29 Nisan 2015 Çarşamba

Amman "AVCI", Vurma "SİMONLARI"






Amman "AVCI", Vurma "SİMONLARI" 




Siyasi çizgisi biraz Büyük Birlik Partisi, biraz Ahmet Hakan izlenimi veriyor. AKP'ye, RTE'ye, genel politikalarına hiç itirazı yok; sadece «cemaat, kendi yetkilerini gasp ederken, niye seslerini çıkarmadıklarına»  kızıyor. Uzun süre solu, solcuları yok edilmesi gereken devlet düşmanları, vatan hainleri olarak görmüş, mesleğini de bu yönde icra etmiş. Ama zamanla, düşünebilen sağda, veya Dündar Kılıç türü mafyozik unsurlarda görüldüğü gibi saygı, hatta hayranlık duymaya başlamış. «İnandıkları dava için ölümü göze alıp mücadele ettikleri için... Banka soyup beş kuruşuna dokunmadan götürüp örgüte verdikleri için...»
«Ben yazar değilim» diyor. Gerçekten hemen hiç edebiyat yapmamış. Ama basit, sade bir Türkçesi, düzgün bir anlatımı var. Daha da sonra kısmen haklı bir değerlendirme daha yapmış: «Onlarınki inandıkları davaya bağlılıktan ziyade örgüt disiplini...»

Gayretli, çalışkan, işine düşkün. Hatta bu anlamda asosyal. Buna paralel olarak, hem Polis kolejinden, hem Akademisinden karşılarındaki örgütler ve örgüt mensupları hakkında en küçük bir bilgiye dahi sahip olmadan son derece yetersiz yetiştiklerini, karşılarındaki militanların ise fevkalade bilgili, dünyayı, olayları, Türkiye'yi çok iyi tahlil edip sonuç çıkarabilen ve buna göre karar verip harekete geçen insanlar olduklarını, buna karşılık kendi bilgi yetersizliklerinin, mahcubiyet kaynağı olmasının çok ötesinde, yaptıkları işe de yansıyıp yanlışlıklara yol açtığını görünce, kendini yetiştirmeye çalışmış. Okumuş, bir polisten beklenmeyecek derecede, hatta anlaşılan pek çok sivilden de fazla okumuş. Sonradan Hukuk Fakültesini (Ankara) bitirmiş. Mesleği icabı yurdun hemen her yerinde bulunmuş, birçok operasyona, sorguya katılmış, birçoğunu bizzat yönetmiş; çok insan tanımış. Türkiye'nin dışını da tanımış, hayli iyi biliyor. Kafasını çalıştırıp analiz yapmaya çalışmış. Karşısındaki örgüt militanlarının bilgi ve sentez yeteneklerine hayran olmuş. Polis olarak onların düşünce sistemlerini, ideolojilerini çok iyi bilmek gerektiğine kesinlikle inanıyor, ama sol literatüre dair, sınıfsal tahlile, siyasi tarihe, sosyolojiye, uluslararası ilişkilere dair çok az şey biliyor. Dolayısıyla aklıyla zekasıyla gelebildiği noktanın ötesinde, toplumsal gelişmeleri, olayları tahlili, gelip ana akım liberal, ikinci cumhuriyetçi televizyon nutuklarının ötesine geçemiyor. Bu noktada biraz çaresiz. Avrupa Birliğini idolleştiriyor, demokrasiyi kültleştiriyor, dinleştiriyor. Vaktiyle solculara karşı son derece katı olmuş sağcı bir polisin 60'na yaklaşırken, demokrat olması şaşırtıcı. Belki de değil. 12 Eylül 1980 felaketinden, hele Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra ne dünyada ne Türkiye'de «sol» kalmadığı için rahatlayan Amerika ve Avrupa emperyalistlerinden başlamak üzere, Muhsin Yazıcıoğlu'ndan Hasan Celal Güzel'e, hatta Darbe elebaşısı Evren'den MİT müsteşarlarına kadar Türkiye'de de pek muhkem demokratlaşma örnekleri görmedik mi?!.. Dünün ne kadar komünizmle mücadelecisi varsa, bugün şeriat ve Kürtçülük denince göz yaşartacak kadar demokrat kesilmedi mi!.. Dürüst. Bir zamanlar mensubu olduğu, hatta hala sempati duyduğu bir yapıyı, kendisini de taciz etmeye başlamaları, sürgün şeklinde zarar vermenin ötesine geçecekleri endişesinden kaynaklansa da, eleştirmekten çekinmemiş. Hatta genel olarak sağcı düşüncenin bütününü eleştiriyor. «Milliyeti, vatanı, hatta dini bile yanlış yorumladık, bugünkü sorunların temel sorumlusu biziz» diyecek kadar... Elbette, sınıf bilinci ve bilgisi olmadığı için «kapitalizm» den, kapitalizmin her şeyi, bu arada dini de ürünleştirmesinden, metalaştırmasından, paraya tahvilinden söz etmesini beklemek mümkün değil. «Cemaat kendisine dokunmasaydı, kendisini de kuşatmasaydı, kapalı devre eleştirilerin ötesinde böyle bir kitap yazmazdı» denebilir. Kitabı bu kuşatmaya karşı bir savunma mekanizması olarak yazdığı söylenebilir. Geçmişin MİT Raporu hadiselerinde yaşandığı ve istihbarat camiasında, siyasiler arasında sık sık görüldüğü gibi, bir taraf adına bir başka tarafa çeşitli mesajları, uyarıları olarak değerlendirilebilir. Gerçekten kitaptaki Ahmet Hakan havasına dikkat çekici. Ama 2001 Nobel İktisat Ödülü sahibi, Colombia Üniversitesi hocası, Başkan Clinton'ın ekonomi baş danışmanı, Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı Joseph Stiglitz'i hatırlamak da mümkün, hatta bu hatırlama daha önemli. Stiglitz bir solcu, bir Marksist değil. Bir kapitalist iktisatçı. Dünyada kapitalist ekonominin başarısını istememesi düşünülemez. Ama özellikle kürselleşme döneminde, Sovyetlerin-sosyalizmin zemin kaybetmesinden de yararlanarak azgınlaşan, bir başka türlü ve daha vahşi bir şekilde emperyalistleşen kapitalizme, onun IMF, Dünya Bankası gibi koçbaşlarına, bunların işleyişine sert, radikal eleştirileriyle tanınıyor. ABD'nin eski ve ünlü Dışişleri Bakanı ve bir tarikat gibi algılayıp önemsediği kapitalizmin müridi olduğu rahatça söylenebilecek Henry Kissinger de Fransız Le monde gazetesinde(!) 2000'lerin başında yayınlanan bir yazısında, bu kadar kuralsız, kontrolsüz, acımasız gidişine bakıp «kapitalizmi kaybediyoruz, ayağımızın altından kayıp gidiyor» diyor, ve bundan yine kapitalizmin kendisini sorumlu tutuyordu; çünkü artık sorumlu tutacak bir «komünizm» kalmadı artık. Hanefi Avcı için de aynı şeyler söz konusu. Yapılanların haksızlığı, hukuksuzluğu karşısında sızlayan vicdanına, Türkiye'de belki samimiyetle hakim olmasını istediği bir dünya görüşünün bu kadar büyük hatalarla silinip gitmesini istememeyi ekliyor.

BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLET
Özellikle Devlet başlıklı birinci bölümde, biraz teorik yetersizlikten, biraz yeterince önemsememekten, biraz demokrasiyi bir tapınç, bir kült haline getiren ana akım televizyon nutuklarının fazlaca etkisinde kalmaktan kaynaklanan tutarsızlıklar görülüyor. 1 - Örneğin, PKK sorununun çözümüne Suriye'nin «İhvan-ı Müslimin» sorununun çözümünde izlediği yolu örnek gösteriyor. İhvan-ı Müslimin bir dönem, Hafız Esat döneminde devlete, özellikle askeri tesisleri hedef alarak tabir caizse kök söktürmektedir. Devlet de örgüte karşı son derece serttir. Ama bu sertlikle sorunu çözemeyince zaman içinde yumuşamış, af çıkarmış, yurt dışındaki militanların ülkeye dönmesine izin vermiş, iş vermiş, maaşa bağlamış, sonunda örgüt bütün etkisini, hatta varlığını kaybetmiştir. Böyle anlatıyor Hanefi Avcı ve açıkça olmasa da Türkiye'nin de PKK'ya karşı benzer bir politika izleyebileceğini ileri sürmüyor. İhvan-ı Müslimin, Mısırdaki Müslüman Kardeşler Örgütü'nün Suriye uzantısıdır aslında. İhvan-ı Müslimin, sözlük anlamıyla Müslüman Kardeşler demektir. Şeriatçı bir örgüttür. İstediği tek şey devlet yönetiminde, toplum hayatında şeriat hükümlerinin geçerli olmasıdır. Bunun dışında baştan ayağa Arap'tır. Hatta Suriye'lidir. Yani; bağımsızlık, buna bağlı ve zorunlu olarak toprak talepleri, bayrak talepleri, ayrı meclis, ayrı eğitim, okul, dil vb. talepleri yoktur. Dolayısıyla biri diğerine örnek olamayacak son derece farklı iki durum söz konusudur. Ama kutsallaştırılmış, tapınçlaştırılmış, hatta «dinselleştirilmiş televizyojenik demokrasi nutuklarının fazlaca etkisi altındaki, eski katı devletçi-milliyetçi yeni demokrat polis şefi Hanefi Avcı da mealen

«Suriye bile demokrasiyle, affederek, hoş görerek terör sorununu çözüyor» »

demeye getirmektedir.

2 – Hanefi Avcı, terörün demokratik yaklaşımla durdurulabileceği savını, hem de birden fazla yerde, döne döne Abdullah Öcalan'ın özerklik, federalizm, hele bağımsızlık gibi bir talebinin artık bulunmadığını ileri sürerek savunmaktadır. Çok tuhaf... Avcı bu konuda saf ve bilgisiz olamaz. Muhtemelen pek de ustalıklı olmayan, inceliksiz, özensiz bir psikolojik harekat yapıyor. Halbuki bu işin uzmanı: çok daha incelikli yapabilirdi. Çünkü elimizdeki kitabı 2010 Ağustos'unda yayınlanan Hanefi Avcı, her nedense bu tezinde 1999 yılında takılıp kalmıştır. Öcalan'ın bu siyasi taleplerinden vazgeçtiğini, sadece kültürel taleplerle yetineceğini, o tarihte mahkemede yargılanırken söylediğini belirtmekte ve buna kesin olarak inanmış görünmektedir Avcı. Aradan neredeyse on iki yıl geçmek üzeredir; köprülerin altından çok sular akmıştır; Öcalan, 2010'un Mayıs'ında hapishaneden «bu sorunu bir tek kendisinin çözebilecek idiğini, PKK kuvvetlerini BM'nin veya NATO'nun hatta Türk ordusunun görüp denetleyebileceği bir yerde toplayabilecek güce bir tek kendisinin sahip olduğunu, oysa kendisini kimsenin muhatap almadığını, bu nedenle artık devreden çıkıp PKK ile devleti baş başa bıraktığını, bundan sonra KCK'nın da demokratik özerklikten, federasyondan söz edebileceğini» ilan etmiş; Murat Karayılan hemen ardından altını çize çize özerklikten, federasyondan, bağımsızlıktan, Diyarbakır belediye başkanı ay yıldızlı bayrağın yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağın ne güzel duracağından söz etmiştir. Bunlar, Hanefi Avcı'nın da gözünün, değilse kulağının önünde cereyan eden hadiselerdir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz aylarda, hatta günlerde olanları, söylenenleri bir yana bırakıp, sadece 1999'da kalmış söylemleri her nedense esas alarak, ısrarla bir takım kültürel, hatta siyasi hakların demokratik biçimde tanınmasının yeterli olacağını savunması, anlaşılması güç bir tavırdır. Yığınakta yapılan hata muharebede devam eder. Yanlış bir önermeden hareket edince, domino taşı örneği hatanın devamı kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü Avcı, açıkça, hatta AKP'den de fazla, demokrasicilik, açılımcılık noktasından hareket etmekte; hatta bu konuda, Recep Bey ve şürekasının açıkça söyleme cesaretini bir türlü bulamadıkları hususları, onlara «hay Allah razı olsun...» dedirtecek açıklıkta söyleyivermektedir. 3 – Avcı, Kürtçülerin, dil özgürlüğünün vb.nin tanınması talebini Balkanlardaki, Yugoslavya (o zamanki), Bulgaristan ve Yunanistan'daki Türklerin durumuyla açıklamakta; «Biz oradaki Türklerin hakları için nasıl çırpınıyoruz. Ama kendi ülkemizde Kürtler söz konusu olunca tüylerimiz diken diken oluyor» demeye getirmektedir.

Sonra, tam okuyucunun aklından «ama oradaki Türkler, Balkan savaşlarından veya sosyalist yönetimlerin kurulduğu 1945'ten bu yana asla silaha sarılmamışlardı» itirazı geçerken, o da kendi tutarsızlığını hissedip «evet oradaki Türkler hiç silaha sarılmadı» demekte, ama «ancak...» diye bunun nedenini açıklarken «oradaki baskı, direniş için yeterliydi, ama silaha sarılmayı gerektirmeyecek kadardı» diye, deyim yerindeyse «özrü kabahatinden büyük» bir cevher takdim etmektedir okuyucuya.

Yunanistan'daki Türklerin hala birçok sorunları olduğunu, bu tezin sahibi olarak istemeyerek de olsa kabul eden Avcı «ama Avrupa Birliği sayesinde Yunanistan da hatalarını düzeltecektir» şeklinde kraldan da kralcı olup, adeta Yunanistan adına Yunanistan'ın yapmadığı bir savunma geliştirmektedir. Hoş!.. Avrupa Birliği, Avcı'ya göre Türkiye için de her derde deva bir hacet türbesidir. Asıl objeler hiçbir gayret göstermese de, sadece bu türbenin kapısına bir parça çaput bağlamak yeterlidir. Oysa tıpkı Türkiye gibi, Yunanistan için de Avrupa Birliği, en azından Trakya Türkleri söz konusu olduğunda, tam bir dış zorlama unsurudur; yoksa içselleştirilmiş bir irade söz konusu değildir. Avrupa Birliği uğruna, hatırına Türkiye'de de çok yasa çıkarılmış, çok şey yapılmıştır; ama Türkiye eskisinden ne daha müreffehtir, ne daha moderndir, ne daha demokrat, ne de daha medenidir. Hanefi Avcı, kendisinin bile son derece ürktüğü ve tehlikeli, sakıncalı bulduğu, ilkel, arkaik Cemaati, demokrasinin, modernitenin, Avrupalılığın, Avrupa Birliğinin neresine yerleştirmektedir? Veya Cemaatin, Avrupa Birliği uğruna on beş gün de on beş yasanın çıkarıldığı, Öcalan hatırına idam cezasının kaldırıldığı, yani demokrasi adına çok şeyin yapıldığı, Avrupa Birliği yiyip Avrupa Birliği içtiğimiz, şöyle veya böyle müzakere sürdürdüğümüz bir dönemde «devlet içinde devlet» haline gelmesini nasıl açıklayacaktır? Avrupa Birliği'nde, kendi deyimiyle «devlet içinde devlet» cemaatler mi varmış?!.. Öte yandan, «silaha sarılmayı gerektirecek kadar baskı», «silaha sarılmayı gerektirmeyecek kadar baskı» nın ölçüsü nedir? Ne kadar baskı olursa silaha sarılınır, ne kadar olursa sarılınmaz? Bunun, suyun deniz seviyesinde 100 derecede kaynaması gibi deneysel, bilimsel ve evrensel bir ölçüsü mü vardır? Yoksa, bu ölçüyü kim koyacaktır, koymaktadır? Hanefi Avcı mı? Sol'un «somut şartların somut tahlili» şeklinde bir söylemi, bir kuralı vardı. Burada da ölçü, kural veya ölçüsüzlük ya da kuralsızlık, zamana, ülkeye, koşullara göre değişecektir, değişir. Her ülkeye, her döneme, her koşula uygulanabilecek şablonlar, sosyal bilimlerde genellikle yoktur. Sosyal bilimlerin laboratuarı hayattır, tarihtir bilgidir. Ama Hanefi Avcı, tezini savunmak adına mantığı bırakıp tutarsızlığı göze almanın da ötesinde, Jivkov Bulgaristan'ı veya Yunanistan yönetiminin bile yapmayacağı savunmayı onlar adına yapmaktadır farkında olmadan ve sadece demokrat olmak adına. Bu ve benzeri, demokratlık saplantısından kaynaklının mantık, rasyonalite müsriflikleri bir yana Hanefi Avcı'nın tespitleri veya tıp diliyle teşhisleri doğrudur, ikna edicidir. Özellikle emniyet teşkilatı üzerinden devlet kadrolarının, teşkilatının yetersizliği, hatta kendi deyimle «kof» luğu konusundaki tespit ve değerlendirmeleri ikna edicidir. Ama bu demokrasi dindarlığı nedeniyle, tedavileri için aynı şeyi söylemek pek kolay görünmemektedir. Demokrasi mantıksızlık, tutarsızlık, irrasyonalite değildir. Tam tersine kendisinin de ısrarla üzerinde durduğu akıl ve akılcılıktır, bilimdir, kendisinin kullanmadığı deyimle aydınlanmacılıktır. Ayrıca, Avcı'nın da içinde bulunduğu ve cansiperane çalıştığı cephe, solun güçlü olduğu dönemde solun taleplerine kulak vermek bir yana, Amerika'sı Avrupa'sı dahil bütün güçleriyle buldozer gibi solun, sendikaların, işçinin üzerine giderken duymak bile istemedikleri demokrasiyi, Sovyetleriyle, Türkiye'siyle, Avrupa'sıyla, Afrika'sıyla, Çin'iyle, sendikasıyla, partisiyle solu, sosyalizmi tasfiye ettikten sonra nasıl oluyorsa birden bire baş tacı etmekte, hatta bir din derecesinde kutsamakta, Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlıktan sonra Demokrasi adı altında adeta yeni bir din yaratmaktadırlar; Cemaat ve benzeri, PKK ve benzeri her türlü çarpıklığı, akıl dışılığı Demokrasi manzumesinin içine sokup dinlerin tartışılmazlığından hareketle tartışılmaz hale, demokrasiyi, diktatörlüğü savunan bir silah haline getirmektedirler, getirmişlerdir. 4 – Hanefi Avcı, Cumhuriyet Mitinglerini eleştirmektedir; anayasada değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümlerin bulunmasına, esasen bu «teklif dahi edememe» mantığına ciddi biçimde itiraz etmektedir. Bu itirazını ise, tıpkı Recep Tayip Erdoğan gibi veya tıpkı onun zihniyetindekiler gibi «millet isterse değişir» mantığıyla yapmaktadır. Demokrasiyi, her şeye milletin karar vermesi olarak görmektedir. «Millet neyi ne kadar istiyorsa o kadar» demektedir. Kast ettiği de herhalde Meclis'tir. Hanefi Avcı, muhalefetin adeta yok sayıldığı, Meclis'in iktidar partisi çoğunluğu bile değil, adeta başbakan kişiliğinde 550 = 1 şeklinde matematiğin bile alt üst olduğu bir yer haline geldiğinin, bunun da çoğulculuk değil, faşizmi bile meşrulaştıran çoğunlukçuluk olduğunun farkında değildir sanki. Tıpkı Recep Tayip Erdoğan ve aynı zihniyettekiler gibi, Cumhuriyet Mitinglerine katılan milyonların Hanefi Avcı için de, «milleti» in bir parçası olmak bir yana, hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı, o mitinglere katılmanın da demokrasinin bir tezahürü olarak görülmediği izlenimi edinilmektedir kitaptan. Üstelik Avcı bunu, fanatik, dindar bir şekilde demokrasiyi savunmakla aynı anda yapmaktadır. Böylece ortaya, şeriat ve bölücülük için «yaşasın demokrasi», bu iki akıma karşı olanlar içinse «kahrolsun demokrasi» gibi; veya şeraiti ve bölücülüğü savunmak demokratlık, buna karşı çıkmak ise faşistlik, darbeciliktir gibi, Hegel'in, ayakları havada başının üstünde dikilen insana benzettiği ve ancak Marx tarafından ayaklarının üstüne oturtulan diyalektiğini akla getiren tuhaf, çarpık bir manzara çıkmaktadır. Ordu karşı çıkarsa darbedir, anladık; yargı karşı çıkarsa, o da jüristokrasi oldu, e hadi onu da anladık; peki ben, % 42 karşı çıkarsa ne olacak? Ben de Türkiye İslam Cumhuriyeti istemiyorum Hanefi Bey!!!... Oyladık, % 58 de «olsun» dedi. N'olacak şimdi?!.. Demokrasi bu kadar mutlak ise, mutlakiyetçilik ise isyanlar, iç savaşlar, dış savaşlar niye çıkar!!??.. «Eğer problemin ne olduğu konusunda toplumda konsensüs yoksa orada demokrasinin de yapabileceği hiçbir şey yoktur.»

Burada problem, demokrasinin ne olduğu. Demokrasi sadece «oy» mudur? Bir öneriyi yüzde 51 kabul etmişse, % 49'un canı cehenneme, demek midir demokrasi? Demokrasi bu ise, Hanefi Avcı, referandum yapıp % 58 oy mu aldı da sakin sakin, doğal doğal PKK ile uzlaşmayı, Öcalan'ı muhatap almaktan başka çare olmadığını savunmakta?..AKP de kuvvetle muhtemeldir ki böyle düşünüyor, bunun için hazır; ama % 36'ya, % 47'ye rağmen, onca dış ve iç desteğe rağmen yapamadı; şimdi bir de % 58 var, yapacak mı, yapabilecek mi? Demokrasiyi «oy» dan ibaret görüyor Avcı. Peki kendisinin de o kadar savunduğu akıl, akılcılık, bilim, bilgi ne olacak? Feodal ortaçağ Avrupa'sında evlenen genç kızların ilk geceyi kocalarıyla değil, derebeyiyle geçirmeleri gibi bir kural varmış. Şimdi teorik olarak böyle bir imkan günümüz demokrasilerinde yeterli çoğunluğa sahip iktidar partileri için de söz konusu. Böyle bir kanun çıkarsa ne yapacağız? Avcı'nın «İnsaf artık... Olmaz öyle şey. Akıl var mantık var...» dediğini, siz de duyuyorsunuz, değil mi?!!!... Yaaaaa!!!!... Bilerek absürd bir örnek verdik. Demokrasi eşittir oy, derseniz buraya kadar gelirsiniz, anlamında... Öte yandan her sistemin, her yapının kendisini bir şekilde koruduğu da yoktur Avcı'nın kitabında. Sanki kendisi yıllarca bir sistemi düşmanlarına karşı koruyan bir mesleği yapmamış gibi... Polisin, askerin, hukukun her devlette görevi, «müesses nizamı», kurulu düzeni korumaktır. Kendisinin bir polis olarak 32 yıl boyunca mücadele ettiği örgütlerin felsefi açıklaması ise, en basit ifadeyle «müesses nizama» karşı olanlardır. Meslek hayatının çok önemli bir kısmını sıkı bir «sağcı» devletçi, milliyetçi olarak müesses nizamı korumakla geçiren Avcı'nın, koruduğu nizamın adının özünde kapitalizm, koruduğu kesimin sınıfsal adının sermaye olduğunu bilmesi, bilse bile kitabını böyle yazması elbette beklenemez. «At binicisine göre kişner» atasözümüzü bilmemesi mümkün olmayan Avcı'nın, Türkiye söz konusuysa, 1950'den itibaren, hatta dürüst olmak gerekirse 1938'den itibaren «at» ın sahibinin sermaye, devleti yöneten siyasi kadroların da bu atın jokeyi, suvarisi, binicisi olduğunu kabul etmesi de beklenmez. Ama müesses nizamı, sadece bekası uğruna mücadelenin bir ideal haline getirildiği düşsel bir devlet kavramı olarak kabul etsek bile, bu devlet, değilse bu devletin milletinin önemli bir kısmı bir şeyi, bir ideolojiyi, bir davranışı tehlikeli bulabilir. Buna karşı çıkabilir, bunu protesto edebilir. Anayasada, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerin bulunmasını bu nedenle isteyebilir. Öyle anlaşılmaktadır ki, Hanefi Avcı, AKP'yi demokrasinin ta kendisi sayanlardandır; AKP'nin sermaye hakimiyeti hariç mevcut müesses nizamın yerine kendi müesses nizamını koymaya, mevcut müesses nizamın ise kendini korumaya çalıştığını görmemekte; ama AKP tarafından yönetilmek istemeyenleri, hadi demokrasi karşıtı olarak görmese bile yanlış ve gereksiz bir davranış içinde saymaktadır. Çoğunluğun ülkeyi yönetmek hakkı varsa, azınlık da olsalar birilerinin de buna karşı çıkmak hakkı vardır; Avcı bunu yer yer kısmen kabul etse de, bunları hükümeti devirmeye teşebbüs edenler olarak görmese de, değil mi ki azınlıkta kalmaktadırlar, pek «millet» olarak görmek, hele milli iradeden saymak eğiliminde de değildir. Tersine bu mitingleri ve katılanları, Ergenekon davası sanıklarının hükümeti devirmek için örgütledikleri şeklindeki İddianame mantığını benimser görünmektedir. Çoğunlukçu anlayış, bu zihniyetin tipik özelliğidir; bu zihniyet demokrasiye ancak bu kadar yaklaşabilmektedir. Avcı, İran'daki rejimin de kendisini laikliğe karşı, Amerika'daki kapitalizmin de kendisini sosyalizme karşı, Sovyetler Birliği'nin de kendisini kapitalizme karşı koruduğunu bilmez midir, bilir de bilmezden mi gelmiştir, anlaşılamamaktadır. 5 – Avcı PKK konusunda, «PKK, Öcalan demektir» diyerek Öcalan'la görüşülmesi gerektiğini ve bunun masa örtüsü olarak da demokratik açılımı savunmaktadır. Bu, 80'lerden bu yana zaten yaşanan bir durumdur. Bugünkü müzakere tartışmaları, Habur tartışmaları AKP'nin beceriksizliğinden kaynaklanmaktadır. AKP, her işi olduğu gibi bunu da öyle eline yüzüne bulaştırmıştır ki, kendi elini kolunu yine kendisi bağlamakta, meydan kürsülerinde «benim görüştüğümü ispatlayamazsan şerefsizsin» diye sokak ağzıyla yeminler etmek zorunda kalmaktadır. Halbuki PKK veya Öcalan'la daha önceki temasları da başbakanlar bizzat kurmamıştı; Öcalan'ı Kenya'dan bizzat Ecevit yakalayıp getirmemişti. Avcı da bunu bilir, söylemek istediği de bu değildir elbette. Avcının bilip de söylemediği bir başka şey, Öcalan'la veya PKK'la 30 yıldır el altından müzakereler sürmesine, hatta Öcalan-MİT ilişkisi iddialarına, 30 yıldır sağlanıp duran, ama hiçbir işe yaramayıp «taviz» e dönüşen haklara rağmen terörün durmadığıdır. Ayrıca Ergenekon davası, PKK'ya karşı mücadele eden ne kadar subay varsa tutuklayarak, dava açarak, AKP'nin elbette yine güvenlik ve istihbarat bürokratları aracılığıyla yapacağı girişimler konusunda yine elini kolunu bağlamaktadır. Yarın bir başka Ergenekon da, AKP'nin İmralı'ya, Kandil'e gönderdiği müsteşarlarını tutuklayabilir. Ama Avcı bu «malumu ilan» ı, yine anlaşılması hiç mümkün olmayacak şekilde, Öcalan'ın 12 yıl önce 1999'daki mahkeme ifadelerine, federasyon, özerklik, bağımsızlık istemediği tezine dayandırmaktadır. Öcalan ve adamlarının son üç dört ay içinde söyledikleri ortadayken Avcı'nın bu ısrarı, bildiği başka şeyler mi var sorusunu akla getirmektedir. Gerçekten, Avcı, aynı şeyleri söylüyor görünseler bile Öcalan'ı diğerlerinden ayırıyor, Öcalan'ın «ben çekilirsem diğerleri böyle konuşur ve bunu yapar» demek istediğini, yoksa Öcalan'ın federasyon, özerklik, bağımsızlık konusundaki olumsuz görüşlerinin 1999'dan bu yana değişmediğini, Öcalan'ın bu taleplere hala olumsuz baktığını kast ediyor olabilir. Avcının düşündüğü, hatta istediği gibi, Öcalan'ı serbest bırakarak onu rahatlatabiliriz, o da PKK'yı gerçekten susturarak, terörü belki tamamen durdurarak bizi rahatlatabilir. Ama KCK'lar, BDP'ler ne olacak? Bu iş bu kadar kolay olacak idiyse neden bunca yıl bunca insanın ölmesine yol açtınız diye soracak şehit annelerine kim hesap verecek? Her şey hallolsa bile bu soru daha uzun süre iktidarları çok rahatsız edecektir. Ayrıca Avcı'ya göre, ABD, hatta Yunanistan dahil bütün yabancı güçler PKK'yı değil Türkiye'yi destekliyormuş. Niye? ABD PKK'ya beş on tane bilmem ne füzesi verseymiş her şey değişebilirmiş, oysa vermemiş. Buradaki zorlama çok fazla sırıtıyor. Biz Kandili bombalayacağımız veya kaçan teröristi kovalayacağımız zaman, kendi illegal ve haksız işgali altındaki o topraklar için «aaa olmaz ama. Burası egemen, bağımsız bir ülke...» derken, PKK, hem de bizim yarıya ucuz verdiğimi elektrikle aydınlatılmış çadırında, mağarasında uyuyup, yemeğini yiyip, televizyonunu seyredip, bilgisayarıyla oynayıp, telefonunu şarj ettikten sonra kalkıp sakin sakin benim karakoluma, köyüme, kasabama saldırırken Türkiye'nin egemenliğini, toprak bütünlüğünü, sınır güvenliğini hiç hatırlamayan Amerika değil sanki. Ya da Avcı bunları bilmiyor...

İKİNCİ BÖLÜM: CEMAAT
Avcı'nın bu tutarsızlıkları bu bölümde de devam etmektedir. Bunlardan en çarpıcı, en hazin olanını şöyle özetleyebiliriz. Cemaatin gücünün ulaştığı boyutu, bunun tehlikesini anlayan, hisseden hatta bilen başkaları da vardı kuşkusuz. Ama bunu hiç kimsenin Hanefi Avcı kadar iyi, güzel, etkileyici biçimde en azından bu güne kadar anlatmadığını kabul etmek bir hakşinaslıktır. Yani tespitleri yine mükemmeldir. Ama Avcı, bu mükemmellik içindeyken öyle bir tutarsızlığa düşmektedir ki, bu defa o kendisine başka hiç kimsenin yapamayacağı kadar büyük haksızlık yapmış olmaktadır. Avcı cemaatle ilgili inandırıcı tespitleri-teşhisleri çok güzel yaptıktan sonra tedavi aşamasına gelince, yine malum demokrasi dindarlığıyla yine absürtleşmekte ve demektedir ki, «Ordu içinde cuntalar var olduğu sürece cemaat de var olacaktır ve bu varlığı, cuntaların varlığı yüzünden mevcut ve müstakbel hiçbir hükümet ortadan kaldıramayacaktır. Onun için ordunun da Avrupa ülkelerindeki demokratik boyuta çekilmesi gerekir.»

Öyleyse Avcı, bu tedavi önerisinin ardından «Emniyet içinde cunta mı vardı da, cemaat en rahat, en güzel, en güçlü, ama en vahim biçimde Emniyet teşkilatında örgütlendi; buradan diğer kurumlara rahatça yayıldı» sorusunun, «her rejim, her sistem, her kurum kendisini tehditlere, tahriplere karşı korur. Ordu da bugüne kadar, YAŞ kararlarındaki ihraçlarla kendisini korumaya çalışmıştır, ama siz buna yine o fanatik demokrasi dindarlığıyla karşı çıkmıştınız. Hiç değilse geldiğiniz, kitap yazarak feryat etme noktasında, hala «keşke biz de kendimizi biraz korusaydık da bu noktaya, genel müdür yardımcılarımızın, daire başkanlarımızın, şube müdürlerimizin yalan ve iftiralara dayalı komplolarla görevlerinden alınmalarına ve hatta onur kırıcı bir biçimde özgürlüklerinden olup hapislerde sürünmelerine yol açmasaydık» demiyor musunuz» sorusunun muhatabıdır. Ve Avcı bütün bu tutarsızlıkları yaparken, aynı zamanda sanki İslamcı devlet anlayışının «dar-ül harp» mantığını, dar-ül harpte yani İslam, İslamlaştırma adına yapılan bir cihad savaşıyla, gaza ile ele geçirilmiş bir kafir, bir gayrı Müslim diyarında, «ilk anda, sistem tamamen İslamlaştırılana kadar sadece savaş ve ganimet hukuku geçerlidir. O ülkenin canı da malı da helaldir. Orada İslamiyet'in günah, helal, haram sevap kavramları ve bu kavramlara dayalı hukuku geçerli değildir. Türkiye ise, cihadcı İslam devlet anlayışı açısından bir dar-ül harptir» mantığını, sanki bilmemektedir; cemaatin başta polis teşkilatı olmak üzere devlet ve ülke içindeki, çok iyi bildiği uygulamalarının bu mantığın bire bir tezahürü olduğunu, bir başka ifadeyle cemaatin AKP'yi de kullanarak (veya karşılıklı birbirinden yararlanarak) ülkede, yeni ele geçirilmiş bir küffar ülkesindeymiş gibi, veya daha açığı Irak'taki Amerika gibi davrandığını sanki görmemekte, anlamamakta, bilmemektedir ve çok şaşırmış, bu şaşkınlıkla infiale uğramış görünmektedir. Bütün bildiklerini yazmasa da, olanı biteni kamuoyunun bilmesi gerektiği kadarıyla ama bütün açıklığıyla anlatan Avcı, cemaatin gözü karalığı Emniyet teşkilatı içinde en önemli kadrolarda bulunanlara, hele saydığı sevdiği insanlara, hele hele kendisine kadar uzanmasaydı bu kitabı yazar mıydı sorusu baki kalmak kaydiyle, tamamen yazdıklarından hareketle, kanaatimizce tipik bir Stiglitz veya Kissinger olarak şunu söylemeye çalışmaktadır: «Ey cemaat! Size vaktiyle haksızlık yapılmış olabilir (Herhalde cumhuriyetin kuruluş yıllarını, 28 Şubat'ı vb. kast ediyor). Bu nedenle bir intikam duygusu içinde olabilirsiniz. Ayrıca ben, temsil ettiğiniz zihniyetin Türkiye'de hakim güç olmasından da hoşnut olurdum. Ama bunu öyle «Zücaciye dükkanına fil girer gibi» bizlere kadar uzanacak bir pervasızlıkla yapmaya kalkıyorsunuz ki, gelecekteki tam hakimiyet olasılığınız çok ciddi bir biçimde tehlikeye girmektedir. Üstelik, gelecekte ülkenin hakimi olmak bir yana, kendinizi de, hükümeti de tehlikeye atıyorsunuz.»

Çünkü Avcı cemaatin gerçekleştirdiği dinleme, görüntüleme, bunlara dayalı suçlamalar, davalar, mahkumiyetler veya görevden almalardan hareketle «bu dinlemeler şimdilik sadece Cemaat muhaliflerine karşıdır. Ama kesinlikle bununla sınırlı değildir. Her düzeyde asker sivil bürokrat, siyasiler, hatta bakanlar bile dinleniyor olabilir» demektedir.

Hatta mevcut bakanları bile uyarmaktadır. Gerçekten, Avcı'nın kitapta verdiği bilgiye göre Cemaatin izledikleri arasında Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdür Yardımcısı bile vardır!!!.. Bu zat, partizanlığın böylesine acımasız boyutlara ulaştığı böyle bir dönemde bu ihtimal çok zayıf görünse de, sadece laik, Kemalist olduğu, Cemaat ve/veya AKP muhalifi olduğu için de izleniyor olabilir. Ama hele seçim sonuçlarına elektronik hilelerin karıştığı, bilgisayar programlarının 12 Eylül 2010 referandumunda % 53 EVET çıkacak şekilde şimdiden ayarlandığı iddialarının yüksek sesle dile getirildiği bir dönemde görev de, yani Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdür Yardımcılığı de çok anlamlıdır. Bu noktadan bakınca Cemaat polisinin izleyip dinledikleri arasına ilçe seçim kurulu başkanlarından (ki yargıçtırlar) Yüksek Seçim Kurulu başkanına (ki yüksek yargıçtır) TÜİK başkanı ve üst yetkililerine kadar pek çok kişiyi dahil etmek mümkündür. Tespitleri Cemaatin canını acıtacak, en azından sıkacak kadar açık, kesin, deyim yerindeyse bodoslama hücum edercesine yapan, belgeler sunan, en önemlisi tanıklıklarını aktaran Avcı, üst paragraftaki uyarı söylemini, sadece biraz denge sağlamak adına geliştirmiş olabilir; ama geliştirmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, Hanefi Avcı'nın, Cemil Çiçek söylemiyle tamamen ve sadece kanaatlerini ifade ettiği, belge göstermediği iddiasına katılmak mümkün değildir. Yeterince göstermiştir. Ama daha önemlisi, Hanefi Avcı, 32 yıl boyunca mesleğin, teşkilatın her kademesinde, boyutunda görev yapmış, tam anlamıyla bir görgü tanığıdır. Kimsenin görmediği, bilmediği, PKK itirafçısı (veya değil) gizli tanıkların ifadeleriyle, imzasız ihbar mektuplarıyla, gizli çekilmiş özel hayat görüntüleriyle, yasa dışı dinlenen telefon kayıtlarıyla yüzlerce kişinin özgürlüklerinin yok edildiği, ocağının söndürüldüğü, intiharlara sürüklendiği koskoca bir Ergenekon Davası kuranların, Hanefi Avcı'dan belge beklemeleri, vaktiyle Selim Edes adlı bir iş adamının, rüşvet aldığını iddia ettiği banka genel müdürü Engin Civan'ın «ispat et» saçmalığına verdiği «rüşvetin belgesi mi olur p...k» karşılığını hatırlatmaktadır. Kaldı ki, yinelemek gerekir, Cemaatin sadece Emniyet teşkilatında değil, çok genel olarak bir «devlet içinde devlet» kurduklarının yeterince ikna edici kanıtı vardır kitapta. Madem yok diyorlar, yok diyenlerin yokluğu veya kitaptaki belgelerin sahih olmadığını ispat etmeleri gerekir. İspat külfeti iddia sahibine aittir. Yine de, Avcı cesurdur, ama bir kahraman değildir; buna ihtiyacı yoktur. Cemaatle ilgili bölüm açısından bir «insider» dır; içeriden biridir; kitabında dengeleri çok iyi korumuştur; yaptığı, en çok sevilen bir dostun bazı ağır, vahim hataları dolayısıyla «dost acı söyler» kabilinden uyarılmasıdır. Birinci bölüm ve genel olarak bizim gibi pek, hele Avcı kadar «demokrat» olmayanlar içinse, yazıp söyledikleri çok önemli ölçüde malumun ilanıdır. Bu «malum» daki tehlikenin ağırlığının, boyutunun, ciddiyetinin, vahametinin daha çıplak olarak görülüp anlaşılmasında büyük bir katkı sağlamıştır. Çünkü o bir «insider» dır, görgü tanığıdır. Bunun dışında Mehmet Altan'dan, Mehmet Barlas'tan ve benzerlerinden duyup okuduklarımızdan farklı, yeni bir şey yoktur. Yinelemek gerekir, kitabın bir başka önemi de, bu çevrelerin, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de solu tasfiye ettikten, hatta bir kısım sağı bile tafsile ettikten sonra, Türkiye'yi sadece kan-can deposu bir geçiş ve savunma üssü olarak gören Amerikancı milliyetçiliğin yerini, Türkiyeci yurtseverlik alınca birden, hem de bölücülere karşı bile demokrat kesilivermelerini bir laboratuar sadeliği ve adeta bilimselliği içinde bir kere daha sergilemesidir. Şimdi popüler olan Türkeş, Kıbrıs çıkarmasına, haşhaş ekimi yasağının kaldırılmasına «Amerika'dan izinsiz nasıl yaparsınız!..» diye köpürüyordu. Bahçeli ise hiç değilse «emperyalizm» diyebiliyor, «Bush'la ruh ikizi olmaktansa Baykal'la ruh ikizi olmayı tercih ederim» diyor. Yeterince açık değil mi!

Ali TARTANOĞLU - 20.09.2010 - Heddam

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder