26 Ocak 2020 Pazar

GÜVENLİK YAKLAŞIMLARINDA DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM BÖLÜM 1

GÜVENLİK YAKLAŞIMLARINDA DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM  BÖLÜM 1


Atilla SANDIKLI
Doç. Dr.
BİLGESAM Başkanı
Bilgehan EMEKLİER
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi
Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri*

* Bu çalışma, 28-29 Nisan 2011’de Kocaeli Üniversitesi’nde düzenlenen Uluslararası Balkan Kongresi’nde sunulan ve Ekim 2011’de Uluslararası Balkan Kongresi: 
21. Yüzyılda Uluslararası Örgütlerin Güvenlik Yaklaşımları ve Balkanlar’ın Güvenliği ismiyle yayınlanan bildiriler kitabında yer alan “21. Yüzyılda Yeni Güvenlik Anlayışları ve Yaklaşımları” başlıklı bildirinin geliştirilmiş şeklidir.


20. yüzyıl, dünya tarihinin en kanlı yüzyıllarından biri olma özelliğini taşımakta dır. I. ve II. Dünya Savaşlarında milyonlarca insanın ölmesi, Hiroşima ve Nagazaki’de on binlerce sivilin hayatına mâl olan atom bombasının gelecek nesillerin yaşamını tehdit etmesi ve Soğuk Savaşın yarattığı psikolojik yıkım, 
20. yüzyıl tarihini özetlemektedir. Sadece savaş ve çatışmalarla değil, küresel ekonomik-politik krizlerle ve katı bir ideolojik-jeopolitik bloklaşmayla geçen bu 
yüzyıl, dünya tarihi açısından fırtınalı gelişme ve buhranların yaşandığı bir yüzyıl olarak literatürdeki yerini almıştır. Söz konusu olayların işaret ettiği gibi 
geçtiğimiz yüzyılı şekillendiren dönüm noktalarını krizler ve savaşlar oluşturmuştur.1

Tehdit, risk ve krizin egemen olduğu 20. yüzyılın uluslararası ortamını Hobbes’un “insan insanın kurdudur” önermesiyle açıkladığı “doğal yaşam hali” teziyle, temel aktörler olan ulus-devletlerin birbirleriyle ilişkilerini ve hegemonik davranış modellerini ise Machiavelli’nin “amaca giden her yol mübahtır” düşüncesiyle 
ilişkilendirmek mümkündür. Tarihi akış içerisinde Thucydides ile başlayan, Machiavelli ve Hobbes ile süregelen, Carr, Morgenthau, Waltz ve Huntington gibi
Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri teorisyenler tarafından yeniden üretilen reelpolitik akım, 20. yüzyılın çatışma odaklı ve 
Devlet Merkezli güvenlik anlayışını teorik ve pratik çerçevede inşa etmiştir. Ancak reelpolitik anlayışın oluşturduğu güvenlik paradigmasının gerek düşünsel 
gerekse de eylemsel boyutta güvenliği tesis etmedeki yetersizliği, 20. yüzyılın “buhranlar ve bunalımlar yüzyılı” olarak yorumlanmasında büyük rol oynamıştır.
Reelpolitik düşüncenin pratikte güvenliği sağlayamaması, güvenlik sorunsalını daha da önemli kılarak güvensizliğin nasıl çözümleneceğine dair öne sürülen yeni teorik ve metodolojik yaklaşımları gündeme taşımaktadır. 21. yüzyıla uluslararası sistemde kırılma yaratan ve küresel güven(siz)lik için bir dönüm noktası teşkil eden 11 Eylül saldırılarıyla adım atılırken, yeni güvenlik anlayışı ve yaklaşımlarının nasıl olacağına ilişkin kuramsal tartışmaların niceliği ve niteliğinde önemli bir değişim yaşanmaktadır. 11 Eylül olayları, Irak ve Afganistan müdahaleleri gibi olumsuz tecrübeler sebebiyle pratikte beliren umutsuzluklar, akademik alanda ileri sürülecek yeni güvenlik tezleriyle belki ötelenecek; fakat daha da önemlisi değer-bağımlı ve çok boyutlu bir güvenlik paradigmasıyla belki de yeni umutlara dönüşecektir.

Bu çalışmanın amacı, disiplinin temel kavramlarından biri olan güvenlik kavramına teorik açıdan nasıl yaklaşıldığını ortaya koymak ve bu yaklaşımların pratikteki dönüşümle birlikte nasıl evrildiğini analiz etmektir. Çalışmada öncelikle Soğuk Savaş konjonktürünün klasik güvenlik paradigması olan realizm ve neo-realizmin güvenlik anlayışları anlatılacaktır. Sonrasında Soğuk Savaşın detant yıllarını yansıtan ve “geçiş dönemi” olarak nitelendirilen süreçte ortaya konulan liberal ve neo-Marksist kuramların güvenlik anlayışlarına yer verilecektir. Ardından Soğuk Savaş sonrası dönemde klasik güvenlik paradigmasını sorgulayan eleştirel yaklaşımlar üzerinde durulacak, son olarak ise “yeni bir güvenlik paradigması” inşa etmeye yönelen Kopenhag Okulu ve Aberystwyth Okulu’nun güvenlik yaklaşımları incelenecektir.

I. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ GÜVENLİK YAKLAŞIMLARI

Pratik ve teori arasındaki etkileşimin açıkça gözlemlendiği uluslararası ilişkiler disiplinindeki kuramsal yaklaşımlar; uluslararası sistemin yapısından, uluslar arası konjonktürden, sistemdeki aktör sayısından, söz konusu aktörlerin niteliği ile niceliğinden ve birbirleriyle olan ilişkilerinden doğrudan etkilenmektedir. Nitekim 1945-1990 dönemindeki güvenlik literatüründe görülen durağanlık ve tekdüzeliğin Soğuk Savaş konjonktürünün statik yapısını yansıtması, söz konusu savı desteklemektedir. İki kutuplu sistemdeki güvenlik çalışmaları, Soğuk Savaş yıllarının hâkim teorisi realizm ve neo-realizmin etkisi altında ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Liberal düşünce ve neo-Marksist yaklaşımlar, 1960’ların sonlarında ve 1970’lerdeki detant döneminde klasik güvenlik anlayışını her ne kadar sorgulamaya açmış ve güvenlik çalışmalarında “geçiş dönemi”ni simgelemişse de iki bloklu yapının güvenlik paradigması, realist ve neo-realist düşüncenin ana varsayımlarıyla belirlenmeye devam etmiştir. Ontolojik çerçevesini realist ve neo-realist kuramın çizdiği klasik güvenlik paradigması, realizmin temel argümanlarına paralel olarak devlet-merkezli, ulusal güvenlik 
eksenli ve askeri güç odaklıdır. Klasik realizm ve neo-realizmin tekelinde bulunan ve bu karakteristiğiyle iki kutuplu sistemin hegemonik ve statükocu pratiğini net biçimde resmeden klasik güvenlik anlayışı, Soğuk Savaş yıllarının güvenlik paradigması olarak literatürdeki yerini almıştır.

1. Realizm ve Neo-realizmin Güvenlik Anlayışı Klasik realist teorisyenler aslında doğrudan bir güvenlik kuramı ortaya koymamışlar; uluslararası politikaya dair 
öne sürdükleri savlar ve kavramsallaştırmalar ile sonradan ortaya çıkan güvenlik literatürüne dolaylı ama ciddi katkıda bulunmuşlardır. Öyle ki realizm, ileri 
sürdüğü tezlerle II. Dünya Savaşının ardından disiplinin egemen teorisi olarak klasik güvenlik terminolojisinin oluşumunda önemli rol oynamıştır. 

Bu açıdan değerlendirildiğinde realizm, klasik güvenlik paradigmasının kavramsal, kuramsal ve metodolojik alt yapısını inşa etmiştir. Realizm,
güvenlik kavramını “sürekli bir güvensizlik ortamı” veya “güvende olmama hali” üzerinden tanımlamaktadır. Realizmin güvenlik çalışmalarında ön plana çıkan 
teorisyenlerinden Arnold Wolfers’ın güvenliği “kazanılan değerlere yönelik bir tehdidin olmaması hali”2 olarak tanımlamasında görüldüğü üzere realist yaklaşım, güvenlik perspektifini güç-tehdit-güvensizlik üçgeniyle sınırlandırmaktadır. Zira aktörler, “herkesin herkes ile çatıştığı” tehditlerle dolu güvensizlik ortamında hem varlıklarını hem de “kazandıkları değerleri” korumak için güçlü olmak zorundadır. 

  Güç kavramından anlaşılan ise maddi güçtür.

Realizmin güvensizliğe atfen tasarladığı güvenlik anlayışının merkezinde, “insan doğasının kötü olduğu” önkabulü ve uluslararası politikayı açıklamada kullanılan “anarşi” metaforu bulunmaktadır. Hobbesyen terminolojiyle uluslararası ortamı anarşi üzerinden betimleyen realist teori3, uluslararası ilişkileri temel aktör olarak gördüğü ulus-devletler arasındaki güç ve çıkar mücadelesine indirgemektedir. Güvenliği devletlerin askeri gücü ve ulusal çıkarları ile sınırlandırarak, dar ve determinist bir güvenlik tanımlaması yapan realistlere göre devletler, çıkar ve amaçlarını potansiyelden kinetiğe dönüştürebilmek için gerekli gücü elde etmek zorundadır. Makyavelist bir bakış açısıyla gücü neredeyse başlı başına amaç haline getiren4 realistlerin birçoğu, ulusal gücün nicel ve nitel bileşenlerden5 oluştuğunu kabul etmesine rağmen yine de devletlerin kapasitelerini askeri güç ile özdeş tutmaktadır. Realist teorisyenlerin neredeyse hepsi, devletlerin gerekli ulusal gücesahip olabilmeleri için sürekli 
askeri hazırlık içinde bulunmalarının zorunluluğuna dikkat çekmekte; devletlerin varlıklarını sürdürebilmelerinin ve ulusal güvenliklerini sağlayabilmelerinin önkoşulunun askeri güç olduğunu vurgulamaktadır.

Realist kurama göre anarşi ve güvensizliğin süreklilik kazandığı bir uluslararası ortamda güvende olmanın tek yolu, güç ve kapasite artırımına gitmektir. 
Analiz birimi olarak ele aldıkları devletlerin rasyonel ve bütüncül (unitary) yapılar olduğu önkabulünden hareket eden realistler, ulusal gücü artırma imkân ve 
kabiliyetine sahip tek aktör olarak ulus-devletleri görmekte; sıklıkla atıfta bulundukları “ulusal güvenlik” söylemi üzerinden de sadece ulus-devletlerin güvenliğini dikkate almaktadır. Realist paradigma, devlet eksenli bir güvenlik perspektifi inşa ederek ulusal güvenlik vurgusu ile toplumun ve açıkça belirtmese de bireyin güvenliğini devletin güvenliğine bağımlı kılmaktadır. Devletin güvenliğini ulusun ve dolaylı yoldan bireyin güvenliği ile eş tutan realizm, savaş ve çatışma olgularına yoğunlaşarak, çalışmalarında sıklıkla yer verdiği “güvensiz ortam” temasıyla devlet-bağımlı güvenlik yaklaşımını meşrulaştırmaktadır. 

Kısacası realist analizler, devletlerarasındaki mevcut ya da potansiyel çatışma alanlarına odaklanarak güvensizliğe vurgu yapmakta; “devlet egemenliği ve 
toprak bütünlüğü” söylemi ile güvenliği salt devletin bekasına indirgemektedir.
Diğer yandan realist kuram, devlet lehine tek-taraflı bağımlı kıldığı güvenliği yalnızca askeri güç ve stratejiye denk tutmaktadır. Bu sebeple realist analizlerde askeri-stratejik konular ve bunlara ilişkin politikalara odaklanılmakta dır. Realist düşünürler, askeri güç ve kapasiteye verdikleri önemin tezahürü olarak devletlerin uluslararası ortamda karşılaştıkları sorunları ve uluslararası ilişkiler gündemini hiyerarşik bir sıralamayla irdelemektedir. Birincil politika (high politics) ve ikincil politika (low politics) ayrımına gidilerek piramidin en üstüne ulusal güvenlik, bir başka deyişle güç merkezli askeri güvenlik ve stratejik konular yerleştirilmektedir. 

Realistlere göre devletin bekası için elzem görülen ve ulusal güvenliği oluşturan askeri-stratejik konular birincil politikayı; ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel konular ise ikincil politikayı meydana getirmektedir.

Klasik güvenlik çalışmalarına belki de en fazla katkı sağlayan teorik yaklaşım, güvenliğe odaklanan ve doğrudan bir güvenlik kuramı oluşturan neo-realizmdir. 
Stephen M. Walt’un disiplinde neo-realist teorinin ortaya çıktığı 1970’li yılları “Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı” olarak betimlemesi, neo-realizmin klasik güvenlik literatüründeki önemli rolünü göstermektedir. Walt, The Renaissance of Security Studies (Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı)7 adlı makalesinde güvenlik çalışmalarının II. Dünya Savaşı ile başladığını belirterek, bu dönemi güvenlik alanındaki “Altın Çağ”ın ilk basamağı olarak nitelendirmekte ve güvenlik literatürünün gelişimini üç döneme ayırmaktadır. Bu dönemselleştirmesinde Walt, 1955-1965 arası yılları “Altın Çağ”, 1960’ların ortasından 1970’lerin ortasına kadar olan dönemi “Altın Çağ’ın sona ermesi” ve 1970’lerin sonlarından itibaren devam eden süreci de “Rönesans dönemi” olarak kavramsallaştırmak tadır.8 Kısacası realist çalışmalar ile ortaya çıkan klasik güvenlik literatürü, neo-realist analizlerle olgunlaşıp şekillenmiştir.

Neo-realizmin “güvenlik ikilemi” (security dilemma) modeli, Soğuk Savaş konjonktüründe devletlerin nükleer ve konvansiyonel silahlanma pratiğini 
özetleyen bir kavram olarak literatürdeki yerini almıştır. Güvenlik ikilemi modeline göre bir devletin güvenliğini sağlamaya yönelik davranışları, 
mevcut ya da potansiyel düşmanlarının güvenliğini tehdit etmekte ve bu aktörleri tehlikeye sokmaktadır.9 
Söz konusu modelde.,

A Devletinin mutlak güvenliği, 

B Devletinin mutlak güvensizliği anlamına geldiğinden, bu durum devletleri güvensizlik sarmalına itmekte ve devletlerarası güven bunalımına neden olmaktadır. 

Soğuk Savaş döneminde aynı blokta yer almalarına karşın birbirini tehdit olarak algılayan Türkiye ve Yunanistan arasındaki silahlanma yarışı, güvenlik ikilemi modeline örnek teşkil etmektedir. Güvenlik ikileminde uluslararası ilişkileri “sıfır toplamlı bir oyun” olarak değerlendiren devletler, uluslararası sistemdeki davranış kalıplarını “nisbi kazanç” 10 varsayımına dayandırarak kurgulan maktadır. 

Nisbi kazanç varsayımına göre devletler, birbirleriyle ilişkilerinde “ikimiz de kazançlı çıkacak mıyız?” sorusu yerine “kim daha kazançlı çıkacak?” 
sorusunu yönelterek işbirliğine yanaşmamaktadır.11

Neo-realizm, anarşi olgusu ekseninde rekabetçi ve çatışmacı bir güvenlik perspektifi öngörmesine rağmen aslında işbirliği sürecini tamamen 
yadsımamaktadır. Bununla birlikte Kenneth Waltz ve John Mearsheimer gibi “karamsar” neo-realistler,12 

İşbirliğinin devletlerin birbirlerini aldatma ihtimali ve göreli kazançlara yönelik ilgisi ile şekillendiğini vurgulamakta; işbirliği yapmanın sınırlılığını 
ve zorluğunu ön plana çıkarmaktadır.13 
Zira uluslararası sistemin anarşik yapısı ve güvensizlik ortamı, devletlerin uzun süreli işbirliği yapmasını engellemektedir.14 
Neo-realist teorisyenler, liberal kuramcıların stratejik bir önem atfettikleri ekonomik ve siyasi işbirliğinin güvenliği tesis etmedeki rolüne eleştirel 
açıdan yaklaşmış ve askeri ittifakların görece başarısına dikkat çekmişlerdir. 

Nitekim neo-realizmde devletlerarası işbirliği, genellikle askeri ittifaklar üzerinden gerçekleşmektedir.

Waltz gibi güçten ziyade güvenliği önceleyen “defansif” (defensive) neo-realistler, devletlerin birincil amacının güç kazanmak değil, varlıklarını korumak olduğunu öne sürmektedir. Defansif neo-realist teorisyenlere göre daha çok güç, daha az güvenliğe yani bir bakıma güvensizliğe neden olmaktadır. Defansif neo-realistler, uluslararası sistemin hükmetmek isteyen devletleri değil, aksine statükoyu koruyan devletleri ödüllendirdiğini vurgulamakta ve bu noktada “ofansif” (offensive) neo-realistlerden ayrışmaktadır.15 Defansif neo-realistlere göre her devlet, statükocu bir yaklaşımla sistemdeki konumunu sürdürebilir ve bu sürecin sonunda uluslararası sistemde ortaya çıkan güç dengesiyle güvenliğini sağlayabilir.

Güç dengesi modeli, neo-realist güvenlik anlayışında uluslararası sistemin düzenleyici mekanizması şeklinde işlev görerek istikrarı sağlamakta ve uluslararası sistemin güvenliği devletlerin güvenliğini beraberinde getirmektedir.16 Başka bir deyişle neo-realizme göre uluslararası aktörlerin davranış ve güvenliklerini belirleyen yapı uluslararası sistemdir.17 Bu yönüyle neo-realizm, klasik realizmden farklı olarak ulus-devlet yapılarının güvenliği ile birlikte uluslararası sistemin güvenliğini de göz önünde bulundurarak güvenlik halkasını genişletmiştir. Neo-realizmin statik yapısalcı bir tutumla da olsa uluslararası sistemi incelemesi, güvenlik çalışmalarındaki analiz seviyesinin mikrodan makro boyuta taşınmasına katkı sağlamıştır.

Neo-realizmin güvenlik yaklaşımını realizmden farklılaştıran ve klasik güvenlik terminolojisini geliştiren bir diğer nokta, neo-realist düşünürlerin analizlerine 
ekonomik değişkenleri eklemleme çabasıdır. Nitekim Waltz, askeri-stratejik konuların yanı sıra ekonominin de artık uluslararası ilişkiler gündeminde belirleyici bir rol oynadığını belirtmiş ve bir bakıma ekonomik güvenlik üzerinde durmuştur.18 Neo-realistlerin uluslararası ekonomi-politiği çalışmalarına dâhil etmelerindeki kuramsal çabada uluslararası pratik etkili olmuştur. Zira Vietnam Savaşı, devletlere hedefe ulaşmadaki tek aracın askeri güç ve kapasite olmadığını gösterirken; 1973 ve 1979 petrol şokları da karar alma mekanizması ve süreçlerinde ekonomik parametrelerin de hesaplanması gerektiğini net bir biçimde ortaya koymuştur. 

Pratiğin teori üzerindeki bu etkisi, neo-realistleri ekonomiye yönlendirmiş olsa da nihayetinde askeri-stratejik konulara odaklanan neo-realizmin ağırlık merkezini 
yine de high politics teşkil etmiştir. Bu açıdan bakıldığında neo-realizmin uluslararası ekonomi-politik meselelerle ilgilenmesine rağmen, aslında askeri-stratejik ve politik sorunların literatürdeki önceliğini yeniden inşa ettiği söylenebilir.19

Özetlemek gerekirse klasik paradigma, güvenliği ulusal güvenlik kavramı üzerinden ve askeri güç ekseninde tanımlayarak, 1945-1990 yıllarının güvenlik literatürüne hakim olmuştur. Bu çerçevede klasik güvenlik paradigmasının temel ilgi alanı, devletlerin bekalarına yönelik tehditlerle mücadele etmek amacıyla geliştirmeleri gereken askeri imkân, kabiliyet, kapasite ve stratejilerdir.20 Realist güvenlik perspektifinde tasarlanan ve Soğuk Savaş konjonktürüne egemen olan tehdit odaklı klasik güvenlik paradigması, “iki süper güç arasındaki çekişmenin doğrudan silahlı çatışmaya dönüşmemesi durumu” şeklinde özetlenebilecek sınırlı ve dar bir çerçevede inşa edilmiştir.21 

Realizmin klasik güvenlik paradigmasını dar ve sınırlı bir çerçevede meydana getirmesinde sistemsel ve konjonktürel değişkenlerin büyük payı olmuştur. 
Zira Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu yapı, güvenliğin daha doğru bir ifadeyle güvensizliğin genelde bloklar, özelde ise ABD ve SSCB arasına sıkışmasına ve güvenlik pratiğinin çatışma eksenli gelişmesine imkân tanıyarak paradigmanın dar ve sınırlı tutulmasına zemin hazırlamıştır. Öyle ki, iki kutuplu klasik güvenlik algısının askeri ve hatta nükleer olmayan boyutları, Soğuk Savaş dönemi boyunca gündeme gelmemiş, getirilmemiş ya da getirilememiştir.22
Geleneksel güvenlik anlayışının dar ve sınırlı yapısı, klasik güvenlik formülünün de çerçevesini çizmiştir: “Tehdit = kapasite x niyet”. Ancak bu formül, teoride 
olmasa bile uygulamada büyük sorunlar içermiştir ve hala içermektedir. Zira devletlerin niyetleri, Hobbesyen bir anlayışla çoğu zaman “kötü” olarak 
varsayıldığından tehdit hesaplamaları salt kapasite üzerinden yapılmakta ve geleneksel güvenlik yaklaşımı, aktörleri ister istemez “güvensizlik sarmalına” 
götürmektedir. Nitekim ABD ve SSCB, Soğuk Savaş yıllarında ulusal güvenlik hesaplarını sadece birbirlerinin kapasitelerine dayandırmışlar ve birbirlerini sürekli güvensizliğe iterek, güvenliklerini aslında karşılıklı güvensizlik üzerinden tanımlamışlardır.23 Bu nedenle Soğuk Savaş dönemi güvenlik paradigması, “güvende olma durumu” yerine “güvende olmama durumu” üzerine inşa edilmiş, diğer bir ifadeyle güvenlikten ziyade güvensizlik ekseninde kurgulanmıştır.

2. Geçiş Dönemi Güvenlik Yaklaşımları

Soğuk Savaşın statik sert yapısının detant dönemine evrilerek, sistem-içi değişimin yaşandığı 1960 ve 1970’lerin uluslararası atmosferindeki
görece ılımlı hava literatüre de yansımıştır. Yapısal, süreçsel ve kuramsal anlamda geçiş dönemini simgeleyen bu yıllarda ortaya konulan teorik yaklaşımlar, klasik güvenlik anlayışının sorgulanmasını gündeme getirmiştir. Felsefi ve tarihi arka planını liberalizmden alan fonksiyonalizm, pluralizm ve transnasyonalizm ile Marksist düşünceye dayanan neo-Marksist yaklaşımlar, ortaya koydukları tezlerle realist teorinin güvenlik perspektifine alternatif model üreten kuramsal çalışmalar olarak öne çıkmıştır. Bu yaklaşımlar, realizmin gücünü ve hegemonyasını tam anlamıyla kıramasalar da getirdikleri eleştiri ve önerilerle Soğuk Savaş sonrasındaki eleştirel güvenlik yaklaşımlarına ve yeni güvenlik anlayışına uygun teorik zemin hazırlamışlardır.

2.1. Liberal Kuramların Güvenlik Yaklaşımları: Fonksiyonalizm, Pluralizm ve Transnasyonaliz min Güvenlik Anlayışları

Birey merkezli bir kuram olan liberalizm, bireyin güvenliğinin ve özgürlüğünün sağlanması ve korunmasında temel aktör olarak devleti görmekte; uluslararası 
kurumlar, çokuluslu şirketler, sivil toplum kuruluşları ve bireyler gibi devlet-dışı aktörleri de analiz birimi olarak incelemektedir. Liberalizm, realizmin devletlerarası güç politikalarına odaklanan yaklaşımının tersine politikanın düşüncenin bir ürünü olduğunu savlamaktadır. Liberalizme göre düşünceler ve algılar değişebilmekte; böylece devletlerarasında işbirliği ve uzlaşı tesis edilebilmektedir.24 İşbirliği odaklı bir güvenlik anlayışı ortaya koyan liberalizm, uluslararası ilişkileri “sıfır toplamlı bir oyun” olarak görmemekte ve “mutlak kazanç” varsayımından hareketle aktörlerin işbirliğine yönelmeleri halinde tarafların kazanç sağlayacaklarını ileri sürmektedir. Çünkü liberalizm, rekabet ve çatışmanın uluslararası sistemin anarşik yapısından ya da devletlerin kötü niyetlerinden değil, yanlış algılamalardan kaynaklandığını öne sürmektedir. Dünya tarihinin sadece çatışmalardan ibaret olmadığını aynı zamanda işbirliğinin de bulunduğunu belirten liberal kuramcılar, yanlış algılamalara ve güvensizliğe neden olacak koşulların düzeltilmesi durumunda çatışma ve rekabetin azalabileceğini, devletlerin birbirleriyle işbirliği yapabileceğini vurgulamakta 
dır. 25

    Liberalizm, uluslarası hukuk ve normların tesis edilmesiyle kolektif güvenliğin sağlanacağını savlamaktadır. 

Bu konuda uluslararası kurumların uluslararası düzeni sağlayacağını belirterek kurumsallaşmaya özel bir rol atfetmektedir. Uluslararası hukuk, anarşik topluma düzen getirerek barışı tesis edeceği için kolektif güvenliği de oluşturacaktır. Nitekim ulusların ve bireylerin ortak çıkar ve hedefleri paylaştıklarının farkında olmaları ve sorunlarını çözmenin en iyi yolu olarak işbirliğini tercih etmeleri, uluslararası düzenleyici mekanizmaları ve uluslararası toplumu ortaya çıkarmıştır.26 

Bu kurumsallaşmayla işlerlik kazanacak olan kolektif güvenlik sistemi, ortak norm ve kurallar aracılığıyla devletlerin demokratikleşmesi neticesinde yeni bir 
boyut kazanacaktır. Bu bakış açısına göre kolektif güvenlik sistemi, demokratik barış kuramının demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacağı tezinden 
hareketle sağlıklı bir biçimde işleyebilecek tir.Liberal kuramlar, uluslararası sistemde aktörler arası işbirliği kanallarının nasıl oluşturulacağı üzerine yoğunlaşarak güvenliğin tesisine yönelik bir yol haritası ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu kuramlara göre aktörler arasındaki ilişkiler; uluslararası normlar, kurallar ve rejimler aracılığı ile ortak güvenliğe dayalı bir kimlik kazanabilir. Bu çerçevede fonksiyonalizm, pluralizm ve transnasyonalizm gibi liberalizmin varyantları olan kuramlar, karşılıklı bağımlılığın hâkim olduğu 
bir yapıda kolektif güvenlik kurulabilmesi için işbirliği, bütünleşme, çoğulculuk, uluslararası toplum ve küresel yönetişim gibi kavramları önceleyerek birey, devlet ve sistem güvenliğini tesis etme arayışındadır.

Pratikten yola çıkarak Avrupa bütünleşmesi27 özelinde inşa edilen fonksiyonalist kuram,28 devlet ile entegrasyon arasındaki hassas ilişkiyi güvenlik olgusu 
bağlamında açıklamaya çalışmaktadır. Almanya ve Fransa ilişkilerindeki gibi yıllarca birbiriyle çatışma içinde olan ve birbirini tehdit olarak konumlandıran aktörlerin Avrupa Birliği çatısı altında işbirliğine yönelmeleri, fonksiyonalizm açısından güvenlik sorunsalının çözümüne ilişkin somut bir referans noktasıdır. Fonksiyonalist kuram, realizmin tek aktör olarak incelediği ulus-devletlerin reelpolitik güvenlik anlayışını sorgulamakta ve güvenliği ulus-devlet yapıları ile entegrasyon arasında kurduğu korelasyonla birlikte değerlendirmektedir.

Güvenlik çalışmalarını bütünleşme ekseninde ele alan fonksiyonalizmin temel argümanları şu şekilde sıralanabilir: 

i-  Siyasal kaygılardan uzak olan işlevsel uluslararası örgütleri ön plana çıkarmak, 
ii- Ulus-devletlerin belli fonksiyonlarla donatılmış uluslararası kurumlara yetki devrini gerçekleştirebilmek, 
iii-Teknik konuların önemine ve önceliğine vurgu yaparak siyasal kaygıları geri planda bırakmak, 
iv- Bir alanda başlayan fonksiyonel örgütlenmenin zamanla genişleyerek diğer alanlara da yayılmasını sağlamak, 
v-  Devletlerin uluslararası kurumlar aracılığıyla işbirliği ve uzlaşı içinde hareket etmelerini sağlamak. 

Bu kapsamda fonksiyonalizmin nihai amacının, entegrasyon şemsiyesi altında kalıcı barış ve güvenliğin tesis edildiği bir “dünya toplumu” modeline ulaşmak 
olduğu söylenebilir.29

    Fonksiyonalizmin güvenlik ve barış olguları arasında bağıntı kuran bu idealist bakış açısı, aktörler arasındaki işbirliği ve uzlaşı sürecine dayanmaktadır. 
Başka bir ifadeyle fonksiyonalist kuramın barış ve güvenliği tesis etmedeki metodolojik yaklaşımı, realizmin devre dışı bıraktığı ulaşım, iletişim, teknoloji, kültür ve çevre gibi diğer alanları gündeme taşıyarak işbirliğini yaygınlaştırmak ve karşılıklı güven ortamını oluşturmaktır. Fonksiyonalizme göre karşılıklı bağımlılığın ve çeşitli alanlardaki işbirliğinin ortaya çıkardığı güven duygusu ve ortak kimlik arayışı, aktörler arası sorunları çözebilecek niteliktedir. Fonksiyonalist kuramcılar, işbirliği ve uzlaşma olgularının devletlerarası etkileşimi artıracağını ve bu etkileşimin Avrupa bütünleşmesindeki Fransa-Almanya örneğinde olduğu gibi güvenlik topluluklarına dönüşebileceğini belirtmişlerdir. Karl Deutsch gibi fonksiyonalist kuramın öncüleri, mikro birlikteliklerin zamanla makro bütünleşmelere dönüşebilmesini, yani güvenlik toplulukları yaratılmasını aktörler arasındaki işbirliğinin konu ve kapsam açısından çoğulculuğuna dayandırmaktadır. Çoğulcu güvenlik anlayışına göre 
devletlerarası işbirliğine giden bu etkileşim, ne denli geniş kapsamlı ve askeri konulardan uzak olursa, barış için karşılıklı güven tesisi de o denli kolaylaşmaktadır.30

Neo-fonksiyonalizmin bu noktada ileri sürdüğü spill over modeli, ortak çıkar alanları oluşturmak suretiyle aktörlerin öncelikle ekonomik ve teknik bileşenlerden meydana getirdikleri ortak yapılanmanın yayılarak zamanla diğer alanları ve nihai olarak siyasi alanı kapsayacağını varsaymaktadır.31 
Spill over modelinde aktörlerin bir alandaki işbirliğinden yarar sağlamaları, diğer alanlardaki işbirliğinin gelişimini ve performansını etkilemektedir.32 
Dolayısıyla aktörlerin yeni alanlarda gönüllü bir biçimde ve birbirlerine güven duyarak işbirliğine yönelmeleri, hem sürecin verimliliğini hem de yeni aktörlerin 
oluşan işbirliği platformlarına katılım isteğini artırmaktadır. Spill over modelinde içeriğin derinliği, aktör sayısı ve sürecin verimliliği, birbirine bağımlı faktörlerdir. 
Böylece sistematik bir süreç dâhilinde gelişen işbirliği, aktörlerin karşılıklı güven(lik) sorunsalına çözüm oluşturmakta ve çoğulcu bir güvenlik topluluğu yaratmaktadır. 
Fonksiyonalizmin spill over modelinin yanı sıra güvenlik literatürüne katkısı, özelde somut bir örnek üzerinden ilerleyerek güvenlik sorunsalının çözümlenmesine ilişkin yöntem ve araçları paylaşması, genelde ise karşılıklı bağımlılık ve işbirliği vurgusuyla pluralist ve transnasyonalist kuramların önünü açması olmuştur.
Düşünce sistematiklerini fonksiyonalizmin temel savlarını referans alarak oluşturan pluralist ve transnasyonalist kuramlar,33 uluslararası ilişkiler disiplininin ana sorunsallarına çoğulcu bir anlayışla yaklaşmakta ve analiz düzeyi olarak küresel sistemi ele almaktadır. Bu kuramlara göre küresel sistem, oyuncuları sadece devletler olmayan ve iç içe geçmiş sorunlara çözüm arayan çok boyutlu karmaşık bir yapıdır. Pluralist ve transnasyonalist kuramcıların “değişim” paradigmasıyla açıklamaya çalıştıkları dönüşüm halindeki küresel sistem, Marshall McLuhan tarafından “küresel köy” (global village) 34 ve John Burton tarafından ise “dünya toplumu” (world society)35 şeklinde kavramsallaştırılmıştır. Özellikle de Burton’ın dünya toplumuyla özdeşleştirdiği ve karmaşık bir etkileşim içindeki bağıntılardan oluşan “örümcek ağı” (cobweb)36 metaforu, küresel sistemi açıklamada sıklıkla referans gösterilen bir model olmuştur. 
    Küresel sistemi çalışmalarının odak noktasına yerleştiren pluralizm ve transnasyonalizmin öznelliği; karmaşık karşılıklı bağımlılık olgusunu gündeme getirmeleri, devlet dışı aktörlerin ve siyasi-askeri olmayan konuların uluslararası sistemdeki belirleyici rollerini ön plana çıkarmaları ve uluslararası ilişkileri devlet merkezli açıklayan kuramlara alternatif bir yaklaşım sunmalarıdır.
Pluralizm ve transnasyonalizm, realizmin devlet merkezli yaklaşımına küresel sistemi açıklamanın tek boyutlu bir bakış açısıyla mümkün olmadığı eleştirisini getirmekte; küresel sistemi mikrodan makroya çeşitli boyutlardaki aktörler dizisinin karşılıklı bağımlılığı ve etkileşimi ile açıklamaktadır. Buna göre küresel sistem sadece devleti değil, bireyden sivil toplum kuruluşlarına, medyadan uluslararası şirketlere kadar birçok aktörü katılımcı kılan bir çözümler ağı gerektirmektedir. 

Başka bir deyişle küresel sistemin karmaşık doğası, başta güvenlik olmak üzere uluslararası ilişkilere dair temel olguların çok boyutlu bir bakış açısıyla yeniden 
üretilmesini gerekli kılmaktadır. Pluralist ve transnasyonalist kuramların, aktör ve konu çeşitliliğine yaptıkları vurguyla klasik güvenlik paradigmasını yeniden 
şekillendirme arayışında olduğu söylenebilir.

Pluralist ve transnasyonalist kuramlar, devletin sınırlarını aşan ve yalnızca devletlerarası ilişkilerle çözümlenemeyecek bir olgu olarak tanımladıkları güvenliği, farklı ölçekteki aktörler arasındaki etkileşimle anlamlandırmaktadır. Buna göre küreselleşmeyle birlikte güvenliğin tesis edilmesinde devletler ve devletlerin birbirleriyle sürdürdükleri ilişkiler yetersiz kalmaktadır. 

Zira fonksiyonalist kuramın etkisiyle güvenlik denkleminde önem kazanan uluslararası örgütlerin dahi birçok sorunla karşılaşması, farklı aktörlerin çözüm sürecine katılmasının zorunluluk haline geldiğini göstermektedir. Bir tehdidin ortadan kaldırılabilmesi için birden fazla aktöre ihtiyaç duyulabilmekte, güvenliğin yeniden tesis edilebilmesi için bu aktörlerin işbirliğine yönelmeleri gerekmektedir.

Pluralist ve transnasyonalistler için güvenlik denklemindeki aktör sayısının artması, bu aktörlerin işbirliği yapmaları koşuluyla karşılaşılan tehditlerin bertaraf edilmesini ve güvenliğin inşasını kolaylaştırmaktadır. Örneğin küresel ölçekte bir tehdit olan karbon yayılımına karşı önlem alınabilmesi için sanayi kuruluşlarından sivil toplum kuruluşlarına, uluslararası örgütlerden devletlerin ilgili düzenleyici mekanizmalarına kadar birçok aktörün işbirliği içinde hareket etmesi gerekmektedir. 

Önceden sınırlı etki alanına sahip bir tehdit, bugün küresel düzlemde farklı ölçekteki birçok aktörü etkileyebilme potansiyelini bünyesinde barındırmaktadır. 
Güvenliğe ilişkin bu dönüşüm, transnasyonalist kuramcılar tarafından özellikle ekonomik parametrelerle örneklendirilmekte dir. Mesela Yunanistan'daki ekonomik kriz, sadece ülke içindeki aktörleri veya üyesi olduğu AB ülkelerini değil, domino etkisiyle tüm dünyadaki finansal kuruluşları ve yatırımcıları ilgilendirmekte ve mikrodan makroya tüm aktörler için bir risk unsuru teşkil etmektedir. Pluralist ve transnasyonalist analizlerin güvenlik çalışmalarına dolaylı yoldan getirdiği çok boyutlu bakış açısı, aktör çeşitliliğinde olduğu gibi konu zenginliğinde de kendisini göstermiştir. Keza karmaşık karşılıklı bağımlılık olgusu, ulusal-askeri gücü merkezi konuma yerleştiren geleneksel güvenlik anlayışının hiyerarşik konu yapılanmasını sarsmıştır. Pluralist ve transnasyonalistlere göre birincil ve ikincil politika ayrımının kalktığı 1980’ler sonrası uluslararası ilişkiler gündeminde askeri-stratejik ve jeopolitik meseleler kadar ekonomik, ticari, mali, kültürel, çevresel, teknolojik ve bilimsel konular da önem kazanmıştır. Buna paralel olarak güvenlik çalışmalarının ilgi alanı çeşitlenmiştir. Ulusal ve uluslararası güvenlik gündeminin değişip dönüşen yapısı, Joseph Nye’ın sert güç (hard power) ve yumuşak güç (soft power) ayrımına dayanan tipolojisinde görülebilir.37 

Nye’ın sert güç bileşenleri (askeri, siyasi ve ekonomik güç) kadar yumuşak güç bileşenlerine de (yaşam tarzı, evrensel ve kültürel değerler, siyasal-demokratik 
normlar, liberal kurum ve kurallar) değinmesi ve bu öğelere ayrı bir önem atfetmesi, güvenlik kavramının çok boyutlu niteliğini ortaya koymuştur.
Bu kavramsal çerçeveden hareketle Joseph Nye, yeni güvenlik konularının önemini ulusal güvenlik ile ilişkilendirerek açıklamaktadır. Ona göre içinde bulunduğumuz teknoloji çağında öngörülemeyen risk ve tehditlerin artması, ulusal güvenliğin sadece siyasi ve askeri önlemlerle sağlanamayacağını ortaya koymaktadır. 

Artık nükleer caydırıcılık, sınır devriyeleri ve ülke dışına asker konuşlandırma gibi geleneksel yöntemler, güvenliği tesis etmek için yeterli olmamaktadır. 
Örneğin veritabanlarında bulunan gizli bilgilerin çalınması gibi tehditler, ulusal güvenliğin sağlanmasının yalnızca geleneksel yöntemlerle mümkün olmadığını 
göstermektedir. Bu kapsamda bilgiye hâkim olabilmek ve bilgi güvenliğini koruyabilmek için yenilikleri gerçekleştiren bir aktör olmak son derece önem kazanmıştır. 

Bu açıdan bakıldığında dünya genelinde kullanılan çoğu yazılım ve sistemin Silikon Vadisi menşeli olması ve Nye’ın bilgi sistemlerinin Hindistan’da da üretilmesini ABD’nin ulusal güvenlik açığı olarak yorumlaması oldukça anlamlıdır.38

Pluralist ve transnasyonalist düşünürler, 21. yüzyıl bilişim sistemindeki gelişmelerin aktörler arası iletişim ve etkileşimi yoğunlaştırdığı küresel bir ortamda işbirliği yapmanın faydasına vurgu yapmaktadır. 
Karmaşık karşılıklı bağımlılık olgusu, çatışma ve yeni güvenlik paradokslarının bertaraf edilmesinde ayırt edici bir niteliğe sahiptir ve aktörleri çıkarları doğrultusunda işbirliği ve dayanışmaya yönlendirebilmektedir. Zira küresel risk, tehdit ve güvenlik sorunsalının çözümünde eskiye nazaran daha fazla ön plana çıkan “aktörler arası birbirine muhtaç olma durumu”, küresel yönetişim olgusunun gelişimine katkı sağlayabilir.39 

Fayda-maliyet analizini göz önünde bulundurarak karşılıklı bağımlılığın çatışma riskini azaltacağını savlayan söz konusu kuramlar, uzlaşma zeminine dayanan, 
demokratik çoğulcu katılım ve işbirliği eksenli bir güvenlik yaklaşımı öne sürmektedir.40 Özetle pluralizm ve transnasyonalizmin güvenlik literatürüne katkıları, işbirliğine önem atfetmeleri ve küresel sistem okumasından hareketle aktör ve konu çeşitliliği üzerinde durarak eleştirel yaklaşımların önünü açmış olmalarıdır.

2.2. Neo-Marksist Kuramların Güvenlik Anlayışı

Uluslararası ilişkiler literatürüne pluralist kuramlarla aynı dönemde giriş yapan neo-Marksist kuram başka bir ifadeyle Bağımlılık Okulu, disipline ilişkin temel 
argümanlarını uluslararası sistem okuması üzerinden ortaya koymuştur. Kapitalist sistemin evrenselleşmeye doğru gittiği 1970’li yıllarda farklı düşünce yapılarına sahip neo-Marksist ve pluralist kuramcıları ortak paydada buluşturan ana unsur, uluslararası sistemi ele almaları olmuştur. Buna karşın neo-Marksistleri pluralistlerden ayıran en önemli nokta, neo-Marksist düşünürlerin “karşılıklı bağımlılık” olgusuna getirdikleri eleştirilerdir. Neo-Marksist kurama göre uluslararası sistemde bağımlılık mevcuttur; ancak bu bağımlılık tekildir ve karşılıklılık içermez.

Karşılıklı bağımlılık olgusunu reddederek işteşlik yerine tek taraflılığı ele alan neo-Marksist kuram, 41 bağımlılık tezleri üzerinde durmakta ve güvenliği bağımlılık modeliyle açıklamaktadır. Klasik Marksist teorinin alt yapıya yerleştirdiği ekonomik faktörleri analizlerinin merkezine alan neo-Marksist kuramcılar, ekonomi eksenli bir güvenlik perspektifi sunarak, bağımlılığı gelişmişlik-azgelişmişlik veya üçüncü dünyacılık üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktadır. Modernleşme kuramlarının aksine ülkelerin geliş(me)mişlik düzeyini içsel nedenler yerine sistemsel faktörler ile ilişkilendirerek, uluslararası sistem çözümlemelerini yapısal bir problematiğe dayandırmışlar ve kapitalist sistemin “güvensizlik sarmalı”na neden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Neo-Marksist teorisyenlere göre bazı ülkelerin gelişmiş ve güvenli olma durumları ya da bazı ülkelerin gelişmemiş ve güvensiz olma durumları, uluslararası sistemin kapitalist doğasının bir sonucudur. Kısacası neo-Marksizm, analiz birimi olarak ele aldığı ulus-devletlerin ve toplumların güvenliklerini analiz düzeyi olarak incelediği uluslararası kapitalist sisteme bağlamaktadır.

Marksizmin burjuva-proletarya dikotomisi ekseninde savladığı sınıf mücadelesi sorunsalını bir bakıma yeniden üreten neo-Marksist düşünürler, uluslararası ilişkiler ve uluslararası sistem okumalarını “merkez-çevre”, “metropol-uydu”, “gelişmiş-az gelişmiş” ve “üçüncü dünya” kavramsallaştırmalarındaki paradoksallık üzerindenkurgulamıştır.42 

Nitekim neo-Marksizm, Karl Marx’ın sosyal teorisindeki gibi zengin merkez ülkelerini burjuva sınıfıyla, yoksul çevre ülkelerini ise proletarya sınıfıyla 
özdeşleştirmektedir. Bir başka deyişle neo-Marksizmin uluslararası sistemi ve politikayı açıklamada kullandığı tipoloji ve terminolojinin, Marksizmin sınıf ayrımını referans aldığı ifade edilebilir. Neo-Marksist kuram, Marksizmin sınıf mücadelesi ve eşitsizlikler üzerine kurguladığı güvenlik sorunsalını uluslararası sistemdeki merkez-çevre arasındaki çatışmaya dayalı bir güvenlik sorunsalı olarak yeniden inşa etmiştir. Marksizmde güvenlik endişesi nasıl ki sınıf (burjuva-proleterya) temelli bir sorunsalsa, uluslararası ilişkilerde de merkez-çevre arasındaki güvenlik algısı ayrışmasına bağlı açığa çıkan bir güvensizlik hali ve ekonomi eksenli çatışma söz konusudur.

Neo-Marksist kuramcılar, küreselleşmeyle birlikte asıl çatışmanın Doğu ve Batı arasında değil, Kuzey ve Güney, başka bir ifadeyle merkez ve çevre arasında 
yaşandığını öne sürmüştür. Neo-Marksizmin güvenlik perspektifinde, bir aktörün güvenliğinin diğer aktörün güvenliği tarafından tehdit edildiği, güvenlik ikilemine benzer bir model söz konusudur. Örneğin merkezin güvenliği, çevrenin güvenliğini tehdit etmekte ve çevrenin güvensizliği anlamına gelmektedir. Kısacası güvenlik ikileminin merkez Kuzey ülkeleri ile çevre Güney ülkeleri arasında yaşandığını varsayan neo-Marksist düşünürler, kuzeyin güvenliği ve güneyin güvensizliği arasında süregelen yapısal bir gerilim olduğunu vurgulamaktadır.

Neo-Marksist kuramcıların sistem düzeyinde ve ekonomi eksenli geliştirdikleri güvenlik anlayışını Johan Galtung’un “Yapısal Emperyalizm” 43 ve Immanuel 
Wallerstein’ın “Dünya Sistemi”44 kuramlarında görmek mümkündür. Neo-Marksist düşünürlerin kapitalist sisteme dair geliştirdikleri eleştirel sosyo-ekonomik analizler, “ekonomik güvenlik modeli” ortaya koymaktadır. Söz konusu modele göre az gelişmişliğin getirdiği güvensizliğin asıl kaynağı, kapitalist sistemin yapısında bulunmaktadır. 

Zira kapitalist sistem, özü itibariyle yayılmacıdır ve merkez bekasını sağlayabilmek için sürekli pazar arayışı içindedir. Bu arayış, “azgelişmişlik sarmalı” olarak kavramsallaştırılan ve çevrenin merkeze eklemlenmesine bağlı gelişen sistemsel bir ilişki modeline yol açmaktadır. Bu paradoksal ilişki sonucunda Kuzey ile Güney arasında meydana gelen yapısal gerilim, zamanla kalıcı hale gelmektedir.Wallerstein, Soğuk Savaşın bitmesiyle kapitalizmin nihai zafere ulaştığını savlayan görüşlerin aksine kapitalizmin yeni pazarlar bularak, kendini devam ettirme gücünden yoksun kaldığını ve kapitalist sistemin güvenliğinin derin bir yapısal kriz ile karşılaştığını belirtmektedir. Ona göre bu kriz; finansal piyasalarda sıkışma, ekolojik felaketlerin getireceği ek maliyet, demokratik toplumların taleplerinin yaratacağı mali kriz ve devlet egemenliğinin törpülenmesi sonucu güvenliği sağlayan aygıtın zayıflaması gibi nedenlere bağlıdır.45 Wallerstein’a göre kapitalizmin bu krizi, yeni bir güvenlik krizini beraberinde getirmektedir. Wallerstein, küreselleşmeyle birlikte geçmişte kapitalizmin kırıntılarından yararlanan çevrenin bundan mahrum kalması neticesinde merkez-çevre uçurumunun daha da derinleşeceğinin altını 
çizmektedir. Zira güvenlik ve ekonomik refah için gerçekleştirilen göçlerin sonucunda merkez içinde bir çevre doğduğunu ve bu iki kutup arasındaki çatışmanın daha tehlikeli ve gözle görülür hale geldiğini vurgulamaktadır. 46 

Wallerstein, ortaya koyduğu yeni güvenlik krizinde ekonomik faktörlerin toplum düzeyinde de güvenlik açısından sarsıcı etkilerinin bulunduğunu ileri sürmüştür. 
Analizlerine devletlerin yanı sıra toplumları eklemleyen neo-Marksist kuramcılar, bir bakıma toplum güvenliğine de değinerek ekonomik güvenlik anlayışlarının 
içeriğini derinleştirmiştir.

Sonuç olarak neo-Marksist kuram; devletlerin, ekonomik sınıfların, toplumların ve dolaylı da olsa bireylerin güvenlik sorunsallarını, uluslararası kapitalist sistemin yapısal krizleri çerçevesinde eleştirerek incelemiştir. Dolayısıyla sistem düzeyindeki bütüncül ve yapısalcı yaklaşımları, güvenliğin salt devlet merkezli ve siyasi-askeri açıdan ele alınmasının karşısında alternatif bir bakış açısının gelişimine katkı sağlamıştır. Bu doğrultuda neo-Marksist kuram, güvenlik ile ekonomik refah ve eşitsizlikler arasında kurduğu bağıntılarla eleştirel güvenlik yaklaşımlarının altyapısının oluşmasında rol oynamıştır. Buna karşın realizm gibi çatışmaya odaklanması ve çatışmacı bir güvenlik projeksiyonu sunması nedeniyle farklı araçlarla da olsa klasik güvenlik anlayışını bir bakıma yeniden ürettiği söylenebilir.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Hüsamettin İnaç, Ümit Güner, “Avrupa ve Amerikan Güvenlik Çatışmaları Bağlamında Türk Dış Politikası”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi 6 1 (2006): 139.
2 Oktay F. Tanrısever, “Güvenlik”, içinde Devlet ve Ötesi, ed. Atila Eralp, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 108.
3 Hobbes’un insan doğası, güvensizlik ve anarşik ortam üzerine düşünceleri için bkz. Thomas Hobbes, Leviathan, (London: Penguin Books, 1985), 183-188.
4 Machiavelli’nin bu konudaki görüşleri için bkz. Nicolo Machiavelli, The Prince, (Wordsworth Editions, 1993), 81-83, 129-141.
5 Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, Cilt 1, çev. Baskın Oran, Ünsal Oskay, (Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970), 157. Morgenthau, ulusal gücün öğelerini nicel ve nitel olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Nicel öğeler (materyal faktörler)  coğrafya, doğal kaynaklar, endüstriyel kapasite, askeri hazırlık derecesi ve nüfustan; nitel öğeler (beşeri faktörler) ise ulusal karakter,  ulusal moral, diplomasinin niteliği ve hükümetin niteliğinden oluşmaktadır; Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, 141-194.
6 Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler 11 (2004): 39.
7 Stephen M. Walt, “The Renaissance of Security Studies”, International Studies Quarterly 2 35 (1991): 211-239. Makalenin Türkçesi için bkz. Stephen 
 M. Walt, “Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı”, Avrasya Dosyası (Güvenlik Bilimleri Özel) 9 2 (2003): 71-106.
8 Walt, “The Renaissance of Security Studies”, 213-217.
9 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, (İstanbul: Alfa Yayınları, 2004), 198.
10 Klasik ve neo-realist teorinin temel varsayımlarından biri olan “nisbi (göreli) kazanç”a göre devletlerin işbirliği yapmaları, birbirinin kazançlarını mukayese etmelerine bağlıdır. Ancak hem realizm hem de neo-realizm devletlerarası ilişkileri “sıfır toplamlı oyun” olarak savladıkları için birinin “kazancı”, diğerinin “kaybı” anlamına gelmektedir. Buna göre A devletinin mutlak kazancı aynı zamanda B devletinin mutlak kaybı olarak algılandığından, bu devletler birbiriyle işbirliğine yanaşmazlar. Örneğin olası bir işbirliğinde A devleti +2 kazanıyorsa B devleti de -2 kaybedeceğinden (ya da tersi), iki devlet de işbirliğinden kaçınmaktadır.
11 Kenneth Waltz, George H. Quester, Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi, çev. Ersin Onulduran, (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1982), 46.
12 Waltz ve Mearsheimer örneklerinde olduğu gibi devletlerarası işbirliğine ilişkin karamsar görüşlerin yanı sıra iyimser görüşler de mevcuttur. “Koşulcu realistler” olarak da adlandırılan Charles Glaser gibi iyimser neo-realistlerin, karamsar neo-realistlere (standart yapısal realizm) karşı çıktıkları noktalar için bkz. John Baylis, “Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı”, Uluslararası İlişkiler 5 18 (2008): 75-76.
13 Baylis, “Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı”, 74.
14 Waltz, Quester, Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi, 46.
15 En etkini John Mearsheimer’ın olduğu ofansif neo-realistler ise devletlerin sistemdeki güvenliklerini elde edebilecekleri kadar çok güçle (ki güç maddi, özellikle de askeri kabiliyet olarak tanımlanmaktadır) sağlayabileceklerini ve bu nedenle revizyonist devletlerin daha güvenli olduklarını varsaymaktadır. 
Neo-realist paradigmadaki söz konusu ayrışma için bkz. Chris Brown, Kirsten Ainley, Uluslararası İlişkileri Anlamak, çev. Arzu Oyacıoğlu, (İstanbul: Yayınodası Yayınları, 2008), 39.
16 Kenneth Waltz, Theory of International Politics, (New York: McGraw-Hill, 1979), 41.
17 Rosecrance, Hoffman ve Kaplan’ın uluslararası sistem yaklaşımları için bkz. Waltz, Theory of International Politics, 38-59.
18 Bu konuda bkz. Waltz, Theory of International Politics, 146-160.
19 Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, 47.
20 Baylis, “Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı”, 73.
21 Pınar Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, SAREM 8 14 (2010): 73.
22 Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, 73-74.
23 Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, 78.
24 Tim Dunne, “Liberalism”, içinde The Globalization of World Politics, ed. John Baylis, Steve Smith, (London: Oxford University Press, 2001), 163.
25 Paul R. Viotti, Mark V. Kauppi, International Relations Theory, (United States: Pearson, 2012), 161-162.
26 Akira Iriye, Global Community: The Role of International Organizations in the Making of the Contemporary World, (California: University of California Press, 2002), 10.
27 Avrupa bütünleşmesi, bölgesel entegrasyonun tek örneği değildir. Ancak onu bu denli öznel kılan, bütünleşme sürecinin en sistematik ve kapsamlı örneğini 
sergilemesidir. Bütünleşme teorileri, Avrupa bütünleşmesinden yola çıkarak gelişmekte ve AB diğer bölgesel bütünleşmeler için bir laboratuar ortamı sunmaktadır; Dario Battissela, Théories des Rélations Internationales, (Paris: Presses de Sciences Po, 2003), 451.
28 Avrupa bütünleşmesinin seyrine göre gelişen bir kuram olarak fonksiyonalizmin liberal hükümetlerarasıcılık ve neo-fonksiyonalizm gibi çeşitli versiyonları bulunmaktadır. Fakat bu bölümde söz konusu kuramsal ayrımlara yer verilmeden bütünleşmeyi açıklayan kuramların güvenlik yaklaşımları, fonksiyonalizm ana  başlığı altında ele alınmıştır.
29 Sinem Akgül Açıkmeşe, “Uluslararası İlişkiler Işığında Avrupa Bütünleşmesi”, Uluslararası İlişkiler 1 (2004): 6.
30 Ken Booth, “Steps Towards Stable Peace in Europe: A Theory and Practice of Coexistence”, International Affairs 66 1 (1990): 29. 
Avrupa bütünleşmesi örneğinde devletler, askeri konuların dışındaki alanlarda işbirliği yaptıklarında daha hızlı aksiyon alabilirken, askeri konular gündeme 
geldiğinde karar alma mekanizmasının realist kaygıların da etkisiyle daha yavaş işlediği görülmüştür. Nitekim AB bütünleşmesinin ilk döneminde teknik konularda başlayan işbirliği, güven tesisi ve ortak kimlik anlayışının kurulmasında önemli rol oynamıştır. Ancak 90’lı yıllardan itibaren, Avrupa Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’na ilişkin tartışmaların gündeme gelmesiyle birlikte karar alma sürecinde üye ülkeler arasında ciddi krizler yaşanmıştır.
31 Neo-fonksiyonalizmin anahtar olgularından spill over modeli, bir süreç olarak kısaca şu şekilde açıklanabilir: Aktör bir kere beklenti ve davranışlarının merkezle ilişkilendiğini ve yarar sağladığını görünce, ikincisinde de merkeze yönelir. Avantajları gören diğer aktörler de bütünleşmeye katılmak ister. Bir alan veya konuda avantaj ve çıkar sağlayan aktör, bütünleşmenin diğer alanlara da yayılmasını ister. Ayrıca dışarıdan avantajları gözlemleyen diğer aktörler de bütünleşmeye dâhil olmak ister. Bu süreç kapsamında bütünleşmenin yapısı gelişir ve derinleşir. Bütünleşmenin sürebilmesi ve yayılmanın artması için aktörlerin ortak politikalara dair sergiledikleri tutum oldukça önemlidir; Leon Lindberg, “Political Integration, Definition and Hypotheses”, içinde The European Union: Readings on the Theory and Practice of European Integration, ed. Brent F. Nelsen, Alexander C-G. Strubb, (Colorado: Lynne Rienner Publishers, 1994), 106-107.
32 Robert W. Cox, “On Thinking About Future World Order”, World Politics 28 2 (1976): 188.
33 Pluralist kuram, uluslararası ilişkiler literatüründe özellikle petrol krizlerinin etkisiyle 1970’lerde ortaya çıkmış; transnasyonalist kuramlar ise 1980’li ve 1990’lı yıllarda küreselleşmenin kazandığı ivmeyle pluralizmin bir varyantı olarak belirmiştir. Bu nedenle, pluralizmin temel argümanlarını uluslararası sistemin dönüşümüne paralel olarak güncelleyen transnasyonalizmin güvenliğe ilişkin yaklaşımları pluralizm ile birlikte incelenmiştir.
34 McLuhan “küresel köy”ü her çeşit aktörün içinde bulunduğu ortak bir “tiyatro sahnesi”ne benzetmekte ve dünyanın içinde bulunduğu değişimin nedeni olarak 
elektronik iletişimi ön plana çıkarmaktadır; Fred Halliday, “The Pertinence of International Relations”, Political Studies 38 (1990): 513.
35 Chris Brown, “World Society and the English School: An ‘International Society’ Perspective on World Society”, European Journal of International Relations 7 4 (2001): 423-441.
36 John Burton’ın örümcek ağı modeli, mikrodan makroya sistemdeki her aktörün birbiriyle etkileşim halinde olduğu bir modeldir.
37 Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, çev. Gürol Koca, (İstanbul: Literatür Yayınları, 2003), 10-15.
38 Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, 69-72.
39 James Rosenau, “Yeni Bir Küresel Düzende Yönetişim”, içinde Küresel Yönetişimler, ed. David Held, Anthony McGrew, (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2008), 271.
40 Robert O. Keohane, “Uluslararası Toplumda Egemenlik”, içinde Küresel Yönetişimler, 190-191.
41 Bağımlılık Okulu, uluslararası ilişkiler literatüründe 1960’larda BM Latin Amerika Ekonomik Komisyonu’nun (ECLA) kurulmasıyla gündeme gelmiştir. 
Bağımlılık Okulu’nun iki temel entelektüel kolu bulunmaktadır: Neo-Marksizm ve ECLA. Neo-Marksist kuramcılar bağımlılık ve azgelişmişlik sorunsalının sosyalist 
devrimlerle çözümlenebileceğini vurgularken, ECLA kuramcıları ise bu sorunsalın uluslararası ekonomik sistemde yapılacak reformlar ile çözümlenebileceğini 
savunmuşlardır. Dolayısıyla ECLA kuramcılarının bağımlılık tezlerini evrimci, neo-Marksist kuramcıların ise devrimci bir yaklaşımla ele aldıkları söylenebilir. 
Her iki yaklaşımın temelini, bağımlılık tezlerini merkez-çevre kavramsallaştırması na dayandırmaları oluşturmaktadır; Dhammika Herath, “Development Discourse of the Globalist and Dependency Theorists: Do the Globalisation Theorists Rephrase and Reword the Central Concepts of the Dependency School?”, Third World Quarterly 29 4 (2008): 820. Ancak zaman içersinde ECLA’nın güncelliğini yitirip gündemden uzaklaşması nedeniyle bağımlılık tezleri bu bölümde genel bir çerçevede neo-Marksist perspektifte ele alınacaktır.
42 Örneğin Wallerstein, uluslararası ekonomi politik sistemi merkez, çevre ve yarı çevre arasındaki bağıntı ve çelişkiler ile ele almaktadır; bu konuda bkz. 
Immanuel Wallerstein, “Dependence in an Interdependent World: The Limited Possibilities of Transformation within the Capitalist World Economy”, African 
Studies Review 17 1 (1974): 1-26, Immanuel Wallerstein, “Semi-Peripheral Countries and the Contemporary World Crisis”, Theory and Society 3 4 (1976): 461-483.
43 Johan Galtung’un merkez-çevre hakkındaki düşünceleri için bkz. Johan Galtung, “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım 1”, çev. Birgül Demirtaş Coşkun, Uluslararası İlişkiler 1 2 (2004): 25-46 ve Johan Galtung, “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım 2”, çev. Birgül Demirtaş Coşkun, Uluslararası İlişkiler 1 3 (2004): 37-66.
44 Immanuel Wallerstein’ın modern dünya sisteminin analizine ilişkin temel tezlerini özetleyen bir çalışma için bkz. Elçin Aktoprak, “Immanuel Wallerstein: 
Sosyal Bilimlere Yeniden Bakmak”, Uluslararası İlişkiler 1 4 (2004): 23-58; özellikle bkz. 24-44.
45 Deniz Ülke Arıboğan, Uluslararası İlişkiler Düşüncesi, (İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, 2007) 312-313. Wallerstein’ın paylaşmış olduğu nedenlerden finansal piyasalardaki sıkışmayı günümüzde yaşanan küresel ekonomik krizle, çevre felaketlerinin getireceği ek maliyeti küresel ısınma ve iklim değişikliğine bağlı olarak dünyanın birçok bölgesinde yaşanan doğal afetlerle, demokratik toplumların taleplerinin yaratacağı mali krizi ise başta Yunanistan olmak üzere AB ülkelerinin birçoğunun içinde bulunduğu ekonomik krizle örneklendirmek mümkündür.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder