17 Aralık 2015 Perşembe

1938-1960 YILLARI ARASINDA ATATÜRK DEVRİMLERİNE KARŞI FAALİYETLER 1




1938-1960 YILLARI ARASINDA 
ATATÜRK DEVRİMLERİNE KARŞI FAALİYETLER 1



M. Hakan ÖZÇELİK 
Öğr. Gör. Dr. İstanbul Aydın Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkilap Tarihi Koordinatörü. 


Özet 

   19 Mayıs 1919 günü başlayan “Kurtuluş” mücadelesi 29 Ekim 1923 tarihinde “Cumhuriyet”in ilanıyla tamamlandı. Ancak Cumhuriyetin ilanı o kadar 
da kolay olmadı. Bu süreç, birçok isyanları, idam fermanlarını, suikast girişimlerini, yalnızlıkları, kırgınlıkları, devrimleri, yeni bir ulus devletin 
oluşumunu kapsadı. 

  1923–1938 yılları arasında İmparatorluktan-Ulus Devlete, Ümmetten - Millete dönüşüm Atatürk İlkeleri ve Devrimleriyle gerçekleşti. Atatürk’ün 
ölümüyle genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti için yeni bir dönem başlamıştır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü icraatlarıyla ülkenin geleceğini, kaderini çizmiştir. 

Anahtar Kelimeler: Atatürk devrimleri, Atatürk, Devrim 


 Giriş 

 Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak 1919 yılı Mayıs ayının 19’ncu günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, zorlu, çetin, yorucu, mücadele gerektiren, 
sonunda ölümün bile olacağı uzun bir yola çıkmıştı. 

  İçinden çıktığı ve kendi egemenliği içinde yaşamasını istediği milleti için hak ettiği ortamı kurmayı, devletini muasır medeniyetler seviyesine çıkarmayı 
kendisine bir görev, bir ant addeden Mustafa Kemal Paşa, milli mücadele sonrası Türk Devrimi’nin devamı olan inkılâpları da bir bir, sırasıyla ve kısa sürede 
hayata geçirmiştir. Bu süreçte Türk Devriminin özünü Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik (Ulusçuluk), Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik, ilkeleri oluşturmuştur. 

  Türkiye Cumhuriyeti, hem Arap-İslam Şeriatçılığının hem de Sovyetlerin sınıf diktatörlüğünün reddedilerek insan haklarına dayalı demokrasi modelinin 
kabulü ve batıya karşı kazanılan anti-emperyalist bir savaş sonunda üstelik de bir İslam toplumunda kurulmuş olan tek laik ve demokratik devlettir.
( Kongar, 2002,s. 65.) Laik, demokratik özellikleri yanı sıra toplumsal devrimlerle emperyalist güçlerin hiç de hoşlanmadığı “ Ulus Devlet ” özelliğine kavuşmuştur. 

1. Karşı Faaliyetler 

  Napolyon’un bir sözü vardır: “Bir ülkenin coğrafyası o ulusun kaderidir.”  ( Ortaylı, Arıboğan, Yavuz, 2008., s. 196.) Coğrafyanın politikaya etkisi kara 
hâkimiyet, deniz hâkimiyet, hava hâkimiyet (Teoriler hakkında daha geniş bilgi için bakınız. Çora, 2003, s.22,23.) üzerine inşa edilmiştir. Türkiye de jeopolitik 
konumuyla emperyalist ülkelerin ve özellikle çevre ülkelerin daima hedefi halindedir. Türkiye’nin jeopolitik konumu değişmeyeceğine göre bu tür iç ve dış 
tehditler Türkiye Cumhuriyeti var oldukça devam edecektir. 

 Nitekim muhtelif tarihlerde Türkiye’ye karşı yönlendirilmiş olaylar, terör ve tedhiş hareketleri ve bu arada “dış baskılarla” büyük boyutlara ulaşabilecek bir 
tarzda planlı, programlı ve sistemli uygulamalar açıkça göstermektedir ki; Türkiye; “ İlan edilmeyen gizli savaş ” la karşı karşıyadır. ( Özgen, 1989, s.2) 

 Devrimlerin ortaya çıkması, uygulanması ve yaygınlaşması esnasında hedeflenen noktalarda ve hedefe varmak için kullanılan yollarda sapmalar 
yaşanmıştır. İşte bu sapmalar bazı kesimler tarafından devrimlere karşı çıkıldığı anlamına gelmektedir. “ Karşı Çıkışlar ” aynı zamanda “ karşı faaliyetler” olarak da adlandırılabilir. “Karşı Faaliyet”’in toplum içindeki yaygın kullanım şekli “ Karşı Devrim ”dir. Bu bakımdan “Karşı Faaliyet” kavramını “Karşı Devrim” olarak 
algılamak yanlış olmayacaktır. 

  Orhan Hançerlioğlu, Karşı Faaliyet (Devrim) kavramını “Felsefe Ansiklopedisi”nde şöyle açıklanmıştır: “(la contre Revolution): Bir devrimin 
getirdiklerini ortadan kaldırmak ve eskiye döndürmek için girişilen gerici davranış. 1789 Fransız Devrimi’nden kalma deyimdir. Devrimlere karşı çıkan, 
direnen, eskiyi korumaya çalışan her tutum ve davranış bu deyimin kapsamı içindedir.” (Hançerlioğlu, 1976, s.220) 

2. 1938–1945 Dönemi ( Milli Şef Dönemi ) 

  Atatürk’ün ölümüyle onun yaptığı devrimlerin nasıl bir sürece ve hangi liderin eliyle gireceği, çok önemli bir meseleyi oluşturuyordu. Bu kritik süreç 
Atatürk’ün ilkeleri ve devrimlerinin bekası için çok önem arz ediyordu. Bu nedenledir ki 1938–1945 dönemi Türk siyasi hayatında önemli bir dönem oluşturur. 

 Atatürk’ün ebediyete intikali ile yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde 323 oyun 322’sini alan İsmet İnönü Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı 
olmuştur (Bozdağ, 2000, s. 177–222). Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün ilk uygulaması Atatürk’ün ne kadar yakın çalışma arkadaşı varsa hepsini 
görevden el çektirme yönünde olmuş, Ocak 1939 tarihinde Atatürk’ün son başvekili olan Celal Bayar’ın da görevi de sona ermiştir ( Yetkin, 2007, s.36–38) 

  Atatürk’ün çalışma arkadaşlarını, yakın dostlarını yönetimden uzaklaştıran, Atatürk dönemine yönelik ithamlarda bulunan İsmet İnönü, aynı zamanda Atatürk’ün devlet hizmetlerinden uzaklaştırdığı, hatta Atatürk’ün ilkeleri ve devrimlerine karşı gelen bazı insanları tekrar yönetime alarak adeta 
kırgınların gönlünü kazanarak yönetim tarzının ne istikamette gideceğine dair açık ipuçları veriyordu. 

 Ülkenin siyaseti ve siyaset adamlarına yönelik bu tür değişiklikler olurken, “Ayrıcalık tanıyan ve bağımlılık doğuracak dış anlaşmalar yapılmamalıdır” şeklinde önerilerde bulunan Atatürk’ün dış politika anlayış ve uygulamasında da değişiklikler yapılıyordu. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığının henüz başlarında o zamanın siyasal ortamındaki zorunluluk ile yabancı devletlere imtiyazlar tanıyan antlaşmalara imza atılmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en önemli özeliklerinden biri olan “Tam Bağımsızlık” yara almaya başlamıştır. 


3. 1945–1950 Dönemi 


  Bilindiği gibi; Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılından savaşın bittiği yıl olan 1945’e kadar geçen süreçte kararlı bir şekilde “ Savaşa Katılmama” politikası izledi. 

 Savaş sonunda Türkiye’nin tek kazanımı olan “ Toprak Bütünlüğü ”, Sovyetler Birliği’nin istek ve tehditleriyle karşı karşıya kaldı ve bu devlet Haziran 1945’ten itibaren Türkiye üzerine ağır bir siyasi baskı yapmaya başladı ( Sarınay, 1988, s. 46) . Sovyetler Birliği’ne karşı tek başına karşı çıkamayacağını düşünen Türk hükümeti, Sovyetlere karşı Amerika’nın desteğini aramaya yöneldi ( Özçelik, 2003, s. 13.) . 

 1945’in başında A.B.D.ile yapılan ikili anlaşma, 4780 sayılı yasa ile T.B.M.M.’de onaylandı. Anlaşmanın ikinci maddesi Göyleydi( Tunçkanat, 1970, s. 27): 

 “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, müsaade edebileceği bilgileri, hizmetleri, maddeleri ve kolaylıkları A.B.D.’ne temin etmekle görevli olacaktır.” 

 Bu süreçte Türkiye, A.B.D. ile yapmış olduğu antlaşmalarla, dünyanın değişik yerlerinde A.B.D.’nin elinde kalan ve ülkelerine götürmesi oldukça 
maliyetli olacak, eskimiş savaş artığı malzemeleri almak için borç almakla yüz yüze kalıyor (Savaş, 2004, s. 165) ve 10 milyon dolar borç kredi alıyordu 
(Arcayürek, 2008., s.169). 

 Türkiye, 1950’ye kadar A.B.D.ile birçok ikili antlaşmalara imza atmıştır (Tunçkanat,1970, s. 27). Bütün bu ikili anlaşmalar, Türkiye’nin bağımsız hareket etmesini gün geçtikçe zorlaştırmıştır. İkili anlaşmaların yanı sıra Türkiye, İMF’ye ve Dünya Bankası’na da 1947 yılı içinde üye olmuştur. 
Bu süreçte Truman Doktrini ile Batı blokunda yerini alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yapılan anlaşmalarla bağımsızlık ilkesini artık hatırlayamaz hale 
gelmiş, Marshall yardımıyla da A.B.D. ile ilişkisi artmıştır. 

 Bir görüşe göre; A.B.D. bütün bu ekonomik yardımları yaparken, Sovyet yayılmasını durdurmak için en etkili silahın “ Din ” olduğunu, ülkelerin 
Sovyetlerden ve komünizmden korunmasının tek yolunun Dine sarılmasının gerekliliğini öne sürüyordu (Öztürk, , 2008, s. 282). 

 İşte yıllar sürecek din tartışmaları, dini olayların çoğalarak laik düzeni yıpratması, politikacıların dini siyasete alet etmesi gibi olayların böyle bir 
sürecin sonunda başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. 


3.1. Çok Partili Düzene Geçiş 


 II. Dünya Savaşı bitiminde, İsmet İnönü’nün, Milli Şeflikten vazgeçerek çok partili yaşama geçmek istemesinin sebebi, demokratik bir sisteme 
kavuşmanın yanı sıra Türkiye’nin dış politikada Sovyetler Birliği’nin baskıcı ve uzlaşmaz tavırları karşısında yalnız kalmak yerine, Batı’yı yanına alarak denge 
politikası uygulamasıdır. Böylece 1945 yılında Milli Kalkınma Partisi’nin de kurulmasıyla çok partili sisteme çabucak bir geçiş sağlandı. 

 Çok partili sürece girmemize katkısı olan A.B.D.ise 1946 yılından itibaren Türkiye’nin toprak bütünlüğü ile yakından ilgilenmeye başlıyordu. 
A.B.D.’nin tavrı, Sovyetler Birliği’nin gerçek amacını tahlil edince, Türkiye lehinde gelişmeye başlamış, fakat bu gelişme daha sonra değişik bir seyir alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temeli olan laik, demokratik, ulus devlet olma niteliklerini yıpratıcı, Atatürk ilke ve devrimlerini tehdit edici bir 
sürece dönüGmüştür. 

3.2. Bölücülerin devreye girmesi 

 Doğaldır ki, çok partili sisteme geçiş, birçok iç ve dış dinamiğin devreye girmesine vesile olur. Yeni yeni oluşan demokratik ortamın sağladığı 
özgürlük ortamından yararlanma amacını güden bölücü düşünce yapısında olanlar, öncelikle Milli Kalkınma Partisini desteklemişler, ardından Demokrat 
Partinin kurulmasıyla desteklerini bu parti yönüne kaydırmışlardı. Kürtçü olan bölücülerin birinci önceliği “ Mecburi İskân Yasası”’nı kaldırmaktı. 

 Çok partili dönemin başlaması ile mevcut partilerin artması doğal olarak partililerin oy hesaplarını bölgesel ağalar ve şeyhlerin desteklerinin alınmasına yöneltti. Tek parti döneminde bastırılmış olan ağaların ve şeyhlerin nüfuzları yeniden önem kazandı. Hatta bu süreçte C.H.P.de en az D.P. kadar ağa ve şeyhleri, bazı ünlü aileleri kendisine bağlamaya çalıştı ( Kılıç, 2007, s. 167). 

 Böylece, 1927 yılında “mütegallibe”(Zorba) olarak bölgeden uzaklaştırılan ağalar, şeyhler, aşiret reisleri, C.H.P. nin ve diğer partilerin de büyük katkılarıyla, 1947 yılında, birer “ Kahraman ” olarak geri döndüler. 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel sorunlarından olan feodal yapının kaldırılmasını sağlayacak tedbirler yerine, bu gelişmeler ülkenin Atatürk ilkeleri 
ve devrimlerinden biraz daha uzaklaşmasına, devrimlerin yara almasına sebep olmuştur. 

3.3. Toprak Reformunun saptırılması ve Köy Enstitülerinin Yıpratılması 

 Atatürk tarafından daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren gerçekleGtirilmek istenen Toprak reformu, ancak 11 Haziran 1945 tarihinde “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” adı altında yasalaşmıştır. Yasanın gerekçesinden (T.B.M.M.,Tutanak Dergisi, s. 97) de anlaşılacağı gibi amaç, toprak ağalarından alınan topraklar köylülere dağıtılarak feodal yapının yok edilmesidir. 

 Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın % 80’i kırsalda yaşamaktaydı. Okuma yazma oranı ise çok düşüktü. Atatürk, ölümünden önce toplumun içinde bulunduğu cehaleti görmüş ve bu konunun ve açılımlarının üzerinde çok durmuştur. Toplumu eğitmek için öncelikle yetenekli Çavuşlar, Onbaşılar kullanılmış, ardından “ Köy Eğitmenleri ” olarak yedi bine yakın eğitmen bu uygulamada görev almıştır ( Kili, 2008, s.250). Yine Atatürk’ün sağlığında Kırklareli, İzmit, Eskişehir “ Köy Öğretmen Okulları ” açılmıştır ( Savaş, 2001, s. 249). Fakat bu yöntemler sorunu çözmekte yeterli olamamış ve “ Köy Enstitüleri ” İhtiyacı bu uygulamaların sonucunda ortaya çıkmıştır ( Kili, 2008, s. 251 ). Bu suretle Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında 17 Nisan 
1940’ta 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu T.B.M.M.’de kabul edilmiştir ( Yetkin, 2007, s. 232). 

 Köy Enstitüleri Kanunu’nun maddeleri incelendiğinde kuşkusuz anlaşılacak olan amaç, Köy çocuklarını okutmak ve eğitmek olduğu aşikârdır. 
Ancak diğer önemli ve açıkça ortaya konulmayan amacı ise toprak reformu gerçekleştiğinde üretimi örgütleyecek kadroları yetiştirmektir. Diğer bir ifadeyle 
toprak ağalarının karşılarına çıkacak eğitimli, haklarını bilen, emeğinin karşılığını isteyen, toplumu eğitecek şekilde lider rol modeli üstlenmiş insanların çoğalmasıdır. 
Böylece toprak ağalarının hegemonyasının kırılması, Feodalitenin yok olması amaçlanmıştır. 

 “ Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ” yozlaştırılırken aynı süreçte bir devrim olarak değerlendirilen Köy Enstitüleri C.H.P. döneminde yıpratılmış, 

D.P. iktidarında 1954 yılında 6234 sayılı yasayla ortadan kaldırılmıştır ( Yetkin, 2007, s. 242–245) . 

3.4. Milli Eğitim: Din ve Siyaset 

 Çok Partili Sisteme geçtikten sonra 1946 seçimlerinde C.H.P.’nin aldığı başarısız sonucun diğer sebeplerinden biri de D.P.’nin dini propagandalarının 
olduğu kanaatinin C.H.P.’nin telaşa düşmesine sebep olmasıydı ( Arcayürek, 2008, s. 192) . 

   1946 yılında Meclis Grubu din tedrisatı sorununu incelemek üzere kurulan komisyon ile başlayan tavizler C.H.P.’nin 7’nci Büyük Kurultayında din açısından yapacağı açılımlarla devam etmiştir. Temmuz 1947’de “ Özel Din Öğretimi “ kabul edilerek “ Din Bilgisi Dershaneleri”nin açılmasına karar verildi. Bununla yetinilmeyerek imam yetiştirmek üzere “ Din Seminerleri ” açıldı. C.H.P. bütün bu faaliyetler için kendi binalarının kullanılmasına izin verdi (Arcayürek, 2008, s.360). Şubat 1948’de de Tahsin Banguoğlu’nun başkanlığını yaptığı parti komisyonunda ilkokulların son sınıflarında “ihtiyari”, yani isteğe bağlı olarak din dersi konulması kararlaştırılmıştır ( Yetkin, 2007, s. 443). 

 1 Şubat 1949 tarihinde valiliklere gönderilen genelgeyle (M.E.B.Tebliğler Dergisi, s. 153, Daver, T, 1955, s. 135–136, Cumhuriyet Ansiklopedisi, 2005, s. 158) “ilkokullarda din öğretimi” 15 gubat 1949 tarih itibarıyla ilkokullarda ihtiyari olarak 4. ve 5. sınıflarda verileceği bildiriliyordu. 
Aynı yılın başında 1930 yılında tamamen kaldırılan İmam Hatip okulları yerine İmam Hatip kursları açıldı (Kaçmazoğlu, 1998, s. 31). Mart ayında bu kursların 
sayısı 12’yi bulmuştu (Cumhuriyet Gazetesi, 8 Mart 1949). 4 Haziran 1949 tarihinde de İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasına yönelik yasa çıkarıldı. 

 Dini tavizler burada bitmeyecekti. C.H.P.nin ve diğer partilerin çok partili sistem içinde oy toplama telaşı daha birçok karşı devrimlere kucak açacaktı. Bunlardan birisi de Ezanın dilini değiştirilmesiydi. 

 Mustafa Kemal’in emriyle Aralık 1931’de Dolmabahçe Sarayı’nda, halkın anlayacağı dilde olması amacıyla, ezan ve hutbelerin Türkçeleştirilmesi 
çalışmaları başladı ve ilk Türkçe ezan 30 Ocak günü Fatih Camii’nde okundu. 

 Din konusunda, hükümet verilen tavizler konusunda tam hızla giderken Demokrat Parti de hükümetten az kalmayacak şekilde din propagandası 
yapıyordu. Daha iktidara gelmeden 1932–1933 yılından beri Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasını gündeme getirmeye başlamıştı. D.P.de Arapça ezanı 
kullanarak oy hesaplarıyla bu yasağı kaldıracaktı ( Şimşir, 2009, s. 455). 
Çünkü dönem dinin siyasete alet edilmesi dönemiydi. 

   Atatürk’ün “ Türkiye, Şeyhler, Dervişler, Müritler, Meczuplar Memleketi olamaz.” demiş olmasına rağmen kendisinin ölümünde on yıl sonra toplumun 
vereceği tepkiler mecliste iki meczubun Arapça ezan okumaları, bazı camilerde yine Arapça kelamlar verilmesiyle ölçülmüş ve toplumun yeniden  şekillendirilme si için bir öngörü yaratılmıştı. Ezanın Arapçaya dönüştürülmesi konusu seçim sonrası iktidara gelen D.P.nin ilk icraatı olacaktı. 

 Artık C.H.P. iktidarda kalabilmek, kaybedilen oyları kazanabilmek için her türlü tavizi veriyordu. C.H.P.’nin iktidardayken yaptığı dini uygulamalardan 
sonuncusu türbelerin açılmasıydı (Şimşir, 2009, s. 455). 

 1945–1950 dönemi içindeki diğer önemli dine yönelik gelişmelerden birisi de İslami içerikli neşriyatta olan sayısal artıştır. İslami içerikli neşriyatın yayın anlayışı tamamen rejim aleyhtarlığı yönünde idi. Bu tür yayınlardan bazılarının hedefleri doğrudan Atatürk ilke ve devrimleriydi. 

 Atatürk’ün Kurtuluş savaşının da ötesindeki öncelikli hedefini kısaca; cahil bırakılmış olan Türk halkının eğitilmesini sağlamak, kendilerine yaraGır 
eğitim vermek, böylece onlara insan olduğunu hatırlatmak, bir kültüre ait olduğunu hissettirmek şeklinde açıklayabiliriz. Latin harflerine geçerek kısa 
sürede okuma yazma oranının artırılması, köy okullarının, halkevlerinin, köy enstitülerinin açılması hep bu sebeptendi. Ama tüm bu süreçte en hassas olunan, üzerinde dikkatle durulan konu eğitimin “ Milli ” olmasıydı. 

 İsminin başında “ Milli ” olan önemli kurumlardan birisi olan Milli Eğitim Bakanlığı, 27 Aralık 1949 tarihinde “ Fulbright Antlaşması”na (Tunçkanat, 1970. s. 43-49) imza attı. 
Anlaşmaya göre; Türkiye’de bir “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” kurulacak, komisyonun giderleri ise Türkiye’nin A.B.D.’ne olan borcundan karşılanacaktı. Komisyonun amacı ise “ eğitim programının idaresini kolaylaştırmak” idi. Komisyon, dördü T.C. vatandaşı ve dördü A.B.D. vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulacaktı. Bunlara ek olarak Türkiye’deki A.B.D. diplomatik heyetinin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı görevini yürütecekti (Yetkin, 2007, s. 372,373). 

 3.5. Türk Silahlı Kuvvetlere Saldırı, Mustafa Muğlalı Olayı 

 1945–1950 dönemi içinde çok partili düzene geçilmesiyle bölücülere ve gericilere, Atatürk İlkeleri ve Devrimlerinin hilafında verilen dini tavizlerin yanı 
sıra TSK ile hesaplaşma amacı güden bir kısım çevrelere de el uzatılmıştır. Bu bağlamda Orgeneral Mustafa Muğlalı (Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, 
1972, s. 134,135) davası tipik bir karşı faaliyet olarak değerlendirilebilir. 

 Orgeneral Mustafa Muğlalı, Atatürk ilke ve Devrimlerine karşı faaliyetlerde bulunan kesimler tarafından çok daha farklı anlam ifade etmekteydi. Birincisi; Orgeneral Muğlalı, Menemen’de baş gösteren gerici isyanın sonunda kurulan Askeri Mahkeme’nin başkanıydı. Cezalandırılanlar arasında Nakşibendî tarikatının “ Kutbülaktabı ” yani başı Esat Efendi de bulunuyordu. İkincisi ise; Temmuz 1943'te Van ili’ne bağlı Özalp ilçesinde, 33 eşkıyayı sorgulamak yerine Mustafa Muğlalı'nın emriyle sınıra yakın bir yerde kurşuna dizildiği iddiasıdır. 

 Demokrat Parti “ Mustafa Muğlalı Olayı ” başlığıyla 1943 yılındaki bu olayı 1949 yılında siyasi gündeme taşıdı. Emekli Orgeneral Muğlalı 1 Eylül 1949 günü tutuklandı ve yapılan mahkemeler neticesinde 6 yıl 6 ay hapse mahkûm edilerek hapishaneye gönderildi. Bu süreçte sağlığı bozulan Paşa, uğraşılarının 
semeresini alarak iktidar olan Demokrat Parti döneminde 2 Şubat 1951 tarihinde tahliye edildi. Fakat sağlığı bozulan Muğlalı 11 Aralık 1951 yılında hayata veda 
etti.  Altemur Kılıç (Kılıç, 2007, s. 164) bu olayı kısaca şu şekilde yorumlamıştır; 

 “ D.P. iktidarının, Kürt isyanlarının bastırılmasında önemli bir rol oynadığı için Kürtçülerin hışmını çekmiş olan General Mustafa Muğlalı’yı yargılatması Kürtçüleri teşvik etmiştir. Kürtçülük hareketine ivme kazandırmıştır.” 


3.6. Yıkıcı Faaliyetler 

Gizli Türkiye Komünist Partisi; faaliyetini Sovyet Rusya’dan aldığı emir ve direktifler doğrultusunda, 1939’dan itibaren aydın zümre üstünde yürütmeye 
başladı. Bilhassa üniversite öğrencileri arasında belirli bir grubun elde edilmesi maksadıyla planlı, programlı, detaylı bir içerik kapsayan propaganda 
çalışmalarına yöneldi ve bu bağlamda üniversitelere el attı. 

Bu dönemin en önemli ismi TKP’nin lideri Dr.gefik Hüsnü Değmer idi. Değmer II. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Paris Konsolosluğundan pasaport alarak Türkiye’ye dönüp, gizli komünist partisini organize etti ( Sançar, 1966, s. 20 ). 
1939 yılından itibaren yönünü aydınlara ve üniversite öğrencilerine çeviren TKP, çok partili sisteme geçilmesinin etkisiyle 1946–1950 yıllarındaki siyasi ortamdan en iyi şekilde faydalandı. 


4. 1950–1960 Dönemi 

 Çok partili sisteme geçtikten sonra yapılan ikinci genel seçimlerde Demokrat Parti yılların partisi olan C.H.P.’ni 14 Mayıs 1950 tarihinde seçim sisteminin de etkisiyle hezimete uğrattı. İktidarı teslim alan D.P. Başkanı ve yeni Başbakan Adnan Menderes, T.B.M.M.’de okuduğu hükümet programında; 

 “… Millete mal olmuş inkılaplarımızı saklı tutacağız..” diyerek, devrimleri millete mal olmuş ve olmamış şeklinde ikiye ayırıyordu (Tunaya, 1991, s. 205 ). 


 4.1 Artan Dinî Faaliyetler 

 D.P. hükümetinin ilk icraatı, 1932 yılından beri Türkçe okunan ezanın Arapça okunma yasağını kaldırması oldu. Arapça ezanın geri getirilmesinin 
akabinde bazı gerici faaliyetlerde kıpırdanışlar baş göstermiş ve 22 Haziran’da Ticani Tarikatı’ndan olan bazı kişiler, Atatürk’ün büst ve heykellerine saldırılara 
başlamışlardır (Şimşir, 2009, s. 464-475). Heykellere yönelik saldırılar dönem içinde hükümetin tutum ve davranışlarından güç alarak, özellikle başta Ticaniler 
olmak kaydıyla diğer Gslamcı kesim tarafından yapılmaya devam ede gelmiştir. 

 5 Temmuz 1950 tarihinde radyodan dini program yapılması yasağı kaldırıldı. (Arcayürek, 2008, s. 232) Ramazan ayında sabah ve akşam, her biri on 
dakika olacak şekilde günde iki defa, diğer aylarda ise haftada bir gün Cuma günleri olmak üzere radyodan dini yayınların yapılmasına izin verildi 
(Sitem Bölükbaşı, 1995, s. 60). 

 Bu yeni dönemin başlamasıyla da dini yayınların sayısı her alanda büyük çapta artmaya başladı. Dini konular tüm yayın organlarınca yeniden ele alınıp 
yorumlanmaya başlandı (Kaçmazoğlu, 1998, s. 71). 1960’a kadar yayımlanan dini yayınların sayısı diğer dönemlerle karşılaştırılmayacak kadar arttı. 

 Adnan Menderes’in ve bazı D.P. milletvekillerinin gerici çevreleri bazı hareketler yapmaları yönünde teşvik eden tarzda konuşmalar yapması, bazı il ve ilçe kongrelerinde; Fes ve Sarık giyilmesine izin verilmesi, hafta tatilinin yeniden Cuma gününe alınması, kadınların açık-saçık gezmelerinin yasaklanması, birden 
çok kadınla evlilik yapılması ( Vatan, 13 Mart 1951. Zafer, 14 Mart 1951 ), Anayasaya devletin dininin İslam olduğunu belirten ifadenin konulması, kadının 
çalıştırılmaması, evlenme ve boşanmalarda kadınlara eskisi gibi daha az hak tanınması, kızların ilköğrenimden sonra okutulmaması (Vatan, 26 Nisan 1951) 
gibi bir takım gerici istemlerin oluşmasına da neden olmuştur. 

   İktidara ait milletvekilleri tarafından yapılması istenen isteklerin yanı sıra cehaleti ortadan kaldıran Latin harflerinin yerine yeniden toplum içinde arap 
harflerine dönüş sıklıkla gözlenmiştir. 

 Bu süreçte, İslamcı gruplarla ittifak bile kurmaktan çekinmeyen Adnan Menderes, 1957 seçimlerine yaklaşırken seçmenlere Şöyle sesleniyordu; 
“ İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii’ni ikinci Kâbe yapacağız.” 

 Öyle ki, 19 Ekim 1958 tarihinde Adnan Menderes Emirdağı ziyaret ettiği zaman Nurcular, kendisini iki Tuğralı yeşil bayrakla karşılamışlardır. Daha sonra 
da Said-i Nursi ülke içinde seyahatlere çıkarılmıştır ( Kaçmazoğlu, 1998, s. 75 ).


2.Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder