Köy Enstitüleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Köy Enstitüleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 42

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 42


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,Eğitim, Kılık Kıyafet,Başörtü, Türban,Köy Enstitüleri,




5.1.6.7. Yükseköğretim kademelerinde ki başörtüsü-türban sorunu 


28 Şubat süreci sonrasında Türkiye’nin uzun yıllardır üzerinde en çok tartışılan 
birinci meselesi hiç şüphesiz başörtüsü-türban meselesi olmuştur. Başörtüsü-Türban sorunu belki de Türkiye dışında diğer hiçbir ülke de bu kadar tartışmamış ve geri dönülmez sonuçlar doğurmamıştır. Uzun süreli olarak Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen bu mesele başta basın ve medya organları olmak üzere birçok köşe yazarı tarafından ele alınmış, siyasi arenada uzun süreli olarak tartışılmış, toplumda sosyal bir sorun olarak ifade edilen bu mesele zaman içerisinde siyasi bir gündem olarak uzun yıllar tartışılmış ve daima ilgi çeken bir konu haline gelmiştir. 
Türkiye’nin ve hükümet konumunda bulunan iktidar sahiplerinin gündeminde 
olan ve toplumsal ve sosyal yaşamda ciddi anlamda herhangi bir sorun teşkil etmeyen ve mağduriyet yaratmayan Başörtüsü -Türban sorununun temelinde 28 Şubat süreci ve sonrasında ki yaşanan olayların ve bu yaşanan olayların temelinde özellikle başörtüsü sorunu ile alakalı eğitim alanında yapılan değişiklikler ve iktidarın eğitimi ele geçirmesi aşamasında bu sorunun bir araç olarak kullanılması idi. Bu dönem içerisinde eğitimle alakalı olarak bu sorun gündeme getirilmiş ve bir araç olarak kullanılmıştır. 
Türkiye’de bir sorun olarak insanların giyinişlerinin önemsenmesinin iktidar 
mücadelelerinin çok belirgin ve görünür olduğu ve bu sorunların bu dönemlere denk gelmesi de oldukça manidardır. Sorunun“başörtüsü-türban sorunu” olarak 
adlandırılmamasının sebebi, başörtüsünün “Siyasal İslam’ın simgesi” olduğu 
gerekçesiyle yasaklandığı iddiasının tartışmalı oluşudur. Diğer bir ifadeyle 
başörtüsünün “siyasal İslam’ın simgesi” olduğu iddialarının kapsama alanına giren bir sorunun gerçekte var olup olmadığının tam olarak tespit edilemeyeceğini de yine açık olarak bilinmektedir. Bu önemli tespit ile beraber Yükseköğretime devam eden kız öğrencilerin başlarını inançları gereği mi yoksa “siyasal İslam’ın simgesi” olarak mı örttüklerini tespit etmek mümkün görünmemektedir. İnsanların beyanatlarının bağlayıcı olduğunu ve bu konuda niyet okuyuculuğuna girişmenin sorunun çözümsüzlüğe mahkûm edilmesinin en önemli sebebi olduğu ileri sürülebilir. Yüksek öğretimde başörtüsü sorunu ile ilgili sağlıklı bir değerlendirme nin yapılabilmesi, sorunun tarihsel olarak ortaya çıkışı ve gelişme seyrinin bilinmesine bağlı görünmektedir (Şimşek, 2012, s.167). Türkiye’de başörtüsünün bir sorun olarak görülmesi ve “İkinci Cumhuriyet” dönemi olarak adlandırılan, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden sonra ortaya çıkmıştır. 
Bu askeri müdahale sonrasında 1967 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat 
Fakültesi'ndeki bir eylemle gündeme gelmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat 
Fakültesi’nde derslere başörtüsü ile girilmesine izin verilmemiş olmakla beraber bu uygulamaya muhalif olan öğrencilere idari yaptırımlar uygulanmıştır. 
Bu bağlamda idari yaptırımlar ortaya çıkmaya başlamış ve Hatice Babacan isimli öğrenci derslere başörtüsü ile girme konusunda ısrarcı davrandığı gerekçesiyle disiplin cezası verilmiştir. 

Bunun üzerine öğrencilerin bir kısmı verilen disiplin cezasına bir tepki olarak kampüs içerisinde çadırlar kurmuş ve derslere girmeyerek kararı protesto etmişlerdir. Eylem münferit bir öğrenci tepkisi olarak kalmamış, bazı kuruluşlar ve siyasiler de öğrencilere destek vermişlerdir. Yaşanan bu süreç her ne kadar öğrencilerin derslere girmeme boykotunu bitirmeleri ile bitse de, sonrasında eğitimde başörtüsü sorunu Türkiye’nin uzun soluklu sorunları arasına girmiştir (Turan, 2002, s.181-183). 

1967 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle ilk sınıfa giren 
Hatice Babacan olması ve okul yönetiminin Hatice Babacan’ı engellemesi ile toplu 
öğrenci eylemleri başlamış ve daha sonrada bu öğrenci üniversiteden atılmış ve 
öğrenciye destek verenler de çeşitli disiplin cezaları almıştır (Albayrak, 2008, s.49). 
Bütün bu gelişmeler ile beraber Türkiye’de yükseköğretimde başörtüsünün 
yaygınlaşması ve büyüyen bir sorun haline gelmesini özellikle 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle ilişkilendirilebilir (Şimşek, 2012, s.168). O dönemler içerisinde artan huzursuzluk ortamı ile beraber sol düşünceli bireylerin eylem ve gösterileri sonucunda dini sembol ve uygulamalar bir araç olarak kullanılmıştır. 
Türk üniversitelerine ilişkin olarak 1946’dan bu yana üç temel kanun, sistemin 
esaslarını koymuş ve genel çerçevesini çizmiştir. Bu kanunlar kronolojik sırasıyla 
şöyledir: 
1. 13.06.1946 tarih ve 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”, 
2. 20.06.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu 
3. 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu”. 

Türkiye’de üniversitelere temel dayanak teşkil eden bu kanunların hiçbiri 
olağan/normal koşullarda ve ortamlarda üretilmemiştir (Gemalmaz, 2005, s.30). 
20 Aralık 1982’de YÖK, kıyafet genelgesiyle, derslerde başörtüsü takılmasını 
yasaklamıştır. YÖK 1982’de kıyafet genelgesi ile başörtüsü yasaklamasına rağmen 1984’te yasağı kaldırmıştır. Dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı tarafından daha modern olduğu söylenen boynu açıkta bırakan ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan “türban”ı serbest bırakılmıştır. Fakat aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay’ın kararı, tartışmaları alevlendirmiştir. Danıştay, 13 Aralık 1984 tarihli kararında, söz konusu genelgenin yasal olduğunu belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Türkiye’de irtica tehlikesi var” demesi üzerine YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklamıştır (Toruk, 2010, s.486). 
Üniversitelerde başörtüsü tartışmalarının her geçen gün artması ile beraber bu 
sorunun 1984 yılında ulusal yargıya taşınması ve üniversitelerde başörtüsü takması nedeniyle verilen uzaklaştırma cezalarının Danıştay 8. Dairesi’nin 13 Aralık 1984 tarihli kararıyla yerinde görülmeye başlandığı bilinmektedir. Bundan sonra ki süreçte ise başörtüsü tartışmasının gündeme geldiği tarih 16 Kasım 1988’dir. Bu tarihte TBMM üniversitelerde kılık kıyafet serbestliği getiren bir kanun çıkarmış ve dönemin askeri Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunu tekrar görüşülmek üzere kanunu meclise göndermiştir. TBMM’den, yükseköğretimde kılık kıyafet serbestliğine dair alınan ilk kararın özünde bir değişiklik meydana getiren bir karar çıkmaması üzerine, Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarih ve 1989/12 sayılı kararı ile kanunun Anayasaya aykırı olduğuna hükmederek yüksek öğretimde başörtüsünün serbest kalmasının uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa mahkemesinin almış olduğu bu karar doğrultusunda, alınan bu kararların hukuki olmadığını düşünen iki öğrenci konuyu AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) taşımış ve AİHM 3 Mayıs 1993 tarihli kararında “başörtüsü yasağının din ve vicdan özgürlüğü kavramına aykırı olmadığına” hükmetmiştir (Turan, 2002, s.182-184). 

Turgut Özal Hükümeti’nin 1987 genel seçiminden hemen sonra “türbanı 
serbest” bırakan bir yasa çıkartmasına rağmen Cumhurbaşkanı Kenan Evren 
“Türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak” diyerek yasayı veto etmiştir. Bunun üzerine YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak ve türbana özgürlük sağlayarak yeni yasayı Aralık 1988’de Meclis’ten geçirmiştir. 

Cumhurbaşkanı Kenan Evren yasayı bu defa veto etmez ancak önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Mahkeme 7 Mart 1989’da YÖK Kanunu’nun ek 16. Maddesindeki değişikliği “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar… Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” İlave hükmünü, Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir. Bu kararın 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden kısa bir süre önce alınması İstanbul başta olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenmesine neden olmuştur. 
ANAP Hükümeti daha sonrasında 25 Ekim 1990’da yüksek öğretim kurumlarında başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarmış ve 2547’nin ek 17. maddesi “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu defa SHP, yasanın 
iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve talep reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi 9 Nisan 1991’de verdiği kararla kanun değişikliği metninin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varmış ve böylece üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest olmuştur. Başörtüsü yasağına son veren bu durum, bazı üniversitelerdeki farklı uygulamalara rağmen 1997 yılına kadar genelde sorunsuz devam etmiştir. 
Başörtüsüyle üniversitede eğitim hakkı konusunda AİHM’ne 1993 yılında açılan 
davada karar öğrencilerin aleyhine çıkmış ve mahkeme “Yüksek öğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrenci, bu düzenlemeleri kabul etmiş sayılır. Kısıtlama din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmamaktadır” demiştir. 28 Şubat sürecinde YÖK Başkanlığına atanan Kemal Gürüz ’ün MEB’in 15 Eylül 1997 tarihli genelgesine dayanarak üniversite rektörlüklerine “başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmaması” yönünde talimat vermesiyle başörtüsü tekrar yasaklanmıştır. Bu durum üzerine aylarca süren eylemler yapılmış ve davalar açılmıştır. 
1998 yılında başörtüsü yasağına uymayan öğrencilerden üç bine yakını okuldan 
uzaklaştırılmış, birçoklarına ise uyarı ve kınama cezası verilmiştir. 1999 yılında yasak açık öğretim fakülteleri ve ilahiyat fakülteleri öğrencilerini de içine alırken, Kıbrıs Üniversiteleri’nde de başörtü yasaklanmıştır. 2000 ve 2001 yılına gelindiğinde ise İmam-Hatip liseleri de dâhil, Türkiye’nin tüm devlet ve özel üniversiteleri yasağı uygulamıştır (Toruk, 2010, s.486-487). 
Türkiye’de Yükseköğrenimde başörtüsü sorunu ile laiklik arasında sürekli bağ 
kurulduğunu ve laiklik ilkesinin Türkiye’de laikliğin (Mert, 2001, s.271) temelin den uzaklaştırıldığı ve böylece laiklik kavramının siyasiler arasında bir araç olarak kullanıldığı ve her başörtüsü sorunu gündeme geldiğinde toplum ve sosyal yaşamda Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laiklik ilkesine vurgu yapıp bu ilkenin koruyuculuğu altına girmişlerdir. 

Yapılan değerlendirmeler ışığında başörtüsü sorunun uzun tarihsel temellere 
dayandığı ortadadır. Sorun sadece kılık kıyafet ile sınırlı kalmamış, Türkiye’nin kuruluş felsefesi ile ilişkilendirilmiştir. Rejimin kendisini var etmeye çalıştığı paradigmaya uymayan veya alternatif bir paradigma üretebilecek insan kaynağının kendini görünür kıldığı alan, rejimin sahiplendiği paradigmayı benimseyenlerin reflektif tutumları sonucunda bir mücadele alanına dönüşmüştür (Şimşek, 2012, s.169). Emre Kongar; “Türkiye’de 28 Şubat sürecinde eğitim ile ilgili meydana gelen gelişmeleri ve başörtüsü sorununu 1945 yılından itibaren eğitim alanında yaşanan gelişmelere ve Soğuk Savaş dönemlerine bağlamakla beraber, Türkiye’de 1945 yılından sonra, o dönemde dünyada hâkim olan konjonktürel yapı ile de uyumlu bir şekilde, eğitimin milli olma özelliğinden uzaklaştırıldığını ve dinci eksende, gerçeklerden koparılarak, ideolojik ve siyasal nedenlerle sağa kaydırıldığını” ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası için kullanılan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de en çok hukuk, siyaset ve eğitim alanlarında bir etkiden söz edilebilir. DP döneminde Köy Enstitüleri’nin kapatılması, din eğitimi veren orta ve yükseköğretim kurumlarının açılmış olmasının neticesinde Türkiye’de eğitimin Arap kültürü emperyalizmine ve 
Cumhuriyet karşıtlarına teslim edildiğini ileri sürmekle beraber, 1965 yılında AP’nin iktidarı döneminde eğitimle ilgili bu yaklaşımın güçlenerek devam ettiğini, 1968 yılında kışkırtılan öğrenci olaylarının kullanılmasıyla eğitimde Türk-İslam sentezi kapsamında bir geriye gidişin olduğunu, 12 Mart 1971 Askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesi sonrasında ülkenin İslamcı eğitime teslim edildiğini savunmaktadır. 
Yine Emre Kongar’a göre; “Türkiye’deki başörtüsü sorunu, Soğuk Savaş 
dönemlerinde hâkim kılınan Türk-İslam sentezinin eğitime yansıması sonunda 
güçlendirilen ve yaygınlaştırılan imam eğitiminin, yani bizzat Cumhuriyet dönemi 
yönetimlerinin ürettiği bir sorundur. Ayrıca 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bittiği genel kabul gören Soğuk Savaş dönemi ile ilgili farkındalığın Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında algılandığını ve bu tarihten itibaren eğitim alanında Soğuk Savaş’ın tahribatının düzeltilmeye çalışıldığını” ifade etmektedir (Kongar, 2002, s.300-305). Türkiye’de 1983 yılında üniversitelere kız öğrencilerin başörtülü bir şekilde 
girmeleriyle ilgili bir buhran yaşanmakla birlikte bu sürecin bir şekilde atlatılmış olması ve 1990 öncesinde başörtülü kız öğrenci sayısının fazla olmamakla birlikte 1990 sonrasında başörtülü kız öğrenci sayısında artış olduğu bilinmektedir. 
Sayısal olarak başörtülü kız öğrenci sayısında bir artışın olmasının başörtüsünün üniversitelerde bir sorun haline gelmesinde tek başına etkili olmadığı; başörtüsü nün bir sorun haline gelmesinin 1995 milletvekili genel seçimleri öncesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın seçimlerden sonra “Üniversitelerin rektörleri; değil başörtülü kızlarımızı okula almamak, karşılarında selam duracaklar, selam!” gibi ifadeleri nedeniyle başörtüsü konusunun farklı bir mecraya girmesiyle, siyaset malzemesi haline getirilmesiyle, gerçekleştiği ve RP’nin bu gibi bazı söylem ve icraatları neticesinde 28 Şubat 1997 post-modern darbesine giden yolun açıldığını ifade etmiştir (Ateş, 1999, s.206-210). 

28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları içerisinde bulunan Devrim Yasaları ile 
okullarda ve resmi dairelerde başörtüsünün kullanılıp kullanılamayacağına yeni 
tartışmaları da beraberinde getirmiş olmakla beraber 1997 yılı sonunda Başbakanlık tarafından “Kılık-Kıyafet Genelgesi” yayınlanmıştır. Bu genelge bütün yönetim birimlerine gönderilmiş ve genelgede belirtilen esaslara uymayanlara idari yaptırım cezaları getirilmiştir. 

Türkiye’de, üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu Türkiye’nin en önemli 
sorunlarından birisi haline getirildiği, bu sorun laiklik ilkesini ilgilendirdiğinden hukuki bir sorun olduğu ve sorunun çözüm yeri de yargı organları olduğu bilinmektedir. Laikliği ilgilendirmesi bakımından hukuki bir sorun olan başörtüsü sorunu demokratik tüm devletlerde hukuki bir sorun olarak algılandığı, başörtüsü sorunu dini bir sorun olarak ele alınmasının sadece teokratik devletlerde görülebilecek bir yaklaşım olduğunu bilinmektedir. Hukuki bir sorun olduğunu iddia ettiği başörtüsüyle ilgili yargısal süreçlerin Avrupa’da ve Türkiye’de başörtüsü aleyhine sonuçlandığı yine mahkeme kararlarından anlaşılmaktadır. Başörtüsü sorununun Türkiye’de yaşanan bir sorun olmakla sınırlı kalmadığını, Avrupa’da da başörtüsüne karşı duyulan alerjinin arttığını ve bu açıdan Türkiye’de başörtüsünün yaygınlaşmasının Türkiye’nin AB’ye girmesini zorlaştıran engellerden birisi haline gelmiştir (Savaş, 2004, s.162-190). 
28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanmasının 
günümüz dünyasının özgürlüğü ön plana çıkaran çağdaş anlayışıyla açıklanmayacak olup bu uygulamanın devletin özel alana müdahalesi olduğu, İslami duyarlılığın toplumsal talebe dönüşmesinin engellenmesinin sağlanmaya çalışıldığı ve kamusal alanda İslami görünürlüğü imha etme planının önemli bir parçası olduğunu aktarması açısından oldukça önemlidir. Bu görüş dikkate alındığında aslında mücadelesi verilen meselenin sadece başörtüsü olmadığı akla gelmektedir. Toplumsal hayatta etki oluşturarak, toplum mühendisliği yapılarak toplumun istenilen kıvama getirilmesi ve böylece idare etme işini zahmetsizce yürütmenin yanında, kaynakları rahatsız edilmeden sahiplenme gayretinin eğitimi bir araç olarak kullanması düşündürücüdür (Şimşek, 2012, s.172-173). 

28 Şubat sürecinde özellikle İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere birçok 
üniversitede uygulanan ve kamuoyuna “ikna odaları” olarak yansıyan uygulamaların eğitim-öğretimden uzaklaşılmasına ve üniversitenin kendisine verilen bir yetki olmamasına rağmen “Asayiş Mühendisliği” yapmaya soyunması sonucunu doğurmuştur (Bayramoğlu, 2001, s.311). Bu iddialara göre İstanbul Üniversitesi’nde 1998 eğitim-öğretim yılı kayıt döneminde başörtülü öğrenciler kayıt öncesinde özel mülakata alınmış, başörtüsü ile ilgili yasaklayıcı hükümler içeren üniversitenin yayınlamış olduğu genelgeye uyacaklarına dair imza atmaya kamera kayıtları yapılarak yönlendirilmiş, bu genelgeye uyacaklarına dair imzalı taahhütte bulunmayanların üniversiteye kayıtları yapılmamış, başörtüsüz fotoğraf veren öğrenciler okula kayıt yaptırmış, ama geçici öğrenci belgesi alamamışlardır. 1998-1999 eğitim-öğretim döneminde üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorununda İstanbul Üniversitesi’nde gündeme gelen ikna odaları ile ilgili olarak dönemin İstanbul Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter 
açıklama yapmış ve bu tür bir uygulamanın gerçekleştiğini kabul etmiştir. “Kendisi, 10 Eylül 1998 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi’ne başı açık gelen 200 başörtülü öğrencinin kaydının yapıldığını, kayıt esnasında başını açmamakta ısrar eden kız öğrencilere öğrenci kimliklerini vermediklerini, kayıt işlemleri sırasında başörtülü kız öğrencilerle psikolog öğretim üyelerinin tek tek görüşüp, başörtüsünün öğrenci hakları bakımından sebep olacağı problemleri öğrencilere anlattıklarını ve ilerleyen dönemlerde bu uygulamaya dair baskı yapıldığına dair muhtemel iddialara karşı sunulmak üzere de bu sürecin kamera kaydına alındığını” ifade etmiştir. Ayrıca “başörtülü tüm öğrencilerin üniversite kaydı sırasında kendilerine üniversitenin başörtüsü konusundaki tutumunu bildiklerini ve buna binaen de başlarını açmaya karar verdikten sonra İstanbul Üniversitesi’ni tercih ettiklerini söylediklerini” ifade etmiştir (Şimşek, 2012, s.173-174). 

Erdoğan, Türkiye’de son dönemde yükseköğretimde 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesinin ve 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesinin etkilerinin görüldüğünü ifade etmiş ve 1960’lı ve 1970’lli yıllar mahfuz, Türkiye’de üniversitelerin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olarak var olduklarını ve devletin birinci ideolojik endoktrinasyon şebekesi niteliğinde resmi eğitimin birer uzantısı olarak işlev gördüklerini ayrıca, Türkiye’de üniversitelerin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki durumunda tek parti döneminde üstlendiği misyonla yüklü haline bir dönüşün olduğunu ve üniversitelerin bu durumunun, 28 Şubat Süreci olarak genel kabul gören dönemde zirve yaptığı bir dönem olması, Türkiye’deki üniversitelerin üniversite kavramının içerdiği niteliklerden uzaklaşmış bu halinin temelinde sadakatin liyakatin önüne geçmesi ve akademik faaliyetlerin ikinci planda kalarak öğretim üyelerinin bir kısmının ikbalperestlik olarak adlandırdığı makam düşkünlüğüne yönelmesi şeklinde bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir (Erdoğan, 2009, s.340-342). 

28 Şubat sürecinde sürekli gündemde olan üniversitelerdeki başörtüsü sorunu 
konusunda dönemin iktidar sahiplerinin takındıkları tavır ve uygulamalar eğitim 
alanında Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve eğitimde iktidar yansımaları 
olmaları bakımından üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır. Bu süreçte eğitim alanında görülen ve çok tartışılan konulardan birisi de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve dolayısıyla İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılması olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber üniversitelerde başörtüsü sorunu 
Türkiye’de her ne kadar eğitimi ilgilendiren bir sorun olarak görülse de gerek konunun uzun süredir gündemde olması ve gerek bu konuda alınan yargısal kararlar öncesi ve sonrasında yaşanılan gelişmeler konunun iktidar ilişkilerine bakan yönünün daha ağır bastığını göstermektedir. 
Yıllardır başörtüsü konusunda üniversitelerde var olan sorunun çözülmesi adına 
2008 Şubat ayı içerisinde TBMM’de AKP ve MHP’nin oylarıyla ilgili maddelerde 
Anayasa değişikliği için kanuni düzenleme yapılmıştır. Anayasa değişikliği teklifinin verildiği TBMM'deki oylamaya 518 milletvekili katılmış; oylamada 411 olumlu, 103 olumsuz oy çıkmış ve teklif kabul edilmiştir. Başörtüsüne dair düzenleme için DSP ve CHP Şubat 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne kanunun iptali istemiyle başvurmuş ve Anayasa Mahkemesi de Haziran 2008’de 9 Şubat 2008 tarih ve 5735 sayılı anayasa değişikliği kararının iptal ve yürürlüğünün durdurulması kararını vermiştir. Üniversitelerdeki başörtüsü sorunu, 2008 yılındaki kanuni düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle aşılamamış olsa da 2010 yılında YÖK’ün bu konudaki özgürlükçü yaklaşımı ve AKP’nin 2. defa oylarını artırarak iktidara gelmesinden kaynaklı konjonktür gereği çözülmüştür. Zamanla hemen hemen tüm üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmamaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle hukuki bir düzenleme yapılmadan YÖK yönetiminin farklı yaklaşımı doğrultusunda fiili olarak sorun çözülmüştür (Şimşek, 2012, s.212-213). 



***

30 Eylül 2018 Pazar

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 9

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 9



HEDEFTE TÜRK GENÇLİĞİ VARDI

1960'da 27 Mayıs ihtilalinin ardından 1960'lı yıllarda tek rakamlı seyreden enflasyon oranı, 12 Mart Muhtırasının verildiği 1971'de çift rakama çıktı. 1970'li
yıllarda "enflasyon" kelimesi halk diline girdi. Türkiye'nin artık bir canavarı vardı. 1970'lerin ilk yarısındaki dünya petrol krizi ve Kıbrıs Barış Harekatı; ikinci yarısında ise Türkiye'deki yatırım-tasarruf dengesizliği ve siyasi istikrarsızlık, enflasyon canavarını büyüttü. Bu arada dünyada 2. petrol krizi patlak vermiş, OPEC üyeleri petrol fiyatını 1979 ve 1980'de ikinci kez yüzde 150 oranında artırmıştı. Bu şok, Türkiye'yi yoğun ekonomik krizin içindeyken yakaladı. 1979'da TÜFE'de 56,8 ve TEFE'de 69,5'a ulaşan enflasyon oranları , 1980 Darbesi ' nin konuşulduğu günlerde %115,6 ve %98,8 oranlarıyla 3 haneli rakamlara ulaşmıştı.

   1977 yılında ülkenin içinde bulunduğu darboğazdan çıkmak için IMF "acı reçete"sini devrin başbakanı Ecevit'e bildirmişti. Ecevit, bu paketi "ancak
diktatörlükle yönetilen ülkelerde yürürlüğe konulabilecek bir poje" biçiminde nitelendirmiş , geri çevirmişti. Bu değerlendirmenin ne kadar gerçekçi olduğunu 
Türkiye 3 yıl sonra görecekti. Türkiye'ye dayatılan, sonradan "24 Ocak Kararları" diye adlandırılan krizden çıkma paketinin en önemlileri bölümleri şunlardı:

1- Türk Parasını Koruma Kanunu kaldırılacak.
2- KİT'ler özelleştirilecek.
3- Gümrük mevzuatı, dış sermayenin giriş ve çıkışını kolaylaştıracak şekilde değiştirilecek.
4- Bankacılık ve sermaye piyasasının canlanması için gerekli önlemler alınacak.
5- Yabancı şirketlere petrol arama izni verilecek.
6- Tahkim Kanunu çıkarılacak.
7- KİT ürünlerine zam yapılacak, devlet sübvansiyonu kaldırılacak.
8- Memur ve işçi ücretleri dondurulacak.

Ecevit'in 1977'de " Ancak diktatörlükle kabul ettirilebilir" bulduğu kararları Süleyman Demirel 24 Ocak 1980'de Uygulamaya koydu.
Türk Lirası, %48,6 oranında Devalüe edildi.

  ^^ 
YIL 1946
İlk devalüasyon, Recep Peker Hükümeti '7 Eylül
Kararları'nı aldı. Dolar 1,83 TL'den 2,83 TL'ye
fırladı. Bir yıl sonra hükümet düşürüldü.

YIL 1958
Demokrat Parti, '4 Ağustos Kararları'nı aldı. Dolar
2,83 TL'den 9 TL'ye fırladı. 1960'ta darbe yapıldı.
Başbakan ve iki bakanı asıldı.

YIL 1970
Başbakan Demirel, '9 Ağustos Kararları'nı açıkladı.
Dolar 9 TL'den 15 TL'ye çıktı. 7 ay sonra 12 Mart
Muhtırası verildi ve hükümet düştü.

YIL 1980
Demirel hükümeti, '24 Ocak Kararları'nı açıkladı.
Dolar 70 TL'ye çıktı. 8 ay sonra 12 Eylül darbesi
oldu ve Demirel hükümeti düşürüldü.

YIL 1994
Çiller koalisyonu '5 Nisan Kararları'nı açıkladı. Dolar 32 bin TL'ye yükseldi. 28 Şubat 1997'de 'Post-Modern Darbe' yapıldı ve Çiller hükümeti düştü.
Hürriyet [23] ^^

 < [ … ] ABD ' nin ve sermayenin güdümündeki Türk eliti, " Benim dediğim ve İnandıklarım doğrudur, Sizinkiler yanlıştır " dayatmasının sonuçlarının tüm kurumlarda anarşi ve terör olacağını bilmiyorlar mıydı? Elbette biliyorlardı. Amaç açık: "gerginlik yarat", "tırmandır", "sokağa dök" ve "yok et".
Ersal Yavi, İhtilalci Subaylar [22] >


Bu arada cinayetler adım adım katliama dönüşüyordu. 11 Nisan 1980'de yazar, TRT yapımcısı Ümit Kaftancıoğlu, 28 Mayıs 1980'de MHP yöneticilerinden Gün
Sazak öldürüldü. Çorum'da "Aleviler cami yaktı" kışkırtmasıyla evler, dükkanlar ateşe verildi. İnsanlar kurşuna dizildi.

Gazetelerdeki "Çorum Yanıyor " manşetleri arasında 24 Haziran 1980'de başlayan olaylar sonucunda ölü sayısı 24'ü bulmuştu, yüzlerce yaralı vardı. 15
Temmuz 1980'de DİSK Genel Başkanı ve sendikacı Kemal Türkler evinin önünde öldürüldü. 20 Temmuz 1980'de ise 12 Mart döneminin Başbakanı Nihat Erim,
Dragos'taki evinden çıkarken öldürüldü. İşte "bu ahval ve şerait" içinde 12 Eylül Harekatı "ülkedeki anarşi ve terörü önlemek ve akan kanı durdurmak amacıyla"
yapıldı.

   12 Eylül'e gelinirken özellikle 1978 yılında tırmanan olaylar, suikastler, katliama dönüşen kışkırtmalar bir rastlantı mıydı? Yoksa 24 Ocak kararlarını uygulanabilir kılmak için Ecevit'in öngördüğü "diktatörlük rejimi"ni sağlamak üzere gerekçe mi aranıyordu? Tarih, ikinci tezin doğru olduğunu kanıtlamıştır. Cumhuriyettarihinde büyük devalüasyonlara, ekonomik krizlere baktığımızda bunların peşinden bir darbe ve sıkıyönetim süreci yaşandığını görüyoruz.

    12 Eylül 1980'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasıyla tüm yurtta sıkıyönetim ilan edildi ve " Gerginlik Yarat - Tırmandır - Sokağa Dök - yok et" 
Zincirinin son halkasının uygulanmasına başlandı. 12 Eylül darbesinde bir milyon kişi gözaltına alındı. Bir milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı, 230 bin kişiyargılandı, yaklaşık 100 bin kişi “örgüt üyesi” olmakla suçlandı. 30 bin kişi yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. 338 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi “ Sakıncalı” olduğu için işten çıkarıldı. 171 kişinin işkencede öldüğü  belgelerle kanıtlandı. 300 gazeteci saldırıya uğradı, 3 gazeteci öldürüldü, gazeteciler hakkında toplam 4 bin yıl hapis istendi.

   Gazetecilere toplam 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi, gazeteler 300 gün kapatıldı.

   49 ton gazete, dergi ve kitap sakıncalı bulunduğu için imha edildi. 7 bin kişi için idam istendi, 517 kişiye ölüm cezası verildi.
   55 kişi idam edildi. İdam edilenlerden Erdal Eren, 17 yaşındaydı. Evren'in o ünlü "asmayalım da besleyelim mi?" sözü üzerine mahkemede yaşı büyütüldü idam  edilebilsin diye.

