6 Şubat 2020 Perşembe

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 1

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 1




SETA | Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı 
www.setav.org 
Mayıs 2011

ADALET VE KALKINMA PARTİSİ (AK PARTİ)
YAŞAR TAŞKIN KOÇ
SETA 
ANALİZ
Sayı: 41 | Mayıs 2011
Kayhan Özer

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASi PARTİLER
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ (AK PARTİ)
YAŞAR TAŞKIN KOÇ

İÇİNDEKİLER

I. AK PARTİ’NİN İKTİDAR PERFORMANSI | 5

II. AK PARTİ’NİN MÜESSES NİZAM’LA İKTİDAR MÜCADELESİ | 10

III. AK PARTİ’NİN İÇ POLİTİKADAKİ TEMEL SORUNLARA YAKLAŞIMI | 15

IV. AK PARTİ’NİN DIŞ POLİTİKADAKİ TEMEL BAŞLIKLARA YAKLAŞIMI | 17

V. HAZİRAN 2011 SEÇİMLERİNDEKİ MUHTEMEL TABLO | 19

SONUÇ | 21


12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASI PARTİLER: AK PARTİ


ÖZET

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2002 yılında kurulup Türk siyasal hayatının önemli aktörlerinden birisi haline geldiğinde hem içinden çıktığı Milli Görüş çizgisi, hem de Türkiye derin bir kriz içindeydi. Milli Görüş geleneğinin yaşadığı kriz AK Parti’nin doğuş sebebi olurken, ülkenin yaşadığı kriz, bu partinin tek başına iktidar olmasının yolunu açtı. 2001 ekonomik krizi toplumun önceki krizlerde yaptığını yapmasına neden oldu ve sorumlu gördüklerini tasfiye etti.

AK Parti’nin ikisi genel, ikisi yerel toplam 4 seçimden üstünlükle çıkmasının ve arada iki de referandumu kazanmasının en önemli unsurlarından birisi ekonomide sağladığı başarıdır. 
Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. AK Parti, bu iki faktörün birbirini etkilediği bilinciyle hareket ederek, bir yandan ekonomik istikrarı sağlamaya yönelik politikalar geliştirirken, aynı zamanda siyasi istikrar sağlayacak, toplumun hak ve özgürlük taleplerini karşılayacak politikalar geliştirdi.

12 Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’nin kaç milletvekiliyle iktidar olacağı önemlidir. AK Parti’nin aldığı oy oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal öncelikleri üzerinde etkili olacaktır. Kürt meselesi başta olmak üzere, AK Parti’nin demokratikleşmeye yönelik tutumu, yeni Anayasa’nın hazırlanması, yeni Türkiye’nin hangi parametreler üzerinde ve 
ne sürede inşa edileceği gibi unsurlar, büyük oranda AK Parti’nin aldığı seçim sonucu üzerinden tartışılacaktır. 

AK Parti, bu seçimlerde aldığı sonuçlarla diğer siyasi partilerin akıbeti üzerinde de etkili olacaktır. 
CHP’nin seçim sonucu, parti içindeki değişim süreci ve iktidar mücadelesinin rotasını belirleyecektir. 
MHP’nin baraj altında kalması veya barajı kıl payı geçmesi, hem MHP’deki iç dengeleri, hem de MHP’nin Türkiye siyasal yaşamındaki yeri ve kalıcılığı ile ilgili bir tartışmayı gündeme taşıyacaktır. BDP’nin alacağı sonuç ise Kürt meselesinin çözüm süreci, yöntemi ve vadesi üzerinde doğrudan etkili olacaktır. 

Sonuç olarak, AK Parti, 12 Haziran seçimlerinde alacağı sonuçla, sadece kendisinin siyasal denklemdeki yeri ve kalıcılığı üzerinde bir etkide değil, kendisi dışındaki bütün siyasi partilerin kaderi üzerinde de belirleyici bir rol oynayacak tır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2002 yılında kurulup Türk siyasal hayatının önemli aktörlerinden birisi haline geldiğinde hem içinden çıktığı Milli Görüş çizgisi, hem de Türkiye derin bir kriz içindeydi. Milli Görüş geleneğinin yaşadığı kriz AK Parti’nin doğuş sebebi olurken, ülkenin yaşadığı kriz, bu partinin tek başına iktidar olmasının yolunu açtı. 2001 ekonomik krizi toplumun bundan önceki krizlerde yaptığını yapmasına neden oldu. Toplum ekonomik ve siyasal riski ortadan kaldıracak bir oy kullanma refleksiyle hareket ederek sorumlu gördüklerini siyasetten tasfiye etti.

Bu iki refleks sonunda, 3 Kasım 2002 seçimlerinde, Meclis’te temsil edilen bütün partiler baraj altında kaldılar. Halkın istediği refahının küçülmesini engellemek, bunun için de, güçlü bir tek parti iktidarına alan açmaktı. 
Böylece, son dönemlerin koalisyon hükümetlerinin yönetme zaafları, hem AK Parti’yi tek başına iktidar kıldı, hem de diğer partileri siyasal hayattan sildi. 

Son koalisyon hükümeti, ekonomik çöküş yanında iki büyük soruna daha sahipti. İlk sorun, koalisyon içindeki uyumsuzluk ve Başbakan Bülent Ecevit’in sağlık sorunları dolayısıyla “ülkeyi yönetemez olduğu” algısıydı. Zamanla, Ecevit’le ilgili durumun, iktidar yapılanması içinde farklı hesapların medya üzerinden yürütülen bir operasyonu olduğu anlaşılacaktı. Üzerinde yeterli inceleme yapılmayan kriz sonrası Ankara’daki esnaf yürüyüşünün nelere gebe olduğu ve aslında neyi simgelediğini dönemin siyasetçileri göremediler. Tarih boyunca toplu eylemler den uzak durmuş esnaf kesiminin talebinin günlük kaygılarla sınırlı olmadığını, toplumun en zor hareket eden kesiminin ayaklanmasının, polisle karşı karşıya gelmesinin, Meclis’e yürüyüşlerinin anlamı kavranamadı. 

Esnaf, ekonomik kriz üzerinden iktidarın gidişatını ve bütün icraatlarını reddettiğini yüksek sesle haykırıyordu.. 

Anlaşılmayan ikinci derin kaygı ise 28 Şubat’ın etkileriydi. Bizzat merkez medya manşetlerinde Ocak ayında bile ekonomiye övgülerle dolu manşetlerin üzerinden bir ay geçmeden ülke büyük bir kargaşanın içine düşmüştü. Milyonlarca insanın oy verdiği, ülkenin en büyük iki partisinin koalisyonu ‘irtica ile mücadele’ adı altında ve adına, bizzat bazı generaller tarafından post-modern darbe denilen yarı müdahaleyle düşürüldü. 

Toplum, bu müdahalenin daha da derinleşmemesi için medyanın yayınlarının 
da etkisiyle seçimlerde farklı bir kompozisyonu iktidara getirdi. Alaca karanlık kuşağı 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar devam etti. Kamuoyu, 28 Şubat’tan hemen önce Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyonunun ilk 6 ayıyla ikinci 6 ayı arasındaki farkı unutmamıştı; müdahaleler sonrasındaki uzun yıllar sürecek kaosu ise iliklerine kadar yaşamaktaydı. 

Böyle bir ortamda, henüz yeni kurulmuş ancak kuruluş kompozisyonuyla kendisini bütün mevcut partilerin zaaflarından ayrıştırmayı başarmış AK Parti, tek başına iktidar olmasını sağlayacak bir destekle seçimlerin galibi oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden beri dikkat çeken, önüne çıkarılan engellere rağmen bir siyasi parti kurup yarışa giren Recep Tayyip Erdoğan zaferlerinin ilkini kazandı. Benzer ama daha küçük bir zaferi de aynı seçimde CHP başaracak, ancak devamını getiremeyecekti. 

Baykal ve CHP’nin siyasal davranışı, AK Parti’nin sürmekte olan siyasal yükselişi 
karşısında sadece pozisyonunu korumakla sınırlı kalacaktı.

I. AK PARTİ’NİN İKTİDAR PERFORMANSI

AK Parti, kendisine iktidar yolunu açan temel dinamiğin, seçmenin ekonomik ve siyasal istikrar beklentisi olduğunu bilerek işe başladı. Merkez-sağ ve sol siyasi aktörlere bünyesinde yer verse de yönetici kadrosunun ana omurgasının Milli Görüş kökenlilerden oluşmasının vesayetçi aktörler nezdinde rahatsızlık oluşturduğu ortadaydı. 28 Şubat sürecinin kudretli bürokratlarının gözleri AK Parti üzerindeydi. İç politikadaki bu handikabın yanı sıra, AK Parti, iktidarının erken bir döneminde ABD’deki neo-con yönetiminin Irak’ı işgali gibi ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldı. 

1 Mart tezkeresinin TBMM’de, AK Partili vekillerin de aralarında olduğu bir çoğunlukça reddedilmesiyle o gün için sıkıntılı ama zamana yayıldıkça büyük bir avantaja dönüşecek sonuçları Türk-ABD ilişkilerinde uzun zaman onarılamayacak hasarlara yol açtı. Dış politikadaki bu gerginliğin Türkiye’de iç siyaset üzerindeki iktidar mücadelesinde ne tür etkilere sebep olduğu; özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin pozisyon ve tavrını nasıl etkilediği, son zamanlarda ortaya çıkan kimi eylem planlarında ipuçlarına rastlansa da, henüz tam olarak bilinmiyor.

AK Parti’nin Ekonomik Performansı, 

Karşı karşıya bulunduğu siyasi dezavantajlara rağmen hükümet, özellikle ekonomik alanda önüne koyduğu hedefleri gerçekleştirmek üzere kendi planını adım adım ve sabırla uygulamaya başladı. Eğitim, sağlık, ulaşım, konut alanlarında ve hükümeti oluşturan kadroların yerel yönetimlerdeki tecrübelerin den çok iyi bildikleri yoksullara yardım konularında hızlı ve önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Ekonominin yeni bir sarsıntıya girmemesi için mali politikalardan taviz verilmezken, üretimin artırılmasına ve zararları büyük kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesine önem verildi. Uzun yıllardır siyasal ve ekonomik istikrarı bir türlü yakalayamamış sanayi, ticaret, tarım sektörleri bu sakin ortamda hızla büyümeye başladı.

< AK Parti, kendisine iktidar yolunu açan temel dinamiğin, seçmenin ekonomik ve siyasal istikrar beklentisi olduğunu bilerek işe başladı. >

Siyasal istikrarsızlık ortamlarında reel ve meşru yolları hızla terk etmeyi alışkanlık haline getirmiş ve bu yolla çok büyük paraları haksız olarak kazanmış özellikle banka sahibi işadamlarının 2001 krizi sonrasında kanun önüne çıkarılmaları hızlandırıldı. 

AK Parti, özellikle ekonomide halka da her sektörden üreticiye de güven vermek, ekonomide sarsıntı yaşanmasının önüne geçmek, üretim ve ihracatı artırmak, ağır hasarlara yol açabilen döviz kurlarındaki ani iniş ve çıkışları speküle edebilecek müdahalelerden uzak durmak konularında titiz bir politika izledi. Özellikle ihracatın artması için o günden bugüne sürdürülen pazar çeşitliliği için birkaç koldan (Başbakan, ilgili bakanlar hatta Dışişleri Bakanları, Abdullah Gül’ün Köşk’e çıkmasından sonra bu çabaya Cumhurbaşkanlığı da aktif olarak katıldı) çalışmaya devam edildi. Bu çalışmalar ekonomi için önemli bir dayanak ve akış sağlarken ekonomi üzerinden başlatılan ilişkilerin sosyal ve kültürel açıdan hızlanmasını sağladı. Aslında AK Parti hükümetleri önce komşularla sıfır sorun politikası, ardından ulaşılabilecek her yerle en iyi ilişkiler politikasını zamana yayarak ve sıraya koyarak sürekli sürdürdü. Aynı anda Başbakan,  Cumhur başkanı, Dışişleri Bakanı, Ekonomiden Sorumlu Bakanlar farklı ülkelerde görüşmelerde, ziyaretlerde bulunabiliyor ya da Türkiye’de yabancı mevki daşlarını ağırlıyorlardı. Böylece artan diplomatik ilişkilerden ekonomik faaliyetler için yararlanıldı; ilişkiye geçilen her ülkeyle ekonomik ilişkiler artırıldı; arttırılan ekonomik ilişkiler sosyal ve kültürel boyutlarla desteklendi.

Siyasi istikrar hızla ekonomiye yansımış ve her yıl ciddi büyüme oranları ile sürmekteydi. Yıllara göre enflasyon oranları, halkın AK Parti iktidarına alan açıp eski partileri neredeyse tarihe yollarken ne istediğini ve AK Parti’nin de yıllar içinde bu talebe nasıl cevap verdiğini göstermeye yeter. 1993–2002 yılları arasındaki ortalama yıllık enflasyon oranı yüzde 70,8 iken, AK Parti’nin iktidar olduğu dönemde tek haneli rakamlara düştü: 2003’te 18,4; 2004’te 9,3; 2005’te 7,7; 2006’da 9,7; 2007’de 8,4; 2008’de 10,1; 2009’da 6,5 ve 2010’da da 6,4 olarak gerçekleşti.

Yıllar içindeki kimi değişimlerin nedeninin küresel mali krizden kaynaklandığı bilinmekle beraber, AK Parti ekonomi politikasının, ekonomik büyümeyi sağlarken cari açık ya da enflasyona kurban etmemeyi hedeflediği açıktır. Özellikle enflasyonist politikaların üretimden çok “para ile oynayarak kazanmak” ve üstelik “ücretliler aleyhine kazanmaya devam etmek” anlamına geldiğinin bilincinde olan bu politika, 2011 yılında da neredeyse yarım asırdır rastlanmayan bir enflasyon hedefini Mart 2011 itibariyle belirlemiş görünüyor: yüzde 3,99.

< Ekonominin yeni bir sarsıntıya girmemesi için mali politikalardan taviz verilmezken, üretimin artırılmasına ve zararları büyük kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesine önem verildi. >

AK Parti’nin 8,5 yıllık iktidar dönemindeki büyüme rakamları da, ekonomik alanda halkın hedef ve talepleri doğrultusunda aldığı yolu göstermektedir. Hazine Müsteşarlığı ve DPT’nin resmi nihai rakamlarına göre, 2008 ve 2009’da küresel mali buhranın olumsuz etkileri dışında genel olarak yüksek bir büyüme görülmektedir. 2003 yılında yüzde 5,9; 2004’te yüzde 9,9; 2005’te yüzde 7,4; 2006’da yüzde 6 ve 2007’de yüzde 4,5 büyüyen Türkiye, 2008’de yüzde 1,1 büyüyebilirken, genel ekonomik krizin Türkiye’ye yansıması nedeniyle 2009’da yüzde 4,7 küçüldü. Ardından tekrar 2010’da yüzde 8,9 oranında büyüdü. 2011’de de, yüzde 7’yi aşan bir büyüme beklentisi mevcut.

Bu makro rakamların geniş kitlelerin hayatlarına yaptığı katkının anlamı açıktır. Rakamlara bakınca, gelecekten emin, yatırım yapabilen, iş kurabilen, işe girebilen milyonların sandıkta neden AK Parti dediklerini anlamak kolaylaşmakta dır. Üretim süreçlerindeki bu gelişme, halkın önceki yıllarla kıyaslanmayacak ve benzerini ancak 1950’ler ve 70’lerde gördüğü bir refah dönemi yaşamasına neden oldu. Düşük gelirliler, yoksullar için özellikle ekonomik ve sosyal yardımlar konusunda yapılanlar Türkiye’de hangi parti gelirse gelsin değişmeyecek kurumsallaşmış bir model haline dönüştü. Eğitimde 
parasız kitap, parasız yatılıların artması, dar gelirli ailelere yapılan farklı kalemlerde birbirinin alternatifi olmayan yardımlar; sağlık alanındaki yapısal dönüşüm; herkese gelirine göre ev alabilme imkânının doğması; ulaşım ve iletişim alanlarındaki büyük yatırımlar doğrudan geniş kitleler için önem taşıdı, taşımaya da devam ediyor.

AK Parti’nin ikisi genel, ikisi yerel toplam 4 seçimden üstünlükle çıkmasının ve arada iki de referandumu kazanmasının izlerini bu rakamlar ve gelişmelerde aramak gerekir. 

Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz 
ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. AK Parti, bu iki faktörün birbirini etkilediği bilinciyle hareket ederek, bir yandan ekonomik istikrarı sağlamaya yönelik politikalar geliştirirken, aynı zamanda siyasi istikrar sağlayacak, toplumun hak ve özgürlük taleplerini karşılayacak politikalar geliştirdi. 

AK Parti’nin Siyasal Performansı

AK Parti’nin Türk siyasal hayatında tuttuğu yer ve savunduğu görüşleri için kendi tanımı “muhafazakâr demokrasi”dir. Bu tanım üzerindeki teorik tartışmaların yerine 8,5 yıllık icraatlar silsilesi partinin görüşlerini daha açıklayıcı hale getirebilir. AK Parti, ülkenin bundan sonraki ekonomik, sosyal, kültürel süreçlerini derinden etkileyecek olan siyasal perspektifini seçim beyannameleri ve hükümet programları aracılığıyla açıkça deklare etti. İktidarı süresince de Anayasa değişiklikleri; ticaret, ceza ve benzeri temel yasalardaki değişiklikler ve Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde bu perspektifini hayata geçirdi. 

< Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. >

AK Parti, siyasal alanda en ciddi krizi, 2007 yılında, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde yaşadı. AK Parti kendi içindeki tartışmaların ardından, Ahmet Necdet Sezer’in yerine Köşk’teki koltuğa oturacak aday olarak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü açıkladığında büyük bir direnişle karşılaştı. Direniş, tahmin edileceği gibi halktan değil, kendisini iktidarların doğal ortağı olarak kabul eden çevrelerden geldi. Askeri bürokrasi, yargının kimi temsilcileri, medya ve CHP. AK Parti dirençlere aldırış etmeden, Meclis’te oylama sürecini başlattı. 27 Nisan gününün ilk saatlerinde, 3 turda yapılacak seçimlerin oylama gecesinde, Genelkurmay  Başkanlığı internet sitesinde yayınlanan ve tarihe “e-muhtıra” olarak geçecek açıklama siyasal gündemi sarstı. AK Parti’nin muhtıraya sert bir tonda verdiği cevap sürecin farklı yönlere taşınmasını beraberinde getirdi.

İktidarın doğal ortağı olduğunu savunan yargının kimi üyelerinin bakış açısı sorunu daha da derinleştirdi. Anayasa Mahkemesi, yeni bir formül icadıyla, Cumhurbaşkanı seçimini, 367 milletvekilinin oturuma katılması zorunluluğuna bağladı. Bu mantık, Türk siyasal hayatının gerçekleri göz önüne alındığında Cumhurbaşkanı seçimini neredeyse imkânsız hale getiren yeni bir kargaşanın icadıydı. AK Parti bu şartlar altında karşı hamle yaparak seçimleri biraz öne aldı ve halkın meydana gelen krizi çözmesine olanak tanıdı. Bu restleşme, AK Parti’ye yüzde 47’lik büyük bir zafer getirirken, halkın ekonomi kadar siyasal alanda da kimi ve neyi desteklediğini gösterdi: Halk, AK Parti’nin hem ekonomik hem siyasal alandaki dönüşüm mücadelesini destekliyordu.

Seçimlerin ardından, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören referanduma katılım yüzde 70 oldu; evet oyları da katılanların yüzde 70’ine aitti. AK Parti’nin savunduğu görüş girdiği ilk referandumda propaganda bile yapmadan rahatlıkla onay almıştı. Bu aynı zamanda halkın Cumhurbaşkanlığı seçiminde Anayasa Mahkemesi üyelerinin ülkeyi krize sokan kararına karşı verilmiş açık bir cevap teşkil ediyordu. 

Bu sonuç, Türkiye’nin 27 Mayıs darbesinin ardından politik yaşamına damgasını vurmuş olan zihin dünyasıyla mücadele için AK Parti’ye sorumluluk ve güç verdi.

Bütün bu gelişmeler içinde başörtüsü yasağı konusundaki atılan adım yeni bir tartışmanın kapısını araladı. Parlamentoda Milliyetçi Hareket Partisi’nin önerisi ve desteği ile Anayasa değişikliği gerçekleştirildi. Seçimlerden yüzde 20’lik bir destek bulmuş CHP dışında, Meclisteki partilerin ittifakla desteklediği; parlamentodaki her 11 milletvekilinden 8’inin oyuyla gerçekleştirilen değişiklik, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. 

Mart 2008’de, halkın yarısının oyunu almış iktidardaki parti için kapatma davası açıldı. Kapatma davasının en önemli gerekçelerinden birisi başörtüsü yasağının kalkması için yapılan Anayasa değişikliğiydi. Anayasa Mahkemesi, ülke geleceğini olumsuz etkileyecek bir karar yerine, gidişatı kaosa çevirmeyecek ama AK Parti’nin uyarılmasını sağlayacak bir karar aldı. Sonuç, çok az kişinin tahmin edebildiği sürpriz bir karar olmuştu. 

Anayasa Mahkemesi’ndeki süreç, Türk siyasal hayatının verili yapısı içinde tüm siyasetçiler için sınırlar ve olasılıklar açısından önemli işaretler taşıyordu. 

Bu verili sistemle halkın tamamının oyunu alsanız bile sizi farklı sınırlara çekebilecek, belirli bir alana hapsedebilecek, tüm gidişatı bir kaosa sürükleyebilecek tuhaf imkânlar ve kurallar vardı. Bunun değiştirilmesi gerektiği açıktı ve hemen peşinden başlayan kimi gelişmeler içinde özellikle Ergenekon soruşturması olarak bilinen davanın bütün aşamaları bir anlamda fiilen daha demokratik olmak yönünde gösterilen çabaların kaçınılmaz hem bir tartışması hem imkânı haline dönüştü. Bu soruşturmanın devam ettiği süreçte, Kürtlerin Alevilerin, Romanların karşılaştıkları sorunları çözme konusunda yeni 
bakış açıları getiren ve ilk adı Demokratik Açılım olan sonra Milli Birlik ve Beraberlik Projesi olarak tanımlanmaya başlanan çalışmalarla yasal değişiklikler eş güdümlü olarak gündeme taşındı.

< 22 Temmuz seçim sonuçları, Türkiye’nin 27 Mayıs darbesinin ardından politik yaşamına damgasını vurmuş olan zihin dünyasıyla mücadele için AK Parti’ye sorumluluk ve güç verdi. >


Bu sürecin en kritik aşaması 12 Eylül 2010 referandumu oldu. TBMM’nde gerçekten çok zorlu bir sürecin ardından bir madde hariç, Anayasa değişikliği paketi, referandum hakkını kazandı. Yapılmak istenen değişiklikler sınırlı sayıda maddeyi içermesine karşın demokratik haklarda kimi genişlemeler; 12 Eylül başta olmak üzere darbelerle hesaplaşma bilincini öne çıkaran ve en önemlisi iktidarın son ortağı olarak bulunduğu yeri bırakmamaya kararlı yargının en önemli kurumlarının bu ortaklığı sona erdirmelerini sağlayacaktı.

CHP oylamalara bile katılmadı, hiçbir milletvekilinin katılmasına izin vermedi; fire vermemek için buldukları yöntem bu olabildi. BDP’nin, parti kapatmalara karşı (Ufuk Uras’ın kendi inisiyatifiyle oylama katılması sayılmazsa) oy kullanamaması muhalefetin tutumu açısından siyasal tarihimiz için dikkatle not edilecek özel bir örnek oldu. MHP, şaşırtıcı biçimde 12 Eylül’le hesaplaşmayı içeren maddelere bile oy vermedi. Parlamento’daki Genel Kurul’da en dramatik sahne, 12 Eylül’de aylarca hapiste yatan, ağır suçlardan yargılaması yıllar süren babası Alparslan Türkeş’in hatırına olsa bile, Tuğrul Türkeş’in 12 Eylül darbesine karşı oy kullanmayan görüntüsüydü. Bu görüntü referandum sonuçları açıklandığında halkın yüzde 58 oranında bir kabulle değişikliklere onay verdiğinin anlaşılmasından sonra en çok MHP’yi sıkıntıya soktu. Anketler, analizler ve siyasal gözlemciler, referandumda en büyük fireyi, çatlağı MHP tabanının yaşadığını gösterdi.

12 Eylül referandumu ekonomi ve dış politika alanındaki geliştirici rolünün yanında AK Parti’nin neredeyse tek başına siyasal alandaki değişimin de motoru olduğunu ispatladı. Ve bu değişim için kendisine halkın büyük bir çoğunlukla en kötü koşullarda bile destek verdiğini gösterdi. PKK’nın birden artan eylemlerine uzun bir ara vermek zorunda kalmasını, BDP söylemindeki değişiklikleri, MHP’nin baraj endişesini ve CHP’nin Deniz Baykal’ın kaset sorunu nedeniyle genel başkanlıktan ayrılmasından bu yana yaşadığı çalkantıları referandumun artçı sarsıntıları olarak görmek mümkün.

AK Parti’nin bütün bu gelişmeler içinde 2 yerel seçimden de birinci çıktığını da not etmek gerekiyor. 2002 sonunda iktidara gelen, hızla istikrarı sağlayan, sağlamaya devam edeceğinin işaretlerini veren AK Parti’nin yerel seçimleri kazanması hem reel politika açısından hem tarihsel açıdan kaçınılmazdı. Tek başına iktidar olan her parti, girdiği ilk yerel çeçimi büyük farkla kazanmıştı; bu sefer de öyle oldu. Üstelik AK Parti kadrolarının, lideri başta olmak üzere yerel yönetim iktidarlarından büyüyen, yetişen, rüştlerini ispatlayan, belediyelerde başarılı olan bir kadro olması halkın onlara güvenini artırıyordu. 

Onların da en tecrübeli oldukları yerel seçimlerde rahat bir zafer kazanmaları 
sürpriz değildi.

< 12 Eylül referandumu ekonomi ve dış politika alanındaki geliştirici rolünün yanında AK Parti’nin neredeyse tek başına siyasal alandaki değişimin de motoru olduğunu ispatladı. >

2009 yerel seçimleri ise yine AK Parti’nin 1. parti olduğu gerçeğini ortaya koysa da son genel seçimlerde yüzde 47 oy almış iktidar için toplamda yüzde 38.8 oranındaki oy, düşüş olarak algılandı. 2004’te 12’si büyükşehir, toplam 58 ilde birinci gelen AK Parti, 2009’da 10’u büyükşehir 45 ilde birinci geldi. Birinci gelemediği yerlerde büyük oranda ikinci partiydi. Türkiye’nin her yerinden oy alabilen, her yerinden belediye kazanabilen tek parti olan AK Parti rakiplerinin toplamı kadar belediye başkanlığı kazanmıştı ancak yine de 3 büyük zaferin ardından daha güçlü bir yerel seçim zaferi beklentisi gerçekleşmemişti. 

Özellikle kıyı bölgelerde rakipleri CHP ve MHP ile Doğu ve Güneydoğu’da DTP’nin kazandığı belediyeler tartışmalı bir haritaya işaret ediyordu. AK Parti, 12 Eylül 2010’da yapılan ve çok önemli anayasal değişiklikleri içeren referandumda yine aynı haritayla karşılaştı ancak sandıktan yüzde 58 gibi önemli ve güçlü bir “evet”in çıkması kendisine moral ve güç aşılarken; rakipleri içinse önemli bir mağlubiyet olarak algılandı.

AK Parti geçen dokuz yılda sadece ekonomik ve siyasal istikrarı korumakla kalmadı aynı zamanda bunları sürekli zenginleştirmenin ve geliştirmenin yollarını aradı. Ek olarak sosyal, kültürel alanlarda da savunduğu ilke ve değerleri ısrarla ilerleten; yükselten bir tutum izledi. Savunduğu temel görüşlerinin inatla takipçisi oldu. Bu tutumuna karşı muhalefet partilerinin bu alanlarda hiçbir proje üretmemesi, dillendirmemesi kendisini rakipsiz hale getirdi.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Doğru Tercih

Doğru Tercih



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
21 Kasım 2011




   Geçen hafta yaşanan tartışmalar en büyük eksiğimizin şu üç doğruya ulaşamamamız olduğunu bir kere daha gösterdi: “Doğru dil, doğru tarih, doğru din.”  Evet dilimizi doğru bilmiyoruz. Onun kelimelerini tanımıyoruz. Kelimeleri şuursuzca atıyor, yerine uyduruklarını alıyoruz. 

Söyleneni anlayan, doğru kavrayan o kadar az insan var ki, kelimeler kulaklarından beyne gitmiyor, dillerine ulaşıyor. Toplumdaki kavgaların 
temelinde kendini anlatamamak, eskilerin tabiriyle -tervic-i meram edememek- var.Tarih bilgimiz yetersiz, tarih kültürümüz gelişmemiştir. 

Bunun sonucu tarih şuurumuzun fukaralığıdır. Bu ülkenin aydınları hiç olmazsa Meşrutiyet’ten (1908) günümüze tarihimizi namuslu kalemlerden okuyup, düşünmedikçe bu ülkede tarih şuuru gelişmez.Doğru din nedir? İslam dininin gelişindeki berraklıkla anlaşılması ve anlatılmasıdır. 

Kur’an, Hadis asli kimlikleriyle ayakta dururken İslam’a girmiş hurafeleri temizlemek ve ilahi mesajı Velilerin idrakiyle anlamak bugün bir zaruret haline gelmiştir.Bakınız; bu üç doğrunun yokluğu bize öylesine zaman kaybettiriyor ve öyle ağır faturalar ödetiyor ki...  

TBMM Başkanlığı Sultan Abdülmecit’in 150. Ölüm yıl dönümü vesilesiyle bir toplantı düzenlemiş. Davetiyelerin dağıtılması ile hemen savunanlar ve karşı çıkanlar diye iki grup zuhur etti ve birbirlerine salvo ateşine başladı. 

Ortalık karıştı.Sultan Abdülmecid 17 yaşında tahta çıktı. Babası  Sultan Mahmut devletin kurtuluşunu bazı kesin reformlara bağlamıştı. 

Bunların başında “yeniçerilerin kaldırılması” vardı. Reform projelerini tavizsiz uyguladı. Vefatı ile  oğlu Abdülmecit 17 yaşında tahta geçti.  

Babasının izinden giden Abdülmecid, Dışişleri Bakanı Koca Reşit Paşa ile gizlice anlaşarak ve bilhassa muhafazakar devlet erkânına rağmen, tanzimatı ilan kararı vermiştir. Bu karar ile kendi mutlak yetkilerinin sınırlandırılmasını kabul etmiştir. Bu çok çetin bir dönemdir.  

Kaptan-ı Derya Giritli Hain Ahmed Paşa Osmanlı donanmasını Mıısır’a kaçırmıştır. Nizip bozgunuyla ordu perişan olduktan sonra donanma da elden gitmiştir. 
Rum dönmesi Ahmed Fevzi’nin bu şerefsiz ihaneti Mısır Valisi Mehmet Ali’nin vaziyetini son derece takviye etmiştir. Gülhane Hatt-ı Hümayûnû ile “Tanzimat-ı Hayriye”nin ilân töreni yapılmıştır. Değerli tarihçi İsmail Hami Danişmend şaheser denilmeye lâyık “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi” nin IV. Cilt ve 123. sayfasından itibaren bu konuyu anlatır. Devletin çağın gerisinde kalan yönetim zihniyeti ve teşkilâtı, dış baskılar, içerideki buhranlar baştan ayağa bir yenileşme hareketini zaruri kılmıştır. Hiç şüphesiz devletin kazançları olmuştur. Ancak Tanzimat muhaliflerini yobazlıkla itham etmek doğru değildir. Haklı oldukları çok önemli konular vardır. Reşit Paşa ve arkadaşlarının en büyük hatası; 

İmparatorluğun temel taşı olabilecek hâkim bir millet ve hattâ ümmet esasını ihmâl etmeleri, belki de hiç düşünmemeleri olarak görülebilir. 

   Sultan Abdülmecid 39 yaşında vefat etti. Saltanat müddeti tam 21 sene 6 aydır. Zekâsı, zerafeti ve nezaketi, babasından devraldığı samimi yenilikçi tavrı ile önemli bir padişahtır. Koca Reşid, Âli ve Fuad Paşalar gibi zamanının en mümtaz devlet adamlarını kıymetini takdir ederek görevde tutmayı dikkatle takip etmiştir. Ne yazık ki babasının iradesinden mahrumdur. Abdülmecid’in 22 seneye yakın saltanatı Kırım harbi dahil pek çok savaşla doludur. Tanzimat ve Islahat Fermanları çok yönlü tesirleri olan dev reform teşebbüsleridir.Ancak Tanzimatın; bizim gümrük politikalarımızı yıkan, sanayimizi öldüren Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması’nın perdesi olduğu da artık görülmelidir. Islahat Fermanı; 
Osmanlı Devleti’ni borçlandırarak temellerini sarsma girişiminin örtüsüdür. 

TBMM’nin düzenlediği toplantıda işin bu çok önemli yönü  ele alındı mı? bilmiyoruz.  Bunları yıllar önce “İsraf Ekonomisi” adlı kitabımda yazdım. 

  Evet tarih bilgimizin yetersizliğini  bu konudaki yazıları okurken, tv’deki konuşmaları dinlerken derinden yaşıyorum. Hele bazı kesimlerce konunun Atatürk’e çekilmesinden utanıyorum. 

Unutmasınlar ki Türk Tarih Kurumu’nu Atatürk kurdu.Atatürk’ün kurduğu bu meclis, eğer gerçekten tarihe meraklıysa Türk Tarih Kurumu’nu ciddi kongreler toplamaya yönlendirmeli ve desteklemelidir.  Ayrıca, AB’nin durumu sağlıklı bir biçimde görülmeli, çözülmesi, çöküş süreci dikkatle izlenmelidir. Aksi halde gönüllü olarak enkaz altına gireriz. Hele hele AB ile uyum diye Türk askeri töresini kökten yıkacak “vicdani red”, “ Paralı Askerlik ”  gibi konular saçmalıktır. Düzenlenen toplantının Avrupa’nın topraklarımıza yönelik geçmişteki ve günümüzdeki gerçek niyet ve politikalarını görmemiz açısından faydalı olmasını ve bu saçmalıkların bir an önce terk edilmesini temenni ediyorum.  

Kurtuluşumuz “Doğru tarih, doğru dil, doğru din” gerçeğini hayata geçirmektir. 

Aksi yolda ısrar akıbeti meçhul felaketlere talip olmaktır. 


Kaynak Yeniçağ: 
Doğru Tercih
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/dogru-tercih-20587yy.htm


***

Atatürk ve Emperyalizm

Atatürk ve Emperyalizm



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
14 Kasım 2011

Devlet Adamlarının kaderleri bazen milletlerinin kaderleri ile birleşir. Bu tarihi zamanlarda liderin dengeli bir kimliğe sahip olması, kendini aşma iradesiyle yaşaması büyük bir bahttır.Bizim tarihimizde bunun pek çok örnekleri vardır. Ama hiç şüphesiz en önemlisi Çanakkale savaşlarıdır. II. Viyana kuşatmasından sonra başlayan kayıp yıllarımızda mağlubiyet girdaplarıyla boğuşurken Çanakkale’de ayağa kalktık. Yenilmez denilen armadalar boğazın dibini boyladı.Türk kumandanlar, boğaz harbinin kahramanı Çobanlı Paşa, Türk topçuları ve yiğit Mehmetçikler o güne kadar mağlup ve mahcup başımızı dikleştirdi. Tarihimize muhteşem bir zafer ekledi.İngiltere ile Fransa’daki askeri ve siyasi kadrolar bu mağlubiyeti kabul edemediler. Çanakkale’yi karadan aşıp İstanbul’a girmek için yeni planlarını uygulamaya koydular. Kara savaşlarında yalnız düşman güçleriyle değil, aynı zamanda müttefikimiz Almanların komuta kademesindeki subaylarıyla da çatıştık. Bunların ihanet derecesine varan kararlar almaları ve uygulamaları Türk subayları isyan ettirdi. Çobanlı Paşa, Yarbay Mustafa Kemal ve arkadaşlarından meydana gelen bir grup yürekli Türk Subayı, Liman Von Sanders’in savunma stratejisinin yanlışlarını, gayenin Türk topraklarını savunmak değil, Verdün’deki Alman güçlerinin karşısındaki müttefik kuvvetlerini yıpratmak ve oyalamak olduğunu anladılar. Bu tespitlerini yazılı bir raporla Başkomutan Enver Paşa’ya ulaştırdılar.Ne yazık ki Almanlar İngiliz makineli tüfeklerine Mehmetçiği cömertçe biçtirmiştir.     

Yarbay Mustafa Kemal, bütün sorumluluğu üstüne alarak, Anafartalar’da tümenine savaşın kaderini değiştirecek emirleri vermekte tereddüt etmemiştir. Bu kararla albaylığa yükselirken gelecek zamanların ümit adamı olmuştur. 

Çanakkale Savaşı, milletimize Kurtuluş Savaşı’nın kadrolarını vermiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni devletimizi Türkiye Cumhuriyeti’ni bu kadrolarla kurmuştur. Onlar 16 yıl; Trablus Savaşı’nda, Birinci Dünya ve Balkan Harbinde, Kurtuluş Savaşı’nda cepheden cepheye koştular. Ömürlerinin baharını örs ve çekiç arasında dövülerek yaşadılar. Emperyalizmin insafsız ve insansız siyasetini bütün çirkinlikleriyle gördüler, çarpıştılar.Atatürk mükemmel bir kurmaydı. Hesap adamıydı. Duyguları aklının gerisindeydi, gücünü bilir ona göre adım atardı.Nitekim Ankara Hükümeti, Fransızlarla yaptığı anlaşmaya: “Kurtuluş Savaşı zaferinden sonra Kerkük-Musul petrollerinin işletme imtiyazının Fransa’ya verileceği” vaadini koymuştur. İşte Mustafa Kemal dehasının keskin ışıklarından birisi budur. Böylelikle Fransa ile İngiltere’nin arasına çok başarılı bir menfaat çatışması fidanı dikilmiştir. Bu deha, dipdiri bir strateji uyguluyordu. İngiliz tahtına çekilen bir telgrafla, Yunanlılara yapılan İngiliz yardımının kesilmesi sağlandı. Bu örnekler kesin zafere kadar devam etti.“Yazar” geçinen, aslında paralı ajan olan bazıları; “Kurtuluş Savaşı önemli bir askeri başarı değildir” diye ahkâm kesiyorlar. Bu vatanın nimetleriyle enseleri şişmiş sülükler Mustafa Kemal’e devamlı düşmanlık ediyor. Bu aşağılıklara göre O’nun affedilmez iki günahı vardır: 

Birincisi; 

Milli Devleti kurup, Türk, vatan, bayrak, millet, milli ekonomi, bağımsız dış politika gibi kavramları milletin ortak inancı haline getirmesidir.  

İkincisi; 

Tarihte kurduğumuz devletlerin sadece ikisinin adı Türk’tür: “Göktürk Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti” . Bu da onlara göre ikinci günahıdır. 

Bizim için ise bunlar iftihar kaynağıdır.   Atatürk’ü tanımak ve O’nun sahip olduğu milli aşkla milletimizi sevmek bugün üstümüze gelen 
Emperyalizme karşı sığınağımızdır.  

Atatürk’ü; 

“En büyük iftiharım Türk yaratılmamdır” diyen millet sevdalısını, silah ve mücadele arkadaşlarını rahmetle analım. 

Vatanın hür havasını, ciğerlerimize doldurup “ Ne Mutlu Türküm” diyerek bu vatanın bizim olduğunu kükreyelim.   

Bu ülkenin yetiştirdiği değerleri eritmek, yok etmek emperyalizmin temel uğraşıdır.  

Artık bu oyunlara gelmeyecek kadar akıllanmış olduğumuza inanıyorum. 
Aziz Atatürk’ün şu sözleri bize rehber olmalıdır: “ ...Milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir... milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.” 


Kaynak Yeniçağ: 
Atatürk ve Emperyalizm 
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ataturk-ve-emperyalizm-20500yy.htm


***


Kurban Bayramı...

Kurban Bayramı...



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
07 Kasım 2011

    

Bugün mübarek Kurban Bayramı’nın ikinci günü. 

   Aziz okuyucularımın bayramını tebrik ediyor, bütün sevdikleriyle birlikte nice bayramlara erişmelerini gönülden diliyorum. 
Bayramlarımız, Yaradan’ın, hediyelerden dir. Akrabalar, hısımlar, dostlar, arkadaşlar hep bayram vesilesiyle aranır, kırgınlıklar, küskünlükler aşılır ve birlik sağlanır. Milli bayramlarımız tarihimizin zafer sayfalarının ışıklarıdır. Dini bayramlarımız imân hayatımızın sönmeyen güzellikleridir. Kurban Bayramı, hepinizin çok iyi bildiği gibi sevgili oğlunu, ciğer paresini kurban etmek isteyen peygamber Hz. İbrahim’e, Allah, oğlu İsmail’i tekrar hediye ediyor, gökten indirdiği koçla yavrusunun hayatını bağışlıyor, ışıklı, lütuflu, bereketli “Kurban Medeniyeti”nin kapısını açıyordu.Allah yolunda kesilen koyun, dana, deve vb. hayvanlara kurban diyoruz. Kurban kesmek belli bir adap ve üslup içinde yapılır. Kurbanın gözleri tertemiz bir tülbentle bağlanır. Kesim yerine nezaketle getirilir. Tekbirler alınır ve bu bahtlı hayvan güzel başını adeta alın sizin olsun diyerek uzatır ve toprağa yapıştırır. Kasap Besmele ile bıçağı kurbanın boyuna vurur. Niçin bahtlı hayvan dedim. Her gün bu ülkede, İslam aleminde, dünyada binlerce hayvan kesiliyor, etleri yeniyor. Kesen kimdir? Besmele ile mi kesti? Bunların hiçbirisini bilmiyoruz.. Ancak kurban tekbirler alınarak Yaradan’ın yüce adı zikredilerek Besmele ile kesilir. Onun için kurban bahtlı hayvandır. Rahmetli büyüğüm ve hemşehrim Ömer Naci Bozkurt bir Bayburt sevdalısıydı. Çok zengin bir arşive sahipti. Kendisinden şu hatırayı dinlemiştim:Birinci Cihan Harbi sonrası Kazım Karabekir Paşa’nın karargahı Bayburt’tadır. Ermeni harekatı ve Kurtuluş Savaşı için ince planlar yapmış olan Paşa, asker toplamaktadır. Her sabah kendisine tekmil veren subay: “Paşam bu sabah birliğe teslim olan bir askerin elleri kınalıydı sordum dün düğünü varmış sabah kıtaya gelmiş.”Paşa, “Onu derhal bir atlı refakatinde köyüne gönderin, bir hafta izin verin” demiş.Ertesi sabah karargaha hışımla genç askerin annesi gelmiş. Paşayı görmek istediğini söyleyince huzura alınmış. Askerin annesi olduğunu söyleyen köylü hanım adeta kükreyerek:“- Paşa, Paşa! Ne zamandan beri evlendi diye herifler asker ocağından evlerine gönderiliyor. Biz koça kına yakarız Allah kabul etsin diye, askere giden oğlana kına yakarız, Allah yolunda şehit olsun diye. Oğlumu geri getirdim Paşa. Vatan düşman işgali altındayken sıcak yatakta yatmak haramdır” diyerek huzuru terk etmiş. Gözleri dolan Paşa kadıncağızı bir müddet arkasından seyrettikten sonra “Bu analarla zafer bizimdir” demiş .Gerçekten evladını askere gönderirken onun şehit olmasını, geri dönmesi kadar tabii kabul eden başka bir Millet yoktur. Bütün zaferlerimizin temelinde ve hayatı Millet olarak süngü ucunda yaşamamıza rağmen eğilmeyen başımızın tükenmeyen gayretimizin ve bitmeyen ümidimizin temeli hep bu inanç ve iman sağlamlığıdır .Kurbanın yüce manası, Allah için en aziz, en sevgili varlığını feda etmektir. Nitekim, büyük şairimiz Fuzuli şöyle buyurmuştur:“Yılda bir kurban keserler halk-ı alem id için / Dembedem saat-be-saat ben senin kurbanınam.”Allah aşıkları, kainattaki yerlerini idrak eden hakikat araştırıcıları kendi gerçeğini tanıma yolunda seferber olanlar kendilerinde bir varlık görmezler var olan sadece odur. Onunla dolmak, onunla olmak, eksilmeyen dualarıdır. Hayatın aslı ve özü; ben neyim, nereden geldim nereye gidiyorum sorularına cevap vermektir. İşte öncelikle kendim için niyâzım, kendi hakikatimi idrak etmeyi Rabbimin nasip etmesidir . 

    Aziz okuyucularım hepinizin Kurban Bayramını tekrar tebrik ediyor, Rabbimden feyz ve nusretler diliyorum . 


Kaynak Yeniçağ: 
Kurban Bayramı... 
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/kurban-bayrami-20419yy.htm

***


Deprem ve Hükümet

Deprem ve Hükümet




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
31 Ekim 2011


Van’daki Deprem, 24 şehit vermemizin ardından yüreğimizi dağlayan yeni bir acı darbe oldu. 

   Son yıllarda Çanakkale’de şehitlerimizi ziyaret ettiğimde, vatan ve iman için toprağa düşmüş Hakkârili vatan evladı ile Manisalı vatan koçunun huzurlarında utanıyor ve mahçup oluyorum. Onların yanında Vanlı, Edirneli ve Osmanlı İmparatorluğu’nun coğrafyasından şehadet şerbeti için gelmiş yiğitler. Bosna, Üsküp, Varna, Kırım asıllı şehitlerimiz.Huzurlarında derinden gelen seslerini duyarım “Biz, siz bu birliği, bütünlüğü bölün, parçalayın diye mi emperyalizmle boğuşarak şehit düştük! Nedir bu şuursuz haliniz? Neden ırkçılık davasına düştünüz? Bizlerin omuz omuza canımızla, kanımızla verdiğimiz mücadeleyi, bu vatanın hangi şartlarla kurtarıldığını, memleketin her köşesinden 14,15 yaşındaki delikanlıların korkusuzca ölüme gittiğini ne çabuk unuttunuz?” Ve içim ateşle dolar.Merkezi Erciş olan deprem sonrası yurdun her köşesinden kurtarma ekiplerinin adeta uçarcasına Van’a akışları, tv kanallarının müştereken düzenlediği “Van’a Yardım Gecesi” nde milletimizin gönülden gelen cömertliği karşısında içimdeki ateş soğudu, şükürler ettim. Deprem sadece toprağı sallamamış, gönülleri, akılları da sarsmış, birleştirmişti.Bu birlik vatandaşlık şuurudur. Benim vatanım, bayrağım kadar aziz insanım, yurdum, milletim diyebilmek; Cumhuriyetin getirdiği rejimin vatandaşlarına tanıdığı, büyük mutluluk fırsatıdır.88 yaşını dolduran Cumhuriyetimiz ne yazık ki çok yara aldı. Temel tercihleri reddedildi. Milli Ekonomi, Milli Sanayi, Demiryolu, Milli Banka gibi Cumhuriyeti güçlü, ufuklu kılan bütün temel doğrular siyasi irade tarafından tartışılmadan terk edildi.Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları geçmiş borçları dikkatle ödemiş, dış borçtan uzak durmuş, bütçenin “denk” liğini itinayla korumuştur.Atatürk her bütçe döneminde şu talimatı verirdi: “Ne kadar paramız varsa o kadar iş yapın, enflasyondan uzak durun.” 16 yıl harbetmiş bir büyük devletin tarihe mal olurken genç cumhuriyete bıraktığı en büyük tecrübe mirası, “Milli Devlet” ve “Vatanın şehit kanlarıyla perçinlenmiş bütünlüğü” dür. Bu bütünlüğe musallat olan her düşman yok edilmelidir.Cumhuriyet en sıkıntılı, en yoksul yıllarında “Sosyal Yardım Bakanlığı” nı kurmuş ve çalıştırmıştır. Cumhuriyet için vatandaşın sağlığı, refahı, güvenliği en önemli hizmetlerdir. Güvenlik daima önde gelmiştir. Cumhuriyet devletin hayır kurumu olmadığının şuurundadır. Devlet hayır hizmetlerini öncelikle Kıızılay eliyle yapar. Güvenlik hizmetleri ise Silahlı Kuvvetler, Jandarma ve polis eliyle sağlanır.Cumhuriyet Bayramı başta olmak üzere Milli Bayram törenlerinde askerler ve emniyet güçleri geçit yaparken sessizce şu mesajı verirler: “Ey milletim, büyük fedakârlıklarla donattığın, beslediğin Ordu, emniyet güçleri Cumhuriyeti ve seni canı pahasına korumaya hazır ve kararlıdır!” Millet bu sene bu güvenceyi bir kez daha görerek, duyarak hissederek yaşamaktan mahrum edildi. 24 şehit verişimiz ve deprem felaketi öne sürülerek 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı geçit törenlerinin iptal edilmesinin mantığını anlayabilmiş değilim. Anlayamadığım başka şeyler de var. En vahim gördüklerimden biri Hükümetin deprem felaketinin hemen ardından gelen dış yardım teklifleri ile ilgili tavrı. Önce Azerbaycan ve İran hariç bütün yardım tekliflerinin teşekkür edilerek reddedildiği açıklandı. Bölgeden gelen şikayetler giderek artınca yardım istendi. Başbakan Yardımcısı bu çelişkiyi şöyle açıkladı: “Dış yardım taleplerini başta kabul etmedik, çünkü kendi gücümüzü test edelim dedik”. Bu açıklamayı tv’de izlerken kulaklarıma inanamadım. İnsanlar enkaz altında, kurtulanlar soğukla ve açlıkla karşı karşıya. Gerekenleri yapmakta yetersizsiniz ve insanların hayatı, sağlığı pahasına kendinizi test ediyorsunuz. Pes doğrusu! Artık hepimiz öğrendik. Türkiye bir deprem ülkesi, fay hatlarının üzerinde. Deprem oldu, oluyor, olacaktır. Bunu tabii kabul edip tedbirimizi ona göre alalım. Depremden sonra kurtarma faaliyetlerinde ise değil günler, dakikalar saniyeler bile çok önemli.Şimdi şu soruya kim nasıl cevap verecek: Depremde kaybettiklerimizin, sakat kalanların, yakınlarını kaybedenlerin kaçı hükümetin bu “test etme merakı”nın kurbanı? “Keşke” ler kaç kişinin zihnini hayat boyu kemirecek? 

Fedakâr, sevgi dolu milletimizin Cumhuriyet ve Kurban Bayramlarını başka büyük acılar görmemesi ve Saadet dileklerimle tebrik ediyorum. 


Kaynak Yeniçağ: 
Deprem ve Hükümet 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/deprem-ve-hukumet-20333yy.htm


***

Bir olalım, Diri olalım, İri olalım, Akıllı olalım.,

Bir olalım, Diri olalım, İri olalım, Akıllı olalım.,



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
24 Ekim 2011




    Birçok devletin baş belası olan ve yıllardır Türkiye’nin canını yakan “terör” için farklı tanımlar yapılabilir. Ancak genel olarak, “terör” hakim devleti yıpratarak kan kaybettirmek, kitleleri rejim ve yöneticilerden ümit kestirerek psikolojik yıkıma götürmek için silahlı mücadele başta olmak üzere  her türlü kanunsuz eyleme başvurmanın adıdır. Ferdi ve toplu suikastler, bombalama, mayın kullanma, su kaynaklarını tahrip etme, zehirleme, adam kaçırma, kamu malları ve kişisel mallara (binek ve toplu taşıma araçları, dükkanlar, cadde ve sokaklar, evler) yakarak ya da diğer yollarla zarar verme, imha etme  hep bu zincirin halkalarıdır. Türkiye’deki terörün başlaması ve gelişmesi dış düşmanlarımızın marifetidir. Bu sebeple teröre karşı koymanın, onu yok etmenin en önemli şartlarından biri  “ Dış Politika Stratejisi ” tespit etmek ve uygulamaktır. 

Bu konuda ilk olarak Türkiye’yi yıpratma faaliyeti içinde olan ülkeler gerçekçi bir yaklaşımla belirlenmeli, bilahare bunlardan yakın komşuların niyetleri, yakın ve uzak hedefleri isabetle tayin edilmelidir. İkinci adımda da teröre destek veren yakın, uzak bütün devletlerin zayıf taraflarının tespit edilmesi olmalıdır. 

Bu zaafiyetler, iyi değerlendirilerek Türkiye’b4ye karşı yürütülen faaliyetlerin sona erdirilmesi için koz olarak kullanılabilir, gerektiğinde kullanılmalıdır. 

Dış politikayı satranç oyununa benzetenler haklıdır. Kaybettiğiniz her taşın karşılığında karşı taraftan önemli bir taş almazsanız sizin “şah” demeniz imkansızdır!..Ayrıca, her hamlede daha sonraki bir, iki, üç ... hamle planlanmalı, karşı tarafın muhtemel oyunu da bu arada göz önünde tutulmalıdır. Sonrasını düşünmeden yapılan hamleler bazen çok zor durumda bırakır, bazen de daha oyunun başında “mat” eder. AKP hükümetleri, bugün yaşadığımız sorunları öngörmeden, yıllarca PKK’ya yataklık yapan, her türlü desteği veren Suriye’yi kardeş ilan etti, vizeyi kaldırdı. ABD’nin ve Avrupa’nın “teröre destek veren ülkeler” listesinde yeralan diğer bazı devletler için de aynı uygulamaya gidildi. Kimbilir kaç terörist Türkiye’ye girdi, giriyor. İran kadim dostumuz, Ermenistan spor arkadaşımız oldu. Bunun tersi davranan geçmiş iktidarlar suçlandı. 

ABD Suriye’deki yönetimi de kendi çıkarları doğrultusunda hedef alınca can kardeşimiz (!) Suriye bir günde hasmımız oldu.  

İran dostumuz, kardeşimizdi. Ama asıl hedefi İran olan füze kalkanını Türkiye’ye yerleştirmeyi kabul edince işler karıştı.İsrail ile öylesine sıcak ilişkiler kuruldu ki sayın Başbakan’a İsrail lobisi “üstün cesaret madalyası” verdi. İkinci madalyadan sonra siyasi irade değişti. Irak’taki yanlışlıklarını unutturmak istercesine Filistin’ e,  Gazze’ye sarıldı. İsrail ile kayıkçı kavgası başladı. “Sorunsuz Dış Politika” dan;  İsrail, Suriye ve İran’la kavgalı politikaya döndük. Bu dönüşümler akıl almaz bir bilgi eksikliğinin, tecrübesizliğin ürünü olabilir. Başka türlü açıklamak zor.İşin başına dönersek, PKK’nın başlangıç döneminden itibaren Suriye, Suriye kontrolündeki Bekaa Vadisi ve İran’da kamp, örgütevi, eğitim ve lojistik destek imkanı bulduğunu, Irak harekâtından sonra da K.Irak’ın bu konuda başı çektiğini artık bilmeyen kalmadı.  Çekiç gücün K.Irak’a yerleşmesine destek veren,  K.Irak’a silah dahil her türlü desteği veren geçmiş yöneticileri unutmamak lazım.  


Bu gün 12 Eylül’ün hesabı soruluyorsa, terörün güçlenmesinde en büyük rolü oynayan  bu yanlış adımları atan geçmiş yöneticiler yaşamıyor dahi olsa gıyaplarında yargılanmalıdır. Olayları birlikte yaşıyoruz. Dikkatleri dağıtmak ve içerde prestij kazanmak için İsrail ile inandırıcı bulmadığım kavga başladı. Böylece ABD’nin çıkarları doğrultusunda iki Müslüman ülke ile hasım hale gelmenin örtülmesi sağlandı. Tümüyle yanlış olan ama bunun ötesinde terörle mücadeleye de büyük zarar veren bu istikrarsız, hesapsız dış politika hemen yeniden gözden geçirilmeli, Türkiye’nin bütünlüğünü ve gücünü koruyup pekiştirecek bir strateji izlenmelidir.Tabii ki iç politikadaki uygulamalar ve alınacak iç tedbirler de en az bu kadar önemlidir. Teröre karşı başarılı olmak için silahlı kuvvetlerin prestijinin korunmasına önem verilmelidir. Güvenlik güçlerinin yetkileri yeniden ele alınmalı, iyi işleyen, hızlı karar almaya ve uygulamaya imkan veren bir yapıya geçilmelidir.Terörle mücadelede başarısı ile öne çıkmış şahsiyetler yıpratılmamalıdır. Her meslek grubundan suç işleyenler olabilir. Suçu işleyen yasanın öngördüğü şekilde hukukun temel ilkelerine zarar vermeden yargılanır ve cezasını çeker. Ancak bu suçlar o meslek grubunun tamamını kapsayacak şekilde kullanılmamalıdır. Bazı askeri şahsiyetler suç işlemiş olabilirler. Bunlar yargılanırken ordunun otoritesini korumaya azami dikkat gösterilmelidir.Terörle mücadele, tek yönlü tedbirlerle başarılı olamaz. Bu konuda kalıcı bir başarı toplumun bütün kesimlerinin katılımıyla mümkündür. Siyasi otorite kararlı olacak, dış politika hedefleri ve stratejisi buna göre tespit edilecek, silahlı mücadelede siyasi otorite ile güvenlik güçleri tam bir uyum içinde olacaklar, gerekli sosyal ve ekonomik tedbirler uygulanacak, kamu görevlilerinin tamamı bilinçlendirilecek, gerekirse terör bölgesindeki kamu görevlilerinin tamamı özel eğitime tabi tutulacak, sanatçılar, aydınlar, akademik çevreler, kısacası vatandaşların tamamı bu mücadelenin içinde ve bilincinde olacak. Bu konuda en büyük sorumluluklardan biri de medyaya düşüyor. Terör eylemlerinin ana hedefi propaganda yapmak, kendini güçlü gösterirken halkı moral çöküntüsüne uğratmaktır. Medya bu amaca hizmet etmemeli, terör ile ilgili haberleri verirken bu hususa özel dikkat göstermelidir. Reyting kaygısı bu amacın önüne geçmemelidir. Aklımızı başımıza alalım, kendi tecrübelerimizden, başkalarının tecrübelerinden faydalanmayı bilelim. Birlik ve beraberlik içinde tek yumruk olalım. Bu toprağı vatan kılanların ruh mimarları yolu çizmiş: “Bir olalım, diri olalım, iri olalım.”Şu anda millet için, devlet için teröre karşı mücadele eden güvenlik güçlerimize, askerlerimize zafer dualarımızı sunuyoruz. Yüce ruhlu şehitlerimiz bizim gafletimizi, cehaletimizi affetsin! Yaradanın cennetiyle, cemaliyle nur olsunlar.Bir başka makalemde çareleri, tedbirleri detaylı olarak yazacağım İnşallah. Ancak hemen şunu söyleyeyim. Bu devletin temelleri sağlamdır. Harcı Allah sevgisi, tuğlası insan muhabbetidir. Sabır, birlik ve yorulmayan gayretle Türkiye bu terör belasının hakkından gelecektir. Gönlümüz yaralı, içimiz ateş dolu ama yarınlar bizimdir. Bizim olacaktır... 

Kaynak Yeniçağ: 
Bir olalım, Diri olalım, İri olalım, Akıllı olalım  
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bir-olalim-diri-olalim-iri-olalim-akilli-olalim-20244yy.htm

***


Politikalar Ters Dönüyor

Politikalar Ters Dönüyor



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
17 Ekim 2011


Hükümetin ekonomi ve dış politikaları ne yazık ki ters döndü. Onca yazıya, onca ikaza rağmen anlaşılmaz bir inatla sürdürülen düşük kur politikası duvara tosladı ve yüzde 35 fiili devalüasyonu yaşıyoruz. Halbuki döviz fiyatlarının dış politikadaki yükselişine paralel olarak kur yükseltilebilirdi ve bu döviz şoku yaşanmazdı. Aslında bazı çevreler için “cennet” denilebilecek bu politikalar ülkenin bütünü için tam bir felaketti. “Düşük döviz kuru” politikası ile yerli üretim yapan fabrikalar kapandı. İthalata geçildi. Mevcut fabrikaların genişletilmesi, yenilerinin kurulması gündemden tamamen çıktı. İthalat hızla artarken, ihracat aradaki açığı kapatacak güce hiç erişmedi. Dış ticaret açığı bir kar topu gibi büyüdü, büyüdü çoğaldı. Cari açık öyle gelişti ki ekonominin heyulâsı oldu.

Bu tehlikeli gidiş görülmedi, görülmek istenmedi. Burada üretimi artırmak gibi bir düşünce hiç hatıra getirilmedi. Ne yazık ki hükümet olayları çok yönlü göremiyor. Çünkü yol ve metod gösteren müşavirler kadrosundan mahrum. 

Bir hükümette “ Bizden ” ve “ Bizden değil ”  zihniyeti hâkim olduğu zaman kadrolar partililer ve militanlar tarafından doldurulur. Kısır kafalar mağlubiyeti hazırlar.Ekonomide başarıya dönmenin yolu, üretmek , üretimi arttırmaktır. Oysa bizde devlet de, özel sektör de tüketim modeli uyguluyor. Ankara’da AVM (alış veriş merkezi )’lerinin sayısı otuzu aşmış. İthal mal satan dükkanların çoğunlukta olduğu bu AVMler ülkemize ve insanımıza ne kazandırır?30 AVM için harcanan parayla Ankara’da kaç fabrika kurulurdu? Kaç yurttaş ekmek kapısı bulurdu? Türkiye bu gün elindeki bütün kaynakları üretim için devreye sokmaya kararlı olmalıdır.  AVM’ler yanında bina inşaatı da kriz kaynağı olmaya adaydır. Şu anda konut inşaatı israfına giden ve kredilerle bu durum teşvik edilen Türkiye ABD’deki “Mortgage krizi”ni yaşamak zorunda mı? Bugün üç yıllık plândan bahsedenler dün neredeydiler? “Cari açık önemli değil!” diye demeç üstüne demeç veriyorlardı. Şimdi vatandaşın üstüne 5,5 milyar TL yük bindirdiler. Ne zaman ufuk sahibi olacaklar?Evet devlet adamlarının ufkunu bilgi ve sağlam araştırmalar besler. Devlet Plânlama Teşkilâtı hukukun içinde yönetilse ve yok edilmeseydi bu büyük hezimet yaşanır mıydı?Baştan itibaren Başbakan yanlış bilgilendiriliyor. Hatalı polemiklere giriyor. Son zam açıklamalarını hezimetlerin mimarlarına yaptırması bence isabetlidir. Ancak neye yarar?Önümüzdeki günlerde yeni zamlar bekleyiniz. Dövizle alınan ithal malların hepsinin fiyatları yükselecek. Enerji zam yedi, iç üretim zamlanacak. Kışın elektrik ve doğal gaz yeni zam haberleri verecek. Petrol ürünleri yeni zamlar görecek. Emekli, memur ve işçiler bu sel karşısında boğulmamak için günlük tüketimlerini bir çay ve yarım simite indirecek. Küçük esnaf ve sanatkâr işyerlerini kapatmamak için son fedakârlığı da omuzlayacak. Köylüler, ah çilekeş köylüler kemiklerindeki ilikle geçinmeye çalışacak. Bu model, bunca çilenin, açlığın yanında bütün birikimlerimizi de götürdü. Mevcut tablo karşısında ahlâk ve  fazilet sahibi bir milletvekili ne der? Ama bizimkiler ne diyor? Hanımlar pantolon giysin! Öbürü  “ Hayır, başörtüyle Meclis’e gelebilsin.” 

Ne şâhâne bir kafa. 

Okuma ve anlama kabiliyetlerinden emin olsam, “İlk Meclisin zabıtlarını okuyun” diyeceğim. Heyhat!Ancak ilahi adalet mutlaka görülecektir. 

Bu “insansız ve insafsız ekonomi” modeli ABD halkını isyan ettirdi. AB’de model çatlıyor. 
Dünya çapındaki para ve banka  hareketlerine “finans küreselleşmesi” deniyor. Türkiye bu küreselleşme işine öylesine  girdi ki... ABD 10 bin doların üstünde hesap açtıranlara  “ Nereden Buldun” diye soruyor. Hiçbir ülkede finans hareketleri başı bozuk değil. Sadece bizde sıcak para saat hesabıyla girip çıkıyor. 
Şu anda Türkiye’de 100 milyon doların üstünde sıcak para var. Tabii ki bu para yağmalanan ekonomiden pay almaya geliyor.  Telekom, Ataş gibi bütün kârlı devlet işletmeleri yabancıya satıldı. 

Bankaların yarısı yabancıların. 2010’da % 24 kazandıran borsanın %70’i yabancıların.İmalat sanayiinde yabancı sermaye yüzde 60’ı aşacak durumda. Akaryakıt sektöründe yabancı şirketlerin payı % 70.Makalenin çapını çok aşar ama özetle yabancılar yılda 15-20 milyar doları faiz ve kâr olarak götürüyor. 

Bu yıkım kampana çalarak geldi. Oturdu. Ekonomi politikası iflas etti. 

Şimdi inadı bırakalım. Hakikatle mağlup olmayı ahlâk edinelim. Hakikatle mağlup olmayı zevk haline getiren bir ahlâka sahip olmak, devlet adamlığının temel şartıdır. 

Artık bunu idrâk edelim. 


Kaynak Yeniçağ: 
Politikalar ters dönüyor  
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/politikalar-ters-donuyor-20149yy.htm


***


Doldurulamayan Çerçeve

Doldurulamayan Çerçeve 



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
10 Ekim 2011



  Geçen haftaki makalemde General de Gaulle’den bahsetmiştim. 

Aziz okuyucularımdan “General de Gaulle ile ilgili niçin bir kitap yazmadığımı soran ve hiç olmazsa geniş bir şekilde anlatacağım bir makale” isteyen çok sayıda mesaj aldığım için bu yazıyı kaleme aldım. İnşallah kitap da nasip olur. Değerli ilgilerinize şükranlarımı sunuyorum. General de Gaulle’ün Allah’ın yarattığı üstün  özelliklere sahip istisnai değerlerden biri olduğuna inanıyorum. De Gaulle her şeyden önce kâinatın, yaradılışın sırrını idrâk etmiş bir mümindir. En sıkıntılı zamanlarında, ortalık simsiyah kesilmişken O, her zamanki sakin haliyle  köyüne gider, köyünün kilisesinde itikâfa çekilirdi. Bir, iki, bazen üç gün süren dua ve niyazlardan sonra bir karara varır ve dışarıya çıkarak kararını uygulamaya koyardı.İlahi mesaj peygamberlere vahiy, velilere ilhamla gelir. Kâmil yani tekamül etmiş ruhlar da bu mesajı alır. İşte General de Gaulle bu bahtlılardandı. Köyünün kilisesinde dua eden bu adam, “her nefes Rabbiyle beraber” dedirtecek kadar dikkatli ve kendi vücud-u memleketinin sahibiydi. 

“Beni bana bırakma” dikkati ile; “ahlâk ve fazilet”, “ilim ve imân” O’nun ömür boyu takipçisi olduğu ışıklarıydı... İlim adamlarına olan saygısını hiç kaybetmedi. İlim âşığı tutumu üniversitelerde  şevki, çalışma azmini artırmıştı. Akademisyenler eserlerini, araştırmalarını saygı ve sevgi dolu ibarelerle O’na ithâf ediyorlardı.Olayları, alınacak tedbirleri, yeni oluşturulacak kurumları mutlaka üniversite çevreleriyle görüşür, tartışırdı. Devlet Başkanlığına giden yolda ilim adamlarından aldıkları hep kilometre taşı olmuştur. Devlet Başkanı olarak yurtdışına yapacağı seyahatlerde mutlaka yanına gidilen ülkenin dilini, tarihini, dinini çok iyi bilen ilim adamlarını alır, seyahat süresince onlarla da görüşürdü. II. Dünya Savaşının yıkık, yorgun Fransa’sını ayağa kaldırmak kolay iş değildi. Dünya komünist Rusya ile kapitalist ABD arasında  ikiye bölünmüştü. İlk planlı ekonomi modeli Rusya’da uygulamaya konulmuştu. Ünlü ekonomi üstâdı François Perroux’u Rusya’ya gönderdi. Binlerce giriş -çıkış (in put-out put) modeliyle kurulmuş olan Marksist Planlama modeli emredici, ekonomiyi bütünüyle ele alan Sovyet Modeli Kalkınmayı incelettirdi.Perroux, Paris’e döndü ve araştırma sonuçlarını De Gaulle’e sundu. 

Neticede yine bir ilk olan “Demokratik Planlama Modeli” kabul edildi. 

Plân devlet kuruluşları için emredici, özel sektör için “yol gösterici” olacaktı. Modelin babası F. Perroux, kapitalist ekonominin insafsız sömürü yapısını Hristiyan dininin manevi değerleriyle ele alıyor, onları insana hizmet ve sevgi çizgisine çekmeye uğraşıyordu. Nitekim de Gaulle’nin iktidarında bu sistemle sosyal devlet öylesine gelişti ki Marksistler, sosyalistler “Eyvah! Bize yapacak iş kalmadı” dediler. İleride Türkiye’nin de kabul edeceği bu model tıpkı Fransa gibi Türkiye’de de ekonomide büyük başarılara ulaşmıştır.De Gaulle engin bir kültür sahibiydi. Raymond Aron’la dostluğu O’nu fikir ve düşünce hürriyeti konusunda çok objektif bir yapıya kavuşturdu. Andre Malraux gibi ünlü bir Marksist yazarı Kültür Bakanı yaptı. Ancak Fransız aydınlarının büyük bir bölümünde görüldüğü üzere onlar önce Fransızdılar. Her konuda önce Fransa geliyor, onu fikri ve ideolojik tercih takip ediyordu.Bunu hiç şüphesiz eğitim sistemi veriyordu. Eğitim alanında çok büyük aşamalar kaydedildi. De Gaulle reformları ile hemen her fakülteye ekonomi ve felsefe dersleri kondu. Ülkede eğitim, kültür, sanayi, tarım gelişirken frank güçlü bir para oldu.General de Gaulle’ün önünde iki önemli düğüm vardı. Bağımsız olmak isteyen Tunus, Fas, Cezayir gibi Afrika’daki bütün sömürgeler ile NATO ve Avrupa Müşterek Pazarı. NATO bir yönüyle Fransa-ABD ilişkilerinin dengesiydi.ABD emperyalizmini gördü. Yıllarca NATO’ya  “Hayır” dedi. Avrupa Müşterek Pazarı’na İngiltere’nin alınmaması için direndi. De Gaulle, sadece uzun boyu sayesinde değil, gönlü, aklı, kültürü, fikir ve düşünce çevresiyle de geleceği görüyordu.Siyasi hayatında daima tez üretti, başkalarının iddialarıyla hemen hiç meşgul olmayıp, doğru bildiği yolda yürüdü. Sömürgeler sorununu bitirdi. Hepsi hür ama ekonomide merkez bankaları aracılığıyla Fransaıa bağlı bir konuma getirildiler. 

“Fracofon” denilen bir bölge oluştu.Fransa bütün bunları kolay hazmedemedi. Askeri isyanlar çıktı, grevler başladı. 

Ama bu uzun boylu adam sükunetini hiç kaybetmedi. Zira O’nun sükuneti imanından geliyordu.Bir gün bir alayın kendisine suikast düzenlediği 
yolunda istihbarat aldı. Ansızın o alaya giderek alayın toplanmasını emretti. Kürsüye çıktı, “Şimdi hep birlikte milli marşımızı söyleyeceğiz sonra ben arkamı dönüp yürüyerek alayınızı terk edeceğim. İsteyen sırtıma kurşun sıkabilir”  dedi. Marş hep birlikte söylendi, de Gaulle dik adımlarla yürüyerek gitti. Silahına davranan olmadı.Ne hazin tecelli ki; bu gün de Gaulle’in koltuğunda Sarkozy oturuyor. 

Tıpkı Adenaur’un koltuğunda Merkel’in oturduğu gibi.General de Gaulle daima insan yaratılmış olmanın idrâki içinde, onuruyla yaşadı. 

Onuruyla vefat etti. Arkada öyle büyük bir çerçeve bıraktı ki hâlâ doldurulamıyor. 


Kaynak Yeniçağ: 
Doldurulamayan Çerçeve 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/doldurulamayan-cerceve-20061yy.htm



***

Bölge ve Dünya Politikası nasıl kurulur, Nasıl işler

Bölge ve Dünya Politikası nasıl kurulur, Nasıl işler? 



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
03 Ekim 2011




Şu anda  Türkiye’nin  ülke sorunlarını  bütünüyle araştıran, tartışan ciddi fikir hareketleri içinde bulunduğunu söylemek mümkün mü? Ne yazık ki bu konuda kısırlık derecesinde zayıfız. Üniversiteler araştırmalar için çok az kaynak bulabildiklerinden  ülkemiz  bu alanda  çok yetersiz kalmaktadır. Dış politikada  bu eksiklik  fazlasıyla  hissediliyor.  Öncelikle  50-100 yıl sonrasını gören  bir strateji tespit edilip  devlet politikası haline getirilmesi  gerekiyor.Ciddi araştırmalar olmadan  sağlam fikirler, sağlam fikirler olmadan da  stratejiye ulaşmak mümkün değildir. Bu çapta bir dış politika  takip etmek isteyen hükümetin  ikinci dikkati  teknoloji üretiminde  önemli bir güce erişmek olmalıdır. 

Bugün  Sayın Başbakan’ın ve diğer yöneticilerin  eski Osmanlı topraklarında  her türlü eksikliğe rağmen  gördükleri sıcak ilgi,  bizimle ortak değerleri olanların  coşkusu, sağlam stratejilerle (kültür+sanayi stratejisi)  beslediğimizde bize güçlü yankılar verecektir.Sağlam temelli, kalıcı ve her bakımdan muhtemel sonuçları  en iyi şekilde  değerlendirilmiş  dış politika uygulamasının en güzel örneklerinden birisini General de Gaulle’de görebiliriz.  Arap-İsrail savaşlarından sonra, ABD ve İngiltere’nin  Kahire Havaalanı’nı, Süveyş’i bombalaması, İsrail lehine tavır alması  Arap dünyasında müthiş bir Anglosakson aleyhtarlığı başlattı.  De Gaulle  ortamı çok güzel değerlendirdi.   Amerikan ve İngiliz mallarını boykot eden bu piyasalara Fransız sanayi ve ticari mallarıyla girdi. Akdeniz sahillerindeki Müslüman ülkeler kapılarını Fransa’ya açtılar.De Gaulle bununla yetinmedi, Quebec’e gitti,  “Quebec Fransızdır” dedi.  Romanya’yı ziyaret etti.  

Komünist rejimin hâkim olduğu, Rus sömürgesi bu ülkede  “Romanya Lâtin kültürünün temsilcisidir”  diyerek  Fransa ile olan kültür birliğini vurguladı. 
Özellikle  kültür plânında dili ele alan de Gaulle, İngilizce’nin  dünyayı işgâl etmesine karşı Fransızca’nın korunması ve güçlendirilmesine ilişkin tedbirleri uygulamaya koydu. Bu doğrultuda bütçenin en az  yüzde sekizi, Fransızca öğrenmek isteyen öğrencilere burs olarak tahsis edildi.  Bu yabancı öğrenciler  Fransız pazarını genişletti.  Devlet de Gaulle politikalarıyla  yepyeni bir  “Gençlik Siyaseti”  geliştirdi. Üniversite öğrencilerine çok çok uygun  fiyata yemek sağlandı.  Paris’te bir öğünde  530 bin genç bu şekilde  yemek yiyordu.  Gençlik merkezlerinde  lokanta dışında  spor salonları, yüzme havuzları, paten, basket bol, voleybol sahaları açıldı. Yurt yapımına  büyük bir hızla girildi, örnek denilmeye lâyık yurtlar yapıldı.  Büyük  bahçeler, yüzme havuzlarıyla süslenen bu tesisler  kütüphanelerle güçlendirildi.De Gaulle’in hızla dünya devleti  politikasına geçmesi ve bunu başarıyla yürütmesi  ABD’yi rahatsız etti.  Amerikan İstihbarat  Teşkilatı  Fransa’yı   “68 talebe olayları”   ile karıştırdı. Zincirleme grevler başladı. Paris çöp  yığınları şehri oldu.  Sendikalar bir milyon insanı Paris’te yürüttü.  Bu gelişmeler üzerine Fransız silahlı kuvvetleri  müdahale edecek şekilde konuşlandı, generaller kanımızla aldığımız ülkemizi sokağa mı terk edeceğiz? diyerek de Gaulle’in karşına çıktılar.  “Sabredin ve asla müdahale etmeyin” diyen de Gaulle  büyük düşünce adamı Raymond Aron’u çağırarak görüştü.  Ertesi gün R.Aron  bütün Fransız radyo ve tv’lerinden   “Hürriyetine  bağlı, vatansever Fransızları”   Champs Elize  caddesinde yürüyüşe davet etti.  Dört milyon Fransız yürüdü, komünistler çözüldü, grevler bitti. Fransa’yı  Alman işgâlinden kurtaran büyük asker Marksist- komünist  işgâli de bitirmişti. Frank değer kazanmış,  Fransız ekonomisi sağlam bir  bünyeye kavuşmuştu. Sosyal siyaset tedbirleri mükemmel işliyor, asayiş güven veriyordu.Ancak Anglosaksonlar yıkıcı havayı sürekli körüklüyorlardı.  Sonunda de Gaulle çekildi, Fransa bütün iddialarını terk eti.Bütün bunların ışığında görüyoruz ki  bölge ve küre çapında devlet olmak için  güçlü, kararlı ve vasıflı  yöneticilerin  varlığı  yanında  milli yapı ve onun kurumlarının güçlü olması  elzem.  Sendikalar, meslek kuruluşları, gönüllü kitle örgütleri temel politika hedeflerinde  dikkatli ve bütünleştirici  olmalıdır.  Emperyalist merkezlerin yıkıcı ve bölücü  propagandalarına  karşı daima  uyanık olunmalı, karşı propaganda ihmal edilmemelidir.Uluslararası para, finans, teknoloji oyunları iyi bilinmeden  bu alanlarda oyuncu olmaya  çalışmak hüsranla biten bir macera olur.Merhum Âşık Veysel ne güzel söylemiş: “Peteksiz arının balı yalandır” . Önce peteğimizi hazırlayalım. 


Kaynak Yeniçağ: 
Bölge ve Dünya Politikası nasıl kurulur, Nasıl işler? 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bolge-ve-dunya-politikasi-nasil-kurulur-nasil-isler-19968yy.htm

***

Beyinlerdeki boş Çerçeve

Beyinlerdeki boş Çerçeve




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
26 Eylül 2011




   Dün gazetelerde yer alan bir habere göre: Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2011-2012 öğretim yılı başında öğrencilere dağıtılmak üzere gönderdiği ders kitapları yanında iki broşür de yer aldı. Biri Başbakanlık diğeri MEB tarafından gönderilen broşürlerde ilginç ayrıntılar göze çarpıyor. Bakanlığın gönderdiği broşürde Bakan Ömer Dinçer’in makamında çekilmiş bir fotoğrafı da yer alıyor. Dinçer’in arkasında bulunan üç fotoğraftan ikisi çok net. Bunlardan biri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, diğeri Başbakan Tayyip Erdoğan’a ait. Atatürk’ün yer aldığı üçüncü fotoğrafta ise sadece çerçeve görünüyor.CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk bahse konu iki broşürle ilgili olarak TBMM Başkanlığına Bakan Ömer Dinçer’in cevaplamasını isteyerek bir soru önergesi verdi.Önergedeki sorular şunlar:“

1-Tarafınızdan gönderilen broşürde Büyük Önder Atatürk’ün fotoğrafı neden boş çerçeve olarak görülmektedir?

2- Boş çerçeve fotoğrafla öğrencilerimize verilmek istenen mesaj nedir?

3-Başbakan’dan gelen broşürde yapılan AKP propagandasının eğitime katkısı nedir?Başbakan bu işleri milletin ödediği vergilerle yapmadı mı?

4-İlköğretime ait bazı kitaplarda Atatürk fotoğrafı, Gençliğe Hitabe, İstiklâl Marşı’nın yer almamasının sebebi nedir?

5- MEB’nin görevlerini sıralayan ikinci maddedeki A fıkrasını kaldırdınız. Böylece eğitim ‘milli’ olmaktan çıkacaktır. 

  Bakanlığınızın başındaki ‘Milli’ sözcüğünü kaldırmayı ne zaman gerçekleştirecek siniz? ” İşte bütün bu gerçekler Türkiye’de eğitim adına havanda su dövüldüğünü göstermektedir. Ne yazık ki ülkemizin bütün güzelliklere, bazı gelişmelere rağmen düşünce (tefekkür) âlemi ferdi ve sosyal değerlendirme yapmak gibi yetenekleri henüz yetersizdir. Ak ve kara arasındaki griyi görmüyor, söylemiyoruz. Kişilerle ilgili değerlendirmelerimiz de aynı insafsız tavrımızın sonucudur . Bu tavır ülkenin yetiştirdiği değerlere karşı da aynıdır. Onlar ya melektir ya da şeytan... Bir türlü onların “insan” olduğunu kafamıza koyamıyoruz. İnsan güzelliklerin ve çirkinliklerin demeti. Gelişmenin ve gerilemenin hazin tablosu... Biz bu insana karşı o kadar anlayışsız ve o kadar merhametsiz bir tavır içindeyiz ki... Bu sevgisiz, bu kaktüs dikenleri gibi merhametsiz tavır nerden geliyor? Amerikalılar, kızılderileri imha savaşı verirken ölen askerlerini pirinç levhalar ve sönmeyen ateşlerle yad ediyor, bunlarla tarih yapıyor. Ruslar komünist rejime rağmen Deli Petro’nun heykellerini yıkmadı. Bulgarlar komünist oldu ama krallarının resimleri duvarlardan inmedi. Avrupa piç olduğunu bildiği büyük askerlerine, devlet adamlarına, sanatçılara hep sahip çıktı.Bir insanın meşru (hukuki) veya nikâhsız bir anneden doğması elinde mi? Kim annesini babasını tayin ederek bu dünyaya geldi? Biz ne yazık ki kendi değerlerimizi kemirmekte çok mahiriz. Alman şairi Schiller şu sözü bizim için söylemiş: “İnsanlar parlayanı karalamaktan, yükseleni yere serip toza bulamaktan hoşlanırlar.” Bu bizim hem fert hem toplum çapında derdimizdir. Değerleri kabul edip onlara saygı duymak yerine altlarını oyup ufalamak gibi bir önemli eksiğimiz var.MEB bu saçma sapan işlerle ne diye uğraşıyor? 

Mesleksiz, sanatsız adam yetiştiren düz liseleri “teknik eğitim veren” kurumlara ne zaman çevireceğiz? 
Bizim işsizlik sorunumuzun temelinde bu vasıfsız insan yetiştiren sistem var. 
Almanya ve onlardan kopya çekerek kalkınan Rusya’nın başarısının sırrı her aşamada verimli insan yetiştiren teknik eğitimdir. 
Bunu niçin anlamıyoruz? Taş kafalılıkta neden ısrar ediyoruz?Atatürk’ün resim çerçevesini boş bırakmak ne büyük zavallılıktır. 
Hiç mağlup olmamış bir kumandan, sivil ve asker ayırımını dirayetle yapmış bir devlet adamı. 
Hacı Bektaş-ı Veli’ye muhabbetle bağlı, Hz. Mevlâna’yı 14 kere ziyaret edecek ve O’nun anlattığı İslâm’dan nasip talep edecek, 
Hz. Muhammed’e saygılı bir mümin... 
Onca devlet kurmuşuz sadece ikisi Türk adı taşıyor: “Göktürk Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti” Bu ciddi sorunları bütün bilgileri kulaktan dolma palamut tüfeği mesabesinde olanlar anlayamazlar. Asıl boş çerçeve onların beyinlerinin resmidir. 


Kaynak Yeniçağ: 
Beyinlerdeki boş çerçeve  
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/beyinlerdeki-bos-cerceve-19878yy.htm

***

Soygun Ekonomisi

Soygun Ekonomisi  



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
19 Eylül 2011


Bu gün öyle bir ekonomik sistem içinde yaşıyoruz ki; savaşlar başlatıyor, insanları öldürüyor, darbeler, rejim değişiklikleri planlıyor. Bugünü iyi anlamak için düne bakmalıyız. II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’da 50 milyona yakın insan öldü. Savaş yüzünden ülkelerin ekonomileri yıkıldı. ABD de bu savaşa katıldı. Ancak kendi topraklarında ciddi bir saldırı görmedi. Avrupa yıkılırken ABD yükseldi. Çünkü Rockefeller gibi Hitler’e ve diğer devletlere silah, gıda malzemesi pazarlayan iş adamları sermaye birikimini  sağladı. Savaş Avrupa’yı bitirirken ABD güçlendi. İşte ABD’de biriken bu paranın ihtiyaç sahiplerine ulaşması, borç verilmesi ekonominin büyümesi için önemli bir adımdı. 
Bu maksatla 1944 yılında ABD’nin Bretton Woods kasabasında bir toplantı yapıldı. Burada dünya ekonomisini önemli ölçüde etkileyen, bugün bile tesirleri görülen kararlar alınmıştır. IMF ve Dünya Bankası bu toplantıda alınan kararlar uyarınca kurulmuştur. IMF’nin o tarihte açıklanan kuruluş amacı: II. Dünya Savaşı sebebiyle ekonomileri batakta olan ülkelerin bütçe açıklarını düşürmek, iktisadi yapılarının düzelmesine yardımcı olmak için kısa vadeli finansman ve teknik destek sağlamaktır. IMF kredi vererek, bu yolla ülkeleri bağımlı kılmakta ve batak durumlara sürüklemektedir. Dünya Bankası’nın açıklanan kuruluş amacı: Yıkılan şehirlerin tekrar kurulması, alt yapı projelerinin onarılması, yenilenmesi için uzun vadeli kredi vermektir. Ancak asıl gaye IMF’ninki ile aynıdır. IMF ve Dünya Bankası birlikte hareket eder, önce hedefteki ülke borçlandırılır. Bunların direktifleri dışına çıkınca kredi musluğu kısılır. Ülke yönetimi derhal itaat etmek zorunda kalır. Zira devlet borçludur, tüketim ekonomisi ile şartlandırılmış halk borçludur. Dünya Bankası ve IMF’nin merkezleri Washington’dadır. Her iki kuruluşun sermayesindeki en büyük hisse; Musevi aileler olan Rockefeller ve Rothsehild’lere aittir. Bilindiği gibi Rothsehild’ler İngiltere banka sisteminin %100’üne, Fransa’da ise %98’ine sahiptir. Bretton Woods toplantısında alınan önemli bir karar da; altına dönüştürülebilen tek para biriminin ABD Doları olması ve diğer ülkelerin paralarının değerlerinin buna göre ayarlanmasıdır. Toplantıda 35 dolar= ı ons altın olarak sabitlenmiştir. Bu çerçevede her dolar saptanan altın karşılığı çerçevesinde basılacak ve ABD dolar verip altın alabilecekti. Bu kararla ABD Doları dünya parası haline geldi. Merkez Bankaları altın yerine  ABD Doları depolamaya başladı. Dolar rezervi para oldu. Böylece küre çapında işgalin finans ayağı sağlandı. ABD üretmeden para kazanmanın yolunu bulmuştu. ABD ekonomi yönetimi matbaada para basıyor, başka ülkelerin ürettiğini hiçbir emek harcamadan satın alıyordu. Basılan paralar Dünya Bankası ve IMF tarafından yüksek faiz karşılığı diğer ülkelere kredi olarak verilmeye başladı.İşte bu gelişme karşısında Fransa Cumhurbaşkanı de Gaulle ile Alman Başbakan Adenauer ABD’nin altın karşılığı değil karşılıksız dolar bastığını tespit ettiler. Piyasadan dolar toplayıp, ABD’ye “Al dolarları ver altını”  demeye karar verdiler. Rusya’yı da ABD’ye altın satmaması için bilgilendirdiler. Bu planı fark eden ABD, usta bir oyunla Avrupa çapında “68 gençliği”ni ortaya çıkardı ve “68 hareketi” başladı. Çalkantılar sonunda de Gaulle siyasetten çekildi. 1971 yılında yaşanan bütçe açığı sebebiyle ABD Bretton Woods anlaşmalarından çıktı. Doların altın karşılığına ilişkin kararı kaldırdı. Ülkelerin elindeki dolarlar kâğıt parçası oldu. IMF, Dünya Bankası, GATT ile  ABD’nin kan emicileri diğer ülkelerin boğazını sıkarken 1961 yılında OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) kuruldu. Amaç üye ülkelerin ve ABD’nin Marshall planı çerçevesinde kalkınması olarak belirtildi. OECD ekonomik büyüme yolunda borçlanmayı normal kabul ettirerek ülkelerin borç yükünü arttırmıştır. Bu gün Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda, İzlanda borç yüzünden kıvranıyor. Eğer Türkiye içine sokulduğu üretmeden tüketme politikasını terk etmezse  10 yıl içinde bu felâketi yaşayabilir.Biz aklımız ve gönlümüzle bu çıkmaz yolun yönetenlerce bir an önce görülmesini temenni ediyoruz.İşte bir makale çapında ABD’nin serveti ve zenginliğini özetledim. Kâğıdı altın değerine satanlar şimdi yalanlar icat ederek Afganistan’ı, Irak’ı işgâl ediyor. Bütün bir İslâm coğrafyasını kana bulayarak rejimlerini değiştiriyor. Amaç tüm bu bölgenin yer altı servetlerini sömürmektir! ABD’yi Avrupa’nın hürriyet sevdalısı insanlarıyla katiller, eşkıyalar ve soyguncular kurmuştu. Şimdilik devleti ikinci bölümdekiler, yani; katiller, eşkıyalar ve soyguncuların nesilleri yönetiyor. Atalarımız “Soydur çeker, topaldır seker” demişler. Milli, kaynaklarımızı topyekün harekete geçiren, her türlü israfa son veren, ekonomi politikalarıyla süper gücün kölesi olmak yerine kendimizin sultanı olmak zorundayız. 


Kaynak Yeniçağ: 
Soygun Ekonomisi  
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/soygun-ekonomisi-19791yy.htm


***

12 Eylül’den 31 yıl sonra

12 Eylül’den 31 yıl sonra




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
12 Eylül 2011



12 Eylül 1980’de gece televizyon ve radyolarda Genelkurmay Başkanı Kenan Evren silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğunu bildiriyordu. Mecliste partilerin genel başkanları gözaltına alınmış eşleriyle birlikte mecburi ikamet edecekleri Gelibolu Hamzaköy’e götürülmüşlerdi. Ilgın ve Kadınhanı kongreleri sebebiyle Konya’ya gitmiştim. Aziz dostum İdris Bey’in evinde geç saate kadar oturmuş, memleketin durumu hakkında uzun uzun konuşmuştuk. Sokağa çıkma yasağı kalkınca Ankara’ya döndüm. Merkez Komutanlığı’nın Agah Oktay Bey döndü mü? diye soran telefonları ben eve girdikten sonra kesildi. Gece saat 01’e doğru eve iki Reo dolusu otomatik silahlı asker ve komutanları geldi. Komutanlar (iki yüzbaşı) teslim olmamı istediler. Kirazlıdere Ordu Dil Okulu’ndaki esaretim böyle başladı. Esaret diyorum çünkü ailelerimiz nerede olduğumuzu bilmiyordu. İki aya yakın ne bir haber alabildik, ne de verebildik. O dönemin ruhumda açtığı dört yara vardır. Birincisi Alparslan Beyin üç buçuk ay diş ağrısı çekmesi ve doktora gönderilmemesi, İkincisi kalp krizi geçiren arkadaşımız Şahzafer Bey’in tutukevinin dış kapısına kadar yürütülerek hastaneye gönderilmesidir. Annemin karlı bir ziyaret gününde binanın merdiveninden yukarıdan aşağıya yuvarlanarak düşmesi hâlâ gözümün önünde olan üçüncü yaramdır. Merasim kıtalarıyla karşılanmış bir adam olarak Mehmetçiklerin bizimle konuşmalarının yasaklanması ve ailelerimizin karşısına demir parmaklık lar arkasında görüşmeye çıkmamız kapanmayan diğer yaralardır. Darbe öncesi gerçekten kan gövdeyi götürüyordu. Memleket yerli ve yabancı ajanların oyunlarıyla tam bir iç savaş öncesi durum yaşıyordu. Evren Paşa’nın görmek istemediği tamamen haksız olduğu  konu ise şuydu: Tablonun arka yüzünde peşin hükümlü MHP’yi mutlak suçlu gören, zalimle mazlumu ayıramayan sıkıyönetim komutanları ve onların çekirdek kadroları vardı.Evren Paşa darbeden birkaç ay sonra Konya meydanında konuşurken, “Biz beş sene sabrettik muradımıza erdik!” diyordu. Bu beyan açık ve seçik Evren paşa başta olmak üzere kadronun emellerine varabilmek için beş yıl süresince görevlerini tam anlamıyla yapmadıklarını gösteriyordu. Sıkıyönetime rağmen bir türlü hız kesmeyen terör olaylarının 12 Eylülün ertesi günü bıçakla kesilir gibi azalması da bu meyanda dikkat çekicidir. Darbe gecesi evime gelen subaylar karımdan silahlarımı istemişler. O da Kırıkkale yapımı birisi gümüş kaplama diğeri altın kaplama iki tabancayı makbuzlarını alarak ilgili subaya teslim etmiş. Bu iki silahın benim hayatımda büyük rolü var. Türk İş Koleji’nde işçi liderlerine, sendika temsilcilerine yıllarca ders verdim. Ekonomi derslerim çok ilgi görürdü. Burada tanıdığım değerli işçi liderlerinin sağduyulu tavırlarını, ülke sorunlarıyla ilgili değerlendirmelerini her kademede çok faydalı bir bilgi olarak değerlendir dim. Müsteşar olunca bu güzel insanlar Kırıkkale’de bir tabanca yaptırmışlar ve kabzasını gümüşle kaplayarak bana hediye getirmişlerdi. Ticaret Bakanı olunca bu hediye altın kaplanarak tekrar edilmişti.31 sene geçti. Bütün araştırmalarıma rağmen hatırası cihan değer bu iki silahıma ulaşamadım.  1980 darbesinin çukurunu erken seçime  “hayır” diyen Ecevit ve Erbakan açmış, sabırlı askerler de hemen temel atarak zulüm kulesini örmüşlerdir. Bizimle ilgili iddianame bir yıldan sonra açıklandı. 

  Rüyamızda görmediğimiz insanlarla birlikte yargılandığımız için duruşmalar fevkalade uzun sürdü. Duruşmalara gençler birbirlerine kelepçeli getiriliyor, tuvalet ihtiyaçlarını görürken bile kelepçeler çözülmüyordu. Dünya işkence tarihi yazıldığında Mamak hapishanesi birinci sırayı kaptırırsa mutlaka ikinci sırada olacaktır. Milliyetçi ve solcu gençlerin ezilmesi, adeta yok edilmesi için her şey yapılmıştır. Türk Ordusu bu milletin göz bebeği idi. 
Millet ordusuna toz kondurtmazdı. 
Bugün orduya karşı yapılan hareketlere halk sadece bakıyorsa bunun sorumluları artık arşivlerin malı olmuş 27 Mayıs darbesinin zulmünde, 12 Mart muhtırasının mantıksızlığında, 12 Eylül darbesinin insafsızlığında aranmalıdır. İdamımızı isteyenler 8,5 yıl sonra, evet duruşmaların sonunda tam 8,5 yıl sonra beraatimizi istediler. Beraat ettik. Ancak yattığımız süreye eklerseniz 10 yılı aşan bir zaman pasaportsuz, kamu görevlerinden mahrum yaşadık. 

  Çok şükür başımız dik, alnımız ak, karanlık kalmış tek işi olmayan insanların vicdan huzuruyla yaşıyoruz. Acaba zalimler bu huzuru duyabiliyor mu? 

Kaynak Yeniçağ:
12 Eylül’den 31 yıl sonra 
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/12-eylulden-31-yil-sonra-19703yy.htm


***

Ben bir Yeşil Fenerim

Ben bir Yeşil Fenerim





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
05 Eylül 2011




27 Mayıs 1960 Darbesinin büyük yanlışları ve hataları olmakla birlikte,Türkiye’ye iki büyük hizmet sağladığı göz ardı edilemez.Bunlardan birincisi Milli Güvenlik Kurulu (MGK)’nun kurulması olmuştur. Böylece sivil ve askeri yetkililerin düzenli bir biçimde toplanmaları, gündemdeki sorunları görüşmeleri, Türkiye’ye yönelik iç ve dış tehditler ile bunların önceliklerini ve alınacak tedbirleri tartışmaları sağlanmıştır. Bu şekilde hem ilgili kurumlar arasında periyodik bir koordinasyon sağlanmış hem de Türkiye’nin milli güvenliği ile ilgili sorunlar, tehditler ve bu konularda uygulanacak politikalar “Kırmızı Kitap” denilen Milli Siyaset Belgesi’nde toplanarak değişen kadrolarla birlikte sürekli politika değişikliğine gidilmesi engellenmiş, temel meselelerde izlenen tutumda kısmen de olsa devamlılık sağlanmıştır. Kısmen diyorum zira maalesef bazen iktidarlar Milli Siyaset Belgesiyle çelişen icraatlarda bulunmuşlardır.İkinci büyük hizmet ise Devlet Planlama Teşkilatı(DPT)’dır. DPT ile “Devlet” fikri gelişmiştir. Aslında Cumhuriyetimiz Kalkınma Planı ile kuruluşundan itibaren tanışıktır. 1929 Dünya Ekonomik buhranı I. ve II. Kalkınma Planları ile karşılanmış ve buhran şartları aşılmıştır.Unutulmaması gereken önemli bir konu da devlet başkanlarının Atatürk ve İnönü olmak üzere mükemmel kurmay oluşlarıdır. Devleti yöneten bakanlar ve önemli görevliler hep savaşın ağır imtihanını vermiş kadrolardan seçilmişti.Demokrat Parti iktidarı döneminde yapılanlar, ABD’den getirilen araştırma gruplarına inceltilmiştir. Bu çalışmalar neticesi ABD’li araştırmacıların vardığı hüküm; Menderes’in bütün yatırımlarının proje bazında planlı olduğudur.I.ve II. Kalkınma Planları ile sonraki yıllar plan disiplini hakim olmuştur.  
Şöhretini DPT Müsteşarlığına borçlu olan Turgut Özal DPT’yi ihmal ile yola çıkmıştır. Bu hükümet 10. İktidar yılına girerken DPT eritilmiş ve bir bakanlığın bünyesine yamanmıştır.Şimdi gördüğümüz devlet yönetimi tablosunda her şey plansızdır. Bakınız; temel derdimiz “terör” . Hava harekatı yapılıyor ancak kara harekatı yok... 

Ne oldu? 

İş yarım kaldı.Devlet mümkün olduğunca az konuşur. 

Bizde öyle mi? Ani, haber sızdırılmadan yapıldığı intibaını veren Kandil dağına yönelik hava bombardımanının ardından televizyonlar haber geçiyor: “.. filanca bakan kara harekatı yakında yapılabilir” dedi.İşte bu tablo çerçevesinde, Japonların çocuklarına neden önce konuşmayı değil de susmayı öğrettiklerini çok iyi anlıyorum.Terörle mücadele konusunda çok konuşuyorlar ama güvenlik güçlerinin bu konuda daha dinamik, daha etkili olmasını sağlayacak mutlak bir ihtiyaç olan hukuki düzenlemeden ses yok.Artık sanıyorum bir milli siyaset 
belgemiz de yok, tutarlı bir politikamız da. Komşularla “0” sorunlu dış politikadan, komşulardaki muhalif hareketleri destekleme ve ABD özentisi “jandarma” rolü oynama noktasına geldik. Bu iktidarın çok önem verdiği İran’ı temel hedef alan füze kalkanına onay verdik. 

Libya örneği meydanda... Hem Suriye ile vizeleri kaldırıyor kardeş olduğunuzu ilan ediyorsunuz, hem de bu ülkede rejimin değişmesi yönündeki girişimleri destekliyorsunuz. Böylesine hesapsız, kitapsız, günü birlik tavırlara; tutarlılığı, geçerliliği şöyle dursun “politika” demek bile mümkün değil. Öte yandan Suriye ve İran Türkiye ile sınır komşusu, teröre verdikleri destekle ünlü ülkeler. 
Türkiye’nin bu tavırları karşısında Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerine hız vermeleri kuvvetle muhtemel. Diyelim ki Suriye ve bu yolda çaba gösterilen diğer ülkelerdeki rejimler ABD’nin istediği bizim de piyon olduğumuz  biçimde değişti, yeni yönetimler bu “Ben bir yeşil fenerim, hem yanar hem sönerim/Ben nişanlı değilim kime olsa dönerim” politikasına güvenir mi? 


Kaynak Yeniçağ: 
Ben bir yeşil fenerim 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ben-bir-yesil-fenerim-19628yy.htm



***

Karanlığı yırtan şimşek

Karanlığı yırtan şimşek




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
29 Ağustos 2011

   


Simşek karanlığı nasıl yırtarsa, kör idrak sahiplerine şu sözler bir kamçı gibi indi: “Burası benim toprağım, bu bayrak benim bayrağım.”Belki televizyonlarda gördünüz, haberleri takip ederken rastladınız. İstanbul’da maskeli teröristler bir sağlık ocağına Molotof kokteyli atıp taşlarla hücum ettiler. Hastalar, hasta sahipleri, doktorlar ve diğer personel içeride mahsur kaldı. Polis ekiplerinin gelmesi üzerine, insanlıktan nasipsiz bir sürü sokak aralarına kaçtı, kayboldu. İçeride çaresiz kalanlar isyan ve öfkeyle karışık bir panik halinde dışarı fırladılar. 

Yaşlıların, kadınların, çocukların, genç kızların hali tam bir elem tablosuydu. İçlerinden bir ana terör karanlığını yırtan bir sesle, adeta dişi kaplan gibi kükrüyordu. “Bu bayrak benim, bu toprak benim.” Bu kükreyişte tarihimizin bütün kahraman kadınlarının isyanı vardı. Bu seste, Erzurum savunmasının ön saflarında çarpışan Nene Hatun bütün cesareti ile vardı. Milli mücadelenin kadın efeleri vardı.1921 yılı Kasım ayında İnebolu’ya İstanbul’dan önemli miktarda savaş malzemesi gelmiştir. Bu malzemenin bir an önce Kastamonu’ya ulaştırılması elzemdir. Menzil Komutanlığı’nın bu malzemenin taşınması gerektiği haberi üzerine; bütün köylerdeki yaşlılar, kadınlar, sakatlar (çünkü köyün genç ve sağlıklı erkeklerinin tümü cephededir) kağnılarla yola çıkarlar. Bu cephane taşıyan kadınlardan biri de Şerife Bacı’dır. Şerif Bacı minicik bebeğiyle cephane taşımaya koşmuş, top mermileri ıslanmasın diye kazağını mermilerin üzerine örtmüştür. Çocuğu ölmesin diye de O’nu bağrına basarak üzerine siper olmuştur. Vücut sıcaklığı ile yavrusunu korumuş, kendisi ise donarak şehit olmuştur. Kastamonu’daki anıtı ebedi bir hatıra olarak Türk kadınının kahramanlığını temsil etmektedir. Çanakkale’de çarpışan Nezahat onbaşı, (Fatma Seher Erdem) Erzurumlu Kara Fatma takma adıyla; Batı cephesinde milis müfreze komutanı olarak pek çok kahramanlıklar göstermiştir. Daha nice örneği olan isimsiz, şöhretsiz kadın kahramanlarımızın büyük ve abidevi eserleri bu bayrak ve bu bağımsız vatan olmuştur. Bombalanan sağlık ocağındaki hanım, Türk kadınının tarihten gelen edebi ve vakarı içinde soysuzlara karşı, “Bu bayrak benim, bu vatan benim” şeklindeki kükreyişi toprağı vatan kılan, devleti kuran irade içinde, erkeklerle birlikte çarpışan yürekli anaların, bacıların, bizim baş tacı kadınlarımızın aziz ruhlarının tek bedende ortak isyanı olmuştur.Evet, bir düşünelim; İstanbul’daki bu nankör, soysuz eşkıyanın marifetlerini sıralarsak sayfalar doldururuz. Ne fayda Avrupa Birliği uğruna değiştirdiğimiz kanunlarımız devlet güçlerinin elini kolunu bağlamıştır.Teröre karşı kendi elimizle devletin ayaklarına vurduğumuz prangaları kıralım. Devlete, millete saplanan hançerler cevapsız kalmasın. Hiçbir terörist eylemi küçük görmeyelim. Unutmayalım, “Küçük düşman yoktur. Büyümüş ve büyük olduğunu gizlemeye çalışan kurnaz düşman vardır. ”Bu düşmana karşı önce öfkemizi sonra umutsuzluğumuzu yenerek, “Bu bayrak bizim, bu vatan bizim” haykırışıyla tek yürek, tek yumruk, tek irade olmanın zamanıdır. İşte o zaman teröristler çakal sürüleri gibi bitecektir. 
O gün milletçe bir zaferi yaşayacağız. 
Bayramınızı bu dua ve niyazlarla tebrik ediyorum. 
Karanlığı şimşek gibi yırtan anaya hürmetlerimi sunuyorum. 


Kaynak Yeniçağ
Karanlığı yırtan şimşek 
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/karanligi-yirtan-simsek-19549yy.htm

***


Teröre yeni bir bakış

Teröre yeni bir bakış



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
22 Ağustos 2011

    Türkiye ne yazık ki kendi sorunlarını çözmeden yeni maceralara giriyor. Halbuki, daha basiretli ve ihtiyatlı politikalar uygulama imkanımız var.Suriye konusunda izlenen aşırı ABD taraftarı tavrı anlamak, izah etmek zor. Bizim gürül gürül demeçler veren Dışişleri Bakanımıza, Suriye Devlet Başkanı dönse ve “Senin ülken kan gölüne dönmüş her gün en az 10 kayıp veriyorsun. Önce kendi ülkendeki ateşi söndür! Devletinizin iki adasını Yunanistan işgal etti. Kilise yaptı, havaalanı inşa etti. Sen milli hâkimiyet hakkını çiğneyen bu işlere niye gık çıkarmıyor, kendi sorumluluğunu düşünmüyorsun”  dese haksız mı? “Eşek ve Bulamaç adalarının Yunanlar tarafından işgal edildiğini, karşılıklı müzakerelerle bu konuyu çözeceklerini”  beyan buyuran, Suriye’ye kaplan kesilen bakan, aylar geçmesine rağmen ağzını açmamıştır.Terörün gemi azıya almasıyla,  jetlerimiz havalandı,  görevlerini başarıyla ifa ettiler, üslerine döndüler. “Efendim jetler boş dağları dövüyor geliyor. Ne olmuş?”  diyenler var.  Bu ne insafsız bir mantıktır. Pilotsuz uçaklar vasıtasıyla elde edilen görüntü ve bilgiler, gelen istihbarat raporları ilgili merkezlerde değerlendiriliyor ve  yapılan tespitlere göre hava  taarruzu planlanıyor. En güç iş, planlamadır. Türk Hava Kuvvetleri bu konuda; eğitim, bilgi, atış tecrübesi olarak mükemmel bir yapıya sahiptir.  Ancak, düşmana karşı yapılacak operasyonların gizliliği esastır. Terörle mücadelede ciddi bir şüphe karşı tarafa bilgi sızdırılması ihtimalidir. Güvenlik güçlerimizin pusuya düşürülmesi,  operasyonların detaylarının bilinmesi maalesef bu olasılığı akla getirmektedir.  Unutmayalım askerliğin temeli; keşif, irtibat, emniyettir. Düştüğümüz yerde bir daha düşersek kabahat bizimdir. Başkasında veya başka yerde aramayalım. İçeriden istihbarat sızması kesinlikle önlenmelidir.Öte yandan,  bu mücadelede teknik imkânlar  sonuna kadar, maliyeti ne olursa olsun kullanılmalıdır. Bugünkü teknoloji ile cep telefonlarını belli zamanlarda susturmak mümkün. Gerekiyorsa bölgede, askerlerimizin tehdit altında olduğu dönemlerde bu sinyaller tamamen engellenerek, kayıplar önemli ölçüde azaltılabilir.  Arazi taranmasında insansız bir takım cihazlar kullanılabilir, yolların ve çevrelerinin mayın gömülmesini engelleyecek şekilde yeniden yapılması düşünülebilir. Personel nakli mesafeye göre helikopter ya da uçaklarla yapılabilir. Bütün bunlar büyük maliyet getirecektir. Ama bir tek şehidin veya sakatlanmış gazinin bedelini ödemek mümkün mü?Milletimiz bu maliyeti seve seve öder. Bence Sayın Başbakan bu konuda önde gelen işadamlarımızla bir toplantı yapabilir.  Ülkemizin selameti, fidan gibi gençlerimizin ölmemesi için onlar da herhalde fedakarlıktan kaçmayacaklardır.Önemli bir nokta  da; artık düşmanın oyununa gelinmemelidir. Bu oyun ne yazık medya sayesinde oynanıyor. PKK bu yolla psikolojik üstünlük sağlıyor. Aziz şehitlerle ilgili  haberler  televizyonlarda bu kadar kapsamlı verilmemelidir. İkiz kulelere saldırı sonrası  ABD televizyonlarının yayınlarını  hatırlayın. Bir de bizim medyaya bakın. Hele bir hafta boyunca, Karayılan programları yapmak hangi akla hizmettir. Bu adam kimdir ki  bu kadar bahsedilsin.  Yüreği yanan ana- babaların, eşlerin, yavruların üzerinden elem ve reyting ticareti yapmaya son verilmelidir.Yeni Milli Savunma Bakanımızın hikmet (!) dolu konuşmalarını da bir müddet tüketmemekte çok fayda görürüm.Terörü destekleyen dış güçlere gereken söylenebilir ve yapılabilir. ABD ve Avrupa’yı sarsan ekonomik kriz nedeniyle konjonktür bizden yana. Yeter ki uyduruk AB uğruna kendimize balta vurmayalım.AB devletleri hayal olan siyasi birliği unutmuş görünüyor. Ekonomik birlik ise her gün yeni bir yıkım darbesi alıyor. ABD’nin savaşlara harcadığı paralarla bel kemiği kırılmak üzeredir. Bunların PKK desteği bu dönemde kesilebilir. Kesilmelidir. Bu konuda büyük bedeller ödedik. “Tecrübe öğretmenlerin en iyisidir; yalnız okul masrafı ağırdır” sözünü en iyi anlayacak biziz.Bana göre hava harekâtı devam etmeli ve arkadan kara harekâtıyla temizlik sürdürülmelidir. Kara harekâtına karşı çıkanlara asla taviz verilmemelidir.Şehitlerimiz bu vatan için can verdiler. Her şeyin riyası olur. Ama ölümün riyası olmaz! Siyasi liderler, ilim çevreleri, basın, demokratik kitle örgütleri, sendikalar “Terörle mücadele” konusunda birleşmelidir. O zaman iktidar, muhalefet ve bütün millet tek yumruk olur, düşmanlarımızın başına balyoz gibi iner.Suriye kendi sorunlarını çözer. Bu ülkenin terör örgütleriyle ilişkilerini görmeyen bir politika eksik ve yanlıştır. Bizim için aklın yolu ABD’nin bölgedeki menfaatlerinin takipçisi olmak değil, kendi milli menfaatlerimizi onurlu bir biçimde korumaktır. 


Kaynak Yeniçağ: 
Teröre yeni bir bakış 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/terore-yeni-bir-bakis-19468yy.htm


***

Dış Politikamız ve Suriye

Dış Politikamız ve Suriye






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
15 Ağustos 2011 Pazartesi 

Dış politika, hanımların iğne oyası gibi çok dikkat isteyen ince bir iştir. 

Bu cümleyi fevkalade tecrübeli, dikkatli bir diplomattan dinlemiştim. Devletlerin dış politikası devlet olarak varlıklarını korumak, güçlendirmek, yakın ve uzak düşmanlarına karşı tedbirler geliştirmek esaslarına dayanır. Dış politika, devletin geçmiş tecrübelerinin ışığında geleceği görmek ve jeopolitik şartlara uygun olarak tedbir almak sanatıdır.Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük bir devletin  “Dış politikası” da büyük olmak zorundadır. En az elli yıl, yüz yıl, sonrası düşünülmelidir.İşte bu düşünce sağlamlığı ile Gazi Paşa, “Yurtta sulh, cihanda sulh” demiştir. 16 yıl savaşmış bir milletin yaralarını sarmak için uygun bir sulh dönemine ihtiyacı vardır. Bu sağlanmış, Sadabat Paktı, Balkan Paktı ile, ağır ağır ittifaklara girilmiştir. Komşularımızın, insanlık ayıbı savaş suçları bile nisyâna (unutulmaya) terk edilmiştir. Yaklaşan İkinci Dünya Savaşına karşı tedbirler alınmıştır. Gazi Paşa iyi yetişmiş bir kurmaydı. Çevresinde daima seviyeli insanlar bulundurur, onların fikirlerini alırdı. Durmak bilmeyen bir araştırma coşkusuyla okurdu. Dünyayı dikkatlice takip etmek Gazi ve ekibinin vazgeçilmez işiydi. Dış politikanın çok partili sisteme geçtikten sonra şaşmayan ayarı “Milli Politika” olmasıdır. İktidar ve işbirliği yaptığı muhalefetin tek ses olması devletimizi daima güçlü kılmıştır. Bu hükümet döneminde ne yazık ki bu güzel gelenekler terk edildi.Bu terk ağır ağır tek adam siyasetine döndü. Başbakan,  “Bizi bütün komşularımızla problemli hale getirmişler, biz sıfır sorunlu dış ilişkiler geliştireceğiz”  dedi. Bu yolda vizelerin kaldırılması ile işe girişildi. Nitekim, Suriye ile bu hükümet döneminde ilişkiler fevkalade geliştirildi. Vize kaldırıldı. Sınır ticareti hızla büyüdü, ortak şirketler kuruldu.Ancak, Okyanus ötesinden düğmeye basıldı. Suriye’de sokak hareketleri başladı. Ne yazık ki, “Büyük Orta Doğu Projesi” nin sahipleri ABD, İngiltere ve İsrail, aynı zamanda dünya haber  ajanslarının  da işleyişine ve haber üretme, yayma politikasına hakimdir. Dünyayı şartlandırmak ve Suriye yönetimini kötülemek için haber ajanslarıyla her şey yapıldı. Hükümetlerin görevi milli menfaatleri takip etmektir. ABD’nin hücum birliği olmak, her zaman bizim aleyhimizedir. ABD gider, dünkü vatan coğrafyamızın, güzel parçası, emperyalist güçlerin bizden kopardığı Suriye kalır. İşin aslı nedir? Suriye’nin İsrail’e yakın deniz sularında fevkalade zengin, 45 milyar dolarlık bir rezervi olan doğal gaz yatakları  tespit edilmiştir. İsrail hem bu büyük serveti  kullanmak  hem de şu an kapalı olan Kerkük-Hayfa  boru hattıyla  Irak petrolünü   dünyaya pazarlamak istiyor.  Doğu Suriye’de kurulacak “Batı Kürdistan”, Kuzey Irak’taki “ Doğu Kürdistan” la birlikte hayallerindeki Türkiye’den koparacakları parça ile  “Büyük Kürdistan” ı kurdukları zaman üç büyük parçanın birlikteliğinden doğacak devlet bir kara devleti olacaktır. Türkiye, İran ve Suriye’nin böyle bir devleti yaşatmak istememeleri  tabii netice olacaktır. Bu hayali devletin karalar içinde kalması onu doğarken öldürecektir. Denize açılması elzem olan bu devletin tek “Deniz çıkış yolu” Kuzey Suriye’dir. İşte Suriye’deki karışıklıkların sebebi budur. İsrail ve ABD’ye hükmeden gücün, Orta Doğu’yu köle yapmak yolundaki  “ insansız ve insafsız” düzen kurma amacıyla uyguladığı zalim siyaset görülmelidir. Türkiye niye bu işe bulaştırılıyor?Komşularla sıfır problem diyorlardı.  Evet her yer problem yumağına boğuldu. Plânsız programsız, ABD’den alınan talimatlarla yürütülen dış politika duvara tosladı. Yarınlarımızı tehlikeye atacak oyunlara zaman ayıramayız. Hele İngiliz basınının iltifatlarına değer vermek, inanmak intihar etmektir. Türkiye’yi Suriye’yle savaşa sokmak aynı zamanda İran’la harbe sürmektir. İran ve Suriye arasındaki Savunma ve İşbirliği anlaşması sebebiyle bu kaçınılmaz olacaktır. Dikkatli olmak zamanıdır.  “Olgun devlet adamını sevindirmek isterseniz eleştiriniz. Basit bir hükümet adamını sevindirmek isterseniz övünüz”  sözü hep gözümüzün önünde olmalıdır. Batı felsefesinin zirvelerinden Nietzsche, “Seni övdükleri sürece kendi yolunda gittiğini sanma sakın! Başkasının yolunda gidiyorsun.” diyor!..

Hükümetin, sorumluların kendi gerçeklerimiz doğrultusunda basiretli, kararlı, uydu olmayan, muhalefeti de kucaklamış bir dış politika  uygulamasına geçmelerinin tam zamanıdır. Bize yakışan yâd ellerin borazancısı olmak değildir. 
Bu coğrafyanın efendi milletine, kimse uşaklığı layık göremez .  


Kaynak Yeniçağ: 
Dış politikamız ve Suriye 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/dis-politikamiz-ve-suriye-19388yy.htm


***

Yeni bir Irak’a Tahammülümüz yok

Yeni bir Irak’a Tahammülümüz yok




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
28 Kasım 2011




   Kalkınmanın temel şartı rejimin ülke insanlarına huzur vermesidir. 
   Huzur öncelikle iktidar ve muhalefet kadrolarındaki siyaset adamlarının kendileriyle barışık ve birbirleriyle ilişkilerinde de nezaketi korumaları ile sağlanır.Gelişmiş bütün demokrasilerde işlerin sükunetle çözülmesi temel dikkat konusudur. ABD’de ikiz kulelerin teröristlerce uçaklar ve bombalar marifetiyle yıkılması tv ekranlarına son derece sınırlı biçimde yansıtılmıştır. Gazeteler haberi sonuncu sayfada bir iki satır olarak geçiştirmiştir. Muhalefet konuyu siyasi gündem malzemesi yapmamıştır.İngiltere, Fransa, Almanya ve daha birçok ülke bu konuda benzer tutumlarıyla örnek olarak gösterilebilir. Almanya’da Bader- Meinhoff çetesi üyeleri  tutuklu bulundukları hücrelerde aynı gün intihar ederler. Ne muhalefetten bir ses gelir, ne de basında tek satır yazı yer alır.En önemlisi de iktidarlar başı sıkıştıkça eski sandıkları karıştırmazlar.Bizde öyle mi ya? Günün sorunları ağır geldi mi dön maziye... Hâlbuki bu yol çıkmaz sokaktır. Kimse kazanmaz, ülke kaybeder. Hele etnik kavgaları besleyecek, ülkede kabuk bağlamış yaraları deşecek üsluptan dikkatle uzak durulmalıdır.Ne yazık ki Sayın Başbakan on yıla yaklaşan yorgunluktan olsa gerek bu yolu seçti. “Kardeş” olarak nitelediği, vizeleri kaldırdığı Suriye’yi ve lideri baş hasım olarak belirledi. Suriye’den bahsederken bir tek “Ordular ilk hedefiniz Suriye’dir” demediği kalıyor.Suriye’deki mevcut rejim yıkılırsa, yerini kim alır, ülke istikrarını korur mu yoksa Kuzey Irak benzeri yeni bir otorite boşluğu, güçler çarpışması ile karşı karşıya mı kalırız? Bizim pozisyonumuz ne olur? Nasıl etkileniriz? Ya terörle mücadele bundan nasıl etkilenir? Hükümetin bu ihtimalleri değerlendiren ve ona göre hareket tarzlarını belirleyeceği bir stratejisi olduğuna inanmıyorum. Çünkü akıl bu ölçüde hakim olsa bu kadar gürültü çıkarılmaz. Bilgi sükunet sağlar.Bizim siyasi hayatımızın en büyük eksikliklerinden biri; devlet ve siyaset adamlarımızın tatil geleneklerinin olmayışıdır. Tatilden geçtik, dinlendirici bir meşgaleleri yoktur. Çevreleri hep kendi kadrolarıdır. Dinlenmeyi bilmezler. Böyle olunca da bir süre sonra gerilir ve biterler. Bu eksikliğin faturasını milletçe ödüyoruz. Evet, dinlenmeyen, dinlenmeyi bilmeyen kadrolar bileyli kılıçlara dönmüştür. Dış politikada öfke, iç politikada hınç, kavga siyasetimize şekil veriyor. Çok yönlü düşünemiyoruz. Yanlış atlara oynuyoruz, kaybediyoruz.Evet Suriye karşısındaki yüksek ateş Dersim’le devam ediyor. İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıraları temel tartışma zemini oluyor. Lütfen bu kitabı soğukkanlılıkla tekrar okuyun. İhsan Bey, CHP doğu illeri müfettişi sıfatıyla adını vermediği Şeyhin duruşmasını Cumartesi ve Pazar günü devam ettirir. Şeyhi astırır. İfadelerinde ne hüzün ne vicdan rahatsızlığı vardır. O zaman bu kitap hatıra değil, itiraf kitabıdır. CHP’ye bugün Dersim’le vurmaya çalışmak boşunadır. Çünkü eğer suçlu varsa kemikleri kül olmuştur. Kaldı ki Dersim infazlarını yerine getirmekle görevli olan Çağlayangil, çok partili rejime geçildiğinde tercihini DP ve bilahare Adalet Partisi’nden yana kullanmıştır. Yani kendisindeki temel ideolojiyi bu günkü CHP ile bağdaştırmak zordur.  Ayrıca, o yıllarda Türkiye Cumhuriyeti genç bir devlet olarak emperyalistlerin boğmak istedikleri diriliş mesajları vermektedir. İngiltere Musul petrollerini yutabilmek için Kürtleri devamlı isyan sıcaklığında tutmaktadır.Cumhuriyet, verem, trahom, frengi, sıtma ile boğuşurken dışarıdan gelen bölücülük mikrobuyla da savaşmıştır. Siyaset adamlarımıza ricamız; öfkenizi aklınızın gerisine atınız. Zaman zaman dinleniniz. Devrinizde zulme göz yummayınız.Dünün dünde kaldığını unutmayalım! Ülkenin bu günkü dertlerini çözelim.Hiçbir probleme dışarıdan gerçek çare bulunmayacağını görelim. 

Bakın Türkiye’nin kredi notu ile oynanarak dışarıdan sermaye girişi nasıl engellendi. Irak’taki sorunlar çözülmemişken, buradaki istikrarsızlığın getirdiği zararları telafi edememişken kendi elimizle bölgede yeni bir Irak oluşturulmasına katkıda bulunmayalım.İktidarıyla, muhalefetiyle ve bütün kurumlarıyla el ele, gönül gönüle birleşelim.  Dikkat edelim, öfkeye toprak depremle cevap veriyor. Artık sevgi ekmenin zamanıdır’85 Unutmayalım “Sevelim, sevilelim. Bu dünya kimseye kalmaz!...” 


Kaynak Yeniçağ: 
Yeni bir Irak’a tahammülümüz yok 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yeni-bir-iraka-tahammulumuz-yok-20672yy.htm

***