6 Ocak 2021 Çarşamba

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL SİSTEMİN GELECEĞİ

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL  SİSTEMİN GELECEĞİ 





SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 


Prof. Yiwei WANG
Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü Jean Monnet Profesörü, Yeni Dönem İçin Xi Jinping’in Çin’e Özgü Sosyalizm Düşüncesi Akademisi Başkan Yardımcısı, Renmin Üniversitesi, Çin 
 
Çin, Küreselleşme, Uluslararası Örgütler, Avrupa Birliği, Türkiye, Prof. Yiwei WANG, Kuşak ve Yol Girişimi, COVID-19 Sonrası Dönemde, Küresel Sistemin Geleceği, 


COVID-19 salgının ilk aşamalarında Fransız Ekonomi ve Maliye Bakanı Le Maire, Koronavirüs’ün küreselleşme kurallarını değiştireceğini ileri sürmüştür. Küreselleşme esasen COVID-19 sonrası dönemde bizzat değişikliğe 
uğrayacaktır. Bu noktada, üç yeni bakış açısı bulunmaktadır. 
İlk olarak, insanların küreselleşeceği döneme adım atıyoruz. Motivasyonu sermaye olan küreselleşme önceleri kar elde etmeye yönelikti. Ancak şu anda, insanların sağlığı ve güvenliği küreselleşmede ön plana çıkmaktadır ve bu nedenle herkesi ilgilendirmektedir. COVID-19 bağlamında, uluslararası ilişkiler artık yalnızca “sizin ve benim” aramızdaki ya da ülkeler arasındaki ilişkiler değil, aynı zamanda insanlar ve virüsler arasındaki ilişkilerdir. Ortak geleceği paylaşan bir toplum içerisinde bulunmamız nedeniyle insanlar salgını ancak birlikte yenerek güvende olabilir. 

İkinci olarak, zayıf halka olmaları ve nihai sonucu belirlemeleri nedeniyle küresel krizlerde nispeten zayıf kapasiteli ülkelere daha çok özen gösterilmelidir. Uluslararası yardım, ülkelerin güvenliklerinin birbirlerine bağlı olmaları sebebiyle krizi çözmede hayati rol oynamaktadır. Çin halihazırda ihtiyaç içindeki bölgelere gerekli yardımı sağlamış bulunmaktadır. 

Üçüncü olarak, küresel sınamaların üstesinden gelmek için küresel işbirliği gereklidir. Mevcut durumda dünya, küresel kamu sağlığı krizi ve büyük bir küresel durgunluk riskiyle karşı karşıyadır ve küresel işbirliği zorunludur. 

Sonuç olarak insanların küreselleşmesi insanlık için ortak geleceğe sahip bir toplum oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Herkese hizmet veren ve merkezine insanı alan kapsayıcı ve etkili bir küresel yönetim sistemine ihtiyacımız vardır. Bu bakımdan DSÖ, IMF kadar önem taşımaktadır. 

Kapitalizmde ortaya çıkan gerilemeler ABD hegemonyasının bir sonucudur. 

Böyle bir yönelim karşısında Batı ve özellikle ABD, COVID-19’dan ders almak yerine Çin’e karşı büyük güç politikası ve çamur atma oyunu oynamaktadır. 

Avrupa’da yaşanan Kara Ölüm’e ilişkin tarihi çalışmalar insanların veba korkusuyla iki şey yaptıklarını göstermektedir. Birisi ölümle dans etmek, 
ikincisi vebayı getirdikleri için Yahudileri kınamaktır. Şimdi aynı durum tekrar etmektedir. Cambridge Üniversitesi bilim insanlarının araştırmalarına göre, Koronavirüs’ün A, B ve C olmak üzere üç modeli bulunmaktadır ve bunlar Wuhan’dan kaynaklanmamıştır. 

Virüsle mücadeleye ilişkin küresel çabalar politikacıların iyi niyetli olmayan yüzlerini yansıtan bir aynadır. BM Genel Sekreteri ve Dünya Sağlık Örgütü Başkanı, bugün dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük tehdidin virüs değil, korku, söylentiler ve suçlama olduğunu belirtmektedir. Örneğin, ABD Başkanı Donald Trump, sorumluluktan kaçınmak ve suçu Çin’e yüklemek amacıyla Koronavirüs’ü “Çin virüsü” olarak adlandırmaktadır. ABD halihazırda gümrük vergisi savaşından yararlanmaktadır ve Avrupa da burada hedeftir. 

Buna karşılık, Konfüçyüs’ün “kendin başarı kazanmayı arzuluyorsan, başkalarının da başarıya ulaşmasına yardım et” söyleminden yola çıkan Çin, iç durumunu kontrol altına aldıktan sonra diğerlerine de aktif olarak yardımda bulunmuştur. Çin’in COVID-19 ile mücadelesinin ardında yatan dış siyaset hem kendisine hem de diğerlerine yardım etmek olarak özetlenebilir. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, “İnsanlık İçin Ortak Gelecek Topluluğu” kurulmasının gerekliliğini bir kez daha yinelemiş ve 12 Mart akşamı BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ile telefon görüşmesinde COVID-19 salgınının insanlığın birlikte yükseldiğini ve birlikte düştüğünü yeniden hatırlattığını vurgulamıştır. 

Bazı gelişmiş ülkeler Çin’in acısını paylaşamamakta ve kendilerinin güvende olacakları kanısını taşımaktadırlar. Dolayısıyla, yetersiz adımlar atarak yanlış politikalar benimsemişlerdir ve yaşam şekillerini değiştirmek istememektedirler. Bazı ülkelerde enfekte olan yaşlı kişiler yardım alamayarak vefat etmiştir ki bunun Doğu Asya ülkelerinde yaşanması hayal bile edilemez. Kapitalizm farklı yaş gruplarındaki insanlara değil sermayeye hizmet etmektedir. “Dünya Düzdür”ün yazarı Thomas Friedman, New York Times gazetesinin serbest kürsü bölümünde küresel salgının çığır açacağını ve “salgın öncesi” ve “salgın sonrası”  dönemlerimizin olacağını yazmıştır. “Gelecek günlerde kültürel yapılarımızı, düzeni değil bağımsızlığı vurgulayacak şekilde düzenlememiz gerekecektir.” 

Bu, liberal demokrasiyi savunan kapitalist sisteme ilişkin büyük bir ironidir. Avrupa Birliği’ni ele alalım. AB, geçtiğimiz sene kurala dayalı bir siyasi sistem olmaktan belirli konuları ele alan bir sisteme geçiş yaparak, Çin’i kurumsal bir rakip olarak tanımlamaya başladı. Ardındaki siyasi kültür de değişim göstermektedir. 

AB önceleri tek tip kurallar uygulanmasında ısrar ederken, şimdi bu kuralları belirli hususlardaki ihtiyaçlara uyarlamaya başlamıştır. 

Örneğin, 
İstikrar ve Gelişme Paktı’ndaki kısıtlamaların hafifletilmesi ve devlet yardımına yönelik standart gereklerin yumuşatılması, AB’de daha fazla değişimin habercisi dir. AB’nin üye devletlerin tek tip kurallara uymaları gereğini yumuşatması, kurala dayalı bir topluluktan değerler topluluğuna doğru önemli bir adım attığı anlamına gelmektedir. 

COVID-19 salgını bizlere ideolojinin ötesine geçmemiz, açık bir küresel bilim sistemi kurmamız ve insan medeniyetinin yenilenmesini desteklememiz gerektiğini hatırlatmaktadır. 
Gelecekte III. Dünya Savaşı değil, insana ilişkin bir Rönesans’ın olacağına inanmalı ve bunu ümit etmeliyiz. Dostların samimiyeti, talihsizlik zamanlarında sınanır. 

Günümüzde Türkiye’nin de içinde bulunduğu BRI (Kuşak ve Yol Girişimi) ülkeleri ve Çin, sermayeden ziyade insanların ihtiyacına göre yürütülen Yeni Küreselleşme nin sağlam temellerini oluşturmaktadır. Çin ileri teknoloji sanayilerine çok önem vermektedir. 
Koronavirüs nedeniyle, “temassız iş modeli” dünyada popüler hale gelmekte ve bu da Türkiye’ye ve Çin’e 5G, dijital ekonomi ve büyük veri konusunda mevcut işbirliğini hızlandırmak için yeni bir fırsat  sunmaktadır.

Kamu sağlığı alanında akıllı tedavi gibi temassız teknoloji uygulanması işbirliği yapılacak bir sonraki alana işaret etmektedir. Özetle, insanların ihtiyaçları doğrultusunda yürütülen ve ileri teknoloji sanayi işbirliğiyle işleyen Yeni Küreselleşmeyi desteklemek stratejik ortaklığımızı beslemenin ve sürdürmenin en önemli yoludur. 

Esasen pandemi, Çin-AB Liderler Zirvesi ve Pekin’deki 17+1 zirvesi dahil olmak üzere Çin’in diplomatik gündeminden daha fazlasını etkilemiş olup, bazı fuarların çevrimiçi yapılması gerekmektedir. Ancak Çin bunu fırsata dönüştürmeye 
çalışmaktadır. Pandeminin Çin’in ekonomisi ve toplum üzerindeki etkisi geçicidir. Salgının etkileri tersine çevrilemez değildir. 

COVID-19 esasen, Çin’in dijital dönüşümünü desteklemiştir. Dijital sağlık hizmetleri, dijital eğitim, dijital ofis, dijital iletişim, dijital işlemler, dijital lojistik ve dijital eğlence genel akım haline gelmiştir. Çin ulusal yönetimi daha modern, 
dijital ve akıllı hale gelmektedir. Alibaba Group’a ait “E-Dünya Ticaret Platformu” (eWTP) Çin ve AB’nin salgına karşı işbirliği yapmasına ve Çin-AB sınır ötesi e-ticaretinin krizi yenmesine yardımcı olmak için hazırlanmıştır. Pandemi, Çin’in imalat sanayisinin dönüşümünü teşvik etmiş, yenileşme, yapay zeka, 
5G teknolojisi ve biyo-tıp uygulamalarını hızlandırmıştır. 

Bu da “ Bizi öldürmeyen şey güçlendirir ” deyimini ispatlamaktadır. 

***

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE YAKLAŞAN BAŞKALAŞIM

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE  YAKLAŞAN BAŞKALAŞIM 




Eduardo 
DUHALDE 

Arjantin Eski Devlet Başkanı, Arjantin 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Uluslararası İşbirliği, Küresel Yönetişim, Küreselleşme ,Yaklaşan Başkalaşım ,
Eduardo DUHALDE,

İlk olarak, bu pandeminin 20. yüzyılın son birkaç on yıllık zaman diliminde dünyanın karşılaştığı mevcut sorunların üstüne yeni bir şey eklemediğini söylemek isterim. 
Her halükarda bu pandemi dünyadaki ekonomik düzeninin olağanüstü dramatik durumunu acı verici bir şekilde ifşa etmiştir. Bir örnek vermek gerekirse, bu düzen ülkeler ve halklar arasında insanlık tarihinin tamamında eşi benzeri görülmemiş bir ölçüde eşitsizliği de beraberinde getirmiştir. 

Bu anlamda, Zigmunt Bauman’ın COVID-19’un ortaya çıkmasından çok önce yaptığı şu uyarı düşündürücüdür: 

“ Cevaplardan daha fazla soru ve çözümlerden daha fazla sorunla göze çarpacak ve sürdüğü müddetçe son derece eşit bir başarı ve başarısızlık olasılığıyla ilerlemek zorunda kalacağımız uzun bir döneme hazırlıklı olmalıyız.” 
Veyahut Papa Francis’in, benim de hazır bulunduğum bir konuşmasında, küresel düzeyde acilen ele alınması gereken sorunları sıraladığında sarf ettiği şu sözleri düşünelim: “(…) yoksullar ile gezegenin kırılganlığı arasındaki yakın ilişki, 
dünyada her şeyin bağlantılı olduğu inancı, yeni paradigmaya ve teknolojiden gelen güç biçimlerine yönelik eleştiri, ekonomi ve ilerlemeyi anlamanın başka yollarını aramaya davet, her bir varlığın değeri, ekolojinin insani duygusu, samimi ve dürüst tartışmalara duyulan ihtiyaç, uluslararası ve yerel politikanın ciddi sorumluluğu, kullanılabilirlik kültürü ve yeni bir yaşam tarzı önerisi.” 

2019’da Türk makamları beni İstanbul’daki “Küreselleşme Krizi: Riskler ve Fırsatlar” konulu TRT Dünya Forumu’nda fikirlerimi sunmaya davet etme nezaketini gösterdiler. Orada katıldığım tartışmada genel anlamda dünyanın daha iyi olduğunu ifade eden prestijli katılımcılarla aynı fikirde değildim. Her zaman söylediğimi söyledim: “Biz daha iyi değiliz. Daha kötüyüz. Dünya, özellikle de gençler, bize açık bir şekilde alarm veriyor ve uyumsuzluk belirtileri gösteriyor. 
Bir çağ ve paradigma değişikliği ile karşı karşıyayız ve bunu ne kadar çabuk kabullenirsek, o kadar iyi olacaktır.” 

Tüm bu giriş bölümünün amacı, pandemi ortaya çıkmakta olan kaçınılmaz dönüşümleri hızlandırdığı takdirde, belki de çok fazla acı ve yalnızlığın beraberinde gelebileceğini belirtmektedir. 

Bugün herkes pandemi sonrası dönemin “yeni bir normallik” olacağını kabul etmiş görünüyor ve sahip olunan görüşe bağlı olarak çeşitli “değişiklikler” sıralanıyor. “Değişiklikler” üzerine düşünmenin gerçekte ne olacağına dair bir ipucu vermediği ni düşünüyorum. Ulrich Beck’in klasik tanımına göre “Temel kavramlar ve onları destekleyen kesinlikler sabit kalırken, değişim, modernliğin karakteristik bir geleceğine, yani kalıcı dönüşüme odaklanmaktadır. 

Aksine, başkalaşım modern toplumun bu kesinliklerini istikrarsızlaştırmaktadır. (…) Başkalaşım (…) basit bir şekilde, dün düşünülemez olanın bugün gerçek ve mümkün olduğu anlamına gelir.” 

Bu yüzden, gerçekleşecek olanı net bir şekilde ele almak neredeyse imkansızdır. Bununla birlikte, tek bildiğimiz insanlığın bu krizden girdiğinden daha iyi bir şekilde çıkması için neyin meydana gelmesinin arzu edildiğidir. 

Eksik ama yararlı bir gündem, dönüşüm olmadığı sürece kaybedenlerin her zamanki gibi aynı kesimler olduğudur: yoksullar, fırsatlardan dışlananlar, dijital olarak ötekileştirilenler ve göçmenler. Bunlara, bugün istikrarsız olan ancak ilerlemek için mücadele eden, daha evrensel ve erişilebilir bir eğitimin yanı sıra kamu refahı politikaları ve uluslararası ticaret sayesinde istihdamda yaşanan yeni bir büyüme ile sağlanan bazı fırsatlarla güçlenen orta sınıflar da katılacaktır. 
Dünya hükümetleri bu gerçeği kabullenerek, en dezavantajlı insanların hayatta kalmasını sağlamak için olumsuz etkileri önleyen veya en azından yumuşatan finansal yardım araçlarının kullanımını, bir ülkenin veya bölgenin istisnasız 
tüm sakinlerine ulaşabilen sağlık sistemlerinin oluşturulmasını, çevrenin ve doğal kaynakların sıkı bir şekilde korunmasını, yenilenebilir enerjilerin kullanımını ve geliştirilmesini, dünya ekonomisinin öncelikli olarak üretime odaklanarak 
dönüştürülmesini, diğer insanların kaynaklarını gasp etmek için tefeciliğin ve büyüme için zorunlu tüketiminin bir araç olarak kullanılmasının engellenmesini hedeflemelidirler. 

Açıkçası bu durum, dünyanın mülksüzleşmiş kesiminin, Papa Francis’in tabiriyle “harcananların” yaşam kalitesini yükselterek ve onları ayrıcalıklı azınlığa yakınlaştırarak sosyal piramidin düzleştirilmesini zorunlu kılacaktır. 

Elbette, bu boyutlarda bir değişimin yaşanması küresel yönetişimde derin değişiklikler olmasıyla mümkündür. Bunun için de, BM’nin reforma tabi tutulması, Latin Amerika’da ve diğer bölgelerde etkili bir bütünleşmenin sağlanması, Avrupa 
entegrasyonunun gözden geçirilmesi ve bu temelde yeni bir uluslararası işbirliği paradigmasının tanımlanması gereklidir. 

2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi veya kalkınmanın finansmanına yönelik Addis Ababa Eylem Planı gibi uluslararası toplum tarafından önerilen taahhütlere ve bu dönüşümler sonucunda ortaya çıkacak benzer girişimlere güçlü destek verilmesi de gereklidir. Bütün bunlar bizi yeni bir küresel yönetişim kurmak için gerekli bir adım olan “küresel siyasi toplumun” doğuşuna ve gelecekte bu büyüklükteki krizlerle mücadele etmenin tek yolu olan küresel dayanışmaya yaklaştırmalıdır. 

Bunu yapabilir miyiz yoksa hiçbir şeyin değişmemesi için bir şeyleri “değiştirme”ye yönelik kolay yolu mu seçeriz? 

Seçim bizim. 
Bir kez daha Bauman’ın söylediği gibi; “Dünya’nın sakinleri olan biz insanlar, kendimizi (tarihte her zamankinden daha fazla) gerçek bir ikilemde buluyoruz: ya el ele vereceğiz ya da aynı devasa toplu mezarda kendi cenaze törenimize katılacağız.” 

***

YENİ NORMALE ALIŞMA COVID-19 DÖNEMİNDE ALMAN DIŞ POLİTİKASI.,

YENİ NORMALE ALIŞMA COVID-19 DÖNEMİNDE ALMAN DIŞ POLİTİKASI.,




YENİ NORMALE ALIŞMA: COVID-19 DÖNEMİNDE ALMAN DIŞ POLİTİKASI VE KAMUOYU* 
JoshuaWEBB*
 Dr. Ronja SCHELER**
*Körber-Stiftung Vakfı’nda Program Yöneticisi ve Berlin Pulse Editörü, Almanya 
 
**Körber-Stiftung Vakfı Uluslararası İlişkiler Programı Direktörü, Almanya
_  Bu makale ilk olarak The Berlin Pulse’da yayımlanmıştır 
    (https://www.koerber-stiftung.de/en/the-berlinpulse)• 


SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Avrupa Birliği, Almanya, ABD-Çin Rekabeti, Çok Taraflılık, COVID-19 salgını,Yeni Normale Alışma, COVID-19 Dönemi, Alman Dış Politikası, Kamuoyu, 


   COVID-19 salgını son on yılda görmekte olduğumuz jeopolitik değişimlerin temelini oluşturan birçok dinamiğe ivme kazandırdı. Alman bakış açısından 
Koronavirüs neredeyse İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Berlin’in dış politikasının temelini oluşturan ve Avrupa entegrasyonu, Transatlantik işbirliği ile ihracata dayalı ekonomik modelden oluşan sacayağının her bir ayağındaki önemli sorunları ortaya çıkardı. Açık ve kurallara dayalı bir düzene olan bağımlılıkları sözkonusu ayakların ortak noktası olup, bu düzen giderek daha çok tehdide maruz kalmaktadır. 
Bu sınamaların farkında olan Almanya uluslararası işbirliğine yönelik yinelenmiş bir taahhüde önayak olmak için büyük çaba sarf etmiştir. Ocak 2019'da geçici üye olduğu BM Güvenlik Konseyi'nde yeni girişimlerden, Çok Taraflılık için İttifak'ın 
faaliyete geçirilmesine kadar birçok konuda çok taraflılığı gündeminin merkezine taşımıştır. 

Peki bu zorluklar ve ortaya atılan çözümler özellikle pandemi bağlamında halk tarafından nasıl görülüyor? 

Jeopolitik gerçekler değişse de Almanlar birbirine derinden bağlı bir dünyada kendilerini daha rahat hissetmeye devam ediyor ve çoğunluk küreselleşmenin ülkelerine (%59) ve kendilerine (%52) fayda sağladığına inanıyor (Pew Araştırma 
Merkezi’nin verilerine göre, ABD’de bu oranlar sırasıyla %47 ve %49’dur). Benzer bir anlayışla, Almanlar uluslararası işbirliğinin sadık destekçileri olmaya devam ediyor. 2019'daki %96'ya oranla küçük bir düşüşe rağmen %89'u küresel sınamaların üstesinden gelmek için diğer ülkelerle işbirliği yapılmasını destekliyor. Öte yandan, küresel karşılıklı bağımlılığa sınırlı destek veriliyor. %85'lik büyük çoğunluk yüksek maliyet riski olsa bile temel malların üretiminin ve kritik altyapının Alman topraklarına geri döndüğünü görmek istiyor. Bununla birlikte, 
uluslararası sınamalarla Almanlar tek başlarına mücadele etmek istemiyorlar. Peki, bu tercihlerin Avrupa entegrasyonu, Transatlantik ortaklık ve Çin ile ilişkiler hususundaki görüşlerle bağlantısı nedir? 

Avrupa konusunda Almanlar birbiriyle çelişen görüşlere sahipler. Avrupa'ya bakış açısı olumluya yönelen %33'lük kesime karşılık %38'lik kesim COVID-19 krizi sırasında AB ile ilgili görüşlerinin olumsuz olduğunu belirtiyor. Yaklaşık dörtte üçü 
nispeten zengin bir ülke olarak Almanya'nın küresel sorunların çözümünde diğer ülkelerden daha fazla katkıda bulunması gerektiği konusunda hemfikirken, bunun Avrupa ölçeğinde nasıl sonuç vereceği net değildir. %59'luk büyük bir kesim 
son haftalarda en tartışmalı konular arasındaki Koronavirüs tahvillerine karşı çıkmaktadır. Avrupa entegrasyonuna destek somut faydalar sözkonusu olduğunda daha az muğlak hale geliyor. Örneğin, %85'lik güçlü bir çoğunluk Koronavirüs’ün 
üstesinden gelindiğinde katılımcı devletler arasında sınır kontrollerini kaldıran Schengen Anlaşması’na dönmeyi desteklemektedir. 

Avrupa projesi ile karşılaştırıldığında, Almanların Transatlantik işbirliğine yönelik yaklaşımlarında ciddi bir düşme görülmektedir. Washington'a yönelik şüphecilik 
salgın öncesinde de mevcutken, Amerika'nın Koronavirüs’e verdiği yanıt Almanların ABD’den uzaklaşmasını açık şekilde güçlendirdi. Almanların %73'ü ABD hakkındaki görüşlerinin kötüleştiğini söylüyor (Bu oran, Çin'e karşı görüşlerinin 
kötüleştiğini söyleyen katılımcıların sayısının iki katından fazladır). Washington ve Berlin arasındaki yakın güvenlik işbirliğine rağmen, Eylül 2019'daki %19’luk orana kıyasla, Almanların sadece %10'u ABD'yi Almanya'nın dış politikadaki en yakın ortağı olarak görüyor. Transatlantik yabancılaşmanın bir başka örneği, Pekin ile yakın ilişkilerden çok Vaşington'la yakın ilişkilere öncelik veren Almanların oranının Eylül 2019'da %50 iken şu an %37’ye düşmüş olmasıdır. Bu da neredeyse tam 
tersini düşünenlerin sayısına eşittir (%36). 

Peki Almanya ABD'den uzaklaşıyor ve Çin'e mi yakınlaşıyor? 

Pek sayılmaz. Evet, halkın Vaşington ve Pekin arasında eşit mesafede durması politikacıları endişelendirmelidir. Ancak bu Almanların Çin Halk Cumhuriyeti’ne eleştirel yaklaşmadıkları anlamına gelmez. %70'inden fazlası Çin Hükümeti’nin Koronavirüs’ü kontrol altında tutma konusunda daha şeffaf davranmış olması halinde salgını hafifletebilmiş olacağını düşünüyor. Çin’in propaganda çabaları da birçok Alman'a hitap ediyor gibi görünmüyor. Mart ayında Avrupa'nın dayanışma konusundaki eksikliği nedeniyle tüm umutlarını Pekin'e yönlendirdiğini açıklayan Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic'in aksine Almanların %87'si AB'nin pandemiye karşı mücadeleye Çin'den daha fazla katkıda bulunduğuna inanıyor. 
Tüm bunlar Alman dış politikasının geleceği açısından ne anlama geliyor? AB üyeliğinin faydaları popülerliğini koruyor. Bununla birlikte elde edilen sonuçlar, Almanlar nezdindeki AB imajına salgının nihai etkisinin olumsuz olduğunu göstermektedir. Batıya baktığımızda Atlantik her zamankinden daha uzak görünüyor. Önceki anketlerden elde edilen veriler Almanların ABD hakkındaki algılarının görevdeki Başkana ilişkin algılarıyla yakından ilişkili olduğunu 
göstermektedir. Bununla birlikte, kamuoyu ve Vaşington'la yakın ilişkilere dayanan dış politika arasındaki büyüyen makas, siyasi yelpazenin her iki ucundaki partilere cazip hedefler sunabilir. Bu meyanda, Sosyal Demokratların NATO'nun 
nükleer programı çerçevesinde Alman topraklarında depolanan ABD nükleer silahlarının kaldırılması yönündeki son talebi, ki bu Almanya'nın ittifak içindeki rolü bakımından hayati bir politikadır, gelecekteki tartışmaların habercisi olabilir. Peki ya Çin? Bazı Alman politikacılar demokratik devletlerin uluslararası arenadan çekilmesiyle ortaya çıkan boşlukları otoriter devletlerin hızla dolduracakları konusunda defalarca uyarıda bulunmuşlardır. 
     Kamuoyu açısından Çin Halk Cumhuriyeti, ABD popülaritesinin zayıflamasından ortaya çıkan boşluğu doldurmanın eşiğinde gibi görünüyor. 
Uzmanlar gibi politikacılar da Çin-Amerikan rekabetinin mevcut gidişatı sürerse Almanya'nın sonunda tarafını seçmek zorunda kalacağına - ki bunun olmayacağını gösteren çok az şey var - ve Pekin'in artan popülaritesinin verilecek kararı 
karmaşık hale getireceğine dair öngörülerde bulunuyorlar. 

Koronavirüs salgını uluslararası işbirliğine acil ihtiyaç olduğunu hissettirdikçe çok taraflılık hem manen hem de uygulamada bocalıyor gibi görünüyor. Pandeminin uluslararası işbirliğini artıracağına %42'lik bir oranla inanan Almanlar uluslararası işbirliğinin geleceği konusunda iyimser kalmayı sürdürüyorlar. 

Umarız acı bir hayal kırıklığı yaşamazlar. 

***

PANDEMİ SONRASI DAHA FAZLA. AZ-TARAFLILIK ZAMANI MI

PANDEMİ SONRASI DAHA FAZLA. AZ-TARAFLILIK ZAMANI MI




Dr. Marton UGROSOY
Dış İlişkiler ve Ticaret Enstitüsü (IFAT) Başkanı, Macaristan 
 

Küreselleşme, Çok Taraflılık, Uluslararası Örgütler, Macaristan , Küresel Yönetişim, Dr. Marton UGROSOY,Rusya, ABD-Çin Rekabeti, Pandemi Sonrası, Daha Fazla, Taraflılık Zamanı, 


SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 


İnsanlığın mevcut Koronavirüs salgını gibi bir sınamayla daha önce karşı karşıya kalmadığını söylemek her ne kadar cazip görünse de doğru değildir. 

Birincisi, mevcut salgından önce de küresel salgınlar dünyayı kasıp kavurmuşlar dır. 

İkincisi, COVID-19’dan kaynaklanan ekonomik hasar hastalığın tahribatından çok daha vahim olacaktır. Küreselleşme, geri dönüşü olmayan karmaşık bir süreçtir ve insanlık yaşanan tüm can kayıplarına rağmen daha fazlasına sahip olma ve 
küresel servetten daha fazla pay alma arzusundan şüphesiz ki vazgeçmeyecektir. 

ABD Kendi Ayağına mı Kurşun Sıktı? 

Küresel yönetişim ve uluslararası kuruluşların geleceği COVID-19 sonrası dünyada beraber şekillenecektir. Batı’nın düşüşünün kaçınılmaz olduğu en az yüz yıldır tahmin edilmekteydi ancak ABD’nin mevcut krize verdiği tepki hayret verici ve tüm beklentilerin dışında oldu. ABD’nin dünya düzeni üzerindeki hakimiyetinin kalan kısmını koruyor olması gerekirken, sözde kurallara dayalı uluslararası düzenin etrafından dolaşarak kurumlarını ortadan kaldırdığını görüyoruz. Ana garantörünün körü körüne ve kibirli bir şekilde kendi kurallarını göz ardı etmesinden başka hiçbir şey bir sistem için daha fazla yıpratıcı olamaz. Sanki bu durum daha önce yaşanmamış gibi, ABD Başkanı Donald Trump bile ABD’nin şu anda sözde “daha büyük küresel iyilik” çıkarına göre hareket ettiğini iddia etmeye çalışmıyor. 
Dahası, hastalıkla mücadeledeki başarısızlığı ABD’nin kendi meselelerini etkin 
bir şekilde yönetmeye yetkin bir güç olduğuna ilişkin imajını zedelemektedir. ABD ve Çin arasında hastalık konusunda patlak veren propaganda savaşı sonu olmayan ve herhangi bir katma değer sunmayan bir suçlama oyununa dönüştü. 

Bu durum, en az iki kısa vadeli sonuca yol açacaktır. 

Birincisi, BM sistemi daha da geçersiz hale gelecektir. 

İkincisi, büyük çok taraflı örgütlerin yararı, ABD ve Çin’in sözkonusu 
örgütleri nüfuz için rekabet edebilecekleri alternatif sahalar olarak kullanacaklarından daha da azalacaktır. Öte yandan, küresel çok taraflı örgütlerin işlevsiz kalınması, Türk Konseyi ve Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) gibi daha küçük “az taraflı” yapıların veya Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), ASEAN ve Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (BKEO) gibi daha büyük ancak konu veya coğrafya açısından sınırlı uluslararası örgütlerin önünü açabilir. 

ABD’nin küresel nüfuzunun azalmasına ilişkin dikkat edilmesi gereken nokta, hocalarımdan birinin söylediği gibi, dünyanın Cumhuriyetçi ABD Başkanlarından nefret etmesidir. Başkan Trump eğer önümüzdeki Kasım’daki seçimleri kaybeder se, 2008’de George W. Bush’tan sonra göreve gelen Barack Obama’da olduğu gibi küresel kamuoyunun yeni Demokrat Başkana aşık olması ve ABD’nin azalan etkisiyle ilgili tüm tartışmaların bir gecede ortadan kaybolması mümkündür. 

Henüz kural koyucu rolünü üstlenmeye ve buna ilişkin bedelleri ödemeye hazır olmayan Çin başta olmak üzere, ABD hegemonyasına meydan okuyanlar henüz yeterli güce sahip değiller. Çin, halihazırda var olan ayrışmalar, tartışmalar ve fırsatlardan diplomasi yoluyla faydalanıyor olsa da kendi dünya düzenini yürütecek askeri ve ekonomik güçten yoksun olduğundan kendi alternatif önerilerini sunmak istemiyor. 
Başkan Xi Jinping’in 2049 planlarında bu gaye mevcut olsa da Çin Komünist Partisi bile hala önlerinde uzun bir yol olduğunu itiraf ediyor. 

Rakiplerin de Kendi Sorunları Bulunuyor ABD salgın kaynaklı sorunlarla mücadele ederken, rakiplerinin de kendi problemleri mevcut. Virüse karşı mücadeleyi kazandığını beyan eden Çin cazibesini hızla kaybetmektedir. Wuhan ve dışındaki vefatların sayısının “gizemli bir şekilde” çoğaldığına dair raporlar, Çinli şirketler 
tarafından satılan ve standartların altında kalan tıbbi ekipman ve çalışmayan testler, Çin’in basit devlet propagandası ile birleşerek, Batı’da Çin tehlikesine dikkat çekmekte ve Pekin ile gerçekten iş yapma isteğini ortaya koymuş olan Batı’nın son büyük ekonomik gücü olan AB’yi Çin’den uzaklaştırmaktadır. 
Çin’e yönelik ABD’deki algı her geçen gün daha da kötüleşiyor. 

Salgının bittiğini ilan etmesine rağmen, Çin ekonomisinin bu yılın başlarındaki tecrit sırasında ne kadar darbe aldığına ve bunun küresel tedarik zincirleri için ne anlama geleceğine dair güvenilir verilere ihtiyaç duyuyoruz. 

Çin, Batı üzerindeki iki aylık üstünlüğünü kullanarak öne geçmek isterken tedarik zincirlerinin üst kademelerinde alıcı bulunmadığı takdirde Çinli şirketleri tam kapasiteli üretime geri döndürmenin bir anlamı olmadığını öğrendi. Birçok Çinli şirketin tıbbi malzeme işine girmesine şaşmamalı ancak iki hafta öncesine kadar  kamyon lastikleri üreten bir şirket tarafından Çin’de yapılan bir solunum cihazına hayatınızı emanet eder miydiniz? 

Lombardiya’nın en karanlık günlerinde İtalya’ya askeri sağlık ekibi gönderen Rusya salgında en kötü aşamaya giriyor. 

Başbakan enfeksiyon sebebiyle kendini izole ederken Moskova sakinleri sayıları hızla artan kayıplar nedeniyle dijital kontrolle uygulanan sokağa çıkma yasağı ile karşı karşıya. Dibe vuran petrol fiyatlarıyla birlikte salgın, hükümetin durumu idare edememesiyle ortaya çıkan imaj sorununun yanı sıra, Rusya’nın büyük güç hedeflerini gerçekleştirebilmesi için gerekli olan yöntem ve araçları finanse edip edemeyeceği sorusunu da akla getirmektedir. 

Tüm üye devletlerde (her zaman “ortak Avrupa eylemi” hakkında vaaz verenlerde bile) ulusal düzeyde halk sağlığı müdahalelerinin başlatıldığı Avrupa Birliği salgınla başarısız bir mücadele yürütmüş ve çoğu uzman tarafından bu konuda etkisiz olduğu değerlendirilmiştir. Bununla birlikte, her gün binlerce kayıp verilirken bile Ortak Pazar çalışmaya devam etti, mallar kapalı sınırların ötesine sevk edildi ve Macaristan’da Almanların sahip olduğu süpermarketlerde İtalyan brokolisi ve İspanyol çilekleri satın almak hep mümkün oldu. 

Avrupa Komisyonu’nun hakkında konuştuğu tek gerçek mesele malların serbest dolaşımını korumak için çağrıda bulunmasıydı ve üye devletlerin hükümetleri bu çağrıya memnuniyetle uydular. Ancak ekonomik başarıya rağmen, AB’nin acizliğinin açık bir işareti olan Bergamo hastanelerinin kurbanları – asıl hatalının AB’den ziyade Lombardiya bölgesel hükümeti olmasına rağmen – önümüzdeki birkaç yıl boyunca AB’ye musallat olmaya devam edecekler. 

 Tüm Mesele Ekonomi! 

Tüm dünyanın Çin’den tıbbi ekipman satın aldığı bir dönemde pandemi bittikten sonra küreselleşmenin nasıl sona ereceğini öne süren yazıları okumak insanı eğlendiriyor. Krize karşı tepkilerimiz bile küreselleşmiş durumda: her şeyi Çin’den 
satın alıyoruz, diğer ülkelerin salgınla nasıl başa çıktığını araştırıyoruz, en iyi uygulamaları taklit etmeye çalışıyor ve küresel tedarik zincirlerinin yeniden çalışmaya başlamasını bekliyoruz. Küresel ekonomi ağı o kadar güçlendi ki, geriye 
dönmek imkansız hale geldi. Sırf Kaliforniya’da tasarlanıp orada üretildi diye yeni bir iPhone için kim 300 dolar daha fazla verir? Mahallemizdeki marketten muz alamamayı kabul eder miyiz? Tayland’a tatile gitmekten vazgeçebilir misiniz? 

Varlıklı Çin orta sınıfından yüz milyonlarca turist Ginza’da Gucci markalı ürün satın almaktan kaçınacaklar mı? 

Cin şişeden bir kez çıkmaya görsün, ne kadar uğraşsanız yeniden şişeye tıkamazsınız. Tabii ki küçük ekonomik düzenlemeler olacak, ulus aşırı şirketler biraz daha fazla dalgalanmaya ve sonuç olarak tedarik zincirinde ek maliyetlere izin verecek ve üretimlerini ana pazarlarına yakınlaştıracak. Fakat Daimler en fazla kar yaptığı Çin pazarından çekilmeyecek. Aynı zamanda, Macaristan’da üretilen  Audi motorları Şanhay’da satılan Lamborghini’lerde kullanılmaya devam edecek. Aynı şekilde, Foxconn tarafından Shenzhen’de ucuza üretilen Kore akıllı telefonlarını almaya devam edeceğiz ki Facebook’ta küreselleşmenin dayanılmaz 
kişisel maliyetlerinden şikayet edebilelim. 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 


***

5 Ocak 2021 Salı

Kapatılan Askeri kurumlar yeniden açılmalı, Suriyeli Sığınmacılar vatanlarına dönmeli

Kapatılan Askeri kurumlar yeniden açılmalı, Suriyeli Sığınmacılar vatanlarına dönmeli


Mithat Işık: "Kapatılan Askeri kurumlar yeniden açılmalı, Suriyeli Sığınmacılar vatanlarına dönmeli"

20 Aralık 2020  

Terörün en yoğun olduğu günlerde Doğu ve Güneydoğu’da Özel Kuvvetler Komutanı olarak birçok başarılı operasyona imza atan Emekli Albay Mithat Işık'ın 
Aykırı'ya verdiği röportajın ikinci bölümünde de çok önemli açıklamalar var. Işık, Suriyeli sığınmacılar için geri dönüşün artık konuşulması ve planlanması 
gerektiğini vurgularken, 15 Temmuz sonrasında kapatılan Askeri kurumların yeniden açılması gerektiğini söyledi.

ALTUĞ GÖMLEKSİZ / ANKARA

Emekli Kıdemli Albay Mithat Işık'ın Aykırı'ya yaptığı özel açıklamaların ikinci ve son bölümüyle karşınızdayız. 
Türkiye Muharip Gaziler Derneği Genel Başkanlığı görevini yerine getiren Işık, Türkiye'nin dış politikası, Suriyeli sığınmacılar ve gündeme ilişkin konularda önemli değerlendirmeler yaptı.

Barış Pınarı Harekatı’nda geçtiğimiz hafta iki askerimiz şehit oldu. Bölgeden gelen habere göre yeniden eylem hazırlıklarına geçtiklerine dair bir istihbarat var. Bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

-Türkiye biliyorsunuz 2019 Haziran ayında Pençe-1 Harekatı’nı gerçekleştirdi. Bu sene de Barış Pınarı Harekatı’nı yaptık. Pençe-1 Harekatı Zap’ın doğusunda Pençe-Kaplan Harekatı da Zap’ın batısında gerçekleşti. Birliklerimiz burada Haftanin gibi bölgeleri hakimiyeti altına aldı. Bazı bölgelerde 30, 40 km kadar derinlere gittik. Irak’ın kuzeyinde kalıcı olmamız PKK’nın sınırlarımıza girmesini önlememiz bakımından doğru bir harekat tarzıdır. Irak Hükümeti gelip topraklarına sahip çıkana kadar biz Irak’ın kuzeyinde kalmalıyız. 

Biz Irak’ın petrolleri ile ilgilenmiyoruz. 

Biz terör örgütünün ortadan kaldırılması için bölgedeyiz ve bizim orada olmamız bölgede yaşayan Kürtlerin de güvenliğini sağlıyor.

Suriyeli sığınmacıların vatanlarına geri dönmeleri için sizce uygun ortam olgunlaşmaya başlamış mıdır?

-Bence sağlanmıştır. Baktığımız zaman Barış Pınarı Harekatı bölgesi, Resulay-Tel Abyad bölgesi, Fırat Kalkanı Harekatı bölgesi, Afrin Bölgesi büyük çoğunlukla güven altına alınmıştır. Her ne kadar çatışmalar olsa da bu PKK terör örgütü ve rejim milislerinin çıkarmaya çalıştığı çatışmalardır.

Suriyeli sığınmacıların kendi yaşam alanları olan kendi topraklarına dönmelerinin vakti gelmiştir ve şunu da düşünmek lazım. Biliyorsunuz ki Suriye Milli Ordusu Suriye halkı tarafından oluşturulan bir ordu. Artık yavaş yavaş onlar da Türk Ordusu’nun eğitim doktrinlerini almaya başladılar.
En azından Suriyeli gençler kendi topraklarına dönerek Suriye Milli Ordusu içerisine görev almak suretiyle topraklarının savunulmasına katkı sağlamaları lazım. Daha sonra da güvenli bölgelere çekilmeleri lazım.
Dört Milyon bir mülteci nüfusunu barındırmak gerçekten Türkiye için de insanlık görevi yapıyor olsak da artık herkes kendi topraklarına yavaş yavaş dönmeli eli silah tutan kişiler Suriye Milli Ordusu’nda kendi topraklarını kurtarmaları için savaşmalıdırlar. Yani Türk Silahlı Kuvvetleri’nin biraz önce Irak için söylediğim gibi Suriye’de bulunması bizim topraklarımızın güvenliği bakımından önemli olduğu gibi orada yaşayan Suriye halkının rejim tarafından imha edilmesine karşı koruyuculuk bakımından önemlidir. Belli bölgelerde güvenli bölge oluşturulmuştur. Özet olarak Suriyelilerin kendi topraklarına dönme vakti gelmiştir.

15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında kapatılan askeri okullar ve askeri hastaneler için düşüncelerinizi alabilir miyiz?

-Askeri okulların kapatılması benim içimde bir yaradır. Ben Kuleli Askeri Lisesi’nde okumuş, Anadolu’nun fakir bir aile çocuğuydum. İstanbul’un en güzel yerinde Kuleli Askeri Lisesi’nde okudum. 

Kuleli Askeri Lisesi Türkiye’nin tarihi ile beraberdir.

Anadolu’nun fakir, sağlıklı çocuklarının Türk Ordusu’nun içinde görev yapmaları için Hava Askeri Lisesi’nin, Deniz Askeri Lisesi’nin açılması lazım. Kuleli Askeri Lisesi açılmamış olsaydı ben subay olamazdım. Yatılı bir okulda okuması gerekirdi biz fakir aile çocuklarının. Dolayısıyla ben Kuleli Askeri Lisesi mezunuyum ve bizim safahatimizi incelesinler. Anadolu’nun sağlam, araziye dayanıklı, hayat idame şartlarına uygun çocuklarının Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapabilmeleri için Kuleli Askeri Lisesi, Heybeli’deki Deniz Askeri Lisesi ve Hava Askeri Lisesi’nin en kısa zamanda açılması Askeri hastaneye gelince ise ordu hastanesiz olmaz!
Ordunun sağlık sistemi cephedeki sağlık eri ile başlar oradaki yaralı bölük toplanma yerine getirilir orda tabur doktoru ona müdahale eder. Askerlerimizde, ailelerinde şu çok olmuştur, “Benim oğlum askeri hastaneye ulaştığı an hayatta kalacaktır” bu moral ve motivasyondur. Askerin ailesi bana, “Oğlum Gülhane Askeri Hastanesi’ne kavuştu, artık hayatta kalır” derdi. Bu bakımdan en kısa süre içinde bu ülkenin, ülkesini seven yetkilileri kimse askeri hastaneleri yarından tez hemen açmalıdır. Askeri okullar açılmalıdır. Okula iyi asker verirsin, iyi komutan verirsin FETÖ olmaz. FETÖ her yerden çıktı. Neden onlar kapanmıyor da askeri liseler kapanıyor? Askeri hastane kapanır mı?

Yıllarca terörle mücadele ettim, dünyada en çok şehit ve gazisi olan milletiz ve hala vermeye devam ediyoruz. O halde askeri hastanelerimiz açılmalı, bir subayın gelişimi ve karakteri askeri lisede başlar. Ben Kuleli Askeri Lisesi’nden mezun oldum ve arazide yetişen köy çocukları, kırsalda yetişen çocuklardan daha değerli. Dolayısıyla askeri liseleri açmak suretiyle fakir aile çocuklarının subay-astsubay olma ve ordunun direncini artırma imkan ve kabiliyeti kazandırılmalıdır. Öz olarak askeri liseler açılmalıdır.

Tüm meslek gruplarında FETÖ’cüler çıkmıştır. Askeri okullar iyi kontrol edilirse, iyi denetlenirse düzgün bir şekilde komutanlık edersen devletine, milletine hayırlı bir evlat yetiştirirsin. Aileler, “Ben çocuğumu devlete emanet ettim. Askeri lise öğrencisi ne Fetullahçı olacak? Hapishaneye atacaksın?” diyor. Mehmetçik komutana emanet edilmiştir.

Mehmetçik'te (er-erbaş) FETÖ’cü olmaz! Mehmetçiği FETÖ'cüyapan suçludur. Mehmetçiğe ne emir verirsen onu yapar. Gerek nizami savaşta gerek terörle mücadelede safhasında ömrünü birisi olarak kahraman Türk Mehmetçiğini FETÖ’cülükle suçlamak denetim eksikliğidir. Mehmetçiğe ne emir verirsen onu yapar. Mehmetçiğe parola söylersin, bu kapıdan parolayı bilmeyeni alma dersin ve parolayı sen bilmezsin seni de almaz içeri.

ASKERİ LİSE VE HASTANELER EN KISA SÜREDE AÇILMALI

Özet olarak askeri liseler açılmalı, Askeri hastaneler en kısa sürede açılmalıdır. Bugün Türk Ordusu’nun onlarca vatansever doktoru vardır. Bir emir versinler hepsi gelirler. Ayağı kopmuş bir doktora her doktor müdahale edemez. Askeri tabiplikte bunların eğitimi vardır. Ben alay komutanı olduğum dönemde taburun komutanı yüzbaşıydı. Sırt çantasını alır, ilk yardım malzemelerini koyar, mermisini alır, silahını, yiyeceğini alır o da benimle cephede bulunurdu. Yaralılara müdahale ederdi. Bu sistemin tekrar geri dönmesi gerekiyor.

  Türk Ordusu’nun eğitim ve manevra kabiliyeti sizin zamanınıza göre nasıl durumdadır?

Türk Ordusu her zaman iyi eğitilmiştir. Şu an da yavaş yavaş profesyonel orduya geçiliyor. Profesyonel ordu kolay bir şey değil. Bu orduyu yönetecek olan komutanların da profesyonel olması, üst düzey olması gerekir. Bir diğer konu ise bizim ordumuz dünyada 20 yaşındaki tek orduydu. Ancak ordumuz gelecekte profesyonelliğe geçtikçe yavaş yavaş yaşlanacaktır. O halde buna göre de hareket tarzları belirlememiz lazım. Bunu da düşünmemiz lazım. Mehmetçik en fedakar askeridir. Mehmetçiğe öğreticeğini öğretirsin görevini en iyi şekilde yapar. Mehmetçik kahramandır. Adam piyade tüfeğini kullanacaksa en iyi şekilde öğret, kafasını başka işler ile karıştırma. Hayatta kalmayı öğret. Arazide yapacağı işi, kullanacağı silahı öğrettikten sonra Mehmetçiğin yapacağı işi hiç kimse yapamaz. Mehmetçik kadar hiç kimse fedakar olamaz. Türk Ordusu’nun profesyonel kadrosunun yüzde yetmişin üzerinde olmaması lazım. Biz asker bir milletiz diyoruz ama yavaş yavaş askerliği paraya döktük. Bir milletin direnci iç barışıyla sağlanır cepheden başlan en geriye kadar, Türkiye’yi yöneten üst adama kadar gider. Bizim savaşta azim ve irademiz dünyadakilerden farklıdır. Bizde herkes savaşacak bir millettir. Bizim bu özelliğimizi kaybetmemiz lazım. Türk Milleti olarak ordumuza sahip çıkmalıyız. Bizim ordumuz milletin ordusudur dolayısıyla Türk Ordusu’nun eğitimi hiçbir zaman aşağı olmaz. Tüm mesleklerde olduğu gibi iyi komutanlar, liyakatli komutanlar atayacaksın. Komutanın hatası emrindekilerin hayatına mal olur. Biz şu an da bütün cephelerde savaşıyoruz. Irak’ta, Ege’de Suriye’de, Doğu Akdeniz’de… Biz buralarda olmalıyız. Kıbrıs’ta bir Türk Cumhuriyeti kuruldu. Onu artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti değil, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak ilan etmeliyiz. Kıbrıs Savaşı ile beraber Kıbrıs’ta devlet kurulmuştur. Kıbrıs uçak gemisine, savaş gemisine sahip olmuştur. Ne yakıt ister ne başka bir şey ister. Bu harekata katılan askerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin meclisinde çıkan kararla ki o zamanki başbakanlar Erbakan ve merhum Ecevit’tir.

GAZİLERİMİZE YAPILAN EŞİTSİZLİĞE SON VERİLSİN

Ancak gazilerimizin bizden istediği şu var. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu askerlere bir şeref madalyası bile vermedi. Bunu da versin devlet. 
Bu da önemli bir şey. 

Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti verdi ancak. Türkiye Cumhuriyeti’nden benim gazilerim bunu istiyor. 

Biz Devletten 985 TL şeref aylığı alıyoruz. 

Bundan birkaç sene önce çıkan yasada sosyal güvencesi olan 985 TL olmayan asgari ücret düzeyinde ücret alıyor. 

Gazilerimiz istiyor ki böyle bir ayrımcılık olmasın erden, rütbelisine kadar hepsi eşit şekilde asgari ücret düzeyinde almak. İki isteği var adamların. 
Biri biz meclis kararıyla bir savaşa katıldık ve devlet şeref madalyasını istiyoruz meclisimizin kararıyla. İki de muharip yani savaşı kazanan gaziler içindeki 
bu eşitsizlik kaldırılsın. Bu savaşı kazanmamızın sayesinde biz şu an Anadoluludayız. Bu savaşı kazanamasaydık Mersin, İskenderun güney 
sahillerimizin tamamı düşman kontrolünde olacaktı. Bugün Amerikan füzeleri karpaz burnunda olacaktı bu harekat yapılmasaydı.

https://www.aykiri.com.tr/mithat-isik-kapatilan-askeri-kurumlar-yeniden-acilmali-suriyeli-siginmacilar-vatanlarina-donmeli/8027/

***

Eski Özel Kuvvetler Komutanı Mithat Işık'tan, Aykırı'ya tarihi açıklamalar

Eski Özel Kuvvetler Komutanı Mithat Işık'tan, Aykırı'ya tarihi açıklamalar



ALTUĞ GÖMLEKSİZ,Emekli Kıdemli Albay Mithat Işık,Özel Kuvvetler komutanlığı,Kıbrıs gazisi,Talabani bölgesi,2. Körfez Savaşı,

18 Aralık 2020  
Güncelleme: 
20 Aralık 2020 - 19:53


    Terörün en yoğun olduğu günlerde Doğu ve Güneydoğu’da Özel Kuvvetler Komutanı olarak birçok başarılı operasyona imza atan, Şemdik Sakık’ı yakalayan ekipte yer alan Emekli Albay Mithat Işık, Aykırı’ya konuştu.

ALTUĞ GÖMLEKSİZ / ANKARA

Emekli Kıdemli Albay Mithat Işık... 

PKK terörünün en yoğun olduğu dönemde Özel Kuvvetler komutanlığı yapıp sınır içi ve dışında birçok operasyona imza atan çok önemli bir isim.
Terör örgütünün 2 numaralı Şemdik Sakık'ı yakalan ekipte yer alan Işık aynı zamanda Kıbrıs gazisi... Şu anda Türkiye Muharip Gaziler Derneği Genel Başkanlığı görevini yerine getiren Işık, Türkiye'nin terörle mücadele mazisini ve dış operasyonlarla ilgili önemli açıklamalarda bulundu.

Röportajın ilk bölümü sizlerle...

Özel kuvvetlerde çok özel görevleri gerçekleştirdiniz. Siz bunları gerçekleştirirken engel olmak isteyenler ve özellikle devlet içine sıza FETÖ’nün bu faaliyetlerinizi engelleme girişimi oldu mu?

Ben 2000 yılına kadar TSK’da ve Özel Kuvvetler’de görev yaptım. 1995 yılında alay komutanı oldum. Yaptığı operasyonlarda FETÖ’nun o zamanlar bir şeyini duymadım, gördüm fakat o zaman sadece irticai faaliyetlere katılabilecek subay ve astsubayların olabileceği düşünülüyordu. Benim alay komutanlığı yaptığım dönemde böyle cumhuriyet ilkelerine aykırı görevlerde olan personelim hiç yoktu.
Operasyon yaptığımız dönemde ben inisiyatifimi sonuna kadar kullanan bir komutandım. O dönemde birçok asayiş komutanı ile birlikte çalıştım. Bu komutanların hepsinin terörle mücadelede emeği vardır. Ben daha çok Altay Tokat ve Çetin Doğan paşaların asayiş komutanlığı yaptığı dönemlerde Kuzey Irak’ta her ikisinin de desteğini alarak etkili operasyonlar yaptım.

Peşmergelerin bir dönem PKK’nın karşısında TSK ile birlikte çatıştığı ifade ediliyor. Siz o dönemde aktiftiniz, neler yaşandı?

Bizim o dönem de peşmergeleri teşkilatlandırıp, iyi eğitip terörle mücadelede kullandığımız dönemdir. Yani ilk defa ‘vekalet savaşçıları’ diyebileceğimiz peşmergeleri biz etkili bir şekilde 1995 yılından 2003 yılına Amerikalıların 2. Körfez Savaşı’na kadar çok etkili bir şekilde kullandık.

Barzani başlangıçtan beri bizimle işbirliği yaptı. Terörler mücadelede ben alay komutanıyken Kuzey Irak’ta 6 tane üst merkezi teşkil ettirmiştik. Bunlar; Zaho, Duhok, Erbil, Süleymaniye ve bir de Barzani’nin karargahının olduğu bölgedeki bir karargahım vardı benim. Etkili operasyonlarda peşmergeleri çok kullandık. Geliştirdiğimiz bir taktikle bir özel kuvvetler timine 800-1000 kişi peşmerge alıp o bölgede operasyon yapıyorduk ki zaten terör örgütünün de en büyük zayiat verdiği dönem 1995-2000 arasında benim o bölgede alay komutanı olduğum ve sonradan Irak’ta genel sorumlu olarak görev yaptığım dönemdi.

"TALABANİ İLE GÖRÜŞTÜĞÜMDE İŞ BİRLİĞİNİ KABUL ETTİ"

‘Barzani peşmergelerini silahlandırdık’ dediniz, peki Talabani’nin o dönem konumu nasıldı?
1999 yılının son dönemlerinde 2000 yılının başlarında Talabani de bizimle iş birliği yapmaya başladı.  Talabani bölgesinde de Köysancak’ta ve Süleymaniye’de de üst merkezleri açtık biz. Talabani ile görüştüğümde terörle mücadelede bizimle iş birliği yapmasının faydalı olacağını söylediğimde o da bizimle beraber işbirliği yaptı, mümkün olduğunca PKK’dan uzak durmaya çalıştı ancak Talabani’nin bulunduğu bölge Süleymaniye bölgesinin İran sınırına yakın olması, Habur genelinde Barzani ile Talabani arasında paylaşılma sıkıntılarının olması sebebiyle Talabani baştan PKK’nın yanında yer alıyor gibi bir görüntüsü vardı. Ama daha sonra Türkiye ile işbirliği yaptı ve biz Talabani’ye de yardım ettik onun peşmergeleri ile de operasyon yaptık. Bizimle iş birliği yapmaktan memnun olduğunu ifade ediyordu.

Barzani ve Talabani ne zaman Türkiye’ye sırtını döndü?

2003 yılında Amerika’nın 2. Körfez Savaşı ile beraber gerek Barzani gerek Talabani Türkiye ile işbirliklerinden vazgeçtiler. O bölgeye Amerikalılar gelince de bizim bölgede olan üstlerimiz vardı Amerika onlara dokunmadı ama birliklerimizin de operasyon yapmasını engelledi. Üst merkezlerimiz sabit kaldı Barzani ve Talabani bizimle işbirliği yapmadı, peşmergelerini daha çok güneye Kerkük tarafına doğru kaydırdılar ve sonra da bildiğiniz gibi  maalesef 2003 Temmuz ayında Süleymaniye (Çuval hadisesi) olayı gerçekleşti.

Türkiye’nin dış politikada etkin girişimleri artık birçok noktada hissediliyor. Özellikle Azerbaycan-Ermeni savaşında Türk SİHA’lar çok etkili bir rol oynadı. Özel kuvvetlerimizin destek için bölgeye gittiği belirtiliyor, nasıl yorumluyorsunuz? Azerbaycan tabii ki hepimizi üzen bir yaradır. Azerbaycan toprakları, Karabağ’ın Ermenistan tarafından işgal edildikten sonra ben bölgeye gittim. Bölgede Azerbaycan Ordusu’nu eğittik ve oranın en yüksek dağı Murov Dağı’nda bizzat keşifler yaptım.

Gerçekten Şuşa’nın, Laçin’in, Ağdam’ın ve o bölgelerin nasıl teslim edildiğini orada Azerbaycanlı komutanlardan dinledim ve içimiz kan ağlamıştır. Azerbaycan Türkiye’nin subay-astsubaylarının eğitimiyle Türk ordusunun katkısıyla, Türk ordusu tarafından eğitildi ve neticede tabii ki biz Azerbaycan Ordusu’nu kendi ordumuz gibi eğittik. Bir millet iki devlet anlayışını benimseyerek eğittik. Azerbaycan halkının kendi halkımız gibi eğittik.

Mevcut Azerbaycan Ordusunda TSK’nın izlerini yoğun olarak görebiliyoruz bu durumda?

Elbette… Azerbaycan topraklarının işgali bizim için yaraydı ve belki birçok Azerbaycan Türk’ünden çok daha biz üzülüyorduk ve neticede Türk Silahlı Kuvvetleri eğitim doktrini alan bir Azerbaycan Ordusu kısa sürede Karabağ Harekatı’nı sonuçlandırdı ve biz onlara şunu dedik, “Muharebe, tekel muharebesi, ateş ve manevrayla kazanabilecek kritik yerlerde komando harekatıyla bu harekatı desteklemek kritik noktalara gece harekatı yapmak” ... Azerbaycan Ordusu bu saydıklarımın çoğunu uyguladı ve harekat ilk üç günde çok hızlı gelişti. Üçüncü gün de ise çok kritik bir nokta olan Murov Dağı’nı ele geçirdi Azerbaycan Ordusu.
Daha sonra birçok bölgede harekat hgelişti ve Azerbaycan Ordusu gerçekten Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eğitim ve teknoloji desteğiyle topraklarını kurtardı. Bu hepimizi sevindirdi.

“ERMENİSTAN’IN ORDUSU KALMADI”

Ermenistan ordusunun durumunu nasıl görüyorsunuz? Bir sonraki savaş bir önceki savaştan alınan derslerle kazanılır. O bakımdan Azerbaycan Ordusu’nun Karabağ Savaşı sonrası çok iyi bir faaliyet sonu incelemesi yapıp bu inceleme sonrasında çıkardığı dersleri bir sonraki savaş taktiğinde kullanması gerekir. Azerbaycan ordusunun yukarıdaki askeri bürokrasisinin biraz daha bu savaştan dersler çıkarması lazım. Üst seviyedeki askeri bürokrasi bu savaştan ders çıkarmalıdır.

Kendi ağzından "Mithat Işık kimdir"

Memleketim Amasya, 1965 yılında Kuleli Askeri lisesine girdim ve 1968 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra 1968 yılında girdiğim Kara Harp Okulu’ndan 1970 yılında mezun oldum. Buradan mezun olduktan sonra Sınıf Okulu’na gittim ve buradan da mezun olunca Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda komanda kursu gördüm. Özen komando kursu, komandı ihtisas kursu, paraşüt, dağcılık vs. eğitimleri aldım. 1973 yılında Kıbrıs Türk kuvvetleri alayına tayinim çıktı. Londra Zürih antlaşmasına göre Kıbrıs’ta bizim bir alayımız vardı 650 kişilik, Yunanlılarında 2000 kişilik alayları vardı. Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı’na tayinim çıkınca orada İskenderun’a gittim. Orada subay, astsubay ve erlere komando eğitimi verdik. Ben de takım komutanıydım. 28 Şubat 1974 yılında Kıbrıs’a gittik. Kıbrıs Türk Alayı’nda takım komutanıydım ben. Biz oraya gittikten 6 ay sonra Kıbrıs Barış Harekatı başladı. 24 Temmuz 1974’te. Birinci ve ikinci Kıbrıs Barış Harekatı’na katıldım. Oradan Eğirdir Dağ Komanda okuluna döndüm, dağcılık ve gerilla öğretmenliği yaptım. Şarka gittim, 1980 yılında da Bolu Komanda Tugayı’na geldim. Burada 12 yıl kaldım. O zaman terörün iç güvenlikte sıkıntılar yarattığı dönemdi ve 12 Eylül 1980 yılında Türkiye’de yaşanan değişimde bölük komutanı olarak görev aldım. Benim görevim başbakanlık, bakanlıklar bölgesinin teslim alınması ve güvenliğiydi 12 Eylül’de. Yani 12 Eylül Harekatı’na katıldım. 12 Eylül’den sonra Bolu Komando Tugayı’na döndüm. Burada 20 günlük hazırlığı müteakip benim terörle mücadeledeki esas görevim başladı. Buradan Fatsa operasyonlarına gittim. Fatsa o dönem Türkiye’deki en karışık gölgelerden biriydi ve terör örgütleri için orası adeta kurtarılmış bir bölge olarak ilan edilmişti. Gittiğimiz Fatsa’ya hakikaten öyleydi. Fatsa’ya Aybastı üzerinden giriş yaptık bölüğümle beraber ve operasyon yaparak 75 günde denize indik. Bizim bi taburumuz da güneyden girmişti ve böylece Fatsa operasyonlarını 2 ayda tamamladık. Bolu Komando Tugayı’na döndük. Ondan sonra Türkiye’de, 1981 yılında Apocular diye Doğu ve Güneydoğu’da özellikle Urfa ve Siverek çevresinde bu isimle bilinen bir terör örgütü, PKK’nın kurulduğu dönem, etkili olduğu dönemlerde 1981’de Siverek’e gittik. 

   O Zaman komando bölük komutanıyım. 

Siverek’te etkili operasyonlar yaptık ve 2 ay sonra haziranda da Nusaybin’e gittik. Nusaybin operasyonlarına katıldık. 

Buranın kuzeyinde Bakop Dağı örgütün terk etmediği 1980’li yıllardan bugüne PKK’nın hala içerisinde olduğu, bugün bile gitsek teröristle karşılaşacağımız 
bir yerdir. Bunun sebebi de Suriye’ye yakın olmasıdır. Suriye’de giriş yapan teröristler önce Bakop Dağı’na gidiyorlar oradan Cizre’de Cudi Dağı’na geçiyorlar 
sonra da Dargeçit üzerinden Dicle Nehri’nden Gabar Dağı’na geçiyorlar. Yani örgütün en çok kullandığı bölge Bakop Dağı’dır. Orada biz iki ay operasyonlar 
yaptık. Önce 1982 yılında operasyonu tamamladık Bolu’ya döndük. Aynı sene Tunceli bölgesine operasyona gittik ve o bölgede etkili operasyonlar yaptık. 
Orada PKK ile birlikte sol örgütler de vardı. DHKP-C, TİKKO örgütleri vardı. Orada da operasyonlarımızı yaptık. 

Ardından tekrar Bolu’ya döndük. Bolu’da kaldığım 12 sene süresince doğu, güney doğu bölgesinde etkili operasyonlara katıldım bölük komutanı olarak. 
1990 senesinde gittiğim Mardin Dargeçit’te iki sene kaldım ve etkili operasyonlar yaptım. 1992’de özel kuvvetlere döndüm. 

Onun kuruluşunda önemli görevlerim oldu. 1992’den 1995’e kadar Özel Kuvvetler’in okulunda gerilla, iç güvenlik harekatı, tahrip sabotaj öğretmenlik 
görevlerini yaptım. Bu arada 1993 yılında Azerbaycan ordusunu eğitim için Azerbaycan’a gittim bir timle beraber. Orada Azerbaycan ordusun Komando 
ve Özel Harekat güvenlik eğitimleri verdik orada bulunan timle beraber. 1995 yılında Özel Kuvvetler Alay Komutanlığı’na atandığımda benim operasyon 
bölgem Irak’ın kuzeyiydi. 3 yıl Özel Kuvvetler Alay Komutanlığı görevinde bulundum. Yine bu seneler içerisinde de gerek Türkiye’de gerek Irak’ın 
Kuzeyinde  çok özel görevler icra ettim. 1998 yılının Nisan ayında yaptığımız bir operasyonda Şemdin Sakık’ı da sağ salim yakalayarak Türkiye’ye 
getirip teslim ettik.

https://www.aykiri.com.tr/mahkemeden-osman-kavala-karari/7948/

***

ABD askerleri korkudan Türk bayrağı taşıdı!..”

ABD askerleri korkudan Türk bayrağı taşıdı!..



TERÖRLE MÜCADELE DOSYASI /// Emekli Kıdemli Albay Mithat Işık : 

“ ABD askerleri korkudan Türk bayrağı taşıdı!..”



EKİM 24, 2019

İSNETOZELBURO
      
Emekli Kıdemli Albay Mithat Işık : “ABD Askerleri korkudan Türk bayrağı taşıdı!..”
Kıbrıs gazisi, emekli albay Mithat Işık, ABD askerlerinin Afganistan’da korkutan Türk bayraklarıyla gezdiğini söyledi.

ÖZEL BÜRO, Stratejik Düşünce Enstitüsü Savunma ve Güvenlik Koordinatörü Emekli Kıdemli Albay Mithat Işık ile Ankara’da görüştü.
Kıbrıs gazisi olan, bir özel harekat subayı olarak terörle mücadelenin önemli aşamasında komutan olarak yer alan Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlar yürüten ve Suriye konusunda uzman olan Mithat Işık, Barış Pınarı Harekatı’nda hızlı sonuç alınmasının altındaki etmenlere yönelik dikkat çeken açıklamalarda bulundu.
ABD ile 120 saatlik anlaşmayı “ABD sözüne uyarsa problem çözülür, uymazsa devam ederiz” sözleri ile değerlendiren Mithat Işık, aynı zamanda ABD askerlerinin Afganistan’da durumuna ilişkin dikkat çeken bir cümle kurdu.
Işık, “Amerikan askeri afganistan’da korkudan türk bayrağını kollarında taşıyorlardı” dedi.
İşte Hülya Okur’un Mithat Işık’la yaptığı söyleşiden bazı başlıklar:
-“Türkiye iç cephede terörle mücadelesini başarılı yürüttü”
-“Bizim amacımız Suriye’nin topraklarındaki terörü temizlemekti”
-“Biz emperyalist devletler gibi Suriye’nin altındaki zenginliklerle ilgilenmedik”
-“DEAŞ’ın tenekeden bir davul olduğu ortaya çıktı”
-“SİHA’ları üretmemiz bu operasyondaki başarımızın en büyük etkeniydi”
-“TSK’nın en temel özelliği meskun mahal harekatındaki tecrübesi”
-“Meskun mahallerde terörle mücadelenin farklı bir konsepti vardır”
-“Türkiye’nin hiç bir zaman demografik yapıyla ilgili bir gündemi olmamıştır”
-“Emperyalizm kalplerdeki çizgiyi kaldıramaz”
-“Biz her gittiğimiz yere huzuru, insanlığı götürdük”
-“Bu psikolojik harp, emperyalizmin karalaması”
-“Savaşların şekli değişti”
-“Biz ÖSO’yu Askerimizden ayırmadık”
-“PKK/PYD’nin yapacağı en önemli iş, TSK’nın şefkatli kollarına teslim olmak”
-“NATO ve Avrupa Birliği bize karşı hiç bir zaman samimi olmadı”
-“Amerikan askeri Afganistan’da korkudan Türk bayrağını kollarında taşıyorlardı”
-“Emperyalist ülkeler bölgede Türkiye gibi güçlü bir devlet istemiyor”
-“Türkiye’nin tek amacı bölgede kan ve gözyaşını dindirmek”
-“ABD sözüne uyarsa problem çözülür, uymazsa devam ederiz”
-“Ortada Suriye diye bir devlet yok”
-“Emperyalist ülkelerin en büyük özelliği ‘aldatarak’ sömürmek”
-“Türkiye ile Rusya’nın anlaşacağını düşünüyorum”
-“Türkiye, emperyalizmin yalan ve talanını önledi”
-“Arap ülkelerinin kendilerine çekin düzen vermesi lazım”
-“Orta Doğu’da huzur Türk’ün adaletinde olacaktır”
-“Biz kazandığımız gibi ortadoğu’daki devletler de kazandı”
-“Trump’ın psikolojik durumunu ABD’liler de anlamadı”
-“Trump kazanamayacağını biliyor”
-“Emperyalizm bir yılan gibidir, her zaman tedbirli olmamız lazım”
-“Akıncı’nın Kıbrıs’ın tarihini okuması lazım”
-“Akıncı’nın haddini aşan açıklamalar yapması talihsizliktir”
-“Kıbrıs Osmanlı’dan sonraki en huzurlu dönemini yaşıyor”
-“Kıbrıs’ta da biz halka zarar vermedik”
-“Lastik yakarak ne kadar kendinizi koruyabilirsiniz?”
-“Biz gittiğimiz heryerde kan ve gözyaşını dindiriyoruz

https://stratejikguvenlik.blog/2019/10/24/terorle-mucadele-dosyasi-emekli-kidemli-albay-mithat-isik-abd-askerleri-korkudan-turk-bayragi-tasidi/

***

İşte Çılgınlıklarının Nedeni., 15 TEMMUZ SENARYOSU

 İşte Çılgınlıklarının Nedeni., 
15 TEMMUZ SENARYOSU

Çılgınlıklarının Nedeni,MOSSAD, CIA, FTÖ,Paralel yapı,yüksek yargı,amir, memur, hakim, savcı, asker, general, vali, müsteşar, esnaf, talebe, Mavi Marmara,Fetullah Gülen,Abdullah Harun,

Abdullah Harun,
kontrgerilla.com
17.07.2016 14:13 

TSK'daki Fetö'cülerin darbe girişimi 'Çılgınca' ve 'Gözü dönmüş' olarak değerlendiriliyor. Bir çok detay bu değerlendirmeye yol açıyor. 
Örneğin Meclis'in bombalanması.. 
Örneğin TRT'yi ele geçirirken diğer kanallara ise saatler sonra el koymaya çalışmaları.. 
Herkesin ayakta olduğu bir saatte harekete geçmeleri.. 
Bunun bir nedeni olarak, deşifre olduklarını düşünen darbecilerin paniğe kapılarak gece yarısı yerine daha erken saatte harekete geçmek zorunda kalmış 
olmaları dile getiriliyor. Ancak bunların hiçbiri Meclis'in bombalanmasını açıklayamıyor. Oysa bu çılgınlığı açıklayan bir kaç somut bulgu çok önce ortaya 
çıkmıştı. 
15 Şubat 2014 tarihinde haberleştirdiğimiz bir ses kaydında şok ifadeler yer alıyordu.
TSK'daki Fetö'cülerin darbe girişimi "çılgınca" ve "gözü dönmüş" olarak değerlendiriliyor. Bir çok detay bu değerlendirmeye yol açıyor. 
Örneğin Meclis'in bombalanması.. 
Örneğin TRT'yi ele geçirirken canlı yayında darbenin dakika dakika tüm gelişmelerini canlı yayında veren diğer kanallara ki - onlardan da bazılarına - saatler sonra el koymaya çalışmaları.. Örneğin herkesin ayakta olduğu bir saatte harekete geçmeleri..
Acemi, tuhaf ve çılgınca bu girişimlerin bir nedeni olarak, deşifre olduklarını düşünen darbecilerin paniğe kapılarak gece yarısı yerine daha erken saatte 
harekete geçmek zorunda kalmış olmaları dile getiriliyor.

Ancak bu ya da benzer değerlendirmelerin hiçbiri Meclis'in bombalanmasını açıklayamıyor. Oysa, tüm parti mensuplarının içinde bulunduğu sırada yapılan 
bu çılgınlığı açıklayan bir kaç somut bulgu çok önce ortaya çıkmıştı. 

15 Şubat 2014 tarihinde haberleştirdiğimiz bir ses kaydında şok ifadeler yer alıyordu.

ŞOK SES KAYDI: TÜRKİYE FEDA EDİLEBİLİR, GÜÇLÜ OLAN ABD'NİN YANINDA YER ALINMALI!

Paralel yapının yüksek yargı üyesi hakim ve savcılara yönelik talimatlarını içerdiği öne sürülen ve Ankara'daki hakim ve savcılara dinletildiği ileri sürülen 
kayıtta şu ifadeler yer alıyordu:

"150 devlet içinde hizmet hareketimiz ve müesseselerimiz var. MOSSAD, CIA ve diğerleri Uzun'u götürmek istiyor. Bize de onun akılsız davranışları yüzünden 
'159 ülkedeki okullarınızı kapatırız ya da RTE'yi götürürsünüz' diyorlar. Hizmetimizin selameti için 1 kişi veya ülke gitse ne olur. 
Bu hizmetin bekası için gerekirse Türkiye feda edilir. 
Türkiye'deki mücadelede ABD'nin yanında yer alırsak güçlü çıkarız. Ok yaydan çıktı bir kere. 
Bu safhadan sonra geri dönüş 'yok olmamız' anlamına gelir. Onun için tüm imkanlar kullanılarak taarruz tek yoldur. Önümüze kim çıkarsa ezip geçeceğiz. 
Seçimlerde yüzde 65 ile bile gelseler, dosyalarla götürmek zorundayız. 44 yılda ördüğümüz hırkayı 'buyrun siz giyin' diyecek değiliz. 
Büyük bir fayda için küçük kötülük yapılabilir."

Seçimlerden galip çıksa bile,

Kayıtta, AK Parti’nin seçimlerden galip gelmesi halinde yargı darbeleriyle götürülmesinin hedeflendiği şöyle dile getiriliyor: “Ok yaydan çıktı bir kere. 
Bu safhadan sonra geri dönüş ‘yok olmamız’ anlamına gelir. Onun için tüm imkanlar kullanılarak taarruz tek yoldur. Önümüze kim çıkarsa ezip geçeceğiz. 
Seçimlerde yüzde 65 ile bile gelseler, dosyalarla götürmek zorundayız. 44 yılda ördüğümüz hırkayı ‘buyrun siz giyin’ diyecek değiliz.” Kayıtta, istenilen 
sonucun alınması için “Komünist, faşist, Alevi ve CHP’li farketmez herkesle ittifak edin” talimatı veriliyor.

Gerekirse Türkiye feda edilir,

Yüksek yargı mensuplarına yağdırılan telkinler bunlarla sınır değil. ‘Hayrı kesir için şerri galil irtikap edilir’ (Büyük bir fayda için küçük kötülük yapılabilir) 
denilerek örgütün çalışma prensipleri belirtililiyor. “150 devlet içinde hizmet hareketimiz ve müesseselerimiz var” ifadesiyle başlayan kayıtta 

“Bu hizmetin bekaası için gerekirse Türkiye feda edilir. 5 bin savcı o kadar hakim, onbinlerce polis ve asker şehit olmaya hazır. 
Kayıplar önemli değil. Türkiye’deki mücadelede ABD’nin yanında yer alırsak güçlü çıkarız” ifadeleri yer alıyor.

Yıpratmak için her yolu kullan,

Şok kayıtta, hükümeti yıpratmak için her türlü yolun kullanılması gerektiği dile getirilerek şu talimatlar veriliyor: “Tedbir, inkar ve takiyye ile her yolu 
kullanarak mücadele edeceksiniz. 93’ten sonra mütevelli olanlara yetki verilecek. 93’lü yıllarda hizmete girenler bugün yapılıp söylenenleri geçmişle 
mukayese edip sorguluyorlar. Bunlarla bir sonuca varmamız mümkün değil. İstişareye tabi olunacak. Orada tebliğ edilenlere mutlak itaat edilecek. 
Başbakan bu gücü tahmin edemediği için baş edeceğini düşünüyor.”
Herkesi zaaflarıyla baskı altına alın Fişlemelerle birçok kişinin bilgilerinin ellerinde olduğunu ve gerekirse bunların kullanılacağının belirtildiği kayıtta şöyle deniliyor: “Bütün bilgiler her alanda amir, memur, hakim, savcı, asker, general, vali, müsteşar, esnaf ve talebe sayı ve özellikleriyle masamızda. Herkesi her an ‘hain ilan ediliriz’ endişe ve baskısı altında tutun. Gerekirse zaaflarını açıklamakla tehdit edin. Hizmetimizi muhafaza için güçlü olandan yana olmak esas düsturumuz olmalı. 
Türkiye’deki mücadelede ABD’nin yanında yer alırsak güçlü çıkarız.”
Uzun’un gitmesi için halisane dua edin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef alan kayıtta, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın da açıkladığı “Uzun adamın ölmesini bekliyorlar” sözünü doğrular ifadeler yer aldı. Kaydın o bölümü ise şu ifadeleri içeriyor: “ Üç yıldır Uzun’un ölümü için dua ediliyor. Hala ayakta. Demek ki halisane dua etmiyorsunuz. 
MOSSAD, CIA ve diğerleri Uzun’u götürmek istiyor. Bize de onun akılsız davranış ları yüzünden ‘159 ülkedeki okullarınızı kapatırız ya da RTE’yi götürüsünüz’  diyorlar. Hizmetimizin selameti için 1 kişi veya ülke gitse ne olur.”

DİĞER BULGULAR

İşte ses kaydında da görüldüğü gibi, ifadeler ne kadar açık. O tarihten bugüne kadar yaşananlar ses kaydındaki ifadelerle örtüşüyor. 
Başka bulgular da bu ses kaydının ve içindeki ifadelerin doğru olduğunu gösteriyor.
Türkiye'de açılan Fetullah Gülen davasından kısa süre önce 1999'da tedavi olmak bahanesiyle ABD'ye kaçan Fetullah Gülen'in ABD ile yakınlığı daha 
önce de hep gündeme gelmişti. Irak Körfez savaşında Irak toprakları bombalanıp, Iraklı çocuklar bombardımanda hayatını kaybederken ses çıkarmayan 
Gülen'in Irak, Suudi Arabistan'daki ABD üsleri ile İsrail'e füzeler fırlattığında "ölen masum İsrailli çocuklar için üzüldüğünü" dile getirdiği sohbeti kamuoyunu 
sarsmıştı. Yine Gülen, İsrail'in Gazze'deki Ambargosunu kırmaya giden Mavi Marmara gemisine baskın yapılıp 9 Türk vatandaşı öldürüldüğünde şaşırtıcı 
şekilde gemidekileri suçlamış, "Hata ettiler, İsrailli otoritelerden izin almalıydılar" demiş, kamuoyundan büyük tepki görmüştü.
ABD'ye sığınması ve vaazlarında kullandığı ifadelerin doğurduğu ABD ile derin bağlantı şüphesi son bir kaç yılda şüphe olmaktan çıktı. Bunu gösteren 
somut gelişmeler yaşandı.
Örneğin konuyla ilgili bir FBI görevlisi çarpıcı açıklamalar yaptı. Örgüt lideri Fetullah Gülen'in 1999'da kaçtığı ABD'den sürekli oturum almasında, araya 
giren ABD istihbarat teşkilatı CIA mensubu bazı görevlilerinin etkili olduğu, Gülen'e ret kararı vermek üzere olan mahkemenin bu müdahale sonrası 
"Gülen ABD menfaatlerine faydalıdır" hükmüne vararak oturum hakkı verdiği açığa çıktı.
Rusya ve Özbekistan'daki Gülen cemaatine mensup okullar ABD istihbaratıyla bağlantı şüphesiyle kapatıldı. Hatta Özbekistan'da gözaltılar yaşandı. 
Özbekistan, ABD istihbaratçılarının Gülen okullarında öğretmen kılıfı altında çalıştırıldığı suçlamasıyla tutuklamalar yaptı.
Bir başka bulgu, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın defalarca açıkça talepte bulunmasına karşın ABD yetkililerinin Gülen'i iade etmeyi kabul etmemesi gösteriliyor.
Paralel yapı davalarında sanık durumunda olan onlarca şüphelinin ABD'ye kaçmış olduğu da bir başka bulgu olarak hatırlatılıyor.
Geçtiğimiz günlerde örgüte yönelik en büyük soruşturmayı tamamlayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da iddianamesinde bu ilişkiyi açıkça dile getirdi. 
Gülen'in ABD ajanı olduğunun çok açık olduğunu belirtti.
Sonuç olarak; bu adamlar Türkiye'yi değil ABD'yi kendilerine ana vatan seçmiş. Bu çok açık. Liderleri yıllar önce oraya zaten kaçmış. Bir çok üst düzey örgüt 
liderinin de oraya kaçtığı biliniyor. Öyleyse Meclis'i bombalamalarının başka bir anlamı var mı. Çünkü bu ülke anavatanları değil. Seçimlerden fayda da 
ummuyorlar. Hatta bu ülkeden nefret ettikleri bile söylenebilir. Hiç bir zaman delikanlı olmadılar. Hep sinsice hareket ettiler. Kendilerini gizlemek için 
sürekli yöntemler geliştirdiler. O kadar ki adeta bir istihbarat teşkilatı gibi, yani bir ajan gibi çalıştılar. Şimdi ise bu ajanlıklarını açığa vurdular. 
"Son umutları darbe" demiştik 6 Mart'taki haberimizde. Somut bulguları da sıralamıştık. 
Bazılarının abartı ve paranoya diyerek geçiştirdiği bu son umudun, örgüt tarafından şimdi nasıl devreye sokulduğunu hayret ve dehşetle izliyoruz. 
(Abdullah Harun / kontrgerilla.com)
Paralel Yapı-15 Temmuz (2016) 'TSK'daki Fetö'cülerin askeri darbe girişimi' soruşturması manşetlerimiz Paralel yargıdan şok ses kaydı: Direneceğiz!
(17 Temmuz 2016, 14:13)

http://www.kontrgerilla.com/mnsetgoster.asp?haber_no=8218

http://www.kontrgerilla.com/mnsetgoster.asp?haber_no=8218#.X-8Sy2NxcdU


***

4 Ocak 2021 Pazartesi

Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Azerbaycan gelişmeleri..

Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Azerbaycan gelişmeleri.. 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 

01 Ekim 2020 

 Birkaç yıl önce Macaristan Devlet Başkanı Victor Orban, 1848 Macar Devrimi ana 
törenlerinde konuşurken şöyle demişti; “Geçmişin ve geleceğin günahlarından arınmak için, dinlenmeye geçen bir ülkeyiz.” Bugün, Avrupa Birliği içinde pek çok ülke dinlenmeye geçmiş durumda, hatta dünyanın pek çok yerinde stabil ülkeler var. Halkının refahını artırmak dışında pek fazla ihtirasları yok. 
 Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bu ülkeyi 
dinlenmeye geçirmek istemişti. Önceliği ulusal gücü artırmak ve ulus-devlet yapımızı güçlendirmekti. Lozan ve Misak-ı Milli ile ilgili sorunları çözmek dışında hep barış ve istikrardan yana oldu. Bu politika anlayışı 2000’li yıllara kadar genel olarak korundu. 
 Bugünkü Türk dış politikası için Batılıların kullandığı (İngilizce) sıfat; “reckless” yani “dikkatsiz”, “pervasız”, “sonunu düşünmeyen”. Bu makalede, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’deki son gelişmeleri ele alacak Azerbaycan-Ermenistan Savaşı’ndaki gelişmelere, savaşın arka perdesine odaklanacağız. 

Suriye’de gelinen aşamada üç nokta üzerinde durmalıyız. 
Öncelikle İdlib’te Türkiye’nin (bölgedeki muhalif savaşçıları tasfiye) yükümlülüğü 
konusunda Ruslar “Artık oyun bitti, ne yapıyorsunuz yapın!” dediği aşamadayız. Esat rejimi de M4 yolunun hala kapalı olmasından dolayı çok rahatsız. Türkiye ise hala ne yapacağına karar veremedi. İdlib’te askeri hareketlilik var, yeni bir çatışma süreci zamanını bekliyor. 

İkinci önemli nokta, Rusya’nın Türkiye ve Suriye’deki Kürtleri elinde tutma konusunda ABD ile giriştiği rekabet devam ediyor. Rusya, Suriye’de her kesimden Kürt liderleri Moskova’ya getirdi ve onlara “Ben size ABD’den daha iyi hami olurum” sözü vererek, Kürt kartını güçlendiriyor. 

Üçüncü konu, ABD’nin Suriye politikaları ile ilgili. Esat rejimini devirmek için 
ekonomik yaptırımları genişleten (Sezar Yasası) ABD, bunlardan Suriye’deki Kürtlerin etkilenmemesi için tedbir alıyor. PKK’ya “Türkiye’de eylem yapmayın” diyen ABD’nin bunun karşılığında Ankara’dan Suriye’nin kuzeyine operasyon yapmama sözü aldığı iddia ediliyor. 

ABD, Suriye’nin kuzeyi ile Irak’ın kuzeyini birleştirmeye çalışıyor ama Türkiye, Irak’ın kuzeyini elinde tutmak için rekabet ediyor. Suriye’deki gelişmeler ABD başkanlık seçimlerine endekslenmiş gözükse de, kim başkan seçilirse seçilsin, ABD; Suriye’de Rusları yalnız bırakmayacak ve Türkiye’ye kendi isteklerini kabul etmeye zorlayacak kartları oynayacak. 

Türkiye’nin şansı ise Ruslar. Ruslar, Suriye’de kalmak ve Kürtler konusunda dengeleri elinde tutmak için Türkiye’ye muhtaç. Washington’daki derin devletin Kürtler konusundaki beklentileri ve İsrail politikası Türkiye’yi karşı cephede tutuyor. Üstelik ABD; Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Azerbaycan’daki gelişmelerde de Türkiye’yi dışlıyor. 

Libya ve Doğu Akdeniz’de macera bitti.. 

Libya’da barış süreci iki ana koldan ilerliyor. Bir yandan, hem de Mısır’da tarafların askeri heyetleri görüşüyor, diğer yandan Fas’ta siyasi ve ekonomik konular ele alınıyor. 
Bu görüşmelerin arkasında Rusya ve Fransa var. Serac’ın hükümeti (Ulusal Mutabakat Hükümeti) üzerindeki etkisini kaybeden Türkiye de gelişmeleri kabullenmek zorunda kaldı. 
Görüşmelerde ulaşılan sonuçlar Cenevre’ye taşınacak. Cenevre’de (üç coğrafi bölgeden birer olmak üzere) üç kişilik Ortak Yürütme Konseyi kurulacak. Ortak Yürütme Konseyi, bugünkü ikili yapıya son verecek. Bu konsey, Anayasa ve Ortak Hükümeti belirleyecek. 

Serac zaten gelecek ay istifa kararı aldı. 

Yunanistan, Batı’da Libya ile Doğu’da ise Mısır ile kendi deniz yetki alanı sınırlarını 
belirleyen anlaşmalar yapmıştı. Türkiye ve Libya’daki Serac hükümeti ile yaptığımız anlaşma ile Türkiye de kendi deniz yetki alanını belirlemişti. Ancak, Yunanistan’ın Mısır ile yaptığı anlaşma özellikle Rodos’un Batısı ve Girit üzerindeki haklarımızla örtüşmüyor. 
Peki, Libya’daki barış süreci Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri nasıl etkileyecek? 
Öncelikle Serac hükümeti ile yaptığımız anlaşma, yeni hükümetin elini bağlamayacak. Ya ABD ve Fransa’nın baskısı ile durumu kabulleneceğiz, ya Yunanistan konuyu uluslararası hukuk yoluna taşıyacak ya da konu Yunanistan-Libya sorunu olarak kalacak. 
Konuyu Doğu Akdeniz’e getirecek olursak, sondaj gemilerimizi Mısır-Yunanistan 
Anlaşması’nda öngörülen 28 derece Batısına göndermedik. Hâlbuki asıl bu bölgedeki haklarımızı korumak önemli. Yunanistan ise gemilerimiz bizim bölgemizde olmasına rağmen, kendi gemilerini gönderdi. ABD ve Almanya’nın yaptırım baskısı nedeni ile gemileri çektik. 
Gelinen aşamada “Türkiye ve Yunanistan arasında diplomasiye şans verildi, ortak 
işbirliğine karar verildi” algısı yaratıldı. 2002’den beri devam eden ve 2015’de son verilen İstikşafi Görüşmelere yeniden başlanacağı söyleniyor ama bundan bir sonuç çıkmamıştı ve çıkacağı da yok. Sonuç olarak konu yatıştırıldı, Doğu Akdeniz tantanası da Türkiye için bitti. 
Ege’den sonra Doğu Akdeniz konusu da Türk-Yunan sorunlarına yeni bir Arapsaçı 
olarak eklenirken, Kıbrıs’ta da işler iyi değil. Annan Planı’ndan beri devam eden hataları ödeme zamanı geliyor. Kıbrıs konusu da bir Avrupa Birliği sorunu haline geldi. Mustafa Akıncı’nın KKTC başkanı olması çok vahim ve hala Kıbrıs politikamız belli değil. 

Ermeni-Rus ilişkileri Nasıl bozuldu? 

 Rusların bu savaşa kadar Yukarı Karabağ’da Ermenistan’da verdiği desteğin arkasında şunlar vardır; Türkiye’nin etkisini sınırlamak, Azerbaycan’daki Rus fobisini dizginlemek ve Rusya’daki büyük Ermeni diasporası ile uzun süreli kültürel bağları korumak. Güney Kafkasya’daki etnik gruplar bölgeye Rus politikalarının girişine manivela olmaktadır. 
Ruslar, Ermenistan ile çok güçlü bir askeri işbirliği anlaşması yapmış, ortak hava 
savunma sistemi kurmuş, bu ülkede kurduğu iki askeri üs’te 5 bin kadar askeri vardı. Diğer yandan silah anlaşmaları ile takviye ediyor ve Rus NATO’su olan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) ile Ermenistan’a önemli bir askeri destek vaat ediyordu. 
Bu savaşın arkasında Türkiye’nin desteğinden çok Rusya’nın Ermenistan’ı yalnız 
bırakması var. Hatta göz yumduğu bu savaşta Azerbaycan kuvvetlerinin yavaş gittiği şikâyeti var. Öncelikle Rusların Ermenistan ile ilişkilerinin 2016 yılından sonra nereden nereye geldiğine göz atmamız gerekir. 
Nikol Paşinyan iktidara geldiğinden beri ülkedeki kötü gidişat karşısında milliyetçiliğe ve Karabağ’ a oynuyordu. Ailesi ve kendisine yönelik suçlamalar arttıkça, karısı Karabağ’a gidip resim çektiriyordu. Azerbaycan tarafında ise son yıllarda Türkiye’nin etkisi artmış, son dönemde özellikle Dışişleri Bakanlığı’nda Türkiye yanlıları tercih edilmişti. 
Ancak, son iki yıldır dengeler değişti. Batının desteği ile renkli devrim sonucu başbakan olan Paşinyan, Putin’e meydana okumaya başladı. Batı ile yakınlaşmaya “Yeni Gerçeklik” vurgusu yaptı. ABD ve AB ile ekonomik işbirliği anlaşmaları imzaladı. Ve ABD ve Fransa’nın provokasyonu ile Temmuz ayında Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine askeri operasyon düzenledi. 
Operasyon devam ederken, Batıdan beklediği yardım gelmedi. Rusya ve KGAÖ ise dönüp bakmadı bile. Putin ile görüşmek istedi ama kabul edilmedi. Moskova’daki Ermeni kökenli bürokratlar (başta Lavrov) bile Ermeni yönetimine hakaret ettiler. Paşinyan hemen bir “Yeni Güvenlik Doktrini” uydurdu ve Rusya’yı 1 No.lu dost ilan etti ama Putin’e yetmedi. 

Savaşın Seyri.. 

Özetle son iki aydır Batının adamları başkan Armen Sarkisyan ve başbakan Paşinyan’ın suları ısınmıştı. Geçen hafta Lavrov, 2009 yılında yapılan Minsk Planı’nı deşifre etti. Buna göre Ermenistan, Dağlık Karabağ’da işgal ettiği yedi bölgeden (rayon) beşinden çekilmeyi son anda kabul etmemişti. İşte şimdi yaşanan savaşta Ruslar, bu plana ışık yaktı. 
Ermeni provokasyonunu başlatan kişinin Rusların bu ülkedeki bir No.lu adamı olan ve  Rusya’da askeri eğitim alan Savunma Bakanı olması ilginç. Ruslar, Ermenilere böylece sıkı bir ders vermek istiyorlar. Bu konuda Türkiye ile de bir mutabakat olduğu belli. Özetle sahada Rus-Azerbaycan danışıklı dövüşü var. 

Şu ana kadar 7 bölgeden sadece birinde önemli ilerleme sağlandı, bazı köyler alındı ama henüz merkez düşmedi. Bu arada stratejik olarak çok önemli olan Murov Dağı’nın kontrolünün ele geçirildiği açıklandı. Türkiye’nin askeri desteğini ifşa etmesi, sahadaki gelişmeleri, sahiplenmesinden sadece Ruslar değil Azerbaycan hükümeti de rahatsız olmaya başladı. 

Azerbaycan haklı bir savaş yürütüyor. Eğer Azerbaycan ordusu durursa ele geçirdikleri kalacak ama Ruslar amacına ulaşmış olacak. Azerbaycan’a bir parmak bal karşılığı Ermeniler yola getirilecek. Şimdilik Putin, Taşinyan’a destek için “Macron’a git” fırçası atıyor. BM GK ve Minsk Grubu kararları defalarca Ermenilere “işgal ettiğin topraklardan çık” dedi. Son BM GK toplantısından bir karar çıkmadı, sadece Genel Sekreter’in bir açıklaması oldu. Uluslararası hukuk boyutu nedeni ile ABD ve Fransa, Ermenilerin yanında siyasi olarak açıkça tavır alamıyorlar. 

Sonuç olarak, her ne kadar Ruslar bu savaşta Azerbaycan’a bir yeşil ışık yakmış olsa da bunun amacı Ermenilere bir ders vermek ve verilen desteğin kırmızı çizgileri var. Yani Putin, aslında dizginleri elinde tutan taraf ve Ermenileri yola getirdiğine inandığında gene tarafını onlar yana seçecektir. 

Bu anlaşmazlık en sonunda Dağlık Karabağ’ın statüsünü masaya getirecektir ve bu son minvalde Ruslar belirleyici olmaya çalışacaktır. Abhazya, Güney Osetya gibi örneklere bakarak Rusların, bu coğrafyada yeni bir özerk bölge kurarak, kendi etki bölgesini kaybetmeme amacını gütmek peşinde olacağını tahmin etmek zor değil. 
Makalenin başına dönecek olursak son yıllarda en güçlü yanımız Türk askeri bir 
cepheden diğerine koşuyor ve enerjisini harcıyor. Büyük güçlerin hevesleri kadar reckless dış politikamız mevcut olanı hızla tüketiyor. Türkiye’nin biraz değil çok dinlenmeye ihtiyacı var. 

Her ülkenin öncelikli çıkarı halkının refahı ve ekonomik gelişmesidir. 

***

1 Ocak 2021 Cuma

ABD, Ambargolar ve Yaptırımlar

ABD, Ambargolar ve Yaptırımlar 


ABD, Ambargolar, Yaptırımlar, Mithat Işık, Analiz, Kıbrıs Barış Harekatı, Yunanistan,ENOSİS, Johnson, mektubu,Kanlı Noel,Kardak Krizi,





Stratejik Düşünce Enstitüsü 
Analiz 
Kd. Albay (E) Mithat Işık 
30 Aralık 2020 17:19 

    Türkiye-ABD ilişkilerinde dönem dönem inişler çıkışlar olmuştur. ABD ile Türkiye ilişkileri hiçbir zaman stratejik müttefiklik düzeyinde olmamıştır. ABD Türkiye'yi kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda kullanabildiği sürece Türkiye'ye karşı dostane tutum sergilemiştir. ABD Türkiye'yi ve Türk ordusunu istediği zaman Kore Savaşı'nda olduğu gibi kendi çıkarları için kullanmak istemiştir. Ne zaman ki Türkiye kendi ulusal güvenlik ve çıkarlarını gündeme getirmiş, o zaman ABD ile ilişkilerde sıkıntılar yaşanmıştır. Aynı ittifak içerisinde olan iki müttefik ülkeden birinin diğerine yaptırımlar ve ambargo uygulaması kabul edilebilir değildir. 
Buna rağmen ABD 1963 yılından itibaren defalarca Türkiye'ye karşı yaptırım uygulamıştır. ABD'nin amacı bu yaptırımlarla Türkiye'ye bir maliyet ödetmekse, Türkiye'nin de ABD'ye ödeteceği maliyet yüksek olabilir. 

Türkiye'nin Washington ve Brüksel'e karşı uygulayacağı kozları vardır. 
Kıbrıs'ta 1963 yılında Rumlar Türkleri adadan çıkarmak ve imha etmek ENOSİS gerçekleştirmek için Türklere ve Türk köylerine karşı saldırı başlattılar. Başlangıçta 90 Türk Köyü devamında 103 Türk Köyü Rumların saldırılarına maruz kalmış, Lefkoşe’de Türkler şehit edilmiştir. Tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen 21 Aralık 1963 saldırılarında 364 Türk hayatını kaybetmiştir. Türkiye Rumların bu saldırılarını durdurmasını istemiş, saldırılar devam ederse adaya müdahale edeceğini açıklamıştır. Türkiye'nin baskı ve kararlılığı sayesinde Rumlar saldırılarını durdurmuştur ancak Rumlar 1964 yılının yaz başlangıcında tekrar Türklere saldırmaya başlamışlar; bunun üzerine 8 Ağustos 1964 günü Türkiye 30 savaş uçağı ile adaya müdahale etmiş ve Rumların saldırılarını önlemiştir. 

Türkiye'nin adaya müdahalesini önlemek için ABD Başkanı Johnson, Başbakan İnönü'ye bir mektup yaz yazmıştır. Müttefiklik ruhuna aykırı olan bu mektup tarihe Johnson mektubu olarak geçmiştir. Türkiye Başbakanı İnönü de aynı şekilde cevap vermiş ve “Yeni bir düzen kurulur ve Türkiye de orada yerini alır” demiştik. Johnson’ın yazmış olduğu bu mektup Türkiye'nin uyanışının başlangıcı olmuştur. 
Zira o zaman Türkiye adaya çıkarma yapmaya kalksa çıkarma yapacak gemisi yoktu. Çıkarmanın yolcu gemileri ile nasıl yapılacağı komutanlar arasında 
tartışılıyordu. 

Yeterli hava indirme birliğimiz yoktu. Sadece bir hava indirme taburumuz vardı. 
Komando tugayımız yoktu. 

Uçar birlik yapacak yeterli helikopterimiz yoktu. 

Amfibi Deniz Piyade Tugayımız henüz mevcut değildi. 
Johnson’ın mektubundan sonra Türkiye kendi çıkarma gemilerini yaptı hava indirme taburu sayısını 3'e çıkardı. Havadan ikmal birliğini büyüttü. 3 taburlu 
Komando Tugayı’nı kurdu. Amfibi Deniz Piyade Tugayı’nı 3 tabura çıkardı. 
Helikopter sayısını artırdı. Pilot ve teknisyen sayısını yeterli seviyeye çıkardı. 
Komando paraşüt subay, astsubay, erbaş ve er sayısını artırarak tugayların personel mevcudunu %100 seviyeye çıkardı. 

Kara, deniz, hava birliklerimiz, müşterek çıkarma, hava indirme, havadan ikmal ve uçar birlik müşterek tatbikatlarını sık sık yaparak Kıbrıs Harekâtı’na hazırlandı. 
Kıbrıs Barış Harekâtı’nda komando ve paraşüt kursu görmüş genç bir teğmen olarak Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile birlikte harekâta katıldım. Barış zamanında 
yaptığımız bu hazırlıklar sayesinde Kıbrıs Barış Harekâtı’nı en az zayiatla ve en kısa sürede yaptık. 
Kıbrıs Barış harekatı'ndan sonra ABD Türkiye'ye Şubat 1974'te silah ambargosu uyguladı. 



Ambargoya karşı Türkiye; 

25 Temmuz 1975'te ABD ile Türkiye arasında 1969'da imzalanan işbirliği anlaşmasını yürürlükten kaldırdı. 
Türkiye'de bulunan tüm ABD üsleri Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kontrolüne geçti. 
Neticesinde ABD 26 Eylül 1978'de ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından ambargoyu kaldırdı. 
ABD ambargosu ile birlikte Türkiye kendi silahlarını yaptı, yeni ve daha etkili hafif ve ağır silah ve mühimmat üretti, savunma sanayinin temelleri atıldı. 

Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edildi. 

30 Ocak 1996 Kardak Krizi 

Yunanlılar Aralık’ta Kardak Adası’na asker çıkardı. 
Adaya çıkan Yunan askerleri 31 Ocak 1996 tarihinde Kardak Adası'na çıkan SAT komandoları tarafından adadan çıkarıldı. Bu olaydan sonra ABD Türkiye’ye yeni 
bir engelleme uyguladı. ABD Türkiye'ye hibe ettiği İki firkateyn ve parasını ödediği bir firkateyni almak için deniz kuvvetlerinden 480 personel ABD'ye gitti. 

ABD Kardak krizini bahane ederek firkateynlerin teslimini geciktirdi. 

Bu gecikme Türkiye'ye 50 milyon dolara mal oldu. 

ABD'nin yaptırım ve engellemeleri bugün de devam ediyor 
F-16'ların yenilenmesi 
Atak Helikopterin motorları için ihracat lisansının verilmemesi. 
Türkiye'nin F-35 Programından çıkarılması 
PKK/YPG Terör örgütüne yüzlerce tır silah mühimmat ve malzeme vermesi 
PKK/YPG Terör örgütüne tahrip, sabotaj ve yeni nesil silah eğitimi vermesi. 
FETÖ'nün Elebaşı olan FETÖ'yü Türkiye'ye teslim etmemesi 
Tarih 2020 - Savunma Sanayine karşı yaptırım kararı alması 
CAATSA Yasası 

ABD'nin hasımları ile yaptırımlar yolu ile mücadele etme yasasıdır. Hasım ülke demek diğer bir ifade ile düşman ülke demektir.S-400 hava savunma silahıdır. 
ABD Türkiye'ye patriotları satmamıştır. S-400 almasından rahatsız olmasının sebebi Türkiye'yi hasım ülke olarak görmesidir. Türkiye taviz vermeden dik 
durmalıdır. Verilecek bir taviz başka bir tavizin de habercisi olacaktır.