   <  "Biz ihtilal yapmadık. İhtilal yapan liderler, kendinden evvelki yönetimde bulunanları ya hapse atarlar veya yurt dışına sürerler veya vururlar, öldürürler. 
  Biz kimseye dokunmadık. Dokunmadık, çünkü istemedik; vatandaşlar arasında tekrar bölünmeler başlamasını, tekrar yaraların deşilmesini istemedik." Kenan Evren, 30 Aralık 1985, Diyarbakır "Biz, 'neden idamı kaldırdınız?' diye o ülkelere soramıyorsak onların da bize 'siz neden idam ediyorsunuz?' diye sormaya hakları yoktur." Kenan Evren, 30 Nisan 1986, Erzincan asılmak sorun değil asılmamak da değil kimin kimi astığı kimin kimi neden niçin astığı budur işte asıl sorun!
 Hasan Hüseyin Korkmazgil, 1977  >

   1982'de Anayasa bir kez daha değişti.

   1961 Anayasasının 12 Mart darbesinin ardından "kuşa çevrildiğini" söyleyenler, henüz birşey görmemişti. 12 Eylül darbesinin ardından çıkarılan 1982
Anayasası, 1960 ihtilalinden miras kalan özgürlük kırıntılarını da süpürüp götürmüştü. 

<  Türkiye'nin hem iktisadî ve siyasî tarihine mal olan, hem de popüler lisanına yerleşen ünlü "24 Ocak Kararları" deyimi 24 Ocak 1980 tarihine kadar ithal ürünlere karşı yüksek gümrük oranları ile himaye edilen, esas itibariyle iç piyasaya yönelik üretim yapan, dolayısıyla uluslararası alanda rekabet gücü olmayan bir sanayi ve ekonomi politikasının artık sürdürülemeyeceği, dışa kapalı bir ekonomik ve toplumsal yapıdan liberal bir iktisat politikasının egemen olduğu bir yapıya geçileceğini 
hem özetliyor, hem de simgeliyordu. 24 Ocak Kararları aynı yılın sonbaharında vuku bulan 12 Eylül darbesiyle birlikte kendisine elzem olan en büyük desteği buldu: Muhalefetin olmadığı, sendikalar ve derneklerin feshedildiği bir askerî rejim ve bu askerî rejimin "ekonomi dehası" Turgut Özal. Ondan sonrası malûmdur....
Rıfat N. Bali, "Piyasalar" veya " Hayatın Gerçekleri " [24]   >

1973 yılında kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, yargının, "hukuk devleti" normları dışında işlemesine olanak sağlaması nedeniyle Anayasa Mahkemesinin
15 Haziran 1976 yılında verdiği bir kararla kapatılmıştı. 1982 Anayasası ile DGM yeniden kuruldu. Diğer yandan 1961 Anayasasının "hukuk devleti" bakımından 
en önemli hükümlerinden biri, idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğuna ilişkin düzenlemeydi. 1982 Anayasasının aynı konuyu düzenleyen 125. Maddesinde ise yargı yolunu kapayan kurallarla Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemlere, Yüksek Askeri Şura kararlarına, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yoluna gidilemeyeceği, anayasal hüküm haline getirildi. Bu hüküm, belli idari işlem ve eylemlerin yargılanamaması ile hukukun artık siyasileşmesine kapıyı açmıştı.

Darbenin hemen sonrasında Milli Güvenlik Konseyi'nin yönetimde kaldığı süre içinde 626 yasa, 90 da kanun hükmünde kararname çıkardı. 

Bu dönem içinde Siyasi Partiler Yasası, Sendikalar Yasası, Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Dernekler Yasası, Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası, YÖK Yasası gibi birçok temel yasa yürürlüğe girerken Anayasaya konan geçici madde ile bu yasalara karşı anayasa mahkemelerine başvurma yolu da kapatıldı. 1982 Anayasasının, 1961 Anayasası ile tanımlanmak istenen "sosyal devlet", "hukuk devleti", özetle temel demokratik hakların engellenmesine ilişkin maddelerini, bu maddeler çerçevesinde çıkarılan kanun, kanun hükmünde kararname, yönetmeliklerin tümüne burada değinmek mümkün değil. Ancak 12 Eylül darbesi, 1982 anayasası ile pekiştirilerek ve etkisini uzun yıllar sürdürecek hale getirildi.

Sonsöz

Sonsöz niyetine, Kurtuluş'tan 12 Eylül'e yolculuğumuzu birkaç alıntı ile tamamlamak istiyorum.


Peki, Kurtuluş'tan 12 Eylül'e geçen 57 yıl içinde yedi düveli yenen, düşmanı denize döken, Lozan'da tam bağımsızlığını tüm dünyaya ilan eden o ülkeye ne olmuştu?  Yanıtı yine Mustafa Kemal veriyor:



 ^^ <  "Türk Halkı'nın kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın bir serüvenidir. Tanzimat da hayatı değiştirmedi. Birinci Meşrutiyet onun dışında bir hareketti. İkinci Meşrutiyet çilelerine yeni acılar ekledi. Bütün bunlardan sonra Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin bağımsızlık azminin şuurlu şahlanışı ve Atatürk devri, halkın kendi kişiliğini idrake hazırlayış yılları idi. Bunu halkın yeniden aldatılışı olan çok partili devir takip etti…" Fethi Gürcan'ın savunması, Mamak 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi, 1963 [4]

"Türkiye'nin 1940'larda başlayan, dış ilişkilerindeki yanlışlığın altında emperyalizmin ne olduğunu bilmemek yatmaktadır. Bu nedenle ABD ile 1947'de başlayan ilişkilerin, bağımlılık ilişkileri olduğu düşünülmemiş ve giderek yoğunlaşan ilişkiler, Türkiye'yi 12 Eylül'e, yıldan yıla artan bunalımlar içinde taşımıştır.  Dolayısıyla 12 Eylül, Türkiye'de 1940'lardan uzanan ilişkiler zincirinin halkalarından biridir."  M. Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye [25] > ^^

Peki, Kurtuluş'tan 12 Eylül'e geçen 57 yıl içinde yedi düveli yenen, düşmanı denize döken, Lozan'da tam bağımsızlığını tüm dünyaya ilan eden o ülkeye ne olmuştu?  Yanıtı yine Mustafa Kemal veriyor:

^^ < İstiklal-i tam [tam bağımsızlık] için şu düstur var: Hakimiyet-i milliye, hakimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir [pekiştirilmelidir]. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar muhaddes, azametli hedefler kağıt üzerindeki düsturlarla, arzu ve hırsla husul bulamaz. Bunların tahakkuk-ı tammını temin için [tam olarak gerçekleştirilmesi için] yegane kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetvic edilmezse [taçlandırılmazsa] semere, netice, payidar [kalıcı] olamaz.
 Mustafa Kemal, İzmir İktisat Kongresi açılış konuşması, 1923  > ^^

Peki ne yapmalı? Yurtseverliği, sorgulayıcılığı, muhalefeti bilimsel temellere dayandırmayı ilke edinmişlerin yakın tarihimizi iyi bilmeleri, günlük olayları bu tarih zincirinin bir halkası olarak değerlendirmeleri, deneyimlerini gelecek kuşaklara aktarmaları ve belki de herşeyden önemlisi, "susma, haykır"ı şiar edinmeleri tarihsel bir görev olarak önlerinde duruyor.


<   Dünya tarihinin en alçakça yargılamalarından biri, belki de başlıcası, Mithat Paşa davasıdır. Bilindiği gibi Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun yapıcısı Mithat Paşa Yıldız'daki uydurma mahkemede, kiralık yargıçlar önünde yapma ve uydurma suçlardan mahkum edilir. 
Sonradan boğdurulacağı zindana sürgün edilecektir. 
Bir gemiye bindirilir. Gemi kalkar. Ama Boğaz'dan dışarı çıkmaz. Kız Kulesi önüne geldiğinde demir atar. Kırksekiz saat burada yatar gemi, ondan sonra yol alır.

Meraklı birkaç kişi, nedenini Abdulhamit'e sorarlar. Sultan Abdulhamit, "Mithat Paşa'nın uğruna kendisini feda ettiği millet, bakalım bunun için ne yapacak, Mithat Paşa'yı kurtarmaya çalışacak mı, merak ettim. Bunu anlamak için gemiyi kırksekiz saat Kızkulesi önünde beklettim" der. […]
Toplumumuz, Mithat Paşa dönemi sağırlığından bugün ne oranda bir duyarlılığa gelmiştir? Sağır bir ortam… Ama gerçek ulus severler ortamın sağırlığına kızmazlar, bilinçle duyarlı bir ortam yaratmak için yine de çalışırlar.
Aziz Nesin, Yeni Tanin Gazetesi, Temmuz 1963  >


Kaynakça:

[1] Çetin Yetkin, "Karşı Devrim 1945-1950", Otopsi Yayınları, 2002
[2] Mehmet Akif Aydın, "Türkiye'de Laiklik Uygulaması: Diyanet Modeli", TESEV Konferansı, Bilgi Üniversitesi, 25.2.2005
[3] George L. Smith, "The Jupiter Missiles of Turkey, 1961 - 1962",
     http://www.hlswilliwaw.com/Turkey/html/JupiterMissiles-Home.htm
[4] Öner Gürcan, "Ben İhtilalciyim - Fethi Gürcan", Süvari Yayınları, 2005
[5] Kemal Gözler, "Türk Anayasa Hukuku", Ekin Kitabevi Yayınları, 2000
[6] 27 Mayıs 1960 Devrimi / Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası, Boyut Kitapları, 1998
[7] Talat Aydemir, "Ve Talat Aydemir Konuşuyor", May Yayınları, 1966
[8] Nesrin Turhan, "İhtilalin Süvarisi", Doğan Kitapçılık, 2004
[9] http://www.kronoloji.gen.tr
[10] http://bucatarih.sitemynet.com
[11] http://www.geocities.com/almanakturkiye
[12] http://www.aygazete.com/ayindosyasi/(17.8.2004)
[13] Aydın Çubukçu, "Bizim '68", Evrensel Yayınları, 2003
[14] Nurettin Çalışkan, "ODTÜ Tarihçe 1956 - 1980", Arayış Yayınları, 2002
[15] Emre Erdoğan, "Seçim Sistemleri ve Siyasal Sonuçları", http://www.urbanhobbit.net/
[16] Kamil Ateşoğulları, "29. Yıldönümünde 15-16 Haziran İşçi Direnişi", Dev-Maden-Sen Yayınları, 1999
[17] Ömer Faruk Gençkaya, "Siyasi Partilere ve Adaylara Devlet Desteği, Bağışlar ve Seçim Giderlerinin Sınırlandırılması; Karşılaştırmalı bir İnceleme ve 
      Türkiye için Öneriler",
  http://www.tesev.org.tr/dosyalar/siyasi_parti/siyasi_partilere_ve_adaylara_devlet_destegi_bagislar_ve_secim_giderlerinin_sinirlandirilmasi.mcw
[18] Vedii Bilget, "Girdap", Kastaş Yayınevi, 2002
[19] http://www.eia.doe.gov/emeu/cabs/chron.html
[20] Maria Mies, "Wars are Good for the Economy": The Global Free Trade System,
       http://portland.indymedia.org/en/2004/08/293957.shtml
[21] Eğitim-Sen, Siyasal İslam, Din Eğitimi Ve İmam Hatipler Gerçeği
       http://www.egitimsen.org.tr/bilgibelge/13ekim2003_imamhatip.html
[22] Ersal Yavi, "İhtilalci Subaylar", 3. Kitap, 2. Baslı, Yazıcı Yayınevi, 2005
[23] http://dosya.hurriyetim.com.tr/19subat/06kriz.asp
[24] Rıfat N. Bali: “Piyasalar” veya "hayatın gerçekleri”, Birikim, Haziran - Temmuz 2003, Sayı: 170 - 171
[25] M. Emin Değer, "Oltadaki Balık Türkiye", Otopsi Yayınları, 2004



***

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 8

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 8


    Kışkırtmalar sa sürüyordu. Öğrenci çatışmaları nedeniyle Bursa Eğitim Enstitüsü ve Gazi Eğitim Enstitüsü tatil edilmişti.
İstanbul Vatan Mühendislik Okulu'nda "kendilerine komandoismini veren ülkücüler" bir öğrenciyi öldürdüler. 

   Türkiye,
" Komando " ve " ülkücü " sözcüklerini bundan böyle sık sık duyacaktı. 27 Şubat 1975'de TÖB-DER'in Anadolu'nun çeşitli yerlerinde düzenlediği "pahalılığı ve faşizmi protesto" mitingleri, karşıt görüşlülerinmüdahelesi sonucu çatışmaya dönüşüyordu.

   1 Mart 1975'de Cumhurbaşkanı Korutürk, yeni hükümeti kurma görevini Başbakanı Sadi Irmak'a verdi. Sadi Irmak'ın girişimleri sonuç vermeyince Hükümet bunalımının 6. ayı dolarken, Cumhurbaşkanı Korutürk, yeni hükümeti kurma görevini 19 Mart 1975'de AP Genel Başkanı Süleyman Demirel'e verdi. 
    Bu arada, 1960 ihtilalinin ardından siyaset yasağı getirilen DP'lilerden 43'ü, yasağın kalkmasıyla birlikte törenle AP'ye katılıyorlardı.

31 Mart 1975'de AP Genel Başkanı Demirel'in başkanlığında kurulan MC (Milliyetçi Cephe) Hükümeti açıklandı, 12 Nisan'da da güvenoyu aldı. MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ve CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu, Başbakan Yardımcısı olarak Kabinede yer aldılar. 
"1. MC" dönemi başlamıştı. 12 Ekim 1975'de 27 ilde 54 senatör ve 6 milletvekilliği için yapılan araseçimlerde; AP 27 senatör, 5 milletvekili; CHP 25 senatör, 1 milletvekili; MSP 2 senatör çıkardı. 6 eski Demokrat Partili yeniden parlamento ve senatoya girmeyi başardı. 1960 ihtilali boşa yapılmıştı sanki.

Öte yandan şiddet vahşileşmeye başlamıştı. Diyarbakır'da çatışan öğrenciler, bir öğretmenin kulağını kestiler. Yurdun çoğu yerindeki Üniversitelerde olaylar artmaya başladı. ODTÜ 10 gün kapatıldı. İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu, 'Öğretim özgürlüğü ve can güvenliği bulunmadığı' gerekçesiyle, öğretimi süresiz olarak tatil ettiğini açıkladı. Ağrı'nın Eleşkirt ve Erzurum'un Horasan ilçelerinde halk güvenlik güçleriyle çatıştı. Şiddet ülke geneline yayılıyordu. MC Hükümetinin ilk 6 ayı sonunda ölü sayısı 21'i bulmuştu. Çatışmalar, yürüyüşler, boykotlar, günlük yaşamın bir parçası haline gelmişti. 25 Ocak 1977'de İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nden yapılan açıklamada, İstanbul genelinde son bir yıl içinde 510 öğrenci olayının meydana geldiği, bu olaylarda 13 öğrencinin öldüğü, 254 öğrencinin yaralandığı bildiriliyordu. 1 Mayıs 1977, "Kanlı 1 Mayıs"a dönüşüyordu. 1 Mayıs İşçi Bayramı için İstanbul'da Taksim Meydanı'nda toplanmış onbinlerce kişinin üzerine ateş açılıyor, 34 kişi yaşamını yitiriyor, yüzlercesi yaralanıyordu. (Kanlı 1 Mayıs'ın katilleri yakalanamadı ama onun yerine çözüm bulunmuştu: 1 Mayıs 1979'da sokağa çıkma yasağı konuyor, o günün akşamında İçişleri Bakanı, 1 Mayıs'ın ülke genelinde sakin geçtiğini, sokağa çıkma yasağına uymayan 1706 kişinin gözaltına alındığını belirtiyordu.)




    Bu arada ABD ile ilişkiler geriliyordu. 16 Nisan 1974'de Amerikan Temsilciler Meclisi, 24 Nisan tarihini, " Ermenilere karşı işlenen insanlık dışı suçları anma günü" kabul etti.
Türkiye'ye uyguladığı silah ambargosunu kaldırmayı da reddetti. 

Bunun üzerine Türkiye, ABD'ye Türkiye'deki ortak savunma üsleri anlaşmalarının geçersiz olduğunu, İncirlik Üssü dışındakilere Türk Bayrağı çekileceğini bildirdi. Gerginleşen Türk-Amerikan ilişkilerini görüşmek üzere NATO Konseyi acele toplantıya çağrılırken, Kıbrıs Türk Federe Devleti Savunma Bakanı Osman Örek'de, Türk tarafındaki ABD üslerinin kapatılacağını açıkladı. 29 Temmuz 1975'de Genelkurmay Başkanlığı, İncirlik dışındaki ABD üslerinin devralındığını açıkladı. 30 Temmuz 1975'de de Kıbrıs Türk Federe Devleti ABD'ye ait 3 Haber alma tesisini kapattı. 
   31 Temmuz 1975'de SSCB, Türkiye'ye askeri helikopter satmayı teklif ediyordu!

Ekonomik durum içler acısıydı. 1 Mart 1977'de MC Hükümeti'nin görevde olduğu süre içerisinde Türk Lirası 9. kez devalüe ediliyordu. TL'nin dolara karşı toplam 
kaybı %27'ye ulaşmıştı. 15 Mayıs 1977'de Türkiye'nin, tarihinin en büyük döviz sıkıntısını yaşadığına ilişkin haberler hükümet kanadında büyük tepkilere yol açtı. 
"Türkiye'ye verilen kredilerin nerelere harcandığını yerinde belirlemek amacıyla" ülkemize gelen IMF yetkilileri ise işçi ücretlerinin dondurulmasını ve yeni bir 
devalüasyon yapılmasını istiyorlar, 16 Mayıs 1977'de Merkez Bankası'nın çekleri Japonya ve İsviçre'deki bazı bankalar tarafından karşılığı olmadığı gerekçesiyle 
ödenmiyordu. Tam bağımsızlığı şiar edinen Cumhuriyetin ilanının üzerinden henüz 54 yıl geçmişti ve Türkiye artık "70 sente muhtaç"tı.

1977 GENEL SEÇİMLERİ: “Ne ezen, ne ezilen, insanca hakça bir düzen!”

    5 Haziran 1977'de yapılan genel seçimlerden, CHP %41,4 oy oranıyla çıktı. Ecevit, azınlık hükümeti kurdu ancak güvenoyu alamadı. 
Bunun üzerine 1 Ağustos 1977'de MHP ve MSP'nin AP'ye güven oyu vermesiyle kurulan AP azınlık hükümeti ile II.MC devri başladı.
İslamın siyasallaşması devlet eliyle 1976 yılında I.MC hükümeti tarafından iyice hızlandırılmıştı. Hükümet temsilcisinin de katıldığı Pakistan konferansında islamın
siyasallaşması yönünde önemli kararlar alınmıştı. Bu kongrede eğitimle ilgili alınan kararların bazıları şunlardır:

_ İslam ülkelerindeki tüm üniversitelerde "Siret Kürsüleri" kurulmalıdır.
_ Arapça'nın okullarda zorunlu dil dersi olarak okutulması sağlanmalıdır.
_ İslami öğreti, ilkokuldan başlayarak üniversitelere kadar ders olarak okutulmalıdır.
_ İlkokulda Kuran'ın en az beş bölümü, ortaokul ve liselerde tümünün ezberletilmesizorunlu olmalıdır.
_ İslam ülkelerinin, tamamında islam enstitüleri açılarak, islam kültürü araştırılmalıdır.

Gündüz çalışanlar için islamiyeti öğretecek gece enstitüleri yada akşam kursları açılmalıdır.
Bu konferanstan hemen sonra 1977'de Ankara'da Dünya İslam Talebe Federasyonu Konferansı ile Siretu'n-Nebi Konferansı toplandı. I. ve II. MC hükumetlerinin  işbaşında olduğu 1975 - 1978 yılları arasında açılan yeni imam-hatip okulu sayısı 233 ile rekor düzeye ulaşmıştı. Bu gidişi 12 Eylül askeri yönetimi destek oldu. 

Askeri yönetimin iş başında bulunduğu 1980 yılında 35 yeni imam-hatip okulu açıldı. 1982 Anayasa'sının 24.maddesiyle din eğitimi devlet güvencesine alındı. 
Sözü edilen 24. maddeye göre, "din dersleri ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunludur." İHL'lerin Hükümetlere Göre Dağılımı [21]: 


II. MC iktidarı, henüz 4 aylıkken CHP'nin "içte ve dışta güvenliği sağlayamadığı, cephecilik anlayışıyla ulusal birliği zedelediği, halk çoğunluğunu yoksulluğa sürüklediği ve T.C. Devleti'ni Anayasa'nın belirlediği kurallardan ve çerçeveden uzaklaştırmaya çalıştığı" iddiasıyla verdiği gensoru ile 31 Aralık 1977'de devrildi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir hükümet, gensoru ile devrilmiş oldu. Bülent Ecevit, AP'den devşirdiği 11 bakanla birlikte 2 Ocak 1978'de kabine kurdu. Top usta bir çalımla yine CHP'deydi.

  Bu arada "kader ağlarını örüyor", Kenan Evren, "hiç hesapta yokken" Genel Kurmay Başkanı oluyordu. İlginçtir, 27 Mayıs'tan bu yana genelkurmay başkanlarının atanma yöntemlerine bakıldığında 12 Mart'ın mimarı Org. Memduh Tağmaç ile 12 Eylül'ün mimarı Org. Kenan Evren'in genelkurmay başkanlıkları hariç diğerlerinin alışılmış  düzen içinde gerçekleştirildiği görülür. Memduh Tağmaç'dan önceki Genelkurmay Başkanı Org. Cemal Tural, 1969'da süresi tamamlanan genelkurmay başkanlığı  görevinin uzatılmasını istiyordu. Başbakan Demirel 1969 Ağustos'u gelmeden, kendine karşı bir darbe hazırlığı içinde olduğundan kuşkulandığı Org. Tural'ı  "Bir Defaya Özgü" bir kararnameyle görevinden aldı, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) üyeliğine atadı. Bunun üzerine Org. Tural Ağustos 1969'da emekli oldu, yerine   Org. Memduh Tağmaç geldi. Onu Org. Faruk Gürler ve sonra da Org. Semih Sancar izledi. Org. Sancar'ın üç yıl olan süresi iki defa Demirel'in isteğiyle uzatıldı. 
   
   Başbakan, Sancar'ın yerine getirmek istemediği Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Namık Kemal Ersün'ün emekli olmasını bekledi. Yerine daha kıdemli olan
Org. Adnan Ersöz ve Org. Şükrü Olcay'ı atlayarak genel kurmay başkanı olmasını istediği Org. Ali Fethi Esener'i tayin ettirmek istedi, ama kararnameyi Cumhurbaşkanı 
Korutürk imzalamadı. Bunun üzerine her üç orgeneral de emekli oldu ve 4. kıdemli Org. Kenan Evren 1977'de Kara Kuvvetleri Komutanı, ardından da Semih Sancar'ın 
emekliliğiyle Mart 1978'de genelkurmay başkanı oldu.



ŞEKİL 2  SİYASİ LİDERLERİN HÜKÜMET KURDUGU DÖNEMLER

     MC iktidarları süresince gemi azıya alan "komandolar", hedeflerini öğrencilerden aydınlara çevirmişti. 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi önünde sol görüşlü öğrencilerin üzerine bomba atıldı. 5 kişi öldü, 47 kişi yaralandı. 8 Nisan 1978'de Doç. Server Tanilli evinin önünde uğradığı saldırı sonucu aldığı yaralar yüzünden felç oldu. 17 Nisan 1978'de Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu öldürüldü. 11 Temmuz 1978'de Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Bedrettin Cömert öldürüldü. 9 Ekim 1978'de Ankara'da 7 TİP üyesi öğrenci kaldıkları evde katledildiler. 

   20 Ekim 1978'de İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Bedri Karafakioğlu öldürüldü. 23 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta kışkırtılan ve cihada çağrılan halk,
Alevilere yönelik kitle saldırılarına girişti. Kundaktaki bebekler dahil, 104 kişi öldü, binlerce kişi yaralandı, evler, dükkanlar yakıldı. 1 Şubat 1979'da Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı Abdi İpekçi öldürüldü. 10 Temmuz 1979'da Abdi İpekçi'nin katili M. Ali Ağca yakalandıysa da 4 ay sonra cezaevinden kaçırıldı. 28 Eylül 1979'da Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.

   16 Ekim 1979'da Ecevit istifa etti. Hükümeti kurma görevi Süleyman Demirel'e verildi. 12 Kasım 1979'da Demirel, MHP ile iki gün önce,10 Kasım'da Atatürk'ün 
ölüm yıldönümü törenlerine katılmayan Necmettin Erbakan ve diğer MSP'lilerin dışarıdan desteklediği "azınlık hükümeti"ni açıkladı.

Cinayetler olanca hızıyla sürüyordu: 20 Kasım 1979'da Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Ümit Yaşar Doğanay, 7 Aralık 1979'da İstanbul Üniversitesi  İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Cavit Orhan Tütengil öldürüldü. 5 Ocak 1980'de Süleyman Demirel, Bülent Ecevit'in "teröre karşı işbirliği" önerisini reddediyordu.
… ve 12 Eylül'ü hazırlayan 24 Ocak kararları 1 Kasım 1977'de elektrik borcumuzu ödemediğimiz için, Bulgaristan Türkiye'ye verdiği elektriği keseceğini bildirdi. 

   21 Kasım 1977'de Türkiye'nin 210 milyon dolarlık borcunu ödememesi üzerine, Irak petrol boru hattıyla Türkiye'ye verdiği petrolü kesti. 25 Kasım 1977'de İngiltere'de  yayınlanan Financial Times gazetesi: "Türkiye iflas etmiş bir ülkedir." diyordu. Cumhuriyetin 54. yılında yeniden "hasta adam" olmuştuk. 20 Aralık 1977'de Elektrik  kesintisi tekrar tüm yurtta başladı. 21 Aralık 1977'de 60 milyon dolarlık borcumuzu ödemediğimiz için Japonya demir sevkiyatını durdurduğunu açıkladı.

   Genç Türkiye Cumhuriyeti, enflasyonla ilk kez 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı'nda tanışmıştı. Osmanlı Borçları ve dış ticaretin azalarak ihraç ürün fiyatlarının düşmesi, Türkiye'nin cılız ekonomisini de etkilemişti. 2. Dünya Savaşı yıllarındaki savaş ekonomisiyle enflasyonun tırmanışa geçti. 1939'da %2 olan TÜFE oranı, savaşın en ateşli yıllı 1942'de %68'e çıktı. 1950'li yılların ikinci yarısında, siyasi istikrarsızlıkla atbaşı giden enflasyon, 1959'da TÜFE'de %24,4, TEFE'de %21,5 oranlarıyla, savaş  ekonomisinden sonraki rekorunu kırdı. 


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 7

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 7


Türkiye Ekonomisi, dünyayı saran çalkantıların da etkisiyle dibe vuruyor, her gün açıklanan Akaryakıt, Elektrik, Demir-çelik ve Kağıt zamlarıyla sanayi durgunluk noktasına geliyor, işten çıkarmalar hızla artıyordu. 28 Haziran 1971'de Washington'un " Eğer Ankara, Afyon Ekim alanını kısıtlamazsa Türkiye'ye karşı cezalandırıcı önlemleralınacaktır" tehditi uyarınca Türkiye'de afyon ekimi yasaklandı. ABD ile yapılan ilke anlaşmasına göre gelecek yıldan itibaren Türkiye'de haşhaş ekimine kademeli olaraktamamen son verilecek, Türkiye İlaç Sanayi için gerekli olan haşhaş devlet üretme çiftliklerinde yetiştirilecek, bu iş için yapılan masraflar da Amerikalılar tarafından  karşılanacaktı.

 < Türk hukuk tarihinde 1950 sonrası döneme baktığımızda, 1980' lere kadar hukukun siyasileşmesinde kurulan özel ve olağanüstü mahkemelerin oynadığı rol ön plana çıkmaktadır. Bu mahkemelerde sivil yargıçların yerine askeri yargıçların görev alması ise herhangi bir hukuk devletinde görülebilecek bir durum değildir. Hukukun siyasileşmesinde, olağanüstü ve özel mahkemelerin oynadığı role ek olarak, bazı uzmanlık mahkemelerinin kuruluşlarının ve uyguladıkları yargılama yöntemlerinin hukuka aykırı olması da dikkate alınması gereken bir konudur. 1 Temmuz 1973 yılında kurulan DGM' leri, yargının hukuk devleti normları dışında işlemesine olanak sağlaması nedeniyle  Anayasa Mahkemesinin 15 Haziran 1976 yılında verdiği bir kararla kapatılmıştır. Ancak, 1982 Anayasası ile DGM yeniden kurulmuştur.
Kemal Gözler [5]  >

Bu arada 1 Eylül 1971'de Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki katma protokolün ticari hükümlerini taşıyan "Geçici Ticaret Anlaşması" yürürlüğe girdi.
Anlaşmaya göre sanayi mallarımız Ortak Pazar ülkelerine bir yıl gümrüksüz girecek, Ortak Pazar ülkelerinden ithal edilecek mallara yüzde 5-10 arasında gümrük indirimi uygulanacaktı.

20 Eylül 1971'de Erim Hükümeti tarafından hazırlanan Anayasa değişikliği Meclis'te kabul edildi. Bu değişikliklerle 1961 Anayasası, hukukçuların deyimiyle 
"kuşa çevrilmişti".

Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin verilmesi, üniversite özerkliğinin zayıflatılması, TRT'nin özerkliğinin kaldırılması, Devlet memurlarının sendika kurma hakkının ortadan kaldırılması, üyelerinin atanmasında Bakanlar Kurulunun aday gösterdiği Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulması, küçük siyasal partilerin Anayasa Mahkemesine başvurma olanağının kaldırılması, askeri yargının sivil yargının aleyhine genişlemesini getiren hükümler, asker kişilerle ilgili idari  eylem ve işlemlerin yargısal denetimin, Danıştaydan alınarak yeni kurulan Askeri Yüksek İdare Mahkemesine verilmesi, sıkıyönetime geçişin kolaylaştırılmasının  yanısıra 120. madde ile sıkıyönetimden sonra bir de "olağanüstü hal" girmişti yaşamımıza.

   23 Eylül 1971'de 11 ilde uygulanmakta olan sıkıyönetim iki ay süreyle uzatıldı. 27 Nisan 1971'de başlayan sıkıyönetim uygulaması, iki ayda bir yapılan uzatmalarla  iki yılı aşkın bir süre devam edecek ve ancak 26 Ekim 1973'de sona erecekti. 5 Ekim 1971'de Adalet Partisi, yayınladığı bildiri ile hükümetin partiler üstü kalma özelliğini kaybettiğini öne sürerek 5 bakanını koalisyondan çekti. Hükümet bunalımı,

   Başbakan Nihat Erim'in istifa etmesine yol açtı. Ancak Cumhurbaşkanı Sunay, istifayı kabul etmedi. Yapılan görüşmeler sonucunda 5 bakan, İstifalarını geri çektiler. 
Ama 3 Aralık'ta 11 Bakan, reformların yapılmasının imkanı kalmadığı gerekçesiyle toplu olarak istifa ettiler. Bunun üzerine, Nihat Erim istifasını yeniden Cumhurbaşkanı'na sundu. 5 Aralık 1971'de yeni hükümeti kurma görevi tekrar Nihat Erim'e verildi. 11 Aralık 1971'de ikinci Nihat Erim hükümeti kuruldu. 
Partili 12 bakandan 7'si AP'li, 4'ü CHP'li, biri de MGP'li idi. Kabinede parlamento dışından 11 teknisyen bakan bulunuyordu. Başbakan Yardımcılıkları ile Kültür Bakanlığı kaldırılmıştı.

   22 Aralık 1971'de Amerika'da doların değerinin %8 oranında düşürülmesi üzerine Türkiye'de döviz fiyatları yeniden belirlendi. Aynı gün İkinci Nihat Erim Hükümeti, TBMM'de 45 red, 3 çekimser oya karşılık 301 oyla güvenoyu aldı. Oylamaya 91 milletvekili katılmadı.
  
1972 yılına girildiğinde gündem, "idamlar"dı. 1971'de kuruluşunu bir bildiriyle ilan eden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun liderleri İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi  öğrencisi 25 yaşındaki Deniz Gezmiş, ODTÜ öğrencisi 25 yaşındaki Yusuf Aslan ve ODTÜ İdari Bilimler öğrencisi 23 yaşındaki Hüseyin İnan'ın idam kararları  10 Mart 1972'de TBMM'de 53 red ve 6 çekimsere karşı 238 oyla onaylanıyordu. 23 Mart 1972'de kararın Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmasının ardından  CHP, Anayasa mahkemesine başvuruyor, kanunun usulden bozulması talebinde bulunuyordu. 

<   12 Mart Muhtırası'nın "Türk Milletinin sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri'nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çareleri partiler üstü  bir anlayışla meclislerimizce değerlendirecek kuvvetli ve inandırıcı bir hükümeti" tümüyle iflas etmişti.
"Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlı” da değildi artık. Hele Hele Batur ayın 15'inde ABD'den döndükten sonra.
"Anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak" ortam da kalmamıştı.
Vedii Bilget [18]  >

6 Nisan 1972 Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarını öngören kanuna CHP'nin itirazı kabul edildi, Anayasa Mahkemesi 3 idamla ilgili kanunu iptal etti. Mahkemeye göre kanun Meclis'ten, Anayasa'nın 85. mad14]desine aykırı biçimde çıkarılmıştı. 24 Nisan 1972'de toplanan TBMM, 2 çekimser, 48 red oyuna karşı 273 oyla idamları " Tekrar " kabul etti. Senatonun da kararı onaylamasıyla 6 Mayıs 1972'de Gezmiş, İnan ve Aslan hakkında idam kararları Ankara Cebeci Sivil Kapalı Cezaevi'nde yerine getirildi. Olay, tarihe "Darağacında 3 Fidan" olarak geçti.

THKO ve THKP-C tarafından idamların durdurulması için Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalandığı 17 Mart 1971'den idam edildikleri 6 Mayıs 1972 tarihleri arasında  çeşitli eylemler düzenlendi. ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğrencisi Sinan Cemgil ve arkadaşları, ABD'nin Kürecik Radar Üssü'ne eylem düzenlemek amacıyla Nurhak dağlarında kamp kurdular. 31 Mayıs 1971'de Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga güvenlik güçlerince vurularak öldürüldü. 16 Ağustos 1971'de Mahir Çayan ve ODTÜ Fizik Bölümü öğrencilerinden Ulaş Bardakçı ve arkadaşları İsrail Başkonsolosu Elrom'u kaçırdılar. Daha sonra yakalandılar, ancak 29 Kasım 1971'de tutuklu bulundukları Maltepe cezaevinden kaçtılar. Ulaş Bardakçı, 19 Şubat 1972'de İstanbul Arnavutköy'de güvenlik güçlerince öldürüldü. Mahir Çayan ve arkadaşları 25 Mart 1972'de Ünye'deki radar üssünde görevli ikisi ingiliz, biri kanadalı üç teknisyeni kaçırdılar. 30 Mart 1972'de ihbar üzerine Niksar'ın Kızıldere köyünde kaldıkları ev sarıldı. Gaz bombası atarak eve giren güvenlik güçleri, içeridekileri ölü olarak ele geçiriyor du.

   Bu arada 11 Mart 1972 Genelkurmay Başkanlığı bir bildiri yayınlayarak 8'i karacı, 48'i havacı ve biri denizci olan 57 subay ve 11 astsubayın "Anarşistlere maddi ve manevi yardım ettiklerinin belirlendiğini" ve bu nedenle ordudan atılarak haklarında kanuni soruşturma yapıldığını açıkladı.

    17 Nisan 1972'de, idamlardan 11 gün sonra, Nihat Erim, Cumhurbaşkanı Sunay'a yeniden istifasını verdi. Sunay istifayı kabul etti. Erim, yeni hükümet kurulana kadar bile görevde kalmak istememiş, yerine Savunma Bakanı Ferit Melen'i bırakmıştı. 29 Nisan 1972 Cumhurbaşkanı Sunay, yeni hükümeti kurma görevini kontenjan senatörü ve eski başbakan Suat Hayri Ürgüplü'ye verdi. Ürgüplü, kabinesini 13 Mayıs 1972'de Cumhurbaşkanına sundu. Ancak Sunay, kabineyi "12 Mart Muhtırası icaplarına ve günün şartlarına uygun olmadığı" gerekçesiyle veto etti. Bunun üzerine Ürgüplü istifa etti. Aynı gün, CHP içinde uzunca bir süredir süregelen İnönü - Ecevit çekişmesi, Ecevit'in Genel Başkan olmasıyla noktalanıyordu. Cumhurbaşkanı Sunay, hükümeti kurmak üzere Ferit Melen'i görevlendirdi. 

    22 Mayıs'ta açıklanan Ferit Melen kabinesinde Devlet Bakanlıklarından birine "komünizmle mücadele" görevi verilmiş, bu göreve CHP'li İsmail Arar getirilmişti. Melen ilk demecinde, "Eğer 12 Mart'tan önce komünistler başarı kazansaydılar, Türkiye'deki Türkleri Sibirya'ya sürecekler ve Türkiye'ye başka milletlerden insanlar yerleştirilecekti" diyordu.

   4 Temmuz 1972'de Türkiye'nin Ortak Pazar'a geçiş dönemi katma protokolünde saptanan 12 ve 22 yıllık ithalat rejimi takvimindeki sürelerin ve gümrük indirimlerinin Türkiye tarafından ayarlanması, bu ayarlamada tek taraflı karar almak için esneklik tanınması amacıyla Ortak Pazar'a yaptığı başvuru reddedildi.
18 Ağustos 1972'de İstanbul Sanayi Odası, Türkiye'nin 100 büyük firmasını açıkladı. Firmalar çalıştırdıkları işçi sayısı, öz sermayeleri ve ciroları bakımından sınıflandırıldı.
Buna göre ilk sırayı 1 milyar 242 milyon 329 bin 587 liralık cirosu ile Ereğli Demir Çelik Fabrikası, ikinciliği SEKA, üçüncülüğü ise Türkiye Çimento Sanayi AŞ alıyordu. 
Bugün bunlardan SEKA ile Türkiye Çimento Sanayii kalmadı, Erdemir de sırada. Türkiye'nin dış borçlarının, Kasım 1972 itibarıyla 34 milyar lirayı bulduğu açıklanıyordu.
Bu rakamın 12 milyar lirası borç faizleriydi. Diğer yandan 21 Ocak 1973'de yabancı petrol şirketlerinin 14 yıldan beri elinde tuttuğu ve "Burada petrol yok" dediği  Diyarbakır'ın Sarıca kesiminde arama yapan TPAO, 1850 metrede verimli ve yüksek kaliteli bir petrol yatağı buluyordu.

    ABD - Avrupa arasındaki dolar - altın çekişmesi, gün gün Türkiye'yi batağa sürüklüyordu. 23 Şubat 1973'de külçe altın fiyatı iki saat içinde 10 bin lira arttı. 
Döviz kurları gün Aşırı değişiyor, Yeniden ayarlanıyordu. Bu ayarlamalar, "bırak dağınık kalsın" mantığı ile Özal döneminde "dalgalı kur"a dönüşecekti.
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın süresinin dolması üzerine 6 Nisan 1973'de AP, CHP ve CGP'nin üzerinde anlaşarak aday gösterdiği kontenjan grubu başkanı emekli  Oramiral Fahri Korutürk, 557 üyeden 365'inin oyunu alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 6. cumhurbaşkanlığına seçildi. Korutürk, yeni hükümeti kurma görevini eski  Ticaret Bakanı Naim Talu'ya verdi. 15 Nisan 1973'de Naim Talu hükümeti kuruldu ve 261 kabul, 94 red ile güvenoyu aldı. DP ve CHP red oyu vermişti.

    22 Nisan 1973'de gazetelerde bir müjdeye tanık oluyoruz: "Hakkari İl Radyosu yayına başladı. Böylece Türkiye radyolarını yurt düzeyinde dinleyemeyen bölge kalmadı."
Günümüzdeki internet ve diğer iletişim olanaklarıyla karşılaştırdığımızda, Türkiye Cumhuriyetinin bir iline radyonun 1973'de ulaşabilmiş olmasına inanmak zor geliyor.
Üstelik aynı yıl Ankara ve İstanbul'dan sonra İzmirde de televizyon yayınına başlanmış olduğu düşünülünce.

   1973 Eylül ayı geldiğinde ekonomik kriz, had safhaya varmıştı. Bütün yurtta şeker, tuz, yağ ve bazı gıda maddeleri karaborsaya düştü. Başbakan Naim Talu, 
"Şekere zam yapılmayacak" diyordu. Ülke 12 Mart 1971 darbesinden bu yana atama yoluyla gelen Nihat Erim başbakanlığında 2, Ferit Melen başbakanlığında 
1, Naim Talu başbakanlığında 1 olmak üzere 4 farklı hükümet görmüştü. 14 Ekim 1973'de genel seçimler yapılıyordu. Türkiye'ye demokrasi(!) yeniden gelmişti.  Ancak aktörler değişmemişti.

1973 GENEL SEÇİMLERİ: “Bu Düzen Değişmelidir”

14 Ekim 1973'te yapılan seçimlerde halkın “umut” olarak görüp “Karaoğlan” diye nitelediği Ecevit'in partisi CHP % 33 oyla 185 milletvekiline sahip oldu. 
AP % 29,8 ile 149 milletvekili, DP ile kapatılan Milli Nizam Partisi yerine Erbakan ve arkaşallarının kurduğu MSP 48'er, MHP 3 milletvekili çıkarıyordu.
Türkiye'deki seçimlerden tam iki gün sonra tüm dünya, OPEC ülkelerinin batı blokuna koyduğu petrol ambargosu ile sarsıldı. 16 Ekim 1973'te OPEC
ülkeleri, 1973 Arap - İsrail savaşında İsrail'i destekleyen ülkelere, özellikle ABD ve Hollanda'ya petrol ihracatı yapmayacaklarını açıkladılar. 
Bretton Woods anlaşmasının çöküş süreci içinde hala bunalımda olan batı ekonomisi, şoktaydı. 20 Ekim'de BM Güvenlik Konseyi olağanüstü toplandı
ve 21 Ekim 1973'de geceyarısı aldığı bir kararla ateşkes istedi. Mısır ve Suriye kararı kabul ettiler.
BM, İsrail'in işgal ettiği topraklardan derhal çekilmesini istedi. Kartlar oynanmış, OPEC'in açıklaması amacına ulaşmıştı. Ancak Petrol fiyatları tırmanıyordu. Bu kriz, batılı ülkelerde ancak 1980'lerin ilk yıllarında kontrol altına alınabilen yüksek enflasyon ve işsizliğe neden olacaktı.



<  "Savaş, Ekonomi için iyidir" cümlesi, iktisatçı Hazel Henderson'a aittir. İfadeyi, Körfez Savaşının analizini yaparken kullanmıştır. Körfez savaşı, Milyarlarca doların müttefik ülkelerden ABD hazinesine akmasıyla ABD ' yi 1980 bunalımından kurtarmıştır. Bu milyarlarla yeni iş olanakları kurulmuştur. Gerçekte Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra fazlaca bir anlam ifade etmeyen bu endüstriyel - askeri birleşim giderek güç kazanmış ve yeni savaşlar, NATO içindeki " Barışsever " Ülkeler için doğal bir " Uğraş " halini almıştır. Maria Mies [20]  >

   Ancak ABD, 1973 Petrol şokundan sonra dersini almış görünüyordu . Bundan böyle petrol fiyatlarındaki oynamalar ya da ABD ekonomisindeki herhangibir gerileme,  hangi ülkeye açıldığı çok d a ö n e m l i olmaksızın savaş nedeni sayılabilecekti . Petrol fiyatlarını, ABD dış ticaret açığı verilerini ya da ABD'nin 
ekonomik durgunluk dönemlerini " Körfez savaşları"nın ya da " Demokrasi getirme girişimleri"nin meydana geldiği tarihlerle karşılaştırılması,  ABD'li ünlü iktisatçı  Hazel Henderson'a "war is good for the economy" [savaş, ekonomi için iyidir] ifadesini söyletecekti. [20]

    Petrol üreten ülkelerin yaptıkları fiyat artışlarının yansıması gerekçe gösterilerek Kasım 1973'de plastik hammaddelerine %80 oranında zam yapıldı. Rafinerilerin üretimi, petrol bunalımı nedeniyle azalınca tüm yurtta tüpgaz sıkıntısı başladı. Tüm yurtta elektrik sıkıntısı arttı. Elektrik kısıtlamaları başladı. 1973 toplam fiyat artışlarının %29'u aştığı açıklanıyordu. Karaborsacılık almış yürümüştü. Gelir vergisi ödemeleri içinde memur ve ücretlilerin ödedikleri vergi oranı artılılarak %66'yı buldu. 
Partilerüstü hükümetlerin işbaşında olduğu 2,5 yıllık dönem içinde fiyatlar %67 oranında artmıştı.

Bu arada hükümet henüz kurulamamıştı. Hükümeti kurma görevi Ecevit'e verilmiş, ancak çoğunluğu sağlayamayan CHP, herhangi bir parti ile koalisyona da gidememişti.

Seçimlerden sonra istifasını vermiş olan Naim Talu hükümeti hala işbaşındaydı. 14 Ekim 1973'te yapılan seçimlerin ardından CHP-MSP koalisyon hükümeti, 
25 Ocak 1974'de kurulabildi. 7 Şubat 1974'de 373 milletvekilinin katıldığı oylamada 235 kabul ile güvenoyu aldı. Ancak 20 Temmuz 1974'de gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatı, CHP ile MSP arasındaki gerginliği artıracak, Erbakan Kıbrıs “başarısını” MSP'ye maletmeye çalışacak ve bu koşullarda CHP-MSP koalisyonu ancak 7 ay sürecekti.
12 Mart darbesinden sonra 1971 Ağustos ayında yapılan düzenlemeyle imam hatip okullarının dört yıllık orta kısımları kapatılmış, lise süresi ise üç yıldan dört yıla çıkartılarak meslek lisesi haline dönüştürülmüştü. 197374 öğretim yılında çiçeği burnunda CHP-MSP koalisyonu, imam hatip okullarının orta kısımlarını yeniden açtı ve imam hatip liselerine bütün üniversitelere giriş imkanı verdi. 1974 yılında 33 tane yeni imam hatip okulu açıldı.

   1968 Haziranında başlayan ve Kıbrıs'a yeni bir düzen getirmeyi amaçlayan toplumlararası görüşmeler altı yıl devam etmesine rağmen, 1974 yılı geldiğinde en küçük bir ilerleme olmamıştı. Bu arada, 21 Nisan 1967'de yaptığı darbeyle Yunanistan'da iktidara gelen Albaylar Cuntası, " Enosis "i (Kıbrıs adasının Yunanistan topraklarına katılmasını) gerçekleştirerek Yunan halkının desteğini arkasına almak istiyordu. Kıbrıs Rum lideri Makarios ise, Cunta'ya karşı tavır almıştı. 15 Temmuz 1974 günü, Nikos Sampson, yaptığı bir darbe ile Makarios'u düşürdü ve Kıbrıs HELEN Cumhuriyeti'ni ilan etti. Makarios kaçmayı başardı. 1974 Kıbrıs buhranı böyle başladı. 

Türk kesim üzerinde yıllarca süren baskılar, Nikos Sampson'un iktidarı ele almasıyla arttı ve Türkiye, müdahale kararı aldı. 20 Temmuz 1974'de Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs'a çıktı. 18 Ağustos 1974'de Birinci Kıbrıs Barış Harekatının mali portesinin 5 milyar lira olduğu açıklanıyordu. Türkiye, 250 şehit vermişti.

    18 Eylül 1974'de Ecevit, istifa etti. CHP-MSP koalisyonunun ardından ülke, 6 aylık bir bunalım döneminden sonra 1. Milliyetçi Cephe (MC) dönemine girecekti. 
Ecevit'in istifası ile Süleyman Demirel Başbakanlığında kurulacak yeni hükümetin Mart 1975'de işbaşına gelmesi arasında ülke iyice karıştı. 20 Eylül 1974'de 
ABD Senatosu Türkiye'ye yapılmakta olan askeri yardımın tümüyle kesilmesini öngören bir karar aldı. Teklifin ihracat ve ithalat bankasının Türkiye'ye kredi açmamasını öngören ikinci maddesi ise ortak komisyonda reddedildi. ABD, Kıbrıs konusunda "anlaşma yolunda kesin bir gelişme" görülene kadar askeri yardımı kestiğini açıklıyordu. 

Şubat 1975'de de ABD, Türkiye'yi indirimli Gümrük tarife listesinden çıkardı. Amerika'da Türk malları artık daha pahalı satılacaktı. Ülke içindeki ekonomik buhran ise sürüyordu. 

 Piyasada yağ, tüpgaz, ilaç ve filtreli sigara bulunamıyordu. Yağ sıkıntısını önlemek için yağ ithali serbest bırakılmış, karaborsaya mani olmak için margarin  fabrikalarının üretim ve satışlarının denetlenmesine başlanmıştı. İlaç fiyatlarına yüzde 20-30 zam yapıldı. Süt tozu ithalinin durdurulması üzerine piyasada süt ve süt 
ürünleri darlığı baş göstermişti. İstanbul'da tüp gaz sıkıntısı büyüyordu. Bulunabilen tüpler de el altından ve karaborsa fiyatla satılıyordu. Altın fiyatlarında dünya borsalarındaki buhran Türkiye'ye de yansıyor, 29 Eylül 1974'de 1974 yılı başından bu yana ilk kez cumhuriyet altını 40 lira birden değer kaybediyor ve 535 liradan 495 liraya düşüyor, ardından Kasım 1974 başında hızla artıyor, bir hafta önce 500 lira dolayında işlem gören cumhuriyet altını İstanbul'da 570 liraya yükseliyordu. 

Şubat 1975'de ise devalüasyon söylentileri yüzünden cumhuriyet Altınının fiyatı 620 liradan 680 liraya, Reşat altını ise 680 liradan 810 liraya fırlıyor, piyasalar altüst oluyordu. 

Ülke, çok zor günler geçiriyordu. "Bu kadarı olur mu" dedirtecek olaylar yaşanıyordu peşpeşe.  Savaş sanayiinde, özellikle füze yapımında kullanılan volfram'ın Uludağ'daki maden ocağında geceyarısı yangın çıkıyor, İzmit'te SEKA Trafo Merkezi'nde "tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu" meydana gelen patlama sonucu 5 kağıt fabrikasından üçünde üretim tümüyle duruyordu. Keban ve Gökçekaya santrallarıyla, Seyit Ömer termik santralının üç ünitesinin birden aynı anda arızalanması üzerine tüm Türkiye'de her gün 1,5 saatlik elektrik kısıtlamasına başlanıyor, Şubat 1975'de elektrik kısıtlamasının süresi günde 1,5 saatten 2 saate çıkarılıyor, THY'nin Bursa isimli yolcu uçağı, elektriklerin kesik olmasından dolayı Yeşilköy Havaalanı 'na inemeyince Marmara Denizi'ne düşüyor, uçakta bulunan 42 kişiden kurtulan olmuyordu.

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***