ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2020 Perşembe

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM 2

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK?  BÖLÜM 2


ATATÜRK, BUGÜNLERE NASIL GELDİK,Cüneyt Arcayürek, Recep Peker, Cumhuriyet Halk Partisi,İsmet İnönü,

Yüreğimde, kafamda ve anılarımdaki İsmet İnönü'yü... 

Ölümünün 34. yılında (2007), İsmet İnönü ve başarıları, hizmetleri üzerine pek çok şey söylendi. Anıtkabir'deki mezarında yapılan törene, Cumhurbaşkanlığı dâhil devletin sivil asker önde gelenleri, tabii Ömer ve Erdal'ın ölümünden sonra hayattaki son evladı Özden Toker ve çocukları katıldı. 

Buraya ölümünün 34'üncü yılında bir belediye başkanının, İsmail Ünal'ın sözlerini almayı yeğliyorum...İnönü'yü kısa fakat özlü biçimde anlatıyor: 
“...İsmet İnönü, önce asker, sonra Cumhuriyet'in iki numaralı kurucusu, siyaset adamı, Mustafa Kemal'in başbakanı, daha sonra iktidarını çok partili rejime geçişte devreden lâik bir devlet adamı, muhalefet lideri ve partisinin genel başkanlığını devrederken de yeni genel başkanını ceketini ilikleyerek karşılayan dev bir liderdi. İşte bugün böyle bir dev lideri anıyoruz. CHP'nin önderini anıyoruz...” 

...Ve Liste 

İmam hatip açan hükumetler: 

1951-1959: Adnan Menderes 19 adet 
1962-1963: İsmet İnönü 7 adet 
1965-1971: Süleyman Demirel 46 adet 
1974-1975: Bülent Ecevit 29 adet 
1975-1978: Süleyman Demirel 233 adet 
1978-1979: Bülent Ecevit 4 adet 
1979-1980: Süleyman Demirel 36 adet 
1984-1989: Turgut Özal 90 adet 
1990-1992: Mesut Yılmaz 23 adet 
1992-1993: Süleyman Demirel 12 adet 
1994-1995: Tansu Çiller 13 adet 
1995-1997: Diğer hükumetler 97 adet 
Rekor Süleyman Demirel'de: 327! 

Kenan Evren: “Cennetlik” 

1982 Anayasası'na okullarda zorunlu din derslerini koyduran asker; Kenan Evren'dir.

Danışma Meclisi anayasa üzerindeki çalışmalarını bitirmiş ve metin son şekli verilmek üzere beş orgeneralden kurulu Millî Güvenlik Konseyi'ne sunulmuştur. 
Tutanaklara göre, din dersleri konusuna gelindiğinde Kenan Evren; - diğer generallerin karşı çıkmasına karşın – din derslerinin zorunlu olmasında ısrar etmiştir. Söylediği özetle şudur: 

Babalardan annelerden mektuplar alıyorum. Öldüğümüzde çocuğumuz başımızda dua edemeyecek mi? 

Bu gerekçe ile millî eğitimde zorunlu din dersleri anayasaya konuldu. 
Milliyet'in İnternet sitesinde yayımlanan bir röportajda; Fethullah Gülen, Kenan Evren için şöyle konuşuyor: 

“...Evren Paşa demokrasinin kesintiye uğraması ve daha pek çok açıdan tenkit edildi. Ancak din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştı. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasip almışlardır. Yaptığı iş o kadar büyüktür ki, doğrusunu Allah bilir, hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yeter. Cennete gidebilir...” 

...Bay Fethullah Gülen geliyor! 

Amerika'da ABD'nin himayesinde bir çiftlikte yaşıyor; ancak Gülen cemaati, TV 
istasyonları, dergileri, gazeteleri ve kaynağı asla anlaşılamayan maddi olanaklarıyla hemen her yerde, devlet içinde, medyada, hâttâ futbol kulüplerinde söz ve etki sahibi. 

“Laik devlet yapısını değiştirerek dinî kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyette bulunmaktan” sanık olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde muhakeme edilen Fethullah Gülen; 10 yıl kadar hapis cezası ile yargılandı. Ancak karar kesin hükme bağlanmadan Rahşan Affı ile ve beş yıl içinde aynı suçu işlememek kaydıyla cezası ertelendi. 

İddianamede yazıldığına göre, günümüzde Nurcular; “Gazeteciler, Şuracılar, Fethullah Gülen'ciler, Yazıcılar” olarak faaliyet göstermektedir. 

Yine iddianamede yazıldığına göre; Nurculuğun lâik cumhuriyete ve Atatürk'e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir. Barla mektupları sayfa 53: Atatürk'ü kastederek “Tek gözlü Deccal, ya iman et, ya dünyanın maskarası olacaksın” denilmiştir. 

“Sönmez” adlı risalede (sayfa 21-22) Atatürk kastedilerek “Ayasofya Camisi'ni put haneye, meşiat makamını kızlar lisesine çeviren bu adamı sevmemenin bir suç olması imkânı var mıdır” denilmiştir. 

İddianamede “Fethullah Gülen Grubu” çeşitli yönleriyle anlatılıyor: 
“Amaç: Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğü kurmaktır” denildikten sonra ayrıntılara geçiliyor: “Fethullah Gülen, demokratik usuller ile ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi... Toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurt içi ve yurt dışındaki okulları vasıta olarak kullanması... 

Papa ile görüşerek sâdece Türkiye'de değil, dünyadaki Müslümanları yönetmeyi amaçlayan ruhani liderliğe olan ilgisi... siyasî parti, kişi ve bâzı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi... dinî ve siyasî yapısını sürekli canlı tutan kaynağı belirsiz finans kaynağı ile... ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma olarak değerlendirilmiştir”. 

Stratejisine gelince: Fethullah Gülen, İslamcı ideolojik bir yaklaşımla, bulunduğu legal yolu muhafaza ederek sahibi olduğu etken mali gücü ile: 

A) Bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak, 

B) Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside, Millî Eğitim Bakanlığı ve Emniyet teşkilatında kadrolaşmak, 
C) Yurt dışında, Türkiye'de kurulacak siyasal İslam'a sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak istemektedir. 

Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bâzı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.

Cumhuriyet düzenine 'kefere düzeni' diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek bâzı kesimleri bu davranışına inandırabilmektedir. 

Fethullah Gülen oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkânlar ile kendisine bağlamaktadır. Gülen'in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk devrimleri ile toplumun İslam'dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahir zamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır. 

Gülen Grubu planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ni görmektedir. 

...Türk Silahlı Kuvvetlerini ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir... 

...Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanı sıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadır... 

...Silahlı Kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmeleri nin sağlanabilmesi için gerekli vasatı hazırlayacak bir yapılanmaya gitmiştir. 

Fethullah Gülen bu yöntemle 10 yıl içinde (demek ki yaklaşık 2010'larda) Türk Silahları Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır... 
Yurt dışı faaliyetleri: “...Gülen Grubu 1992 yılında başlattığı yurt dışına açılım sonucu 35 ülkede 6 üniversite ve yüksek okul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 yabancı dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu, 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kurumunu faaliyete geçirmiştir...” 

“Fethullah Gülen'in oluşturduğu örgüt... devletin lâik yapısını yıkmak amacıyla kurulmuş olup, istişare kurulu, bölge imamları, semt imamları, ev imamları gibi illegal yapılanmayla bütün ülkeyi bir ağ gibi sarmıştır...” Ve lâkin: 

İstediği zaman yurda dönmesine yeşil ışık değil, ışıklar yakılmasına karşın... orada yaşamını sürdürüyor ve bir rivayete göre, Molla Humeyni'nin Tahran'a dönüşüne benzer görkemli bir karşılamayla Türkiye'yi onurlandırmayı düşünüyormuş!... 
Bu memleketi 1960'lardan bu yana yönetenler: 

Süleyman Demirel, Bülent Ecevit'ten sonra Recep Tayyip Erdoğan da Fethullah Gülen'e şapka çıkardı. Yalanlanmayan haberlere göre ABD gezilerinden birinde Hoca Efendi'yi ziyareti bile programlamıştı. 

Yıllardır Türkiye'yi Nakşi-Süleymancı-Milli Görüş desteği ve dayanışması altında AKP'nin de, özellikle Güneydoğu kökenli milletvekillerinin çok büyük bölümünün Fethullahçı olduğu biliniyor. 

Eski Dış işleri Bakanı Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül'ün dış işleri bakanlığı döneminde 2003 yılında dış işleri görevlilerine gönderilen bir kripto ile, diplomatlardan bir cemaati desteklemelerini istediği bilinmekte. 
Türkiye Cumhuriyeti'nin 10'uncu, lâik, demokratik, sosyal ve hukuk devletinin Çankaya'daki son savunucusu ve koruyucusu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer; görev süresinin sona ermesine yakın bir tarihte...13 Nisan 2007'de İstanbul Harp Akademileri'nde ulusal ve uluslararası konulara ilişkin görüşlerini açıklayan önemli bir konuşma yaptı. 

Sayın Sezer; “...Türkiye'yi çağ dışı rejime sürüklemek isteyenlerin demokrasiden söz etmelerinin bir oyun olduğu görülmektedir...” diyor ve şunları söylüyordu: 
“... Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Lâik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir”.

“...Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin 'lâik Cumhuriyet'ten 'demokratik Cumhuriyet' adı altında, 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti'ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. 

Ilımlı İslam, devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. 

Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da , Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle 'irticai' bir modeldir.” 

“Üç Önemli Gerçek” 

“...İşin dikkat çekici yanı, Türkiye Cumhuriyeti rejimini Ilımlı İslam'a dönüştürmek için dış ve kimi iç odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır. 
Oysa bu odakların bilmesi gereken üç önemli gerçek vardır: 

1. Birincisi, ister 'ılımlı', ister 'köktenci' olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. 

2. İkincisi, Ilımlı İslam'ın çok kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmazdır. 

3. Üçüncüsü de, Türkiye devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte 84 yıl önce yapmıştır. 

Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleriyle Atatürk ulusçuluğuna bağlı, demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir. Türk devriminin genel amacı, aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu çağdaşlaştırmaktır...” 

İŞTE: 

RECEP TAYYİP ERDOĞAN'IN SÖYLEMLERİYLE ATATÜRK'TEN SONRA GELDİĞİMİZ “BUGÜNLERİ” SERGİLEYEN KANITLAR 

“...Kendi yaptıkları Anayasa'ya sâhip çıkmıyorlar. Demek ki ayık kafayla değil sarhoş kafayla hazırlamışlar. Dört senede delik deşik olmasının nedeni bu...” 
“...Atatürk'ün önünde sap gibi duruyorlar...” 
“...Yahu bu millet istedikten sonra lâiklik tabii elden gidecek yahu... Sen bunun önüne geçemezsin ki... yâni zorla bu milleti elinde tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu iş yürümez zâten...”
“...Ben diyorum ki Türkiye'de laisizm şeriatı var, var mı var...” 
“...Hem lâik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya lâik. İkisi bir arada ters mıknatıslanma yapar...” 
“...Türkiye'de yaşayanların yüzde 99'u Elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99'un 'Elhamdülillah şeriatçıyım' demesi de lâzım. Ben elhamdülillah şeriatçıyım...” 
“...Benim referansım İslam'dır...” 

Millî egemenlik, millî devlet, lâiklik gibi kavramların “kimsenin tekelinde” olmadığını söyleyen Erdoğan: “Bu kavramların demokratik gelişmeye paralel şekilde yeni anlamlar kazandıkları, hayatın ve dünyanın bütün ile değişime açık oldukları unutulmamalıdır...” diyor. 

AKP hükümetinin sessiz kaldığı Kemalizme karşı AB'den sesler: 

Türkiye-AB Ortak Parlamento Komitesi Başkan Yardımcısı Andrew Duf: “...Kemalist milliyetçi sorunuyla yüzleşmeli...

Atatürk'ün devlet binalarındaki fotoğrafları artık indirilmeli...”


***

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM 1

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM  1 



Cüneyt Arcayürek 
Detay Yayımcılık-Şubat 2008 
Derleyen: 
Halit YILDIRIM 
22 Ağustos 2008 
www.altinicizdiklerim.com 


Mustafa Kemal Paşa, çağdaş bir cumhuriyete yönelen bütün devrimlerini 1922 ile 1932 yılları arasında, on yıla sığdırdı. Devrimleri bu kadar kısa süre içinde gerçekleştirmesi, kimi yazarlar tarafından, yaşama veda ettikten sonra eleştirildi. 
Dediklerine göre, devrimler zamana yayılarak gerçekleşseydi, ulus tarafından sindirilecek, daha az saldırıya uğrayacak, daha az eleştiri konusu olacaktı. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın bildiği bir gerçek vardı: kafasında yılardır kurguladığı çağdaş cumhuriyeti oluşturacak devrimleri ancak kendi zamanında, sarsılmaz iradesiyle gerçekleştirip uygulamaya koyabilirdi. 

Öngördüğü devrimler kendisinden sonra acaba gerçekleşebilir miydi? 
Evet, Gâzi gerçekçi idi. Nitekim bir ara CHP ile ilgili bir konuyu önüne getiren Recep Peker, “Paşam neden Cumhuriyet Halk Partisi yazıyorsunuz. Benim partim yazsanıza!” demiş, Mustafa Kemal'den şu kısa yanıtı almıştı: “Cumhuriyet Halk Partisi'nin (veya fırkasının) benden sonra benim partim olarak kalacağını nereden bilebilirim?” 
Dün Söylediklerinden Bugüne Bakarsak... 
2 Temmuz 1932'de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi'nin son günlerinde Atatürk, tarih öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gâzi Orman Çiftliği'nde çaylı bir toplantıya çağırdı. İki saat konuştu. Bu arada öğretmenlerden biri Atatürk'e sordu: 
· “Paşam, din lüzumlu bir şey midir? 
· Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?” 
Atatürk, bu sorulara şu yanıtı verdi: 
“Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur. Din, Tanrı ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Dinden maddi çıkar sağlayanlar (bugünküler gibi) alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız... 
... (Bugün de AKP gibi) bütün hükümdarlar hep dinî alet edindiler... 
... Fakat bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, (bu sözü sanki bugünleri görüyormuş gibi 1932'de söylüyor) halkın cehaletinden ve taassubundan istifade ederek, bin bir türlü siyasî ve kişisel amaç ve yarar için dinî alet ve vasıta olarak kullanmak girişiminde bulunanların... varlığı... bizi bu zeminde söz söylemekten henüz alıkoyamıyor... 
... Masum halka... beş vakit namaz dışında... vaaz ve nasihat etmek... belki ömründe hiç 
namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?...”

Sonuç olarak: Atatürk, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Bid'atlere, hurafelere, dinin yarar ve siyaset çıkarlarına alet edilmesine karşıydı. 
Atatürk dinin değil, din istismarcılarının karşısındaydı. 
“...Duraklamaksızın diyebilirim ki, bugünkü İslam dinî başka, Peygamber'in zamanındaki İslam dinî başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder...” 
Prof. Fahri Kayadibi, Atatürk'ün dinî, gerçek dindarı ve din adamını öven... Müslümanlıktan dolayı iftihar ettiğini dile getiren çok sayıda sözü ve konuşması olduğunu yazıyor. “O, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Din istismarcılarının karşısındaydı. Atatürk'ü din düşmanıymış şeklinde göstermek ya kasıtlıdır ya da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır” diyor. 

Yaşamı boyunca, Türk halkına gerçek dindarlığın, “bugünkü İslam dininin başka, 
Peygamber'in zamanındaki İslam dininin başka olduğunu, mantıklı bir din olan gerçek İslamiyet'in düşleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmediğini, özellikle nefret ettiğini” anlatmaya çalıştı. 

Atatürk'ün yanından ayrılmayan, yanından ayırmadığı Ali Kılıç (Kılıç Ali) anlattı: 
“İlk Meclis'te bir gün lâiklik konuşuluyordu. Gâzi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir üye kürsüye geldi. Alaylı bir tavırla:

'Arkadaşlar, bir lâikliktir gidiyor. Affedersiniz ben bu lâikliğin anlamını anlayamıyorum' diye söze başlarken oturuma başkanlık yapan Mustafa Kemal Paşa, dayanamadı, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:'Adam olmak demektir Hocam, adam olmak!’ Soru yanıtlanmıştı”. 

Uzun İnce Bir Yol Lâiklik resmiyet kazanacağı tarihe kadar ince uzun bir yolda çeşitli aşamalardan geçti. 

1920'de kurulan TBMM'de kabul edilen anayasada egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesiyle lâikleşme sürecinde ilk adım atıldı. 

Dinci devletin dayanağı olan saltanatın 1922'de ortadan kaldırılmasından ve yerine ulusal egemenlik temeline dayanan Cumhuriyet'in 1923'de ilan edilmesinden sonra, 1924'de halifelik de kaldırıldı. 

Böylece, dinin devlet üzerindeki etkisi kırıldı, 1928'de Anayasa'dan “Devletin dinî İslamdır” maddesi kaldırılarak anayasa, bu süreçte devlet, hukuk, eğitim ve kültür lâikleştirildi. Hukukun lâikleştirilmesi Şeriye Vekâleti'nin (bakanlığının) kaldırılması ile başladı. Bunu yasalar izledi. 

1924'de dinî içerikli hukuk kitabı olan mecelle kaldırıldı. Şeriye Mahkemeleri kapatıldı. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun'la kadın haklarında yasal düzenlemeler gerçekleştirildi. Bunu borçlar, ticaret ve ceza yasaları izledi. 
1931 ve 1934'de kadınlara seçme-seçilme hakları verilerek hukuk alanında lâikleşme tamamlandı. 

Bu gelişmenin önderliğini yapan Atatürk, eğitim sistemindeki lâikleşmeyi, din etkisinden arındırılmış okullar ve eğitim programlarına çağdaş öğeleri ve kuralları yerleştirerek sağladı. 

Bir dizi devrim sırasıyla yasalaştı. 

Örneğin bin yıllık Arapça yazısına son verilerek kültür alanında lâikleşmeye ilk adım atıldı. 
Ve... 
Atatürk'ün ölümü üzerinden yarım yüzyıl geçtikten sonra dinci gelişmelerin odak noktasında duran Erdoğan; meydanlarda, resmî demeçlerinde “Elhamdülillah şeriatçıyım...Millet isterse lâiklik elbette gidecek” diyebilme özgürlüğüne kavuştu. 
Anadolu insanının başörtüsünü siyasal simge türbanla özdeşleştirdi. 

Bugün Atatürk'ün bin bir emekle kurduğu “modern Türkiye”nin cumhurbaşkanı ile 
başbakanın eşleri çağdaş Türk kadınını türbanlı başlarıyla yurt dışında da temsil ediyor. AKP'li bakanların ve milletvekillerinin eşlerinin çoğunluğu halka Kuran emri diye yutturdukları türban takıyor.

Atatürk'ü sâdece yakından tanımak mutluluğu dışında Atatürkçülüğü, devrimlerini ve lâik Cumhuriyet'in kazanımlarını ve nimetlerini sindiren usta bir yazarın, F.R. Atay'ın, O'nun ölümünün 20'nci yılındaki yazısından – izninizle – kimi alıntılar yapmak istiyorum. 

“Keşke 1938'den On Yıl Sonra Ölseydi...Kurtuluşumuzu tamamlardık...” 
“Keşke 1919'dan on yıl önce Türklüğün başına geçseydi... 
Ne Balkan Savaşı'na fırsat verirdik, ne de Birinci Dünya Savaşı'na girerdik. 
Ve keşke 1938'den sonra ölseydi... 
Kurtuluşumuzu tamamlardık. ''

Söyleyiniz bana, sağdan yazı devam etseydi Latin alfabesini alabilir miydik? Medeni Kanun'u alabilir miydik? Eğitim birliğini yapabilir miydik? Medreselerin yeniden hortlamasına engel olabilir miydik?.. 

... Atatürk, 1965 Türkiyesi ilim ve teknik kadrosunun dörtte birini bulsaydı, çoktan bütün işlerimizi bitirmiş olurduk. Meclislerimizde kürsü arkasına eskiden Arapça 'Danışınız!' sözünü asardık. Sonra onu 'Hakimiyet milletindir' sözü ile değiştirdik... 
Gerçekte Atatürk partisi millet içinde değil, Atatürkçülük dediğimiz her şey kendi partisi içinde azınlıkta idi. Ölümünden sonra parti güdümü bu inançsızların eline geçti. Ne yazık ki Atatürk'ün başladıklarını severek, bilerek, benimseyerek tamamlayacak olanlar, o öldükten sonra yetişmişler ve Onsuzluk yüzünden eski şekilci ve statükocu Tanzimat bürokratları engelini sökememişler, sonunda da henüz ne devrimlere ısınan, ne eğitimden geçen halk yığınları 
çoğunluğunun seli içine atılmışlardır...
... Bugün kendilerine reformcu diyen korkak ikbalcilere bakınız: Türk çocuklarının on binlercesine medrese ilkokullarında medeniyet düşmanlığı ve Türkiye halkının milyonlarcasına cami kürsülerinde Atatürk devrimleri düşmanlığı telkinleri yapıldığı bilinirken susmakta değil midirler?...” 

Karşı Devrimin Başlangıcı 

Kimi bilim adamlarına göre; karşı devrim hareketleri, Atatürk'ün ölümünden sonra başladı (1938) ve çok partili yaşamla birlikte, 1945-46'da ilk meyvelerini verdi. 
1950, 14 Mayıs seçimlerinde 27 yıldır süregelen CHP iktidarını deviren Demokrat Parti iktidarında ivme kazandı. 

DP iktidarını izleyen iktidar dönemlerinde de gelişti... 
Karşı Devrim Uygulamaları 
Karşı Devrim Kronolojisi” listelerinde şu tarihler dikkati çekiyor: 
· 4 Şubat 1949: İki “meczup” Meclis'te ezan okuyor. 
· 15 Şubat 1949: İlkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerine başlanması önerildi. 
· 1 Mart 1950: (27 Mayıs seçimlerine iki ay 27 gün kala) millî Şef İnönü'nün 
cumhurbaşkanı, CHP'nin tek başına iktidarda olduğu tarihte, hükümet, Atatürk'ün 
çıkarttığı Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Yasa'yı yürürlükten 
kaldırdı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar Millî Eğitim 
Bakanlığı'nca halka açıldı. İlk aşamada açılan türbe sayısı 19. 
· 12 Nisan 1950: Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dinî siyasete alet ederek gövde gösterisi yaptı. 
· 1948 – 1949: İlkokullara, ailelerin isteğine bağlı olmak koşuluyla, okul içinde ve ders saatleri dışında din dersleri konuldu. 
· MEB'e bağlı “İmam-Hatip Yetiştirme Kursları” açıldı. Hacca gideceklere döviz 
verilmesi için izin çıktı. 
· Ankara Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı. 
· İmam Hatip Kursları okula dönüştürüldü. 
· 1950: Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Kanun'da değişiklik 
yapıldı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar MEB'ce halka açıldı. 

Ve... Gerçeği Yansıtan Sonuç 

Prof. Dr. Çetin Yetkin bir dönemin ayrıntılarını açıklayan değerli Karşı Devrim – 1945–1950 kitabının hemen baş sayfalarında, “araştırmanın İsmet İnönü'yü eleştirmek amacıyla yapılmadığının” altını çiziyor ve şunları yazıyor: 
“İnönü, Atatürk değildir. Öyle olmadığı gibi, bu kitabın sayfalarını çevirdikçe göreceksiniz ki, Atatürk'ün birçok eserini ters yüz eden, yıkan da İnönü'nün ta kendisidir. Hemen söyleyelim: 

İmam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin, tekke ve zaviyelerin açılması, okullara din dersi konulması ve birçok geriye dönüşler, İnönü zamanında gerçekleştirilmiştir... 

Karşı devrim, 

Atatürk'ün ölümü ile eş zamanlı olarak gündeme gelmiştir...” 
Yargıtay Başkanı İmran Öktem, 1 Mayıs 1969 günü öldü. 3 Mayıs 1969'da Ankara Maltepe Camisi'nde yapılan cenaze töreninde büyük olaylar çıktı. Bir “kalabalık” cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalıştı. Cami görevlileri görevlerini yerine getirmekten kaçındı. Olaylar sırasında camide bulunan ve saldırganlar arasında kalan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'yü korumak amacıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığı Topçu Dairesi Başkan Vekili Tuğgeneral Nabi 
Alpartun tabancasını çekti. İnönü – yakınında bulunanların söylediğine göre – CHP Ankara İl Başkanı Rauf Kandemir'e “Namazı kılınacak, namaz kılınmadan gitmem” dedi. 

Gericiler grubunun baskısından etkilenen veya onlara uyan imamlar da direnişe katılınca, namazı 27 Mayıs Millî Birlik Komitesi Hükümeti'nin bakanlarından Abdullah Polat Gözübüyük'ün ağabeyi İzzet Gözübüyük kıldırdı.

Olay, tam anlamıyla bir irtica olayı idi. İsmet İnönü, olayları değerlendirirken “Her 
manasıyla kesin ölçüde bir 31 Mart Vakası'dır” dedi. 

1965'teki genel seçimde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi'nin genel başkanı Süleyman Demirel, başbakandı. Olay hakkında “Hadise gayet üzücüdür” demekle yetindi. 

7 Mayıs 1969'da Yargıtay Başkanı'nın cenaze töreninde, camide yaşanan irtica olayını ve olaylarını yaratanları protesto etmek için hukuk adamlarının geniş ölçüde katıldığı ve Anıtkabir'de sonuçlanan görkemli bir yürüyüş yapıldı. 
Cenaze töreninde alışılmışın dışında bir eylem gerçekleştiren gericilerin bu hareketindeki nedeni açıklamak gerekiyor. 

Olaydan bir yıl önce Yargıtay Başkanı İmran Öktem; lâikliği yorumlarken ünlü Fransız düşünürü Voltaire'in bir sözünü tekrarlayarak “Tanrı'yı da insan yaratmıştır” demiş, bu sözü “malum” çevrelerin tepkisine yol açmıştı... 
İmran Öktem, ölümünden bir yıl önceki konuşmasında şunları söylemişti: 
“...Cumhuriyet rejimini yıkmak ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti'ni dinî esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczup, ruh hastası veya dinî, kazanç meta haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar – o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler - evet bunlar ve bir takım hurafeleri dinî esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu 
suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklar dır...” 


***

6 Şubat 2020 Perşembe

Atatürk ve Emperyalizm

Atatürk ve Emperyalizm



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
14 Kasım 2011

Devlet Adamlarının kaderleri bazen milletlerinin kaderleri ile birleşir. Bu tarihi zamanlarda liderin dengeli bir kimliğe sahip olması, kendini aşma iradesiyle yaşaması büyük bir bahttır.Bizim tarihimizde bunun pek çok örnekleri vardır. Ama hiç şüphesiz en önemlisi Çanakkale savaşlarıdır. II. Viyana kuşatmasından sonra başlayan kayıp yıllarımızda mağlubiyet girdaplarıyla boğuşurken Çanakkale’de ayağa kalktık. Yenilmez denilen armadalar boğazın dibini boyladı.Türk kumandanlar, boğaz harbinin kahramanı Çobanlı Paşa, Türk topçuları ve yiğit Mehmetçikler o güne kadar mağlup ve mahcup başımızı dikleştirdi. Tarihimize muhteşem bir zafer ekledi.İngiltere ile Fransa’daki askeri ve siyasi kadrolar bu mağlubiyeti kabul edemediler. Çanakkale’yi karadan aşıp İstanbul’a girmek için yeni planlarını uygulamaya koydular. Kara savaşlarında yalnız düşman güçleriyle değil, aynı zamanda müttefikimiz Almanların komuta kademesindeki subaylarıyla da çatıştık. Bunların ihanet derecesine varan kararlar almaları ve uygulamaları Türk subayları isyan ettirdi. Çobanlı Paşa, Yarbay Mustafa Kemal ve arkadaşlarından meydana gelen bir grup yürekli Türk Subayı, Liman Von Sanders’in savunma stratejisinin yanlışlarını, gayenin Türk topraklarını savunmak değil, Verdün’deki Alman güçlerinin karşısındaki müttefik kuvvetlerini yıpratmak ve oyalamak olduğunu anladılar. Bu tespitlerini yazılı bir raporla Başkomutan Enver Paşa’ya ulaştırdılar.Ne yazık ki Almanlar İngiliz makineli tüfeklerine Mehmetçiği cömertçe biçtirmiştir.     

Yarbay Mustafa Kemal, bütün sorumluluğu üstüne alarak, Anafartalar’da tümenine savaşın kaderini değiştirecek emirleri vermekte tereddüt etmemiştir. Bu kararla albaylığa yükselirken gelecek zamanların ümit adamı olmuştur. 

Çanakkale Savaşı, milletimize Kurtuluş Savaşı’nın kadrolarını vermiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni devletimizi Türkiye Cumhuriyeti’ni bu kadrolarla kurmuştur. Onlar 16 yıl; Trablus Savaşı’nda, Birinci Dünya ve Balkan Harbinde, Kurtuluş Savaşı’nda cepheden cepheye koştular. Ömürlerinin baharını örs ve çekiç arasında dövülerek yaşadılar. Emperyalizmin insafsız ve insansız siyasetini bütün çirkinlikleriyle gördüler, çarpıştılar.Atatürk mükemmel bir kurmaydı. Hesap adamıydı. Duyguları aklının gerisindeydi, gücünü bilir ona göre adım atardı.Nitekim Ankara Hükümeti, Fransızlarla yaptığı anlaşmaya: “Kurtuluş Savaşı zaferinden sonra Kerkük-Musul petrollerinin işletme imtiyazının Fransa’ya verileceği” vaadini koymuştur. İşte Mustafa Kemal dehasının keskin ışıklarından birisi budur. Böylelikle Fransa ile İngiltere’nin arasına çok başarılı bir menfaat çatışması fidanı dikilmiştir. Bu deha, dipdiri bir strateji uyguluyordu. İngiliz tahtına çekilen bir telgrafla, Yunanlılara yapılan İngiliz yardımının kesilmesi sağlandı. Bu örnekler kesin zafere kadar devam etti.“Yazar” geçinen, aslında paralı ajan olan bazıları; “Kurtuluş Savaşı önemli bir askeri başarı değildir” diye ahkâm kesiyorlar. Bu vatanın nimetleriyle enseleri şişmiş sülükler Mustafa Kemal’e devamlı düşmanlık ediyor. Bu aşağılıklara göre O’nun affedilmez iki günahı vardır: 

Birincisi; 

Milli Devleti kurup, Türk, vatan, bayrak, millet, milli ekonomi, bağımsız dış politika gibi kavramları milletin ortak inancı haline getirmesidir.  

İkincisi; 

Tarihte kurduğumuz devletlerin sadece ikisinin adı Türk’tür: “Göktürk Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti” . Bu da onlara göre ikinci günahıdır. 

Bizim için ise bunlar iftihar kaynağıdır.   Atatürk’ü tanımak ve O’nun sahip olduğu milli aşkla milletimizi sevmek bugün üstümüze gelen 
Emperyalizme karşı sığınağımızdır.  

Atatürk’ü; 

“En büyük iftiharım Türk yaratılmamdır” diyen millet sevdalısını, silah ve mücadele arkadaşlarını rahmetle analım. 

Vatanın hür havasını, ciğerlerimize doldurup “ Ne Mutlu Türküm” diyerek bu vatanın bizim olduğunu kükreyelim.   

Bu ülkenin yetiştirdiği değerleri eritmek, yok etmek emperyalizmin temel uğraşıdır.  

Artık bu oyunlara gelmeyecek kadar akıllanmış olduğumuza inanıyorum. 
Aziz Atatürk’ün şu sözleri bize rehber olmalıdır: “ ...Milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir... milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.” 


Kaynak Yeniçağ: 
Atatürk ve Emperyalizm 
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ataturk-ve-emperyalizm-20500yy.htm


***


14 Şubat 2019 Perşembe

ALTIOK

ALTIOK




Yazan 
Metin Aydoğan



5 Şubat 1937’de Anayasa maddesi yapılan Altıok, yaymaca amaçlı sıradan bir tanımlama değil; direniş içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun belirlemeler; halka verilen söz ve yükümlenmelerdir. Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ve evrensel bir boyutu vardır.

Yaşanan Gerçek,

Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kurultayı’nda bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de Anayasaya maddesi durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin de temel ilkesi oldu.

Özgün ve Evrensel

Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür.

İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil etmez, somut bir başarı sağlayamaz.

1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le; dil-tarih yenileşmesi Milliyetçilik’le; eğitimin birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması Laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar Devletçilik’le; tarım ve sağlık atılımları Halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler Devrimcilik’le ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.

Cumhuriyetçilik

Türk Devrimi’nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi, kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batı’da (ya da Doğu’da) görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.

Yasama organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı durum; yürütme, yargı ve yasama oluşumu için de geçerlidir. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, egemen sınıf temsilcileri değil halkın içinden gelen kişilerdir.

TBMM yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden değil; Göktürk toylarındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyet’in danışma (meşveret) geleneklerinden almıştır. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten mecliste, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler, askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir meclis içinde oluştu.

Ulusçuluk

Kurtuluş Savaşı’yla yükselen Türk ulusçuluğu, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı ulusçuluğundan çok farklıydı. Kurtuluş Savaşı’yla başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen, haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı. Türk ulusçuluğu buydu.

Emperyalist devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları, küresel işleyişin parçaları durumuna getirirken, aynı zamanda, ezilen ülke ulusçuluğuna sömürgeciliğe karşı evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke ulusçuları bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştıracaktır.

Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan Türk ulusçuluğunun, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir devinim yapmasının nedeni budur.

Emperyalizme karşı savaşım, ezilen ülke ulusçuluğunu, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, onu özgürlüğü amaçlayan demokratik bir devinim durumuna getirir. Ezen ülke ulusçuluğuyla, ezilen ulus ulusçuluğu arasındaki ayrım; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki ayrımdır. emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da siyasetler, demokrat ya da sosyalist olamaz. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de ulusçu olmak zorundadır. Ulusçuluk, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusçuluk anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve mutluluğunu esas alır. Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşleriyle bir ilgisi yoktur. Ülke dışındaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar.

Atatürk, Ulusçuluğun evrensellik anlayışını, “dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv saymak gerekir… İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi ulusunun mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna da o kadar önem vermelidir”1 biçiminde açıklamıştır.

Halkçılık

Fransız Devrimi’nde yurttaş, Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle tanımlanmıştır. Sözcük anlamlarıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.

Fransız Devrimi’nde kentsoylular (burjuvalar), işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular (aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.

Ayrı nitelikteki bu iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.

Türk Devrimi’ndeki halk anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür. Sınıfsal değil, ulusaldır. Emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmıştır. Bu özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı, önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.

Devrimler gerçekleştirilirken, yapılanların tümü halk içindir. Devrim araç, halk amaçtır. Mücadele anlayışı; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşmaları (ittifakları) ve uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas alır. Atatürk bunu halka yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirir; “Siz halksınız, devlet artık sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul düşmüş milletin tümü halktır. Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor…2 Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için çalışmaya mecbur bir halkız”.3

Laiklik

Eski Türk geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak, inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk devletinde; din, mezhep ya da ırk; devlet siyasetine yön vermemişti. Bu nedenle, laiklik ilkesini dünyada belki de en çok Türkler temsil ediyordu ya da temsil etmesi gerekiyordu. 1. Selim’den sonraki Osmanlı uygulamaları, eski Türk anlayışına büyük zarar vermişti.

İslamiyette, eşitlik ve adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine yön veren bir düzen sorunuydu. Adalet sağlama ise, din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere) bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi”. Osmanlı’nın devlet yönetimine soktuğu din anlayışı, İslami kurallarla tam olarak örtüşmüyordu.

Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet, medreseye karşı çağdaş okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri kuruldu.

Atatürk, laikliğe temel oluşturan anlayışı için; “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aracı olarak kullanılamaz”4 diyor; dini çıkarı için kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu.5

Devletçilik

Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce yalnızca ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak özellikle Türk toplumu için eksiktir.

Türklerde devlet, ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel bir saygıya sahiptir. Batı’da olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil edip ulusu kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki, Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesine de yön ve biçim vermiştir.

Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış üzerine kuruldu. Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesine temel oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur”.6

Devletin, ekonomik gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın ve genel bir uygulamadır. Batı’da, kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm, Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulmuştu.

Mustafa Kemal, Türkiye için geçerli olan devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları inceledi. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu yöntemler durumuna getirdi. “Sosyal, ahlaki ve ulusaldır” diye tanımladığı Devletçilik İlkesi, bu bilinç ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. 1922 yılında şunları söylüyordu; “ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir”.7

Devrimcilik

Fransız yazar Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik, bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer tutmuştur”.8

Türk Devrimi’ne halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık egemendir. Devrimci tutumda gevşeme ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de görülmez. Koşulları oluşan atılım ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.

Devrimci kararlılık ve irade gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu iradeyle başedememiştir. Devrim’in önderi, “Devrimin kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır” demiş, bu tutumu ölene dek sürdürmüştür.9

Türk Devrimi, etkisine ve köktenliğine karşın, ülke içinde şiddet uygulamamıştır. Fransız ve Rus Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.

Atatürk, devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar ve Türk Devrimi’ni; “uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş… Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler… İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” biçiminde özetlemiştir.10

Devrimi başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve düşüncelerine büyük önem veriyordu. Devrimcileri; her ne pahasına olursa olsun halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırıyor; her şeyin halkın gönencini sağlamak için yapıldığını söylüyordu; “Gerçek devrimciler onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi kavramasını bilirler… Devrimin gerçek sahibi halktır. Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur”.11

DİPNOTLAR

1       ”Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
2       “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
3       ”Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
4       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
5       “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
6       “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
7       “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
8       “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.164
9       “Atatürkçülük” Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans Yay., sf.63
10     “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
11     “Düşünceleriyle Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87

http://kuramsalaktarim.com/altiok-5/

***

25 Kasım 2018 Pazar

SYKES-PICOT GİZLİ ANTLAŞMASI, BOP VE YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU. BÖLÜM 2

SYKES-PICOT GİZLİ ANTLAŞMASI, BOP VE YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU. BÖLÜM 2



Sykes-Picot Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Ortadoğu,

'' İki Savaş Arası Dönemde Türkiye’nin Ortadoğu Politikası*

Mustafa Sıtkı Bilgin**
* Makalenin Geliş Tarihi: 17.04.2016, Kabul Tarihi: 20.05.2016
** Prof. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (YBU) SBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi,
E-posta: bilgin.ms@gmail.com

Özet

Birinci Dünya Savaşı döneminde İtilaf Devletlerinin ilgilendikleri en önemli konulardan birisi ‘Şark Meselesi’ olarak da adlandırılan Osmanlı Devleti’nin parçalanması meselesiydi. Bu maksatla İtilaf Devletleri savaş dönemi çerisinde bazı gizli antlaşmalar imzalanmıştır. 

Hiç şüphesiz bunlar içerisinde yer alan Sykes-Picot antlaşması Ortadoğu’nun kaderini belirleyen temel bir siyasi belge niteliğini taşımıştır. 

Avrupalı güçlerin ekonomik ve siyasi çıkarları çerçevesinde hazırlanan Sykes-Picot düzeni böylece Ortadoğu’daki siyasi ve coğrafi birlik düzen ve ahengi bir daha düzelmeyecek şekilde alt üst etti ve günümüzde devam eden birçok krizlerin de kaynağı oldu. 

Türkiye ise özellikle İngiltere ve Fransa’nın savaş sonrasında bölgede tatbik etmeye çalıştığı Sykes-Picot düzenine karşı alternatif arayışlara yönelmiştir. 

Ancak, Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Milli Mücadeleyi yürüten Türkiye’nin siyasi-askeri imkân ve gücü Avrupalı emperyalist devletler karşısında çok sınırlıydı. Bu sebepten dolayı Türkiye, Cumhuriyetin kurulmasından sonraki sürçte Batılı güçlere karşı bölgede alternatif bir düzen oluşturma yerine bölge ülkeleriyle denge arayışları içerisine girmiş ve bu çerçevede Türkiye’nin öncülüğünde 1937 yılında Sadabad Paktı kurulmuştur. İngiliz ve Türk arşiv kaynaklarına dayalı olarak hazırlanan makalede ikinci el materyale de ilgisi nispetinde yer verilmiş ve Türkiye’nin Ortadoğu politikası incelenmeye çalışılmıştır. 

Giriş

Yaklaşık 400 yıl Osmanlı idaresinde sulh ve salah içerisinde bir yönetime tabi olan Ortadoğu bölgesinin istikrar ve güvenliği, önce 17’inci asırda başlatılan 
misyonerlik faaliyetleri ve sonrasında da oryantalizm ve milliyetçilik akımları neticesinde ortaya çıkan yıkıcı ve bölücü hareketlerin etkisiyle sarsılmaya başlamıştır. 

Takip eden dönemde ise özellikle de 19’uncu asrın ikinci yarısından itibaren Avrupalı güçlerin bütün şiddetiyle Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika’da 
tatbik ettikleri emperyalist işgal politikaları sebebiyle patlak veren I. Dünya Harbi neticesinde bölgede mevcut olan sosyo-kültürel ve siyasi ahenk ve düzen 
sona erdirilmişti. Zira Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra Ortadoğu’yu işgal eden Batılı güçler, Arap liderlere verdikleri bağımsızlık vaatlerini tutmadıkları 
gibi bölgeyi yapay coğrafi sınırlara ayırarak ve suni bir Yahudi devletinin temellerini atarak Ortadoğu’nun siyasi birliğini yıktıkları gibi coğrafi birliğini 
de parçalamışlardı. Böylece, koloniyalizm in pençeleri altına düşen Ortadoğu coğrafyasında geçmişte Osmanlı Devleti’nin tesis ettiği huzur ve güven ortamı 
bir daha geri gelmemek üzere kaybolduğu gibi yüzyıllarca bir arada barış içinde yaşamış olan değişik din ve ırktan halkların ayrışma ve yabancılaşmasına 
sebebiyet vermişti. Makale, geniş bir şekilde arşiv materyali ve ilgili ikinci el kaynaklara dayalı olarak hazırlanmıştır. Makale ile Sykes-Picot antlaşmasıyla 
başlayan ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar devam eden süreçte Ortadoğu’daki güç politikaları ve Türkiye’nin takip ettiği dış politikası incelenecektir.

Sykes-Picot Antlaşması Öncesi ve Sonrasında Ortadoğu

Osmanlı Devleti 17’inci asırdan itibaren Avrupalı güçler tarafından devam ettirilen Haçlı Seferleriyle önce Avrupa’dan tasfiye edilmek istenmiş ve daha sonra da 19’uncu asrın ikinci yarısından sonra dünyada sömürgeciliğin zirve yapmasının ardından, stratejik bölgelere hakim olmak, ham madde ihtiyaçlarını karşılamak, pazar bulmak ve benzeri nedenlerle parçalanmak istenmiştir. Ancak, Osmanlı Devleti’nin paylaşılması hususunda Avrupalı emperyalist güçler arasında bir anlaşma sağlanamadığı gibi paylaşım meselesi uluslararası rekabete sebep olmuştu. Şark Meselesi ya da Doğu Sorunu olarak adlandırılan bu mesele 
özellikle 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan (93 Harbi) sonra Avrupalı güçler için en temel uluslararası meselelerden biri haline gelmişti. Zira, bu dönemde 
Avrupa devletleri kendi aralarında dünyayı sömürmek için kıyasıya bir mücadeleye girişmişlerdi ve bu mücadeleden en çok zarar gören millet ve devletler arasında, Müslüman halklar ve Osmanlı Devleti bulunmaktaydı. Orta Doğu bölgesi de bu dönemde tatbik edilen sömürgeci istilalardan nasibini almıştı. 
Nitekim, Fransa 1830 yılında Cezayir’i, 1881 yılında Tunus’u işgal etmiş 1912 yılında ise Fas’a hakim olmuştur. İngiltere ise yukarıda bahsi geçen 93 Harbinde 
Osmanlı’ya yardım etme karşılığında Kıbrıs ve Mısır’ı kontrolü altına almıştır. 

    Osmanlı Devletinin sahip olduğu topraklar gerek stratejik önem ve gerekse de taşıdığı hammadde ve doğal kaynaklar sebebiyle müstevli Batılıların 
iştahını cezp etmekteydi. Batılı güçler iki koldan, hem içten ve hem de dıştan Osmanlı Devleti’ni yıkmayı planlamışlardı. Bu dönemde tahta henüz oturan Sultan II. Abdülhamit ise, iki temel kol halinde Batı’dan gelen tehditlere karşı (ki bunlar Fransız İhtilalı’nın yaydığı milliyetçilik akımları ve sömürgeci yayılmacılıktı), üç temel siyaset takip etmişti: birisi dahilde İttihad-ı anasır (unsurların birliği), bir diğeri ise, hariçte İttihad-ı İslam yani Müslümanların Birliği projesiydi.1 Emperyalist politikalara karşı ise; Avrupalı devletlerin aralarındaki anlaşmazlıkları birbirlerine karşı kullanarak Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü korumayı başarmıştır ki buna ‘denge siyaseti’ denmiştir. 

    Ancak, 1909 yılında Sultan II. Abdülhamit’i tahttan indirerek iktidara gelen İttihat ve Terakki Hükümeti’nin dış siyaset ve diplomasi alanında Sultan Abdülhamit yönetiminin tecrübe ve yeteneklerine sahip olmaması ve ehliyet ve liyakat noktasında birçok noksanlıklarla malul olması gibi faktörler yüzünden Osmanlı Devleti denge siyasetinin takip edememiş ve I. Dünya Harbi arifesinde Almanya ile imzaladığı bir ittifak antlaşması neticesinde Büyük Savaş’a katılmış ve neticede İtilaf Devletleri’nin gizli paylaşım projelerine maruz kalmıştır.2 

Birinci Dünya Harbi döneminde imzalanan ve bugün de Ortadoğu’yu etkilemeye devam eden en meşhur belge 16 Mayıs 1916 tarihinde imzalanan Sykes-Picot antlaşmasıdır. Ancak, bu antlaşmaya zemin teşkil eden ve öncesinde imza edilen başka antlaşmalar da mevcuttur. Bunlardan ilki İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 18 Mart 1915’te imzalanan İstanbul antlaşmasıdır. Buna göre, İstanbul ve çevresi ve Doğu Anadolu Rusya’ya bırakılırken Ortadoğu bölgesi ise İngiltere ve Fransa arasında paylaşılacaktı. Bir diğer önemli anlaşma Şerif Hüseyin ile Mısır Yüksek Komiseri Sir Henry Mc Mahon arasında 1915 Haziran-1916 Haziran arasında devam eden görüşmeler sonunda imzalanmıştır. Buna göre Hüseyin’e, İngilizlerle yapacağı işbirliği karşılığında Mersin’den Yemen’e kadar olan bölgede ‘Büyük Arap Krallığı’ teklif edilmekteydi. Ortadoğu’nun kaderini etkileyen diğer önemli bir belge ise İngiliz Dışişleri Bakanı tarafından 2 Kasım 1917’de ilan edilen ‘Balfour Deklarasyonu’dur. Buna göre savaşta İngilizlere destek veren Yahudilere Filistin’de bir yurt kurma vaadi verilmiştir. 19-26 Nisan 1920 tarihlerinde İtalya’da toplanan San Remo konferansı ile yukarıda zikredilen Ortadoğu’yu paylaşım planları uygulamaya konmuştur.3 

Sykes-Picot Antlaşması’na geri dönmek gerekirse, İngiltere ve Fransa arasında imzalanan ve Rusya’nın da dahil olduğu bir antlaşma olup asıl adı 
‘Küçük Asya Antlaşmasıdır.’ Antlaşmayı imzalayan Mark Sykes bir İngiliz diplomat olup George Picot ise bir Fransız Albaydı. Ancak, literatürde belirtildiğinin aksine bu antlaşmanın asıl fikir babası meşhur tarihçi Arnold Toynbee’dir. Ne var ki, o dönemde kendisi İngiliz Dışişlerinde alt kademede bir memur olduğu için antlaşmada adı geçmemiştir. Antlaşma şu maddelerden oluşmaktaydı: 

1-Karadeniz kıyılarından bu günkü Irak sınırına kadar olan Doğu Anadolu bölgesi, Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis ve Güney Doğu Anadolu’nun bir bölümü Ruslara verilecek. 
2- Doğu Akdeniz Bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ve Suriye Fransa’ya verilecek. 
3- Filistin’in Akdeniz kıyılarından Basra denizine kadar olan bölge, Bağdat ve Güney Mezopotamya dahil olmak üzere İngiltere’ye verilecek. 
4- İngiltere ve Fransa’ya kalacak topraklar üzerinde İngiltere’nin ve Fransa’nın denetiminde bir Arap Devleti veya da yöresel olarak kurulacak Arap Devletlerinden oluşacak bir Konfederasyonu kurulacak 
5- İskenderun Serbest Liman olacak. 6- Filistin, dünya üzerinde varlığını sürdüren dinlerden 3 tanesinin ortak mekanı olduğu için uluslararası bir yönetim tarafından idare edilecek.4

Ancak, Sykes-Picot antlaşması da İngiltere ve Fransa arasındaki sömürge mücadelesini önlemeye yetmemiştir. Yarım asırdır Musul petrolleri üzerinde emelleri olan İngilizler Sykes Picot Antlaşması’nı, Fransa ile 15 Eylül 1919’da imzaladıkları Suriye Antlaşması ile yeniden tanzim etmişlerdir. İngilizler 
Sykes-Picot ile Fransa’ya verilmiş olan Kilis, Antep, Urfa ve Maraş’ın yanı sıra Adana, Mersin, Kozan (Sis) ve Cebel-i Bereket (Osmaniye) sancaklarını 
ihtiva eden Kilikya ve Suriye’den çekilmişler, karşılığında ise Musul’u elde etmişlerdi.5 Dolayısıyla yaklaşık bir asırdır Ortadoğu’nun kaderini etkileyen nihai antlaşma Sykes-Picot değil Suriye Antlaşması olmuştur.

Milli Mücadele Döneminde Türkiye ve Ortadoğu

Büyük Savaş’ın sonunda Arap memleketleri Batılı devletlerin hegemonyası altına düşerken Mustafa Kemal Paşa bu dönemde, İstiklal Harbi’ne önderlik ediyordu. Kemal Paşa Arap halklarına 7 Temmuz 1922’de gönderdiği mesajda ‘Türkiye’nin, giriştiği Kurtuluş Savaşıyla Doğuda ezilen ulusların davasını da desteklemiş olduğunu’ belirtmişti.6 Mesajında, 28 Ocak 1920 yılında kabul edilen Misak-ı Milli ile Türk vatanının hudutları çizilerken Arap halklarının da kendi kaderlerini kendilerinin çizmesinin gerekli olduğunu ilan ediyordu. Böylece, savaş süresince gelişen olayların aksine savaş bittikten sonra Türk ve Arap halkları birbirlerine yakın olmaya başlamışlardı.7 

Türk-Arap yakınlaşmasını yakından takip eden İngiliz istihbaratı Mondros Mütarekesinin imzasından biraz önce Kuzey Mezopotamya ve Suriye’nin bazı 
liderlerinin İsviçre’de bir araya geldiklerini ve Türkiye’ ye bağlı bir Arap federasyon devleti kurmak istediklerini ilan ettiklerini rapor etmişti.8 Aynı istihbarata göre Mustafa Kemal Paşa Kurtuluş Savaşı süresince Suriye, Irak ve Yemen liderleriyle çok yakın münasebetlerini devam ettirmiş ve bölgedeki İngiliz ve Fransız hâkimiyetine karşı mücadele konusunda işbirliği yapmak için çabalar sarf etmişti.9 Bu raporlar, Mustafa Kemal’in Suriye liderlerine Ocak 1921 yılında 
yazdığı mektuplarında Arapların, Fransızlara karşı birleşmelerini istediğini ve ayrıca Türklerin pek yakında Suriyelilerin yardımına geleceğini bildirdiğini 
ve bu konuyu görüşmek için de Fevzi Çakmak’ın daha sonra Suriye’ye gönderildiğini, bildirmektedir.10

Yukarıda zikredilen İngiliz raporlarına göre, bu dönemde Mustafa Kemal’in Mezopotamya üzerindeki projeleri İngiliz planlarıyla çatışmıştı. Mustafa Kemal, 
İngilizlerle işbirliği yapmış olan Faysal’ın kral olmasını engelleyip Prens Burhaneddin’in Irak tahtına geçmesini istemekteydi. Ne var ki bu proje hayata 
geçirilemeyince projenin bir parçası olarak büyük bir nüfuza sahip olduğu Musul şehrini kurtarmayı hedefleyecekti.11 

Ancak, her ne kadar I. Dünya Savaşı sonrası dönemde gerçekleştirilmeye çalışılan Türk-Arap işbirliği planları pratiğe aktarılamadıysa da Türk liderleri Arap bağımsızlık hareketini teşvik etmeye devam etmişlerdi. Bu bağlamda zamanın Dışişleri Bakanı İsmet İnönü Ocak 1923’te şu deklarasyonu yapmıştı: ‘TBMM Hükümeti Suriye, Lübnan, Irak, Filistin ve Ürdün’e zorla uygulanan manda rejimlerini kabul etmeyecektir’.12 Böylece, Türk İstiklal Harbi kendi dönemi ve müteakip dönemlerde ortaya çıkacak olan Doğu ülkelerinin bağımsızlık hareketlerine büyük bir etki yapacaktı.13 Bu etki bilhassa Türkiye’nin en yakın komsusu olan Irak’ta ziyadesiyle hissedilecekti.14

Bu dönemde Türkiye Milli Mücadeleyi icra ederek bir devlet kurarken, Arap memleketleri ise Batılı devletler özellikle de İngiltere ve Fransa tarafından 
emperyalist amaçlarla bölünüp parçalanmışlardır. Böylece Avrupalı koloniyal güçler tarafından Ortadoğu’da bir asırdır devam edecek olan kaos ve istikrarsızlığın temelleri atılmıştır. Bu durumu, dönemin dirayet ve basiret sahibi bir devlet adamı olan ve İngilizler tarafından Malta’ya sürgüne gönderilen Said 
Halim Paşa, İngiliz Başbakanı Llodyd George’a gönderdiği bir mektupta büyük bir ferasetle şöyle ifade etmektedir15:

Araplar tarihin malum çağından beri hiçbir devrede Osmanlıların idaresindeki kadar huzur görmediler. Garblı devletlerin kendilerini tahrik etmelerinden 
doğacak acıları, sadece Araplar değil, bütün dünya çekecektir. Fakat Osmanlı Devletinin yerine getirdiği gidilecek yolu seçme vazifesini ne şekli kudreti içersinde sizler, ne de tesisini ilan ettiğiniz Milletler Cemiyeti yerine getiremeyecektir.

Türkiye, 1920’li yılların sonlarına doğru yeni bir bölgesel strateji belirleyerek bu doğrultuda ‘Garpta Balkanlılar, Şarkta İran, Afgan ve Arap milletleri arasında bir ahenk aramak ve bunlarla ayrı ayrı ve hep birlikte iyi komşuluk nizamı kurmanın çarelerini araştırmak…’16 politikasının neticesi olarak bölgesel bir işbirliği arayışlarına yönelmiştir. Bu bağlamda Türkiye, Ortadoğu’daki ülkeler üzerindeki etkisini arttırmak için yeni bir aktif politika hamlesi başlatmıştı.17

Bu politikanın ilk hedefinde Irak ile ilişkileri geliştirmek düşüncesi yer almıştır. Zira Irak hem coğrafi-kültürel ve hem de siyasi nedenlerden dolayı 
olarak Türkiye’nin münasebetlerini geliştirmek istediği ülke olmuştur.18 İlk adım, Irak Kralı Faysal’ın Haziran 1926’ta Türkiye’yi ziyaret etmesiyle atılmış 
ve neticede imza edilen Ankara antlaşmasıyla Türk-Irak sınır sorunu çözüme bağlanmıştı. 

Aynı yıl Türkiye, İran ile dostluk ve işbirliği antlaşması imzaladı. Aynı şekilde Türkiye 1928 yılında Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzaladı. Türkiye, 
Afganistan’a Askeri Misyon ve öğretmenler göndermek suretiyle bu ülke üzerinde nüfuz sahibi olmuştu. Türk Hükümeti aynı zamanda Yemen İmamı 
Yahya ve Necit ve Hicaz Kralı İbni Saud ile de yakın ilişkilerini devam ettirmişti. Şubat 1929’da İbni Saud’un temsilcileri Ankara’yı ziyaret etmiş ve Türkiye 
ile bir dostluk antlaşması imzalanmasına ve Türkiye’de Saudi temsilciliğinin açılmasına karar verilmişti.19 Mustafa Kemal yönetiminin bu yoğun diplomatik 
ve siyasi atakları nihayet 1937 yılında, Doğu birliğini oluşturmak projesine ilk adım olan, Sadabad Paktı’nın kurulmasıyla ilk meyvelerini verecekti.20

Bu dönemde Ortadoğu’daki devletler özellikle Afganistan, İran ve Irak bölgedeki iki hakim güç olan İngiltere ve Sovyet Rusya’nın nüfuz ve baskısından 
şikayetçi idiler. Türkiye ve diğer bölge devletleri 1920’li yılların sonlarına doğru Ortadoğu’da egemen olma yarışına giren iki emperyalist güç arasında bir 
denge siyaseti takip etme yolunu seçmişlerdi. Bölgesel bir ittifak böyle bir denge siyasetinin uygulanmasına yardımcı olacağı gibi herhangi bir İngiliz-Sovyet 
çatışması durumunda bölge devletlerinin tarafsız bir politika takip etmelerine de imkan sağlayacaktı. Ayrıca bu dört devletin öncelikle kendi aralarındaki sorunları halletmeleri ve sonra bir bölgesel ittifak kurmaları bu devletlerin hem bölgesel alanda hem de uluslararası alanda ellerini güçlendirecekti.21

Ortadoğu bölgesinde mevcut İngiliz hegemonyasına karşı Sovyet Rusya’ya yaslanarak denge kurmaya çalışan bölge devletleri, iki emperyalist 
güç arasındaki bu sıkışık durumdan kurtulmak üzere 15 Haziran 1928 yılında ilk adımı atmışlardı. Bu tarihte Tahran’da bir araya gelen Türk-İran ve Afgan temsilcileri kendi aralarındaki mevcut ikili antlaşmalara yeni protokoller ekleyerek aralarındaki münasebetleri geliştirmeye ve bölgesel bir işbirliğine yönelik önemli bir adım atmışlardı.22 

Ancak bu bölgede 1920’li yıllarda İngiltere ile Sovyetler Birliği tarafından şekillendirilen güçler dengesi ve siyasi şartlar 1930’lu yıllardan itibaren 
değişmeye başlamıştı.23 Bu dönemde Almanya’nın Avrupa’da ve İtalya’nın da doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgelerinde revizyonist güçler olarak ortaya çıkmaları global dengeleri olduğu gibi bölgesel dengeleri de altüst etmişti. Artık 

Ortadoğu ülkeleri yeni ve farklı bir tehdit ile karşı karşıya idiler. Bu yeni tehdide karşı eşit şartlarda olmak ve bağımsızlıklarını zedelememek kaydı ile bölge 
devletlerinin İngiliz ya da Sovyet desteği araması icap edecekti. Bu şekilde bir strateji geliştirmeyi planlayan bölge devletleri, inşa edilecek bir bölgesel pakt 
vasıtasıyla bu iki hegemon güç ile kendi aralarında eşit şartlarda bir işbirliğinin yapılmasının mümkün olacağını düşünmekteydiler.24

Böylece 1930’lu yıllardan sonra Ortadoğu ve Doğu Akdeniz bölgesinde gittikçe tehlikeli bir hal almaya başlayan siyasi ve stratejik durum başta Türkiye 
olmak üzere bölge ülkelerinin bölgesel işbirliği arayışlarını hızlandırmıştır. Bu şartlar altında Türkiye, 1928 yılında Irak ile ikili bir pakt oluşturmak için bazı teşebbüslerde bulunmayı planlamıştır.25 Daha sonra Temmuz 1931’de Kral Faysal ve Başbakan Nuri Said Paşa Türkiye’yi ziyaret etti. Atatürk bu ziyarete çok önem vermiş ve şunları söylemişti:26 

Bütün gayretlerini sulh içinde inkişafa hasreden ve komşularıyla ve dünyanın bütün milletleriyle karşılıklı samimiyet ve müsavat esasları dahilinde iyi 
geçinmeyi şiar edinen Cumhuriyet Hükümeti, Irak’ın gittikçe artan bir terakki ile huzur içinde mesut ve müreffeh olmasını alaka ile takip ve temenni etmektedir. 

Milletler arasındaki bağların ve alakaların inkişafında pek mühim olan ve tarihin seyrinde daima tesirini gösteren coğrafi, iktisadi amillerden başka, bugünkü karşılıklı menfaatleri ve dahili, harici sulh ve sükun siyasetleri ve münasebetleri de Irak ile Türkiye’yi birbirine yaklaştırmakta ve daha çok dost yapmaktadır. Bu görüş ve anlayışta müşterek olduğumuz kanaatini ifade etmeme müsaadelerini rica ederim.

Faysal ise cevaben Atatürk’e tamamıyla katıldığını ve iki ülke ilişkilerini çok daha iyi seviyeye gelmesini arzu ettiğini bildirmişti.27 Görüşmelerde iç ve 
dış olaylar hakkında ve sınır güvenliği ve Kürtlerin durumu konularında görüş alışverişi yapıldı ve iki ülke arasında işbirliğine gitme kararı verildi. Bu aynı 
zamanda Sadabad Paktına giden yolda atılmış bir adımdı. 

Irak’tan sonra Türkiye ikinci adım olarak, İran ile komşuluk ilişkilerini geliştirmeyi hedeflemişti. İki ülke arasında 1926 yılında imza edilen tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşması bu yolda önemli bir adımdı. Ancak, iki ülke arasındaki bazı sınır sorunları ikili ilişkilerin ilerlemesini engellemekteydi. 1931 yılında 
Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın Tahran’ı ziyareti neticesinde Türkiye ile İran arasında vuku bulan sınır sorunları halledilmiş ve bu konuda yeni bir 
anlaşmaya varılmıştı.28 Bundan sonra iki ülke arasındaki ilişkiler hızla gelişmeye başlamıştı. Ocak 1932’de Tahran’ı tekrar ziyaret eden Türk Dışişleri Bakanı 
İranlı meslektaşı ile birlikte Irak’a bir çağrı yaparak üçlü bir pakt oluşturmak istediklerini ilan etmişlerdi. Bunun üzerine aynı yılın Nisan ayında Irak Kralı 
Faysal Tahran’a gelmiş ve yapılan görüşmelerden sonra bir pakt oluşturma konusunda Türkiye ve İran’ın ortak hazırladıkları bir taslak Temmuz ayında Irak 
Hükümetine gönderilmişti.29

Bu yeni durum üzerine Eylül 1935 yılında Milletler Cemiyeti’nin (MC) Cenevre’deki toplantısında bir araya gelen Türk, İran ve Irak heyetleri bir saldırmazlık paktı inşa etmek üzere bir taslak hazırlamışlardı. İtalya’nın bu sıralarda Habeşistan’ı işgali bu üç ülkeyi birbirlerine daha çok yakınlaştırmıştı. Bunu müteakip İran ile Irak heyetleri iki ülke arasındaki dostluk ve işbirliğini geliştirmek üzere bir antlaşma yapılması konusunda anlaşmışlardı. Türkiye’nin her iki ülkeye de baskı yapması ikili antlaşmanın imzalanmasında etkili olmuştu.

Fakat Irak’ın İran ile Şatü’l-Arap üzerinde olan sınır ihtilafının çözümünde ısrar etmesi planlanan paktın son şeklini almasına engel olmaktaydı.30 

Şatü’l-Arap sorununun bu şekilde bir müddet daha devam etmesi üzerine 1937 yılının Nisan ayında Irak Dışişleri Bakanı Naci el Asil çözüm bulmak için 
Atatürk’ten yardım istemişti. Aynı zamanda İranlılar yaptıkları açıklamalarda bu meselenin düğümlenmesinden İngiltere’yi sorumlu tutuyorlardı. Aras’ın 
aynı yılın Nisan ayında Irak ve İran nezdinde tekrarladığı ara buluculuk teşebbüslerinin bir sonuç vermemesi Türkiye’nin bir bölgesel pakt inşa etmek yolundaki ümitlerinin oldukça zayıflamasına yol açmıştı.31 

Ancak, Aras aynı yılın Haziran ayında Bağdat’a yaptığı ziyaretinde önemli bir başarı elde etmişti. Türk Dışişleri Bakanı, İngiltere’nin etkisini zayıflatmak 
amacıyla İtalya’ya yaklaşmaya ve silah almaya çalışan Irak’a sert çıkmış ve Bağdat’ı bu fikrinden vazgeçirmişti. Aras, ayrıca, bu dönemde Irak’ta işbaşına 
gelen ve Türkiye’ye daha fazla yakınlık duyan Hikmet Süleyman yönetimine, Irak’ı Arap dünyasının liderliği konusunda destekleyeceklerini bildirerek 
Bağdat’ın güvenini de kazanmıştı. Nihayetinde Türk Dışişleri Bakanı’nın teşebbüsleri sonuç vermiş ve Irak, Şatü’l-Arap sınırı üzerindeki ısrarından vazgeçtiğini açıklamıştı.32 

Bunun üzerine Türk Dışişleri Bakanı 28 Haziran’da Tahran’a hareket etmiş ve müteakip olarak Naci el Asil 2 Temmuz’da bu şehre gelmişti. Nihayet 
İran ile Irak sınır arasında Şat ül Arap üzerindeki sınır ihtilafı 4 Temmuzda iki ülke arasında akdedilen anlaşma ile çözüme bağlandı. Bundan sonra Afgan 
Dışişleri Bakanı acele olarak Tahran’a davet edilmiş ve Muhammed Han 7 Temmuzda bu davete icabet etmişti. İran ile Afganistan arasındaki sınır sorunları ise Türk generali Fahrettin Altay’ın hakemliğinde daha önceden çözülmüştü. Dolaysıyla geriye sadece Ortadoğu bölgesinde ilk örneği olan ve dış güçlerden bağımsız ve tamamen bölge devletlerinin inisiyatifinde ve Türkiye’nin önderliğinde inşa edilecek olan “Doğu Paktı”nın imzalanması kalmıştı. Neticede bu imzanın dört devlet arasında 8 Temmuz 1937’de İran Şahı’nın Saadabad sarayında atılmasıyla Sadabad Paktı resmiyet kazanmış oldu.33 

Böylece, Sadabad Paktı’nın imzalanmasıyla modern Ortadoğu tarihinde ilk kez bölge devletleri kendi inisiyatifleriyle bir araya gelerek aralarındaki 
birçok siyasi ve stratejik problemlerini çözüme bağlayarak bölgesel işbirliği ve güvenlik alanında çok mühim bir adımı atmış oldular. Ancak, bu durum 
İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla değişecekti. Zira, savaşın çıkmasıyla her bir devlet farklı yol takip etmiş ve pakt üyeleri arasında ortak bir strateji oluşturulamamıştı. 

Bunda büyük devletlerinin baskılarının yanında Türkiye’nin dış politikasının 1938’den sonra değişmesinin de önemli etkisi olmuştur. Atatürk 
ve Dışişleri Bakanı Aras’ın paktı bir askeri pakt haline getirme arzusuna karşı İnönü böyle bir düşünceye şiddetle karşı çıkmıştır.34 Ne var ki, savaştan sonra 
Sadabad Paktı her ne kadar eski önemini bir daha kazanamadıysa da 1978 yılına kadar hukuken yaşama şansına sahip olmuştur. Aynı yıl İran’ın yeni yönetiminin 
daha evvel yapılmış bütün antlaşmaları feshetmesiyle pakt tarihe karışmış oldu.

Ancak, Sadabad Paktının imzalandığı dönemde Türkiye için önemi büyük olmuştur. Zira, bu paktın imzalanması Türkiye’nin Batı’daki önemini çok 
artırmış ve özellikle İngiltere, Türkiye’yi ‘Doğu milletlerinin lideri’ olarak görmeye başlamıştı. Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşması Sadabad 
Paktı’nın fonksiyonunu azalttıysa da, pakt vasıtasıyla Türkiye’nin bölgede ve uluslararası arenada siyasi güç ve etkinliği artmıştı. Bu sebeple müttefik olarak 
yaklaştığı İngiltere ve Fransa’ya karşı bu avantajını kullanmış ve bunun neticesi olarak Türkiye, Misak-ı Milli sınırları içersinde olan Hatay bölgesini Fransa’dan 
kurtarmayı başarmıştı.35 Bundan başka Türkiye’nin Sadabad Paktıyla kazandığı bölgesel ve global prestij Türkiye’ye, İngiltere ve Fransa ile yaptığı ittifak görüşmelerinde de büyük faydalar sağlamıştı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, 

Türkiye ile ilgili yazışmalarında, Türkiye’nin 1939 yılındaki Türk-İngiliz-Fransız ittifakıyla müttefiklerinden ekonomik ve siyasi menfaatler sağlayıp karşılığında 
hiçbir şey vermediğinden sıklıkla şikâyet etmişlerdi.36

Sonuç

Yaklaşık dört asır Ortadoğu coğrafyasını hoşgörü ve adaletle yöneten Osmanlı Devleti, bölgede uzun soluklu bir barış ve huzur düzeni oluşturmayı başarmıştı. 
Osmanlı Devleti bu düzeni siyaset ve coğrafyada birlik anlayışıyla oluşturmuştu. Ancak, bu düzenin temelleri önce misyonerlik faaliyetleri sonra oryantalist 
çalışmalar ve Fransız milliyetçilik akımının menfi tesirleriyle sarsılmaya başlamış ve nihayet Avrupa emperyalist siyasetleri sonucunda da oluşturulmuş 
olan Osmanlı barış düzeni yıkılmıştır. Yerine kurulan Avrupa menşeli koloniyal ve sömürgeci sistemin temelleri henüz I. Dünya Savaşı devam ederken birbiri 
peşi sıra takip eden gizli antlaşmalarla atılmıştı. Bölgenin siyasi, dini, etnik ve sosyo-kültürel yapısını dikkate almadan tamamen batılı güçlerin çıkarları doğrultusunda siyasi haritası çizilen ve literatürde de Sykes-Picot sistemi olarak bilinen yeni düzen, iki savaş arası dönemde Ortadoğu’ya istikrar getirmediği 
gibi bölgede gittikçe artan ve günümüze kadar gelen sosyal ve siyasi problemlerin de kaynağı olmuştur. 

Türkiye bu dönemde bölge ülkelerinden İran, Irak, Suudi Arabistan, Afganistan ve Mısır gibi ülkelerle münasebetlerini geliştirmeye çalışmıştır. Bunun 
sebepleri arasında uluslararası siyasette Türkiye’nin gücünü arttırmak, bölgesel istikrarı sağlamak ve Rusya ve İngiltere gibi bölgeye nüfuz eden ülkelere 
karşı bir denge oluşturma gibi faktörler yer alır. Modern Ortadoğu tarihinde bölgesel istikrar projesi fikrine önem veren ilk devlet adamı Atatürk’tür. 
Sadabad Paktı’nın kurulmasına öncülük ederek bu önemi ortaya koyan Atatürk, ayrıca, bölge gücü olamadan Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkilerinde eşitliğe 
dayalı bir münasebet geliştiremeyeceğini ve uluslararası arenada etkili olamayacağını da anlamıştı. Bu sebepledir ki Atatürk önce Sadabad Paktı’nın imzasıyla Türkiye’ye ‘Doğunun lideri’ olma vasfını kazandırmış ve sonra da Avrupa ile eşit şartlarda imzalanan 1939 Türk-İngiliz-Fransız İttifakı’nın zeminini hazırlamıştı.37

KAYNAKLAR

Yayınlanmış ve Yayınlanmamış Arşiv Belgeleri

Documents on International Affairs, 1937, (Royal Institute of International Affairs, 1931-39).
Survey of International Affairs, 1936, (Oxford University Press, 1937).
Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Milli Mücadele Dönemine Ait 100 Belge), (Bundan sonra AMDP olarak kısaltılacaktır), (Eskişehir: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992).

FO 141/430.

FO 371/59314.

FO 371/69315.

FO 371/69316.

Kitap ve Makaleler

AL-JUMAİLİY, Qassam KH, Irak ve Kemalizm Hareketi (1919-1923) (Ankara: ATAM, 1999).
ALKAN, Mustafa, Osmanlılarda Hilâfet (1517-1909), (Çağlayan Yayınları: İzmir, 1997), ss. 171-199.
ARAS, Tevfik Rüştü, Görüşlerim (Ankara: Tan Basımevi, 1956).
BİLGİN, Mustafa, Britain and Turkey in the Middle East: Politics and Influence in the 
Early Cold War Era (IB Tauris: London & New York, 2008).
CLEVELAND, William L., A History of the Modern Middle East (Westview Press: USA, 1994).
EROL, Mehmet Seyfettin, “Sancak (Hatay) Krizi”, Türk Dış Politikasında 41 Kriz 
(1924-2012), (der.) Haydar Çakmak, (Ankara: Kripto, 2012), ss. 47-56.
EROL, Mehmet Seyfettin, “İngiltere ile İlişkiler”, Türk Dış Politikası (1919-2012), 
(Der.) Haydar Çakmak, (Ankara: Barış, 2012), ss. 167-172.
KUTAY, Cemal, Tarihte Türkler, Araplar ve Hilafet Meselesi (İstanbul: İklim yayıncılık, 2004).
PRATT, Lawrence, ‘The Strategic Context: British Policy İn the Mediterranean 
and the Middle East, 1936-1939’, in The Great Powers İn the Middle East, 1919-1939, 
(ed.) Uriel Dann (London: Holmes & Meier, 1988).
RO’İ, Yaacov, Official Soviet Views on the Middle East, 1919-1939’ in The Great Powers 
in the Middle East, 1919-1939, (ed.), Uriel Dann (London: Holmes & Meier, 1988).
SHMUELEVİTZ, Aryeh, ‘Atatürk’s Policy toward the Geat Powers: Principles 
and Guidelines’, içinde The Great Powers in the Middle East, 1919-1939, (ed.) Uriel 
DANN, (London: Holmes & Meier, 1988).
SOYSAL, İsmail, ‘Türk-Arap İlişkileri (1918-1997)’ Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 
Yıllık Süreç, (TTK Sempozyumu, Ankara, 15-17 Ekim 1997).
SOYSAL, İsmail, ‘Seventy Years of Turkish-Arab Relations and an Analysis of 
Turkish-Iraqi Relations, (1920-1990)’ Studies On Turkish-Arab Relations; Annual-6, (İst.,1991).
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, I (ATAM: Ankara, 2012).
WATT, D Cameron, ‘The Saadabad Pact of 8 July 1937’, içinde The Great Powers in 
the Middle East 1919-1939 (ed.) Uriel Dann, (New York: Holmes & Meier, 1988).
YAPP, Malcolm E., The Making of the Modern Near East, 1792-1923 (Routledge: 
London & NY,1987).


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 II. Abdülhamid’in İslâm Birliği siyaseti hakkında geniş bilgi için bk, Mustafa Alkan, 
Osmanlılarda Hilâfet (1517-1909), (Çağlayan Yayınları: İzmir, 1997), ss. 171-199.
2 Mustafa Bilgin, Britain and Turkey in the Middle East: Politics and Influence in the Early Cold War Era 
(IB Tauris: London & New York, 2008), s.18.
3 Bilgin, Britain and Turkey in the Middle East’, passim.
4 William L Cleveland, A History of the Modern Middle East (Westview Press: USA, 1994), ss.152-
154; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, I (Atatürk Araştırma Merkezi, bundan sonra ATAM olarak 
kısaltılacaktır: Ankara, 2012), ss.94-96.
5 Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, s.233. Dolayısıyla Ortadoğu’nun haritasını belirleyen nihai antlaşma 
Sykes-Picot değil Suriye Antlaşmasıdır. Ayrıca, Sykes-Picot Antlaşmasının resmi adı da 
‘Asia Minor Agreement-Küçük Asya Antlaşmasıdır’. Ancak, Ortadoğu’nun paylaşımı mevzu 
bahis edildiğinde akla galatı meşhur olarak Sykes-Picot ismi geldiği için biz de bu kelimeyi kullanmaya devam ettik. 
6 İsmail Soysal, ‘Türk-Arap İlişkileri (1918-1997)’ Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, 15-17 
Ekim 1997 Ankara, Türk Tarih Kurumu Sempozyumu, s.515. 
7 Bilgin, Britain and Turkey in the Middle East’, passim.
8 Lieutenant J.L. Martin, Special Intelligence Bureau, Cairo to Arab Bureau, 3 Haziran 1918, FO 141/430.
9 GHQ, General Staff, Cairo to Major O.M. Tweedy. The Residency. Cairo, 22 Ocak 1923, FO 141/430.
10 HC Jerusalem to HC Cairo, 17 Ocak 1921; Troopers, London to Baghdad, very secret, 21 Ocak 
1921, FO 141/430. Ayrıca Türk İstiklal Harbinin Suriye’deki etkileri için bak., Malcolm E Yapp, 
The Making of the Modern Near East, 1792-1923 (Routledge: London & NY,1987), s.326.
11 Palmer, Damascus to Lord Curzon, London, 10 Kasım 1920; Baghdad to HC for Egypt,Cairo, 
2 Haziran 1921, FO 141/430.
12 İsmail Soysal, ‘Seventy Years of Turkish-Arab Relations and an Analysis of Turkish-Iraqi Relations, 
(1920-1990)’ Studies On Turkish-Arab Relations; Annual-6, 1991, s.24.
13 Bir nesil sonra ortaya çıkan Burgiba, Nasır, Sedat ve Sukarno gibi liderler koloniyalizme karşı 
mücadelelerinde Mustafa Kemal’i ve Türk İstiklal Harbini örnek aldıklarını ifade edeceklerdi.
14 Qassam KH Al-Jumailiy, Irak ve Kemalizm Hareketi (1919-1923) (Ankara: ATAM, 1999), s.170.
15 Cemal Kutay, Tarihte Türkler, Araplar ve Hilafet Meselesi (İstanbul: İklim yayıncılık, 2004), s.190.
16 Tevfik Rüştü Aras, Görüşlerim (Ankara: Tan Basımevi, 1956), s. 130.
17 Report on Turkey by Foreign Office, 24 Temmuz 1946, FO 371/59316.
18 Bilgin, ‘Anglo-Turkish Relations’, Böl.I.
19 Report on Turkey by Foreign Office, 24 Temmuz 1946, FO 371/59316; Translation of an article 
on Turkish policy in Arabia, 9 Şubat 1929, FO 141/430.
20 Aras, Görüşlerim, s.132.
21 D.Cameron Watt, ‘The Saadabad Pact of 8 July 1937’, içinde The Great Powers in the Middle East 
1919-1939 (ed.) Uriel Dann, (New York: Holmes & Meier, 1988), ss.333-335, 337,341,3433-44; 
Aryeh Shmuelevitz, ‘Atatürk’s Policy toward the Geat Powers: Principles and Guidelines’, 
içinde The Great Powers in the Middle East, 1919-1939, (ed.) Uriel Dann, (London: Holmes & 
Meier, 1988), s.315.
22 Watt, ‘The Saadabad Pact’, ss.335-336, 344. Irak’taki İngiliz valisi (High Commissioner) 
bakanlığına gönderdiği yazıda Türkiye, İran ve Afganistan gibi ülkelere en yakın devletin 
Sovyetler Birliği olduğunu ifade etmekteydi. 
23 Bu değişimin Türkiye-İngiltere ikili ilişkileri üzerindeki etkisi için bkz. Mehmet Seyfettin Erol, 
“İngiltere ile İlişkiler”, Türk Dış Politikası (1919-2012), (Der.) Haydar Çakmak, (Ankara: Barış, 
2012), ss. 167-172.
24 Watt, ‘The Saadabad Pact’, ss. 335-336, 344-345; Shmuelevitz, ‘Atatürk’s Policy’, s.313; Yaacov 
Ro’i, Official Soviet Views on the Middle East, 1919-1939’ in The Great Powers in the Middle East, 
1919-1939, (ed.), Uriel Dann (London: Holmes & Meier, 1988), s.306; Lawrence Pratt, ‘The 
Strategic Context: British Policy İn the Mediterranean and the Middle East, 1936-1939’, in The 
Great Powers İn the Middle East, 1919-1939, (ed.) Uriel Dann (London: Holmes & Meier, 1988), ss.12-19.
25 Bilgin, Anglo-Turkish Relations, ss. 27-30.
26 Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Milli Mücadele Dönemine Ait 100 Belge), (Bundan sonra AMDP olarak 
kısaltılacaktır), (Eskişehir: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992) ss.197-98.
27 AMDP, ss.199-200.
28 Aras, Görüşlerim, s.131; İsmail Soysal, ‘1937 Sadabad Paktı’, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık 
Süreç, (TTK Sempozyumu, Ankara, 15-17 Ekim 1997), s.328. 
29 Watt, ‘The Saadabad Pact’, s.336.
30 Watt, ‘The Saadabad Pact’, ss.338-339.
31 Watt, ‘The Saadabad Pact’, s.341.
32 Watt, ‘The Saadabad Pact’, s.342; Aras, Görüşlerim, s.132.
33 Watt, ‘The Saadabad Pact’, s.342; Soysal, ‘1937 Saadabad Pact’, ss.138-139; Aras, Görüşlerim, s.132; 
Survey of International Affairs, 1936, ss.801-802; Documents on International Affairs, 1937, ss.530-531.
34 Bilgin, ‘Anglo-Turkish Relations’, ss.25-30.
35 Daha detaylı bilgi için bkz. Mehmet Seyfettin Erol, “Sancak (Hatay) Krizi”, Türk Dış Politikasında 41 Kriz 
(1924-2012), (der.) Haydar Çakmak, (Ankara: Kripto, 2012), s. 47-56.
36 Arol, Sancak (Hatay) Krizi, ss. 47-56..
37 Bilgin, ‘Anglo-Turkish Relations’, ss.25-30.


***