9 Ocak 2020 Perşembe

OTUZ ÜÇ KURŞUN., BÖLÜM 4

OTUZ ÜÇ KURŞUN.,  BÖLÜM 4



   Kürdistan’ın çeşitli yerlerinde daha sonra meydana gelen direnmeleri, Kürt ulusuna karşı uygulanan politikaları belirleyen temel olgu budur. … Koçgiri hareketinin (1921), Şeyh Said (1925), Ağrı, Zilan (1930-1932), Dersim (1937-1938) ve öteki Kürt direnmelerinin anlaşılması mümkün değildir, Şeyh Mahmut Berzenci’nin Güney Kürdistan’da İngilizlere karşı yürüttüğü silahlı mücadelenin (1919, 1921, 1924, 1930), Şeyh Ahmet ve Mella Mustafa Barzani’nin İngilizlere ve işbirlikçileri Irak monarşisine karşı yürüttü ğü mücadelenin (1930-1932, 1934, 1943-1945) anlaşılması yine bu temel olgunun yani 1923’teki Lozan emperyalist bölüşümünün iyice kavranmasına bağlıdır. Mahabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluşunun ve yıkılışının (1946-1947), Simko’nun İran monarşisine karşı yürüttüğü ulusal mücadelenin (1921-1922, 1930), Mella Mustafa Barzani önderliğinde, Irak askeri diktatörlüğüne, Baas ırkçılığına ve sömürgeciliğine karşı yürütülen ulusal mücadelenin (1961-1970), Kürt ulusal hareketinin 1975’deki yenilgisinin temelinde hep bu olgu vardır. Yani 1923’te Lozan anlaşması ile noktalanan, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşüm mücadelesi. Kürt ulusunun bölünüp yönetilmesi. Bu olgunun geçmişle ilişkisi elbette vardır. 19. yüzyılın başından itibaren, Kürdistan’da görülen ayaklanma lar, (1806, 1828-1829, 1841, 1843) ve sonrası. 

Özellikle Şeyh Ubeydullah Nehri ayaklanması (1881) Kürt ulus olgusunun oluşumunda büyük rol oynamıştır. Fakat temel öğe, belirleyici öğe, kendisinden sonrakileri belirleyen esas öğe, l923’te noktalanan, emperyalist bölüşüm politikasıdır. Mihri Belli böylesine bir temel olguyu anlatmaktan bilinçli bir şekilde kaçınmıştır. Bu bakımdan “Özeleştiri”sinde olgulardan kopuk olup, ürettiği bilgiler bilimsel değildir. 

Kürdistan üzerinde böl ve yönet politikası 1923’ten itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ve bu dünyada bir benzeri daha görülmeyen emperyalist bir bölüşümdür. Kürdistan ve Kürt ulusu dörde bölünmüş ve bölgede egemen devletlerin bünyelerine ilhak edilmiştir. 

Türkiye’de Milli Meselenin temel çıkış noktası, Lozan emperyalist bölüşümü ile birlikte Kürt ulusunun devlet kurma hakkının gasp edilmesidir. Bu eylemin sahipleri de bellidir: İngiliz emperyalizmi, Fransız emperyalizmi, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti ve Şehinşah Rıza Şah monarşisi. Daha sonra, bu emperyalist ve sömürgeci devletler, Kürdistan’ı sömürgeleştirebilmek, Kürt ulus benliğini tamamen yok edebilmek için, müşterek politik, ideolojik ve askeri eylemlerde bulunmuşlardır. 

Eğer, “Doğu”da feodal kurumlar, feodal üretim ilişkileri, hala yaşıyorsa, bu Kemalistler öyle istediği içindir. 

İşte, Kemalizm’in en büyük başarısı budur. Irkçı, sömürgeci, ilhakçı ve İngiliz ve Fransız işbirlikçisi bir ideoloji olduğu halde, kendini Türk “solcu”larına, Türk “Marksist”lerine, devrimci olarak kabul ettirmiş olmasıdır. 

Türkiye’de “Milli Demokratik Devrim” adı altında, temel özelliği Kürt düşmanı olan, sömürgeci, ırkçı, ilhakçı olan, emperyalizmin işbirlikçisi olan bir çevreler “devrimci, ilerici” diye gösterilmeye, kutsallaştırılmaya çalışılmıştır. “Milli Demokratik Devrim” adı altında, ordu hayranlığı, Kürt düşmanlığı yaratılmaya çalışılmıştır. Ve bu 1965-1971 yıllan arasında, Milli Demokratik Devrim Grubu (Türk Solu, Aydınlık, Yön, Devrim, Cumhuriyet) tarafından sürekli olarak sürdürülmüştür. 

Türkçe okuyup yazmak, Türkçe konuşmak, Türk “sosyalistleri” için hiçbir zaman sorun değildir. Türk “sosyalistlerinin” ne böyle bir sorunları ne de böyle bir talepleri vardır. Fakat Kürtçe için yapılan mücadelede Kürt devrimcileri, demokratları ve yurtseverleri soluğu daima zindanlarda alıyor. Bu bakımdan bu iki durumun farklılığını görmek devrimci ve demokrat unsurlar için büyük bir zarurettir. Hangi amaçla olursa olsun, şoven duygulanın körüklenmesine varacak bir propagandayı sürdürmek yanlıştır. 

Kürdistan üzerindeki Lozan, emperyalist bölüşüm mücadelesini anlatmayan, hiçbir yazı, tahlil, konuşma, Kürt ulus sorunu konusunda bilgi vermez. Çünkü, Kürdistan’da l923’ten sonra meydana gelen olayların temel belirleyicisi ve yönlendiricisi bu olgudur. Bu bakımdan tek ve seçici bir olgudur. Bu olgu, iç ve dış dinamikleriyle, iç ve dış bağlantılarıyla, çelişme ve değişmeleriyle, zaman ve mekan boyutu içinde ele alınıp açıklığa kavuşturulmadan, çözümlenmeden Kürt ulus sorununun anlatımında bir yere varılamaz. 

Şu hususu hemen belirtelim ki, “Türkiye”, İran, Irak, Suriye, Kıbrıs, Mısır, Lübnan gibi bir coğrafyaya izafeten verilmiş bir isim değildir. Türk etnik grubuna ifade edilerek verilmiş bir isimdir. Bu bakımdan, “İran halkı”. “Irak halkı”, “Suriye halkı”, “Kıbrıs halkı” vs, denildiği zaman anlamlı olabilir. Fakat “Türkiye halkı”, “Türkiye toplumu” denildiği zaman uydurma ve zorlama bir durumu yansıtır. Sahte bir kavramdır. Çünkü, örneğin İran denildiği zaman, egemen ulusa ifade edilerek verilmiş bir isim değildir. O bir coğrafi parçanın adıdır. 

Bu bakımdan, Türkiye halkı, Türkiye toplumu, Türkiye feodalitesi gibi kavramlar suni kavramlardır. Sahte kavramlardır. Türk “solu”nun ve Türk “sosyalist” hareketinin, “Kürt” adını ve “Kürdistan” adını kullanmamak için bulduğu uydurma, suni ve sahte yol budur. Bu sahteliğin esas amacı, temeldeki yanlışı ve suskunluğu devam ettirmektir. Böylece Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına, 
Kürt ulus sorununa, “Milli Mesele”ye bakışta, bir “düzeltme” yapılmış izlenimi verilmeye çalışılmaktadır. 

Bu tutumun, Türk ‘solu”nun ve Türk “sosyalist” hareketinin ortak bir tutumu olduğunu belirtmiştik. Örneğin, Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran, “Demokrasi ve Demokratikleşme Sorunu” başlığı altında yazdığı makalede, hep “Türkiye” sözlerini kullanmaktadır. ‘Türkiye burjuvazisi”, “Türkiye milli burjuvazisi”, “Türkiye toplumu” gibi... Bu kavramları kullanmak için özen gösterdiği de söylenebilir. Hem de milli olmanın “Müslüman ve Türk anlamında milli” olduğunu bilerek ve vurgulayarak. Türkiye İşçi Partisi, Türkiye’de demokrasiden, demokrasinin yaygınlaştırılmasından söz etmektedir. Demokrasinin kitlelere götürülmesinden, kitlelerin siyasallaştırılmasından söz etmektedir. Fakat Kürt ulus sorunu diye bir sorunun varlığına kati surette dokunmamaktadır. Bilinçli olarak. Fakat. “Türkiye toplumu”, “Türkiye burjuvazisi” gibi kavramlarla 1968 ve 1970’lerde söylediği şeyleri tekrarla maktadır. Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları kitabının birinci ve ikinci baskısında, yukarıda işaret edilen makaledeki düşüncelerini, “Türk halkı”, “Türk burjuvazisi”, “Türk sosyalisti” gibi kavramlarla ifade etmişti. Bu örnek sözü edilen düzeltmenin, mekanik bir şekilde, sessiz sedasız yapıldığını göstermekte dir. Fakat yanlışlığın temellerine inmemek, onu eleştirmemek konusunda büyük bir ısrar vardır. Bütün bunlara rağmen, Kürt ulus sorunu görülmeden, böylesine bir soruna dikkat edilmeden, demokrasi mücadelesi yapılabileceği izlenimi 
verilmeye çalışılmaktadır. Kürdistan’a ve Kürt ulusuna karşı nasıl bir politika uygulanırsa uygulansın, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gibi merkezlerde yürütülen mücadelenin, demokrasi için yeterli bir mücadele olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır. Böyle bir demokrasi mücadelesinin sürdürülebileceği ifade edilmektedir. Bu tutum Kürt ulusunun ulusal mücadelesine, sömürgeciliğe karşı verdiği mücadeleye hiç dikkat etmeyen, bu mücadeleyi çok hafife alan, küçümseyen bir tutumdur. Fakat Türk emekçi yığınlarına da, Türkiye’nin toplumsal yapısı hakkında yanlış bilgiler verdiği, yanlış hedefler gösterdiği için, emekçi yığınların sıhhatli gelişimini de hafife alan bir tutumdur, Halbuki emekçi yığınların, gerçek somutları, somut gerçeği bilmeye ihtiyaçları vardır. Suskunluk, gerçek somutların gizlenmesi, militarist sömürgeci burjuvazinin, ırkçı, sömürgeci ve ilhakçı Kemalistlerin talebidir. 

Emekçi Dergisi sözü edilen bu yazısında da bütün Kürt direnmelerini gerici olarak nitelendirmektedir. Kemalistlerin Kürdistan’ı sömürgeleştirmek için giriştikleri eylemleri ise “feodalizmle mücadele” olarak nitelendirmektedir. 

Kürt direnmelerinin emperyalist bölüşümü ve sömürgeleştirmeye karşı bir tepki 
olabileceği düşünülmemektedir. Bu husus daima gözlerden ve dikkatlerden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. 

Komünist Enternasyonal, Kürdistan’ın İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle Kemalistlerin ve Şehinşah Rıza Şah yönetiminin, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemleri sonucu bölünmesine karşı hiç ses çıkarmamıştır. Kürt ulusuna karşı uygulanan “böl-yönet” politikasına karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. 
Kemalistlerin Kürt ulusuna karşı uyguladıkları ırkçı ve sömürgeci eylemleri daima göz ardı etmeye çalışmıştır. 

“Dünyanın bütün ezilen ülkelerinde milli kurtuluş savaşlarının ya şehir ve köy proletaryalarının (Vietnam) ya da küçük burjuvazinin en yoksul kolunun (Cezayir) öncülüğünde, verilmekte oluşu bir rastlantı değildir. Bizim ilk milli kurtuluş savaşımızda bu bakımdan bir istisna almamıştır. Genellikle küçük burjuva kökenden gelme asker-sivil aydın zümre o günlerde en halkçı, emekçiye en yakın bir şartlanma içindeydi ve hegemonyası altında kurulan milli güç birliği saflarında Türkiye köylüsünün büyük ağırlığı vardır. Emeğe övgü niteliğindeki sözler, o günlerde rast gele söylenmiş sözler değildir. Ve sonraki dönemlerde bu sözlerin pek tekrarlanmaması da rast gele değildir. Cephenin cephane ikmalinin 
sağlanmasında büyük rol oynamış alan, Ankara’daki İmalatı Harbiye’nin lştirakiyyun Partisi üyesi sosyalist işçilerin, eldeki topların namlularına uysun diye, dolu top mermilerini çaptan düşüren ve bu yüzden sık sık şehitler veren bu proleterlerin Başkumandan Mustafa Kemal ile doğrudan doğruya temasları vardı. Savaş yıllarında Çankaya’nın kapısı bu sanayi işçilerine her zaman açıktı. İç ve dış dalgaların belirmesi sonucu sonraki dönemde, küçük burjuva bürokrasisinin emekçi yığınlardan uzaklaşmış olması olgusu kurtuluş savaşının halk savaşı niteliğini gölgelendirmemelidir.” (Mihri Belli

Bu sahte sözlerin esas amacı, halkın gelişen toplumsal muhalefetini kırmaktır. Bu toplumsal muhalefeti kırmak için Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası kapatılmış, sorumluları tutuklanmış, sahte Türkiye Komünist Fırkası kurdurulmuştur. Çerkez Etem güçleri imha edilmiş, Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilmiştir.. 
Hemen arkasından da, Merkez Ordusu Kumandanı Nurettin Paşa (Sakallı Nurettin Paşa) komutasındaki birlikler Kürt ulusuna karşı, Koçgiri’de katliama girişmişlerdir. Bu tarihlerde Kuvayı Milliyeciler İngiliz emperyalizmi ile yoğun ilişki kurmaya başlamışlardır. Komünistlere karşı girişilen eylemler, İngiliz 
emperyalizmi ile geliştirilen ilişkilerin gereği olarak ortaya çıkmaktadır. 1920 sonlarında ve 1921 yılı başlarında meydana gelen bu olayları görmeden, Mustafa Kemal Paşa’nın proleterlerle devrimci ilişkiler kurduğundan söz edilmesi sağlıksız bir tutumdur. 

Mihri Belli yazısına, Türkiye’nin, dünyada ilk ulusal kurtuluş savaşını veren ülke olduğunu vurgulayarak devam etmektedir. Bu bakımdan, ezilen bütün halkların derin bağlılık duymalarına neden olduğu da vurgulanmaktadır. Fakat İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile birlikte Kürdistan’ı bölüp parçalayanların, Kürt ulusuna karşı böl-yönet politikası uygulayanların, Kürt ulusunu köleleştirmeye çalışanların, nasıl olup da, ezilen bütün halkların sevgisini ve bağlılığını kazandığı sorulmamaktadır. 

 B. Kürt Sorunu Karşısında Milli Demokratik Devrim – Sosyalist Devrim Tartışmasının Anlamı 

1971’den önce, Türk “sosyalist” hareketinin, en önemli tartışma konusu, Milli Demokratik Devrim - Sosyalist Devrim ikilemi etrafında idi. Bu tezlerin ikisinin de Kürt ulus sorununu dikkate alan tarafları yoktu. Şöyle ki: Milli Demokratik Devrim, “Türk millisi” esasına dayanıyordu. Ve feodalizme karşı olduğunu 
bildiriyordu. Milli Demokratik Devrim anlayışının varlığını savunduğu feodal ilişkiler ise, özellikle Doğuda, yani Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, Kürdistan’da idi. Feodal ilişkilerin çözülmesi ise, ulusal hareketin boyutlanmasını sağlıyordu. Kürt toplumu üzerinde, Kemalizm’in en yakın işbirlikçileri ve ajanları olan şeyhlerin ve ağalarının etkinliği kalktıkça ulusal hareket güç kazanıyordu. Kitle haberleşme araçlarının gelişmesi, Kürtlerin, dünyada, Orta-doğu’da ve Türkiye’de kendi politik ve toplumsal statüleri hakkında günden güne bilinçlenmelerine neden oluyordu. “Türk millisi” esasını kabul eden Milli Demokratik Devrim anlayışı ise, Kürt ulusal hareketine, bu hareketin yoğunluk kazanmasına karşı idi. Çünkü Milli Demokratik Devrim resmi ideoloji çerçevesinde, “Türk millisi’ esasına göre geliştiriliyordu. Bu, Milli Demokratik Devrim ile (yani Türkiye’de savunulan şekli ile) Kürt ulus hareketi arasında uzlaşmaz bir çelişmenin varlığını ortaya koyar. 

Sosyalist Devrim görüşünü savunanlara göre ise, Türkiye’de, 1923’ten itibaren, demokratik devrim yapılmış ve bu süreç tamamlanmıştır. Önümüzdeki aşama, sosyalist devrim aşamasıdır. Bu anlayışın da Kürt ulus olgusu ile en ufak bir bağı yoktu. Zira, l923’ten itibaren Kürt ulusu Kemalistler tarafından (TİP Kemalistlerin demokratik devrimi gerçekleştirdiklerini söylüyor) boyunduruk altına alındığı halde, her türlü ulusal ve demokratik hakları gasp edildiği halde, Demokratik Devrimin gerçekleştiğini kabul ediyordu. Kürt ulusuna vurulan böylesine bir sömürgeci boyunduruğu görmeden, bu olguyu hiçe sayarak, “Bağımsızlık Demokrasi, Sosyalizm” mücadelesi yapıyordu. 

Bu bakımlardan, iki tez de Kürt ulus olgusunu dikkate almamıştır. göz ardı etmiştir. Resmi ideolojiye uygun olarak yok saymıştır. 

Lenin, “Bir yenilgiye veya yanlışa rahatça gözleri kapayıp susmak yenilgiye uğramaktan ve yanlış yapmaktan çok daha vahimdir” demektedir. Çünkü bir yanlıştan söz etmemek, yanlışın temellerini araştırmamak bilimsel çözümle mesini yapmamak, yanlışın sürüp gitmesini sağlamak demektir. Yanlış 
sürüp gittiği zaman, ondan sağlanan politik yararlar da, burjuvazi karşısındaki meşruiyet sürüp gidecektir. Bu bakımdan tarihsel büyük yanlışın sürüp gitmesi, bir unutkanlık, ihmalkarlık, veya dalgınlık eseri değildir. 

Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, “dünyada emperyalizme karşı, ilk ulusal kurtuluş savaşını biz verdik, bütün mazlum uluslara örnek olduk diye her zaman övünmüştür. Şimdi de övünmektedir. Fakat yaşanmış hayatı fiili durumu değerlendirmekten bilinçli olarak kaçınmaktadır. Çünkü fiili durumda, İngiliz ve Fransız emperyalizminin işbirlikçiliği, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun bölünüp yönetilmesi, köleleştirilmesi ve sömürgeleştirilmesi vardır. 

Bu anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, Türkiye’nin öz sorunları, özel olarak Kürt ulus sorunu konusunda bilimsel bir tahlil getirmemiştir. Kendi burjuvazisinin, sivil-asker bürokratlarının görüşlerinin, yani resmi ideolojinin etki alanı içinde kalmıştır. … Kürt ulusal 
direnmelerini daima gericilik olarak değerlendirmiştir. … Darağaçlarında, sürgünlerde, özel siyasal mahkemelerde, zindanlarda, mücadele veren Kürtleri daima küçümsemiş, “Kürt gericiliği” demiş, bu eylemlerin sahipleri Kemalistleri “devrimci, ilerici” diye alkışlamıştır. 

C. Mehmet Ali Aybar ve “Kapattırılan TİP” 

1. Türkiye İşçi Partisi, Ekim 1970’de toplanan Dördüncü Büyük Kongresinde, ulusal sorun ile ilgili bazı kararlar aldı. Bu kararlarda kısaca, Kürt halkının varlığı kabul ediliyor, doğunun geri kalması ile orada yaşayan nüfusun etnik özellikleri arasında ilişkiler kuruluyordu. 

2. Bu kararlardan dolayı Anayasa Mahkemesince, Türkiye İşçi Partisi hakkında soruşturma açıldı. Ve Parti 1971’de Sıkıyönetim döneminde kapatıldı. 

3. Fakat, TİP yöneticileri, Dördüncü Büyük Kongrede aldıkları kararı, Anayasa Mahkemesinde savunmadı. Aldığı kararlardan pişmanlık duydu, geriye dönüş yaptı. Tamamen resmi ideoloji çerçevesi içinde bir savunma yaptı. 

TİP Yöneticileri şöyle diyorlardı: 
“Gerçekten de Türkiye işçi Partisi, hiçbir zaman Kürt asıllı vatandaşlarımız için azınlık hakkı veya statüsü istememiş, yalnızca bu yurttaşlarımıza uygulanan Anayasa dışı baskıların kaldırılmasını talep etmiştir. 
Kaldı ki, kongre karar tasarısı komisyonu üyeleri, Hüseyin Ergün ve Necati Erel Yazıcıoğlu’nun, Başsavcılıkta verdikleri ifadede Kürtlerin azınlık haklarına sahip olmaları gerektiği yolundaki bir düşünceyi ileri sürmedikleri, süremeyecekleri açıktır. Her iki karar tasarısı komisyonu üyesi de tabii asimilasyona taraftar olduklarını beyan etmişler, partilerinin ve kendilerinin değil ayrılma hakkına, azınlık statüsüne dahi karşı olduklarını belirtmişlerdir.” 
TİP, 1970, Dördüncü Büyük Kongre kararlarından, tamamen geriye döndükleri, tamamıyla resmi ideoloji çerçevesi içinde savunma yaptıkları halde, Parti kapatılmıştır. Liderleri de Ankara Sıkıyönetim Mahkemesinde, resmi ideoloji karşısında sürdürdükleri bütün yaranmalara rağmen yargılanmış ve ağır 
cezalara çarptırılmıştır. 

4. Türkiye İşçi Partisi, Behice Boran’ın liderliğinde, Nisan 1975’te yeniden kuruldu. Genel Başkanlığa, yine Behice Boran getirildi. Fakat … Kürt ulus meselesini, resmi ideoloji ile iyice bütünleşerek görmez oldu, konuşmaz oldu. Fakat geriye dönüşü ile ilgili olarak da tek bir satır özeleştiri yapmadı. 

5. TİP, Dördüncü Büyük Kongrede Milli Mesele konusunda aldığı kararından, tam anlamıyla dönüş yaptığından dolayı eleştirilmedi. Bu Kürt ulus sorunu konusunda, Türk “solu”nun ve Türk “sosyalist” hareketinin aşağı yukarı aynı düşünceye sahip olduğunu gösterir. Gerçekten, Türk “solu”nun ve Türk 
“sosyalist” hareketinin çeşitli fraksiyonları arasındaki en önemli ortak noktanın, Kürt ulus sorununa karşı, resmi ideoloji çerçevesinde hareket etmek olduğu söylenebilir. 

6. Bu arada, Türkiye Sosyalist Partisi (daha sonra adı Sosyalist Devrim Partisi olarak değiştirildi) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın, TİP’e karşı çok daha farklı bir eleştiri yönelttiğini görüyoruz. Türkiye Sosyalist Devrim Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a göre, TİP kapatılmış değil, “kapattırılmış”tır. … Mehmet Ali Aybar şöyle demektedir: 
“ …4. Büyük Kongrede asıl, TİP’in kapattırılması sonucunu doğuran bir başka karar alınmıştır. Yeni yöneticiler bu kararla, TİP’i göz göre göre mayın tarlasına itmişlerdir. Gerçekten Siyasal Partiler Yasasının 89. maddesi. ‘Siyasal Partiler, Türkiye Cumhuriyeti üzerinde milli veya kültür farklılıklarına, yahut dil 
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler...’ der. Aynı yasanın 112. maddesi, 89. maddedeki yasaklara uymayan partilerin, Anayasa Mahkemesince kapatılacağını yazar... Oysa Dördüncü Büyük Kongreye böyle bir karar aldırtılmış ve TİP’in kapatılmasına olanak verilmiştir. Ve 9 yılda iğneyle kuyu kazarcasına, emekçilerin dişlerinden tırnaklarından artırdıkları küçük küçük katkılarla yoktan var edilen TİP, muhalefet grubunun bir yıllık yönetiminde, maddi manevi varlığını yitirerek tarih sahnesinden silinmiştir.” 

Sosyalist Yarın Dergisi, Türkiye İşçi Partisi’ni, Anayasa Mahkemesi kararına dayanarak, yani o karardaki görüşleri benimseyerek, kararı delil sayarak suçlamaktadır. Güya, “Anayasa Mahkemesi ilerici-devrimci bir kurum olduğu için burjuva Kürt milliyetçiliğine müsaade etmez, burjuva Kürt milliyetçiliği gerici imiş. 
Bir kere Anayasa Mahkemesinin ve Sosyalist Yarın Dergisinin anladığı gibi, burjuva Kürt milliyetçiliği diye bir akım yoktur. Çünkü sömürgeci boyunduruk altındaki Kürdistan’da özel olarak da Türkiye’deki kesiminde “Kürt burjuvazisi” yoktur. Burjuvazisi olan ulus siyasal bakımdan bağımsız bir ulustur. Türk 
burjuvazisi, Arap burjuvazisi, Yunan burjuvazisi, İspanyol burjuvazisi vs. bağımsız devletleri olduğu için burjuvazidirler. Kuşkusuz sömürgeci boyunduruk altındaki ülkelerde de ticaret yapanlar, sömürgeci burjuvazinin ürettiği malların aracılığını, komisyonculuğunu yapanlar vardır. Veya, tarımda kapitalist 
ilişkileri geliştirerek burjuvalaşanlar vardır. Bunlar ancak, ezen ulusa karşı, ulusal, siyasal talepler ileri sürdüğü, yani kendi adına karar verme sürecine girdiği zaman ezilen ulus burjuvazisi olabilir. Türkiye’de ise, henüz Kürtler adına bütün ekonomik, toplumsal ve kültürel kararlar Türk burjuvazisi tarafından 
verilmektedir. Objektif bakımdan Kürt oldukları halde, Kürtlüğünü reddederek, inkar ederek, ajanlaşarak, Türk devletinin çeşitli olanaklarından yararlanan kişileri veya sınıfları, artık “Kürt egemen sınıfları” değil, “Türk egemen sınıfları” içinde mütalaa etmek gerekir. 

Parti Kürt ulus sorununu, Türk Siyasal Partiler sistemine getirdiği için kapatılmıştır. 

Bir kere daha belirtelim: Türk Devletinin Kürdistan’la ilgili dört temel politikası vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür 

1. Kürdistan sorununu, Türk siyasal partiler sistemine bulaştırmamak, 
2. Kürdistan sorununun araştırılmasını, incelenmesini, üniversitelerden mümkün olduğu kadar tecrit etmek, 
3. Yargılamaları mümkün olduğu kadar gizli yapmak, ne iddialar, ne savunmalar hakkında kitle haberleşme araçlarına bilgi sızdırmamak, 
4. Sorunun ne olduğu, eni-boyu hakkında yapılacak tartışmalara kati surette izin vermemek, fakat, bunu halk yığınlarına, daima, bir “öcü” olarak, bir “bilinmezlik” içinde sunmaya gayret etmek. 

Örneğin, “Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü” sözü sık sık kullanıldığı halde, devlet, ülke, millet, bütünlük, birlik... (birlik nasıl meydana gelmiş?) gibi kavramların açıklığa kavuşturulmasına engel olmak. 

Görüldüğü’ gibi, TİP, “Kürt-burjuva” milliyetçiliği yaptığı için değil, sömürgeci devletin, Kürdistan’la ilgili olarak saptadığı ve uyguladığı temel politikanın birincisine aykırı bir eylemde bulunduğu için, Kürt ulus sorununu programlaştırma ihtiyacını duyduğu ve bunu, yüksek sesle ifade ettiği için kapatılmıştır. Bu tahlilden çıkarılacak sonuç, “O halde bu sorunla hiç ilgilen meyelim, ilgilendiğimiz zaman partimiz gene kapatılır” değildir. Bu sorunu programlaştırıp üzerine üzerine gitmektir, Anayasa Mahkemesinin ırkçı, 
sömürgeci ve ilhakçı niteliğini deşifre etmektir. Zira ülkede sömürgeci boyunduruk altında yaşayan bir ulus varsa, bu olguyu görmeden, bunu hiçe sayarak “demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm” mücadelesi yapmak bir aldatmacadır. Türk burjuvazisinin, Kürt ulusuna karşı sürdürdüğü sömürgeci boyunduruk karşısında sessiz sedasız kalarak, bunu hiç görmeyerek, (yani burjuvazinin istediği biçimde davranarak) yürütülen sosyalizm mücadelesi, ancak, onun yani burjuvazinin izin verdiği kadar olur. Öte yandan işçi 
sınıfının ezilen halkların anti-sömürgeci mücadelesi bakımından da görevleri olduğu unutulmamalıdır. 

 “Gerçeğe”, doğru bilgilere ihtiyacı olan kitlelerdir. Emekçi yığınlardır. Yanlış bilgilere, suskunluğa, karanlığa ise, egemen sınıfların, gerici güçlerin ihtiyacı vardır. O halde sosyalist kişilerin, veya kuruluşların, Kürt ulus sorununu ele almaları, programlaştırmaları, büyük bir görev olarak karşıya çıkmaktadır. Fakat 
Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi kendi burjuvazisi ile yaptığı bu sözlü ittifakı bozup tam anlamıyla sosyalizmi benimsemediği sürece bu konuda sağlam yaklaşımlarda bulunamaz. Sömürgeci sol olma niteliklerinden arınmadıkça, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde başarılı olamaz. 

“CHP’nin Yeni Programının Eleştirileri” Üzerine Dünyanın hiçbir yerinde, herhangi bir ulusun temel kişilik ve haysiyet hakları, onuru, o ulus yok farz edilerek, varlığı kabul edilmeyerek. inkar edilerek, “ezen ulusun bir parçası” kabul edilerek gasp edilmemiştir. …
 Ve dünyada hiçbir lider, ırkçı, sömürgeci ve ilhakçı niteliğini, “Özgürlükçü demokrasi” sahtelikleriyle Bülent Ecevit kadar maskeleyememiştir. 

Louis Althusser şöyle diyor: 

“Eğer gerçeğin itisiyle, yanlış ile karşı karşıya kalan bir parti, bu yanlışı ‘düzeltmek’ için, ondan hiç söz etmeyerek, yalnızca onu kabullenmekle yetiniyorsa, yani söz konusu yanlışa, derinleştirilmiş ve gerçek Marksist bir yöntem uygulamıyorsa, yanlışı en kaba biçimi ile el altından sürdürecektir, demektir. 
Yanlıştan hiç söz etmemek, çoğu kez suskunluğun kanatları altına sığınmış yanlış üzerine üstelemedir. Tarihinden ve çözümlemesinden hiç söz etmek istemediğimiz, bilmek için araştırmayı reddettiğimiz, bir yanlışın neresi düzeltilebilir ki? Gerçekten bilinmeyen bir yanlışın düzeltildiği ciddi olarak düzeltildiği ileri sürülemez. Yüzeysel yanını düzeltme, nabza göre şerbet. Suskunluk kadar hiçbir şeye ihtiyacı olmayan egemen sınıfları rahatsız etmemek. Bir yanlıştan söz edilmiyorsa, yanlışın sürdüğündendir. Yanlışın sessiz 
sedasız sürmesine yetecek kadar düzeltme yapılıyormuş gibi.” 

VII. CHP ve Çaldıran (Özalp) 1930,, Çaldıran 1943,, Çaldıran 1945, Çaldıran 1976 

Bu olgulardan birisi, 1930 yılına aittir. Bu, 1930 yılı Eylül ayında, İran’a Büyükelçi olarak tayin edilen ve 1930-1934 yılları arasında bu görevi sürdüren, Rıdvanbeyoğlu Hüsrev Gerede’nin Hatıratı’na ilişkindir. … 
Büyükelçi, Kürtleri, hem İran’ın hem Türkiye’nin, hem İngiltere’nin hem Fransa’nın müşterek düşmanı olarak ilan ediyor ve bu müşterek düşmanı ezmek için, Şehinşah Rıza Pehlevi’den müşterek askeri, politik ve ideolojik eylemlere geniş olanaklarla katılmasını istiyordu. Kürt ulusu tümüyle düşman kabul 
edilmekle beraber, bu “düşmanlığın” daha çok hudut boylarındaki, bu arada, Özalp’ın Çaldıran nahiyesindeki Kürtleri de etkileyeceği şüphesizdir. 

Bu arada Hüsrev Gerede’nin, ta 1919 yılından itibaren, Mustafa Kemal’in karargah elemanlarından olup O’nun siyasi işlerini yürüttüğünü, ona en yakın adamlarından biri olduğunu da belirtelim. Yine Hüsrev Gerede’nin, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler Rejimini hararetle desteklediğini belirtmekte yarar vardır. Hüsrev Gerede Berlin Büyükelçisiyken, 5 Ağustos 1941’de Alman Dışişleri Bakanlığına giderek, Rusya’daki Türklerin ve Çerkezlerin Sovyetler Birliği’ne karşı yapılacak propagandada kullanılmasını önermiştir. 

Rusya’da Nazi yayılmasını kolaylaştırmak için kendisinin görev alabileceğini  bildirmiştir. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi) 

Demokrat bir kişinin, bir aydının görevi, özgürlüğün iyi bir şey olduğunu, buna karşı çıkılmaması gerektiğini anlatmaktır. Özgürlük taleplerini teşvik etmektir. Gerçekten demokrat olan, aydın olan bir kişi, sadece kendi ulusunun özgürlüğü için mücadele etmekle yetinemez. Köleleştirilmeye çalışılan, ırkçı, sömürgeci, emperyalist baskılar karşısında bırakılan, dili, kültürü, kişiliği, onuru, namusu gasp edilmiş bir ulusun özgürlük mücadelesine de yandaş olmak zorundadır. Böyle bir davranış demokrat olmanın özünde vardır. Gerçekten demokrat olan, aydın olan bir kişi, kendi burjuvazisinin, başka uluslar üzerinde yürüttüğü, baskılardan sadece utanç duyar. Bunlarla övünmek, bu tür baskıları teşvik etmek, baskı sahiplerinin işidir. Bu düşünce ve eylemleri, “özgürlük”, “eşitlik”, “özgürlükçü demokrasi”, “demokratik sol”, “sosyalist enternasyonal” gibi kavramlarla maskelemeye çalışmak, çirkin, ayıp bir davranıştır. 

Görüldüğü gibi tam anlamıyla bir jenosit provası yapılmaktadır. 

Nasıl katledileceklerini göstermek için Kürt halkı da zor yoluyla, “tatbikat” alanına getirilmiş ve jenosit provaları seyrettirilmiştir. Tatbikatta Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun, Hakkari Valisi Altay Utkan ve öteki yetkililer hazır bulunmuşlardır. Düşman kuvvetleri olarak çadır hayatı yaşayan, ulusal giysileri içinde, çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar bütün Kürt halkıdır. Katliamlar karşısında halkın çıkardığı “imdat” sesleri de Kürtçe olarak söylettirilmiştir. Tatbikatta gerçek mermilerin yanında napalm bombaları da kullanılmıştır. 
Eleştiriler karşısında, 18 Eylül 1978 tarihinde bir açıklama yapan İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, bu ırkçı ve sömürgeci eylemi “milli bir tatbikat” olarak değerlendirmiştir. Bu tür tatbikatların sürdürüleceğini belirtmiştir. 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, 29 Ekim 1978 tarihinde, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla yayınladığı mesajda “Kanatlı Jandarma 78 Tatbikatı hakkındaki eleştirilerin maksatlı olduğunu, “kahraman Türk ordusunu bu tür tatbikatları yapmaktan hiç kimsenin veya kurumun alıkoyamayacağını” bildirmiştir. 

 CHP Gençlik Kollarının Milli İstihbarat Teşkilatı ile ne kadar yoğun ilişkiler içinde olduğu bilinen bir gerçektir. 

Bir İsveçli gazetecinin, Kürtlere baskı yapıldığı yolunda sorusu üzerine Ecevit, Kürt sorununun son dönemlerde özellikle dışarıdan kışkırtıldığını söylemiş, ‘Hükümetimiz tüm güçlüklere rağmen. Güneydoğu Anadolu’ya büyük yatırımlar yapmaktadır’ demiştir. Gazetecinin, elinde Kürtçe kitaplarla geldiği basın toplantısında, ‘Neden Kürtlerin kendi dillerini öğrenmelerine engel oluyorsunuz? Kimmiş, Kürtleri kışkırttığını söylediğiniz ülkeler?’ yolundaki sorusunu Ecevit: ‘Size ısrarla bu soruları sorduranlar’ diye yanıtlamıştır. (Milliyet, 20.12.1978) 

Bülent Ecevit, Türk milletinin birliğinden bütünlüğünden söz etmektedir. Halbuki “Halklara özgürlük” sloganı, Türk milletinin, Türk halkının bölünmesini amaçlamıyor. Türk devleti tarafından ırkçı ve sömürgeci bir baskı ve boyunduruk altında tutulan Kürt ulusunun kurtuluşunu amaçlıyor. 

Kürdistan’ın somut koşulları karşısında, Kürt dilinin ve Kürt tarihinin öğrenilmesi önemli değil midir? Dilin öğrenilmesinin, öğretilmesinin, konuşulmasının teşvik edilmesi gerekli değimlidir? … Bu kadarcık bir milliyetçiliğe sahip olmayan, yani öz dilini öğrenmek, konuşmak, yazmak ve tarihini öğrenmek için gerekli girişimlerde bulunmayan hiç kimsenin iyi bir devrimci olamayacağı da kuşkusuz dur. … Kürt devrimcilerinin, demokrat ve yurtsever unsurlarının, ezen ulus solundan gelebilecek bu suçlamaları aşması gerekir. Bilakis, ezen ulus solunun çok büyük bir kısmının milliyetçi bir çizgiden de öte, ırkçı ve sömürgeci bir çizgide geliştiğini ve bunlardan henüz arındıramadığını ortaya koymak gerekir. 

Burada, dilin, sadece haberleşme aracı olarak ele alınmaması gerekir. Siyasal bir fonksiyon, siyasal bir odak noktası olarak düşünülmesi gerekir. 
Yani Kürt ulusunun ulusallığının temel öğesi olarak görülmesi gerekir. 

Türk burjuvazisi, Türk egemen sınıfları ile, “Kürt burjuvazisi”, “Kürt egemen sınıfları” devleti birlikte yönetiyorlar önermesi doğru bir önerme değildir. Yanlıştır. Olgular tarafından doğrulanmamaktadır. 
İkinciler, ancak köleleştikleri, ajanlaştıkları, Türkleştikleri ölçüde kapitalistleşiyorlar. Ve devletin Kürdistan’da sürdürdüğü baskılara katılıyorlar. Milletvekili, senatör, bakan, yüksek dereceli memur vs. olmak, Türk anayasasının başında yer alan, “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir” (md.4) ilkesini daha iyi yürütebilmek içindir. 

“Bağımsız Türkiye”, Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan, milliyetçi bir slogandır. İçeriğinde, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşümü onaylama politikası gizlidir. Kürt ulusuna karşı sürdürülen “böl-yönet” politikasını onaylamaktadır. Resmi olarak, Edirne’den Hakkari’ye kadar olan toprak parçasınınadı ‘Türkiye’dir. Halbuki bu toprak parçalarından bir kısmı Kürdistan’ın kuzey taraflarıdır. Ve bu topraklar Lozan emperyalist ve sömürgeci bölüşümü sırasında bu sınırların içine katılmıştır. İşte, “Bağımsız Türkiye”, böyle bir emperyalist ve sömürgeci içerikli politikayı gizleyici bir slogandır. Amacı budur. 
Böylesine emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu halde, Tür” solu”nun temel şiarlarından biridir. Buna rağmen “Bağımsız Kürdistan” gibi bir slogan, Türk “solu” tarafından, daima, “milliyetçi” bir slogan olarak değerlendirilmiştir. “Dış kışkırtmalarla” oluşturulmaya çalışılan “böl-yönet” politikasının bir gereği olarak 
değerlendirilmiştir. 

Türk “Solu” demektedir ki, biz, “Bağımsız Türkiye” derken, “eşit ve gönüllü koşullarda gerçekleştirilen bir birlikten söz ediyoruz.” Bu, Kürdistan’ın emperyalist ve sömürgeci amaçlarla parçalanmışlığını hiç dikkate almamaktadır. Bu bakımdan yüzeysel olarak demokratik görünüyorsa da, eşelendiği zaman, 
öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Türklerin Kürtlerle meydana getireceği birlik, Arapların Kürtlerle meydana getireceği birlik, Farsların Kürtlerle oluşturacağı birlik, bazı koşulların gerçekleşmesi sonucunda demokratik olabilir. Fakat bu Kürdistan’ın siyasal kişiliğini yok etmektedir. Türkler, “Doğu Anadolu Türkiye’nin ayrılmaz bir parçasıdır”; Araplar, “Kuzey Irak, Irak’ın ayrılmaz bir parçasıdır”; “Kuzey Suriye Suriye’nin ayrılmaz bir parçasıdır”; Acemler ise, “Batı İran, İran’ın ayrılmaz bu parçasıdır” demektedirler. 

Böylece, Kürdistan’ın bir kısmı Türk devletinin, bir kısmı Irak devletinin, bir kısmı Suriye devletinin, bir kısmı İran devletinin “bölünmez bir parçası’ olmaktadır. 
Bu ise Kürdistan’ın siyasal kişiliğini yok etmektedir. Bu bakımdan emperyalist ve sömürgeci amaçlarla parçalanmış Kürdistan’ın birleştirilmesi, yine bu 
amaçlarla “böl-yönet” politikası gereği bölünen Kürt ulusunun birleştirilmesi talepleri çok daha demokratik taleplerdir. Temelde duran taleplerdir. 

VIII. Otuz üç Kurşun Olayında Adı Geçen Yetkili İki Kiişi Hatıralarında Neler Yazdılar? 

A. Hilmi Uran (İçişleri Bakanı) 

“Otuz üç Kurşun” olayı cereyan ettiği sırada İçişleri Bakanı olan Hilmi Uran, 1959’da Hatıralarım adı altında, hatıralarını neşretti. Hatıralarında bu olaydan hiç söz etmemektedir. Yalnız, “Milli Birlik Davamız” başlığı altında şunları yazmaktadır, 
“…Fakat hakikat odur ki, Türk dili, Türk kültürü ve Türk adet ve ananeleri, bugün dahi yurt ölçüsünde umumi bir dil, umumi bir kültür ve umumi müşterek bir örf ve adet olabilmiş değildir. Olabilmekten de henüz çok uzaktır. Birçok köylerimiz hiç Türkçe bilmez. Bilenler de onu konuşmaz. Birtakım köylerimiz de Türk olmadıklarını açık açık ve pervasızca söylerler, dururlar.” 

IX. Sonuç 

Birden fazla ulusun bir arada yaşadığı devletlerde, hele bir ulusun ötekini veya ötekilerini kesinlikle boyunduruk altına aldığı bir devlette, demokrat bir unsur olmak son derece zor bir özelliktir. Bu tür ülkelerde egemen ulus aydınları, demokratları iki standartlı düşünüyorlar. Kendi ulusları için dile getirdikleri, mutluluk, refah, maddi ve manevi kalkınma özlemlerini, ezilen ulus için kesinlikle istemiyorlar. 
Onların köle olarak yani kendi uluslarının boyunduruğu altında kalmasını istiyorlar. Savunuyorlar. 
Demokrat unsurların en tutarlısı olan sosyalistler için de durum aşağı yukarı böyle. 

Anti-sömürgeci ulusal demokratik hareketin en önemli güvencesi önce Türk “sosyalist” hareketidir. 
Sonra demokratikleşme hareketidir. Fakat, gerek Türk “sosyalistleri” gerek demokratları, bu görevlerini yerine getirmemek için, anti-sömürgeci ulusal demokratik hareket ile, aralarına büyük uçurumlar koymaya, sömürgeci sol olma niteliklerini korumaya, çelişkiler yaratmaya çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bu görevin bilincine varanlar da vardır. 
Ve bunlar nitelik ve nicelik olarak güçlenmektedirler. 

Kürdistan klasik sömürgelerden farklıdır. Kürdistan uluslararası bir sömürgedir. Kürdistan’ın emperyalist bir bölüşüme tabi tutulması, en az dört devletin orduları tarafından kontrol edilmesi, nicelik değil, nitelik ile ilgili bir meseledir. Bu, Kürdistan’ı sömürgeleştirmeye çalışan devletlerin, Kürt ulusunun ulusal benliğini 
yok etme, Kürt toplumu olma özelliklerini tamamen yok etme sürecine girmelerine neden olmuştur. … 
Kürdistan’ı sömürgeleştiren güçlerle, Kürtlerin dininin aynı olması, bu tahribatı daha da arttırmıştır. Bunun sonunda, klasik sömürgeler, günümüzde siyasal bağımsızlıklarına birer birer kavuştukları halde, Kürdistan hala sömürgedir. Kürdistan’ın herhangi bir yerindeki hareket, en az dört devletin, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemlerini zorlamaktadır. Bu dört devletin (en az dört devletin) Kürt ulusuna karşı ittifak yapmaları nesnel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder