgili son yaşananlardan sonra hâlâ aynı düşünüp düşünmediğini merak da ediyorum. O dönem Fikri Işık komisyon başkanıydı, Nabi Avcı, Hüseyin Çelik hepsiyle konuştum. Dershanelerin bir kavga sebebi olarak çıktığını anlamak geç olmadı. Sosyal medyada bir şey yazmaya başlayınca, gelenler, gidenler parti temsilcileri, “Bak güzel söyledin, ettin, artık bu konuyu kapat, daha fazla büyümesin.” diye beni ikna etmeye çalıştılar. “Yahu” dedim, “Başbakan’a ulaşamıyorum, bari siz söyleyin. Neden böyle bir şey yapılıyor?” Ve o meşhur duvar bu anlarda önümüze çıkıp korkunç bir sessizlik ve tepkisizlik. Bunu sağduyu ile yorumlamak mümkün değil.
..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder