9 Ocak 2020 Perşembe

OTUZ ÜÇ KURŞUN., BÖLÜM 3

OTUZ ÜÇ KURŞUN.,  BÖLÜM 3




Mustafa Muğlalı 24 Temmuz 1943 günü Van’a ulaşıyor. 24 Temmuz’u 25 Temmuz’a bağlayan gece Van Valisi Hamit Onat’ın evinde, Mustafa Muğlalı, Hamit Onat, Tümgeneral Cevat Yalım, ve Tuğgeneral Rasim Saltuk’un da katılmalarıyla bir toplantı yapılıyor. Bu toplantıda Mustafa Muğlalı, Hamit Onat ve Rasim Saltuk’un mahkeme tarafından serbest bırakılmış olan, Mehmedi Mısto’nun uzak veya yakından akrabaları bulunan 35 kişinin öldürülmelerinde birleştikleri, tümgeneral Cevat Yalım’ın Muğlalı’ya “Paşam kanun yollarından yürümek daha uygun olur, elinizi ateşe sokmayınız” diye nasihat yollu ikazda 
bulunmuş olmasından anlaşılmaktadır. 

Nitekim bu toplantıdan bir gün sonra, 25 Temmuz 1943 günü Vali Hamit Onat’ın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel’e telefon ederek Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun serbest bırakılan 35 kişiye tekrar uygulanması ile, bunların yeniden tutuklanmaların, emretmiş olması ve “Yarın orgeneral Muğlalı ile birlikte Özalp’e geleceğiz, hazırlıklı olun” demiş bulunması bu korkunç kararı belirten bir belgedir. Valinin telefon emri üzerine Kaymakam Hilmi Tuncel adı geçen 35 kişiyi tutuklaması için Jandarma bölük kumandanı Vasfi Bayraktar’a emir veriyor. Köyler derhal taranmaya başlanıyor. Bu tarama sonunda köylerinde bulun mayan, iki kişiden başka biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, biri kıtasından izinli gelmiş muvazzaf çavuş ve biri de hava değişimli er olmak üzere 33 kişi yakalanıp Özalp merkezine getirilerek emniyet komiserliğindeki nezarethaneye konuluyorlar. 

Bu olaylar cereyan etmekte iken içişleri Bakanı’nın araştırmaya memur ettiği Avni Doğan, Jandarma Genel Komutanı Rıfat Nataracı ile birlikte Van’a geliyorlar. Avni Doğan, Milli Emniyetten de Özalp olayları hakkında bilgi almış durumdadır. Haklı ve doğru olan kanaati, Özalp talanının emre rağmen dağıtılmayan çetelerin başında bulunan Kaymakam Hilmi Tuncel, Jandarma Kumandanı Vasfi 
Bayraktar ve hudut tabur kumandanı Şükrü Tüter adlı kişilerin kötü tutumları sonucu doğduğu merkezindedir. Büyük bir olasılıkla bu üç kişiden naklen, daha 40 kişinin tutuklanmaları anından itibaren, o muhitte tutukluların öldürülecekleri söylentileri dolaşmaktadır. Öldürülecekleri söylenen kişiler ve onların yakınları karşılaştıkları her vazifeliden yardım istemektedirler. 

Avni Doğan sorunu Muğlalı ile görüşmek istiyorsa da, Muğlalı müfettişi hafife alıp görüşmeyi bir gün sonraya bırakıyor. Gerek Van’da ve gerekse Özalp’e geldikten sonra Muğlalı ile Avni Doğan ziyafet sofralarında karşılaşıp bu işi görüşüyorlarsa da müfettişin generali kanun yoluna getirmesi kolay olmuyor. 
Hatta Muğlalı’nın “Memleketin çıkarı için babamı bile aşarım, Avni Doğan bu işe karışmasın, onu kırbaçlarım” vesair şekillerde acayip beyanlarda bulunduğu sabittir. 

Özalp’te yanındakileri dairede bırakıp tutukluları görmeye giden Avni Doğan’dan bu kişiler, “Paşam bizi kurtar” diye yardım istiyorlar. Avni Doğan’ın tutuklularla görüşmeye başladığını haber alan Vali, Kaymakam ve Hudut Tabur Kumandanı arkasından gelerek karakol önünde, kendisiyle görüşüyorlar. 
Müfettişin karakoldaki polis memuruna tutukluları göstererek, “bu nedir diye sorduğu sorusuna aldığı cevap şudur: “Efendim bunlar polisçe tutuklanmışlardı. Mahkeme tarafından serbest bırakılınca tekrar tutukladık. Muğlalı Paşa bunları gördü ve askeri makamlara teslim ediniz dedi. Bu nedenle tutuyoruz.” 
Bu cevap üzerine, mahkemenin serbest bıraktığı kişileri tutmanın kanuni olmadığını hatırlatan Avni Doğan’a Şükrü Tüter, “Efendim, bunlar casusturlar, ordunun konuşunu düşmana bildiriyorlar, Harp Divanına verileceklerdir” diye müdahale ediyor. Bu cevap karşısında müfettiş Tüter’e “O halde derhal teslim alınız” deyip oradan ayrılıyor. 

Buraya kadar verilen açıklamalardan anlaşılacağı üzere Avni Doğan’ın bu kişilerin serbest bırakılmaları yolunda Muğlalı nezdinde yaptığı girişimler de başarılı olamamış ve bizce açıklanması zor nedenlerden dolayı askeri makamlarına teslimlerine izin vermiş bulunmaktadır. Kendisi, Muğlalı’nın “bunları asacağım, 
keseceğim” yollu, öfkeli ve duygusal beyanlarda bulunduğunu ve fakat böylesine korkunç bir uygulamaya, yine de olanak vermediğini. Van Valisi Hamit Onat’ın ise, askeri kumandanın kararlarından kendisine bahsetmediğini komisyonumuz huzurunda savunmuş bulunmaktadır. 

26 Temmuz 1943 günü böylece geçtikten sonra gerek Muğlalı ve gerekse Avni Doğan Özalp’ten ayrılıyorlar. Aynı gün olayın can alacak noktası olan şu emir Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından Yedinci Kolordu ve Van Mıntıka Komutanlıklarına gönderiliyor. 

Yazılış tarzından da anlaşılacağı gibi bu emir evvelce verilmiş topyekün öldürme karar ve sözlü emirlerinin, o zamanın alışılmış usulleri dairesinde, bir doğrulanmasından ve sağlamlaştırılmasından başka bir şey değildir. Nitekim Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesinin, 2 Mart 1950 tarih ve 
950/13 karar ve 12 Nisan 1952 tarih ve 952/4 karar sayılı ilamlarında ayrıntılarıyla belirtildiği ve bizim dinlediğimiz tanıkların oybirliğiyle beyan eyledikleri üzere bu emir katl, bir öldürme emridir. 

Raporun katliam olayının nasıl cereyan ettiği konusu ile ilgili kısmını vermeden önce birkaç nokta üzerinde daha durmanın yararı vardır. Birincisi, sömürgeci devletin sınır boylarında, kaymakam, jandarma kumandanı gibi memurlar aracılığı ile “eşkıyalık” sürecini bizzat başlatması ve sürdürmesidir. 
Bu talan ve yağmalarda araç olarak kullanılanlar yoksul Kürt emekçileridir. Ve yağma ve talanlara konu olan mallar Kürt emekçilerinin ürettikleri mallardır. Yoksul Kürt emekçilerinin ürettikleri malların, ürünlerin yine, devlet gücü ve emri sayesinde, yine yoksul Kürt emekçilerine yağmalattırılması, “böl-yönet” politikasının bir gereğidir. Talan edilen ve yağmalanan ürünlerin ve malların, tamamen, sömürgeci devletin bürokrasisi arasında paylaşılması yine üzerinde durulması gereken bir konudur. 

Böylece sömürgeci devletin üzerinde çok fazla durduğu, “asayiş”, “düzen”, “intizam” da sağlanmış olmaktadır. Önemli bir nokta da Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın jenosit emrini ‘ bizzat yazılı bir biçimde vermiş olmasıdır. Bu olay, Kürdistan’daki Türk sömürgeciliğinin cüretini göstermesi bakımından önemlidir. 

Öldürme Fiilinin Cereyan Şekli 

Bu tutanakların içeriğinden 32 kişinin kurşuna dizilmiş oldukları anlaşılmaktadır. 33. kişi ise, bu kişiler öldürülmeye sevk edilecekleri anda Yüzbaşı Vahdet Yüzgeç’in müdahalesi üzerine, Türk askerinin kadına kurşun atmayacağı gerekçesi ile, serbest bırakılmış olan Mehmet Mısto’nun Türk uyruğundaki kızı 
Zühre’dir. 

Burada bir konu üzerinde dikkatle duralım. O da “Türk askerinin kadına kurşun atmayacağı” mizanseni ile ilgilidir. Açıkça görülmektedir ki, kişiler elleri arkalarından bağlıdır ve kişiler yine birbirlerine bağlıdır. 32 kişilik grup kalın urganlarla hareketleri mümkün olmayacak derecede birbirlerine bağlıdırlar. Bu kişiler feryat figan etmekte katledilmemeleri için yalvarmaktadırlar. Kahraman ordu böylesine bir grubu, süvari birlikleriyle, piyade birlikleriyle, makineli tüfeklerle dört taraftan tarayarak katletmekten utanç duymuyor; “Türk askeri kadına kurşun sıkmaz” diye asalet taslıyor. 

Aslında kadın Türk Milli İstihbarat Teşkilatı'nın hizmetinde çalışan ajan Mehmedi Mısto’nun kızıdır Ve onun için serbest bırakılmıştır. 

Bunun için de Mehmedi Mısto’nun olayı çok yakından bildiği halde Türk makamlarından hiçbir şikayeti olmamıştır. Öte yandan tutanak kağıtları incelendiği zaman olayın 33 kişinin katledileceğine göre düzenlenmiş olduğu görülür. Bunun için 33 kurşun harekatı denilmektedir. 

Özalp Olayı ve Sorumlu Hükümet Üyeleri

Özalp Olayının öncelerine ait hükümet tutumunu incelemek için Türkiye’nin o tarihlerdeki durumunu kısaca belirtmek gerekir. 

Mustafa Muğlalı ve Arkadaşlarının Yargılanmaları 

Orgeneral Mustafa Muğlalı ve arkadaşları aleyhine 1949 yılında zaruri olarak açılan adam öldürme davası Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesinde görülerek sonuçta suç ispat edilmiş ve Orgeneral Muğlalı neticeten 20 sene ağır hapse hüküm giymiştir. 

Belli Olan Suçlar ve Sanıklar 

Muğlalı’nın ifadesine göre, İnönü, aynı seyahatinde kendisine, “Muğlalı, senin Doğu’daki uygulamaların sayesinde biz Ankara’da rahat uyuyoruz” diye iltifatta bulunmuştur. Muğlalı’nın övülen, Doğu’daki uygulamaları arasında 32 vatandaşın sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmelerinin mevcudiyetini İsmet İnönü’nün unutmuş olması veya unutmuş görünmesi dikkat çekicidir. 

Yine olaydan sonra İnönü, olay mahalli olan Van’a giderek, orada haksızlığa uğramışların gözleri önünde Muğlalı’nın koluna girerek gezmiştir. Bir katliam failinin, katliam bölgesinde, Devlet Reisi tarafından onurlandırılmasının anlamı üzerinde durulabilir. 

Komisyonumuz, tanık sıfatıyla dinlediğimiz Kenan Çığman’dan şu bilgiyi almıştır: … Muğlalı’ya sorduğu sorulardan birine aldığı cevap şöyledir: “Ben askerim, Başkumandanımın verdiği her emri yaparım. Bugün de yerse gene yaparım”. 


V. Kürt Sorunu Karşısında Türk Üniversitesinin Tutumu ve Bu Tutumun Elleştirisi 


1930 yılında Ağrı’daki Kürt ulusal direnişinin devam ettiği günlerde, Türk Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) Ödemiş’te halk önünde yaptığı konuşmada şöyle söylüyordu: 

“... Biz Türkiye dönen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu memleketin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir 
tek hakları vardır: Hizmetçi olma, köle olma hakkı.” 

Resmi ideoloji çerçevesi içinde, iyice dogmatikleşen ve kemikleşen görüşlerin sahibi olan Türk üniversitesi, zaman zaman Milli İstihbarat Teşkilatının bir bürosu gibi çalışmaktan da kendini alamamaktadır. Bu bakımdan, üniversite, tek parti döneminin nitelikleri konusunda görüşler ileri sürerken, Kemalizm’in, Kürdistan’a ve Kürt ulusuna karşı sürdürdüğü politikayı katiyen görmemekte, 
görmek istememektedir. Türk üniversitesi, Hitler’in, Mussolini’nin eylemlerini değerlendirebilir. Franco’nun ve Salazar’ın Afrika’daki sömürgeci ilişkilerini değerlendirebilir, fakat, Kemalizm’in Kürdistan’a ilişkin eylemlerine, kati surette dokunamaz. Onları değerlendiremez. Bunları aynı, kendi militarist sömürgeci 
burjuvazisi gibi yok sayar. Suskunluğunu sürdürür. Çünkü egemen sınıfların ve egemen güçlerin istediği budur: Suskunluk. Suskunluk, dogmatizmi, yanlışı, sürdürmekteki ısrarın en geçerli yoludur. 

VI. Kürt Direnmeleri, Sürgünler, Dersim ve “Otuz üç Kurşun” Olayları Karşısında Türk “Sool”unun ve Türk “Sosyalist” Hareketinin Takındığı Tavır ve Bu Tavrın Eleştirisi 

Mihri Belli, 1920’lerde, 1930’larda, karşı devrimin kökeni olduğunu belirtmekle beraber, bu sürecin esas olarak, Şükrü Saraçoğlu hükümeti ile beraber başladığını vurgulamaktadır. Ayrıca karşı devrimci eğilim olarak gördüğü, toprak reformu yapılmaması durumunda, iki büyük savaş arası yıllarında Türk  köylüsü nün toprak açlığı çekmediği, buğday fiyatlarının zaten düşük olduğu, adli mekanizmanın yavaş işlediği, ve Kemalistlerin iktisat bilmedikleri gerekçeleriyle meşru göstermeye çalışıyor. Mihri Belli’nin, Türkiye’de devrim, karşı devrim, toprak reformu, buğday fiyatları ve bütün bunların Kemalistler ile ilişkileri, 
Cumhuriyet Halk Fırkasının programına ilişkin sorunlardır. 

Dikkat edilirse Mihri Belli, “Milli demokratik devrim” derken “milli” sözü üzerinde hiç durmamaktadır. Bunu, üzerinde durmayı gerektirmeyecek kadar, açık ve kesin bir biçimde ifade etmiştir. Elbette, Türk “milli”si. Fakat sosyalistlerin her şeyden önce, ülkenin somut koşullarına uyarlı olan, ülkenin somut koşulları ile sıkı bir bağlantısı olan bilgiler üretme zorunluluğu vardır. Mihri Belli ve genel olarak Türk “sosyalist”leri ise, Kürt ulus etkenini hiçbir zaman görmemişler, görmek istememişlerdir. Bu temel olguyu daima gözden uzak tutmaya çalışmışlar, göz ardı etmişler, sosyo-ekonomik yapı tahlillerine katmamışlardır. Böylece alanı kesin olarak militarist, sömürgeci, ırkçı ve ilhakçı güçlere terk etmişlerdir. Kürt ulus sorunu konusunda, “sosyalistler” susunca, suskunluğu temel bir politika haline getirince, alan elbette sömürgeci, ırkçı, ilhakçı ve militarist güçlere bırakılmış olur. Bu alanda bu güçler istedikleri gibi at 
oynatmışlardır. “Solcu”ları bile, kendi propagandalarını yapan kişiler ve örgütler haline getirmişlerdir. 

Bütün bunlara rağmen, Türk milli gururundan vurgulaya vurgulaya söz eden Mihri Belli’nin, Kürt kişiliğini ve onurunu hiçe sayması ilginç bir konu. Zira, Türkiye’de Kürtlerin varlığı 1968 yıllarında da konuşuluyordu. 

Mihri Belli, 1968 yılı Aralık ayında yaptığı bu konuşmada Kemalizm’e ve Kemalistlere övgüler düzdükten sonra, “Kemalizm ile sosyalizm arasında aşılmaz bir duvar yoktur” diyor. 

Mihri Belli bunu söylerken büyük bir rahatlık içindedir. … Kürt ulus olgusunu yok saymakta, göz ardı etmektedir. Aynı, ilhakçı, ırkçı, sömürgeci, asimilasyoncu Türk burjuvazisi ve “etkili çevreleri” gibi. Kürtlerin, emekçi veya ağa, aşiret reisi, şeyh ayırımı yapılmadan kitleler halinde sürgünlere gönderilmelerini, Kürdistan’da yasak bölgeler ilan edilmesini, Kürdistan’da ayrı uygulamalar yapılmasını vs. dikkate almamaktadır. Böylesine bir yönetimi, sosyalizmle karşılaştırmaya çalışmaktadır. Kürdistan’ı Genel Müfettişlikler aracılığı ile devamlı bir sıkıyönetim içerisinde idare etmiş, Kürt ulusal ve demokratik haklarını tamamen gasbetmiş, Kürt adını ve Kürdistan adını dillerden ve tarihlerden silebilmek için devletin her türlü maddi ve ideolojik baskı araçlarını yürürlüğe koymaktan çekinmemiş, Kürdistan’da Kürtçe konuşmayı yasaklamış, Kürtçe konuşanlardan kelime başı para cezası almış bir yönetim sosyalist 
bir yönetim ile nasıl karşılaştırılabilir? Tunceli Kanunu ve uygulamaları, Dersim’deki ve Kürdistan’ın öteki bölgelerindeki jenosit eylemleri ortada iken, sosyalizmden nasıl söz edilebilir? 

Bütün bu olayların temeli olan, ve daha sonraki olayları belirlemede en büyük etken olan, Kürdistan üzerindeki Lozan emperyalist bölüşümü ise, gün gibi ortada durmaktadır. Kürdistan zamanın en büyük emperyalist güçleri, İngiliz emperyalizmi ve Fransız emperyalizmi ile, Kemalistlerin ve Şehinşah Rıza Şah 
yönetiminin, müşterek politik, jeolojik ve askeri eylemleri sonucu parçalanmıştır. Bu bakımdan Kemalistler Fransız ve İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki işbirlikçileridirler. Ve Kürdistan ve Kürt ulusu üzerindeki bütün bu eylemler, “Otuz üç Kurşun” hariç olmak üzere, Mihri Belli’nin ve genel olarak Türk 
“solu”nun ve Türk “sosyalist” hareketinin, “Türkiye Cumhuriyetinin en bağımsız dönemiydi”, diye anlatmaya çalıştıkları, Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal döneminde gerçekleştirilmiştir. 

Mihri Belli bu olgulardan hiçbirini görmüyor. Adını bile etmiyor. Olgulardan kopuk olduktan sonra, olgularla organik bir bağı olmadıktan sonra, somut durumun somut talihli olmadıktan sonra ise üretilen bilginin hiçbir önemi yoktur. 

Mihri Belli’nin bu beyanları gerçek somutları kati surette aksettirmemekte, bilakis onu gizlemeye çalışmaktadır. “Hep ezilmiş olan Kürt halkı, tarihinde hiçbir zaman bugünkü kadar zulme uğramadı” ibaresi tamamen yanlıştır. Kürt ulus olgusunun zaman ve mekan boyutu içinde alınmamasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur. 12 Mart’tan sonra Kürt ulusu elbette çok büyük zulüm ve işkencelerle karşılaştı. Toplu köy aramaları, köy baskınları, napalm bombaları ve gerçek mermilerle yapılan Buca tatbikatları, General Alpdoğan manevraları, sınır bölgelerinde ilan edilen sürekli sıkıyönetim idaresi, gece ışık yakma yasağı, bu zulmün ve işkencenin sadece birer parçasıdır. Öğrencisinden toprak sahibi bazı ağalara, yoksul köylüsünden köy imamına kadar yargılama, MIT, işkence, zindan... ayrı. Fakat bu zulüm, ve işkence, hiçbir zaman, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal dönemindeki, Milli Şef İsmet İnönü dönemindeki zulüm ve işkenceye ulaşmamıştır. Her zaman olduğu gibi, 1911 döneminde de Kürdistan’da, zulüm, işkence... olmuştur. Batıda rastlanandan çok çok fazlası olmuştur. Fakat, darağaçlarında, Dede-Baba ve Torun olmak üzere, üç nesil bir arada asılmamıştır. Önce, babaların, dedelerin gözleri önünde ve feryatları arasında, torunlar, oğullar, sonra da babalar asılmamıştır. 1971 döneminde Kürdistan’da zulüm, işkence olmuştur. Her zaman olduğu gibi. Fakat Kürtler aşiretler halinde, köyler halinde, kasabalar halinde, sürgünlere gönderilmemiştir. Ailenin her bir üyesinin ayrı ayrı yerlere sürgüne gönderilmesi ailenin parçalanması nasıl bir işkencedir? Ya Tunceli Kanununa, Dersim’deki jenosit 
eylemlerine, “Otuz üç Kurşun”a ne denir? Bunlar gizli tutulması için girişilen bütün çabalara rağmen bilebildiklerimiz. 

“Şeyh Said isyanından sonra, ne kadar baba-oğul, mahkumlar varsa, evvela babanın gözü önünde oğlunu astırır, sonra babayı asardı.” (Müddeiumumi Süreyya Örgeevren). 

“... Şark mebuslarından İsmet Paşaya itimat edenlerle etmeyenler ve korkudan kaçıp ta reye iştirak etmeyenler ve kaçıp ta rey vermeyenler dahil hepsinin bütün akraba ve taallukatını kamilen nefyü tebid ettiler (sürgüne gönderdiler ve uzaklaştırdılar). Ve bir kısmını da istiklal Mahkemelerine gönderdiler. 
İftira, tezvir (yalan), tasni (yakıştırma) kampanyası makineleri çalıştırılıyor, dünyada görülmemiş kötülükler, fenalıklar isnat ediliyor, hakikatmiş gibi muameleye konuluyor ve kişiler cezalandırılıyordu. … Şark istiklal Mahkemesi Reisliğinden Ankara’ya dönen, Ali Saib Bey, 60.000 (altmış bin) altınla geldi. … 

Şark istiklal Mahkemesi Müddeiumumisi (savcısı) Süreyya Örgeevren ise, Büyükada’da, merhum bir müşirin (mareşalin) fevkalade ziynetli ve muhteşem köşkünü satın almıştı.” 

Bu hatıraların sahibi İbrahim Arvas, 1920-1950 yılları arasında Van mebusluğu yapmıştır. Objektif bakımdan Kürt, sübjektif bakımdan ise Türk. Bölgesinde, Türk devletinin, devletin gizli örgütlerinin, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in ajanı. Büyük, yaygın ve köklü bir şeyh ailesinden geliyor. Hatıratında sık sık, 
Kürt diye bir kavmin olmadığından, Kürtçe diye bir dilin olmadığından söz etmektedir. Türk olduğundan, Türklüğünden mutluluk duyduğundan söz etmektedir. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde, objektif olarak Kürt olup da, (anası babası Kürt) “Doğu” mebusluğu yapan 6-7 kişiden biridir. Büyük Şef 
Gazi Mustafa Kemal ve Değişmez Genel Başkan ve Milli Şef İsmet İnönü’nün Değişmez Van mebusudur. 

İşte yukarıdaki hatırat böyle bir kişiye, bir Kürt düşmanına, kendi ulusuna ihanet etmiş birine, Kürtlüğünü reddeden birine, Kemalist bir şeyhe aittir. Kürt ulusal direnişine katılanlardan, “Şeyh Said Şakileri” diye söz etmektedir. Bu bakımdan böylesine Kürt düşmanı olan, hizmetini egemen ulusa sunmuş, onun 
ajanlığını kabul etmiş, onunla bütünleşmiş bir şeyhin, Kemalist bir şeyhin anlattıklarına inanmamak için hiçbir neden yoktur. 

Mihri Belli sözü edilen … eleştirisinde, Kemalizm için sık sık, “ilerici Kemalist devrim” tabirini kullanmakta, Kürt sorunu hakkında şunları söylemektedir: 
“Türkiye’de Kürt meselesini ele alırken, ulusların kendi kaderini tayin hakkının, ayrılıp kendi ulusal devletini kurma hakkına kadar varan hak olduğunu ifade ederek bilinen bir ilkeyi tekrarlamak hiçbir şey söylememektir. Türkiye’nin durumu, ülkede ve özellikle Doğu Anadolu’da egemen üretim ilişkileri, tarih 
gibi etkenler hesaba katılmadan bu meselede doğru bir tutuma varılamaz. Türkiye, üç milyonluk proletaryası ile, nüfusunun yarısına yakın bir kısmını teşkil eden yoksul köylülüğü ile, ülkeyi yönetemez duruma düşmüş, son olarak faşizmi tezgahlamış egemen sınıfları ile devrime gebe bir toplumdur. Doğu Anadolu ise, Türkiye’nin en geri bırakılmış bölgesidir. Doğuda genel niteliği feodal olan, üretim ilişkileri ağır basar. Bu durumda Türkiye’den kopan bir Doğu Anadolu’nun feodal ağaların ve şeyhlerin hüküm sürdüğü bir toplum olacağı açıktır. Doğu Anadolu’da bir petrol şeyhliği kurmak, Türkiye’de tahakkümün çok iğreti olduğunu iyi bilen emperyalizmin de işine gelir. ‘Böl ve hükmet’ politikası, emperyalizmin eski politikasıdır.” 

İşte “Özeleştiri” yapan Mihri Belli’nin özeleştirisinin, eleştirilecek esas noktası budur. Mihri Belli, Türkiye’de Kürt sorunu boy vermeye başladığı, Kürt ulusu kendi ulusal ve demokratik haklarına sahip çıkmaya başladığı, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun, dünya dengesi ve Ortadoğu dengesi içindeki, dünyada bir eşi 
daha bulunmayan statüsünün bilincine ulaşmaya başladığı zaman hemen emperyalizmin, “böl-yönet” politikasını akla getiriyor. Ne yapacakmış emperyalizm? “Doğu”da petrol şeyhliği kuracakmış, Türk ve Kürt uluslarının 1923’te meydana getirdiği “gönüllü birliği” bozacakmış! 

Kürt ulus sorununun temel hareket noktası, 1915-1916 yıllarındaki gizli antlaşmalarla başlayan, 1917 Sovyet Devrimi ile yeni bir boyut kazanan, 1920’lerde pişirilip kotarılan, 1923’te noktalanan bir politikadır. 
Bu politikanın adı, kısaca, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşüm mücadelesidir. Bu politikanın mimarları, İngiliz emperyalizmi Fransız emperyalizmi ve bunların Ortadoğu’daki işbirlikçileri Kuvayı Milliyeciler (Kemalistler) ile, Şehinşah Rıza Şah yönetimidir. Kürdistan, bunların, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemleriyle bölünmüş ve parçalanmıştır. Her parçası da ayrı ayrı, bu devletlerin, veya bu devletlerin politik ve ekonomik nüfuz alanlarının bünyesine ilhak edilmiştir. Kürdistan ve Kürt ulusu, Kürt ve Kürdistan adları dillerden ve tarihlerden silinmek üzere parçalanmış, egemen ulus içinde eritilip yok etme politikası izlenmiştir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder