7 Aralık 2014 Pazar

Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (I)




Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (I)
.

“Dünya, perde arkasında olmayanların sandıklarından çok daha farklı şahsiyetler
tarafından yönetilmektedir.”
Disraeli

Prof. Dr. Bayram Bayrakdar




Oryantalist bakış açısıyla icat edilmiş bir terim olan ve 20. yüzyılın başında Yakın Doğu’nun yerine kullanılan Orta Doğu coğrafyasında, Batılılarca “diktatör” olarak anılan tüm Batı karşıtı eski liderler birer birer tasfiye edilirken Arap Baharı’nı sürdürmeye pek hevesli Mısır’da da ilginç ve kanlı olaylar cereyan etmektedir. Halk Devrimini başlattığı algısı yaygın bir kanı olarak öne çıkan Mursi önderliğindeki Müslüman Kardeşler, iktidarı kısa sürede terk etmek zorunda kalmıştır!
General Abdülfettah Sisi’nin Mursi yönetimini devirmesiyle ilgili Türkçe basında,(1) şöyle bir yorum yer aldı;


Arap Baharı’nın en yakından takip edilen ülkesi belki de Mısır’dı. Halk artık her açıdan bunaldığı Mübarek rejimini devirmek için günler boyu Tahrir Meydanı’nı işgal etmiş, dünya da ülkedeki her gelişmeyi canlı yayında izlemişti.
Dünyanın canlı yayında izlenen ilk devriminin ikinci aşamasında ordu geçici olarak yönetimi ele almış ve seçimler sonuçlanana kadar iktidarda kalmıştı; fakat kendisini bir geçiş yönetimi olarak tanımlayan ordu, iktidarı seçimlerin galibi Müslüman Kardeşler’e bırakmadan hemen önce anayasaya sessiz sedasız bir madde koyarak cumhurbaşkanının yetkilerini önemli ölçüde sınırlandırmıştı.
Ordu tarafından ‘dişleri ve tırnakları sökülmüş bir aslan’a dönüştürülen Mursi’nin iktidarı yalnızca 1 yıl sürdü. Mısır ordusu, ‘devrimin kazanımlarını hiçe saydığı’ gerekçesiyle Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi 3 Temmuz’da devirerek, yönetime el koydu.
Ne tür bir bahar olduğunu tam kestiremediğimiz, krallıkları ve şahlıkları ve/veya otoriter yönetimleri tarihsel olarak kanıksamış, genelde tüm Ortadoğu ülkelerinde özelde de Suriye’deki gelişmelerle birlikte Mısır’daki son durumu değerlendirmeye çalışan Türkiye’de, yerel ve ulusal kanallarda kendini uzman olarak tanıtan kişilerce, ya da siyasal erkin fetva aracı hâline gelmiş malûm akademisyenlerce, olaylar ve gelişmelerle ilgili kesinlikle tarafgir, salt lâik-antilâik ekseninde bir açıklamayla çözümleme çabası, bölgesel ve küresel konjonktürden ve elbette coğrafyadan soyutlayarak İsrail ve Amerikasız sorunu açıklamak kabul edilemezdi.
Hele, ‘Amerika bile İHVAN’ın dinciliğini gördü ve onlara desteğini çekti’  türden bayat açıklamalar, topluma saygı duymamak ve onu anlamamak demekti ki, Amerika ve tabii ki Büyük Güçler, yeter ki kendi çıkarına hizmet etsinler her kadroyu ve ülkeyi rahatlıkla kullanmayı alışkanlık hâline getirdikleri bilinmeyen bir özellik değildir. Siz; evangelist-protestan-lâik-görünümlü- Amerikancı küresel çetenin, kimi zaman Türkiye’de ulusal egemenlik ve bağımsızlık ülküsünü unutmuş, mazlum uluslara sırtını dönmüş ve Batı’nın yörüngesine girmiş, sadece lâik olmayı Atatürkçü olmak sanan kesimleri kullanmadığını mı sanıyorsunuz?!
Gerçekten de, Amerika, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün grubunun içinde değil miydi Türkiye? Daha doğrusu Türkiye’yi yönetenler. AKEPE’nin İHVAN romantizmi anlaşılabilirdi; ama Irak’ta ABD’nin önderliğinde küresel çete, yüz binleri katlederken masum kadınların ırzına geçerken malûm cenahtan protesto niteliğinde neden hiç tepki gelmediği sorgulanmadı.
Demek ki Mısır’daki gelişmeleri yeterince anlamak için daha derinlere inmek gerekiyor. Suudi Arabistan’da çıkan ve Kraliyet Ailesine yakınlığıyla tanınan Okaz gazetesinde(2) General Sisi’nin liderliğinde gerçekleştirilen Mısır’daki askerî müdahale hakkında şöyle bir değerlendirme yer almıştı:
“…[Mısır’da çıkması kaçınılmaz görünen] ‘iç savaşı ve katliamı [kitlesel kıyımı] önlemek amacıyla’ bir yıldan daha kısa bir süre için Ordu, yönetimi ele aldı.” Birkaç gün sonra başlayan protesto gösterilerinin akabinde ise Mursi, aynı ordu tarafından görevinden uzaklaştırıldı.
Aslında Okaz gazetesinin değerlendirmesi şaşırtıcı olmadı; çünkü yapılacak darbe konusunda Mısır ordusunun üst komuta kademesiyle Riyad arasında aylardır devam eden görüşmeler yapılmaktaydı(3). Anlaşılıyor ki Mursi’nin polisleri, halk zihninde algılandığı biçimiyle, Türkiye’dekiler kadar becerikli değildi (!) ve bu nedenle de orduya bir pusu kuramadılar ya da amacını anlayamadılar!...
Bu gelişmelerden Mısır ordusunun üst komuta kademesinin Suudilerden güvence aldığı söylenebilir; zira Suudî Kraliyet Ailesi Mısır’da iktidar olan Müslüman Kardeşlerden/İhvan’dan nefret etmekteydi. Hattâ Suudlar için Müslüman Kardeşler, iktidardan uzaklaştırılmış olan Hüsnü Mübarek’ten daha tehlikeli görülmekteydi. Bu nedenle Kral Abdullah, Darbeci General Sisi’nin yeni liderliğini tebrik edenler arasında ilk sırada yer aldığı gibi, Sisi’nin gölgesindeki sivil makyajlı yönetime bir milyar doları peşin nakit olmak üzere, 2 milyar dolar karşılığı petrol ve ayrıca 2 milyar Doları bankada teminat gösterilerek toplamda 5 milyar dolarlık bir malî destekte bulundu.(4) Kısaca İsrail ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri, siyasetin İslâmcı versiyonunun tüm Arap coğrafyasını ayağa kaldırmasından ciddi biçimde korkmaktaydılar.
Bu açıdan bakılınca, Mursi’nin görevden uzaklaştırılması Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri için açık bir zaferdi; ama söz konusu gelişmeler Katar için bir başarısızlıktı. Olayların etkisiyle Katar Emiri görevini bıraktı ve yerine oğlu geçti. Böylece sarsıcı olmayan yumuşak bir değişiklik yaşandı. Doğaldır ki Katar’daki bu süreç müdahaleci bir politikayla geçiştirilmiş oldu. Bununla birlikte, Amerika’nın her iki ülkeyle ortak müttefik olmasına karşın, artık Suudi Arabistan ile Katar arasında ciddî bir rekabetin olabileceği gözden ırak tutulmamalıdır.
Mısır konusunu biraz daha açmak gerekirse; Devrilen Mursi Mısır’da büyük dış politikalar inşa edecek enstrümanlara sahip değildi, ya da olamadı. Suudi Arabistan’dan uzaklaşan bir dış politika izlediği gibi, İran’la ilişkilerinde de mahcup ve tereddütlü davrandı. Uygulamalarıyla İhvan’ı tehdit unsuru gören tüm toplum kesimlerini de rahatsız etti.
Bilindiği gibi Suriye’deki iç savaşta Suudi Arabistan ve Katar’ın dışında Amerika’nın üç yakın müttefikinden birinin de Türkiye olduğu hakkında iç ve dış basında önemli bilgiler yer aldı. Mısır’daki son gelişmeler karşısında Başbakan R. T. Erdoğan Katar’dan başka bir diğer kaybedeni olarak dış ve iç kamuoyunda algıya neden oldu. Yabancı bir analizde yer aldığı biçimiyle(5); Erdoğan’ın Mısır’daki darbecileri suçlaması, her iki ülke arasındaki İslamcı partilerin (AKEPE-İHVAN) arasındaki dayanışmadan kaynaklanmaktaydı.
Yalnız bir farkla ki, Müslüman Kardeşler işbirlikçi bir görüntü vermemeye özen göstermeye çalışırken, AKEPE, Millî Görüş çizgisinden ayrı, bir Amerikan/Batı projesi olarak var oldu. Geniş kitlelerin nefretini askerlerin üzerine yönlendirip PKK’yı aklarken kendi ordusunu terörist ilân eden bir anlayışın mantığı Türk toplumunca anlaşılabilir olmaktan uzaktı?!
Ortadoğu’daki etnik ve mezhepsel çatışma ve çelişkiler sadece Arap coğrafyasında değil Türkiye’de de Milliyetler Meselesi bağlamında bir Kürt sorunu var olduğu bilinir ve yaşanır. Doğaldır ki bunun tarihsel kökenleri yok değildir. Sadece konunun PKK’nın taşeronluğuna terk edilmesi aklı başında hiç kimseyi ikna edemez. Konuyu benzerlikleri açısından karşılaştırırsak, benim analizime göre, Sovyetleri çökerten iki ana sebepten biri ekonomi ise diğeri de milliyetler sorunu olmuştu. Amerika, Sovyetler Birliği’ni askeri harcamalarını artırmaya zorlamış, Sovyetler sosyal politikalarına ve insana yeterince refah payı ayırmamış/ayıramamıştır. Tarihte İngiltere ve Rusya Türkiye’deki Kürtçü politikalarını sürdürdüklerinden, bu ülkelerce  Türkiye silâhlanmaya zorlanmıştır. Soğuk Savaş sürecinde bu siyaseti ABD Türkiye’ye dayatmış ve PKK terörüyle Türkiye, sosyal politikalarını istenen ve beklenen düzeyde gerçekleştirememiştir.
Büyük Güçler, aynen Ermeni sorununda olduğu gibi Kürt sorununda da konunun çözümlenmemesini ve sürekli gündemde tutulmasını sağlayarak, her zaman Türkiye’nin iç işlerine karışmak arzularını gerçekleştirme çabası içinde olageldiler. Meselenin çözümü açısından Türkiye’de konuyu sosyal alanda kimseyi rencide etmeden ve ülkemizin barış ve refahını sağlama adına, kaynaklarımızı silâh üreten haydut devletlere ödeme yerine, refahımıza harcamanın mutluluğunu yaşatacak cesur ve samimi kadroların iktidarına ihtiyaç vardır. Büyük oyunları bozacak iradelerin iktidar olması temennimizdir.  
Erdoğan’ın genelde İhvan’ı ve özelde Mursi’yi savunan açıklamaları, Türkiye’de büyüklü küçüklü tüm muhalefet partilerinden eleştiri aldı. Sanki hepsi de söz birliği etmişçesine Başbakan Erdoğan’ı suçluyorlardı. Başbakan’ın bölgedeki eş başkanlığına soyunduğu BOP ve/veya gelişmiş Ortadoğu projesinin mimarı olan ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry, 2 Ağustos’ta Pakistan’da yaptığı açıklamasında Mısır’daki son gelişmeleri darbe olarak nitelemedi. Doğrudan darbeci generallere destek verdi. Böylece, AKEPE’nin enine boyuna analiz etmeden romantik güdülerle yaptığı Mursi savunuculuğu sona ermiş oldu. Mısır’da darbecilerin, sayıları 600-1000 arasında belirtilen insanın ölümüne neden olması, liderliğin ahmaklığı, beceriksizliği ve sorumsuzluğu ile açıklanmalıdır.

21 Ağustos 2013 tarihli Milliyet gazetesinde Melih Aşık, Mısır’daki son darbeyle ilgili Başbakan R. T. Erdoğan’a da gönderme yapan yazısında şu değerlendirmeyi yapmıştır:

“Batı gazetlerinde bile Mısır’la ilgili yorumlarda açıkça söyleniyor:
- Ordu darbesinin ardında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan vardır...
Erdoğan darbenin arkasındaki diğer iki dostundan; ABD ve Suudi Arabistan’dan nedense hiç söz etmiyor!
Söz Mısır’dan açılmışken... Ülkenin falında pek de umutlu bir gelecek görünmediğini kaydedelim. Deniyor ki... İsrail, aynen Suriye ve Irak gibi Mısır’ın da bir iç çatışma sürecine girmesinde stratejik yarar görmektedir. Mısır’da Mursi ve taraftarlarının bir kez daha iktidar olmasına izin verilmeyecektir. Mısır ordusu ülkeyi kukla bir sivil hükümetle yönetecektir... İsrail ve ABD’nin uzun vadedeki planı, Mısır’ı iç savaşa iterek ‘Arap Dünyasının Kalbi’ konumundan çıkarmaktır.
Suriye’de iç savaşı tezgâhlamış olan ABD Büyükelçisi Robert Ford’un şimdi de Kahire’ye atanması, ABD’nin bu ülkede iç savaş tezgâhlama niyetine kanıt gösteriliyor. Kuklaların ipinin ABD’nin eline geçmesine izin verdiniz mi yarın ne olacağını bilemezsiniz...”

Soğuk Savaş döneminde devletlerarası çatışma günümüzde yerini ülkeleri etnik ve mezhepsel gruplara bölerek sıcak çatışmaların içine sürüklemiştir. Post Sovyet sürecinde de bölgemizin ve Türkiye’nin durumu gerçekten çok endişe vericidir. Türkiye’yi yöneten iradenin kendi içyapısına bakmaksızın Suriye’ye ve başkalarına demokrasi dersi vermeye kalkarken- gerçekten demokrasi dersi almak isteyen var mı acaba?!- dış politika aktörlerimizin son iki yılda dünyada ve bölgemizde itibar kaybetmesi istenmeyen bir gelişmedir.
Bu bağlamda Tunus, Cezayir, Libya, Mısır ve Suriye’deki uluslar arası etkilerle ortaya çıkan olaylarda Türkiye’nin, tüm terör örgütlerine rahmet okutan Baş terörist/haydut devletler safında yağma ve talandan pay kapma çabası da bütünüyle iflâs etmiştir. Ortadoğu ülkelerinin hiçbirine ama hiçbirine demokrasi gelmeyeceğine göre bu ülkelerden her birinin içeride karışıklıklar çıkartılarak çökertilmesi ne demokrasi ne de insan hakları açısından anlaşılır değildir. Nitekim Libya Lideri Kaddafi’nin Dünya televizyonlarından izlenen akıbeti, her namuslu Müslümanı ve insanı tiksindirmiştir. Irak, Tunus Suriye, Mısır, Cezayir gibi ülkelere demokrasi getirme çabaları bölgeye nelere mal olmaktadır?
Libya konusunda çelişkili va hazırlıksız tutumu bir yana Mısır’la ilgili olarak Sayın Başbakan Erdoğan’ın kesinlikle devlet adamı ve diplomat kimliğinde açıklama yapması beklenirken, din adamı üslûp ve edasıyla Türkiye’yi zor durumda bırakan bir izlenim yaratmıştır. Olur olmaz zamanlarda uluslararası olay ve olguların gerisinde “sürekli İsrail” araması Türkiye’nin dış politikasına yarar getirmemektedir. Türkiye’nin geçmişten günümüze dış politika söyleminde Yahudi husumeti yer almamalıdır. Bu söylem gayri milli bir içerik taşımaktadır. İnsan hakları söylemini öne çıkarmak gerekir.
Benim kuşağımın zihninde 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na verdiği destek nedeniyle Kaddafi’ye, eleştirilerimizi saklı tutmak kaydıyla, bir tarihsel sempati de yok değildi. Bölgenin kaderine bakın ki, Ortadoğu bir başka tanımla mazlum uluslar coğrafyası, izlenen  yanlış politikaları sonucu kan gölüne çevrilmektedir.
Böyle bir ortamda Türk varlığının, bağımsızlığının ve bekasının bölgede teminatı olan Türk Silahlı kuvvetleri bölgede hatırı sayılır saygın politikaların geliştirilmesine katkı sağlamaktan alıkonulmuştur. İç kamuoyunda Türk Ordusu’nun emperyalistlerin projeleriyle sarsıldığı ve dünyanın gözü önünde bu projelere yem edildiği algısı yaygınlık kazandı. Halkın zihninde moral değerlerin etkisizleştirildiği algısı hakim olmaya başlarken birden bire söz konusu algıyı öteleyen Gezi gerçeği ortaya çıktı. Gezi süreci, Türk toplumunun geleceğe dönük hayallerini ve rüyalarını pozitif yönde etkiledi. Gezi’de millete dik durması gerektiğini hatırlatan cesur ve yürekli kadınların ve gençlerin inisiyatif alması, bir başka deyişle duruma elkoymaları toplumsal umutsuzlukları birden ümide dönüştürdü. Can suyu oldu bir bakıma. Gezi, Türk halkının bölgedeki gelişmeler konusunda yönetimlerin baskısı karşısında bir tepki olarak da safını net olarak belirlemesini sağladı.
(Devam edecek)

Dipnotlar:



  1. 20 Ağustos 2013 tarihli gazeteler. 
  2. 2. Okaz, 30 Haziran 2013.
  3. 3. Lemonde Diplomatique, August 2013.
  4. 4. Lemonde Diplomatique, August 2013
  5. 5. Lemonde Diplomatique, August 2013.
http://www.turksolu.com.tr/417/bayrakdar417.htm

..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder