12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 2
II. AK PARTİ’NİN MÜESSES NİZAM’LA İKTİDAR MÜCADELESİ
Türkiye’deki iktidar çatısının AK Parti hükümetinin kurulduğu günkü yapısı 2002 yılına ait bir çatı değildi. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden bu yana yerleşmiş, dolayısıyla da, kökü en geçmişe uzanan bir çatıydı. Bu çatıya göre iktidarın doğal ortakları arasında askeri ve sivil bürokrasi, yargı, onlarla uyumlu yüksek burjuva zi ile hem onun hem bürokrasinin etkisi altındaki medya vardı. Ortakların payları ve güçleri zaman zaman değişse de halkın oylarıyla iktidara gelmiş siyasal partilerin tek başlarına muktedir olmalarının önünde böyle ciddi bir baraj bulunmaktaydı. AK Parti’nin bu çatıyla mücadelesi ilk gün başladı şüphesiz ama galip gelmesi uzun sürecekti.
Bugün ortaya çıkan belge ve deliller üzerinden görünen manzara, iktidarın doğal
ortağı oldukları düşüncesinin alışkanlığıyla davranan kimi general, gazeteci, işadamı, yazar, bürokrat grubunun o dönemde ciddi planlamalar yaptıkları ancak komuta kademesinde birlik sağlanamadığı için bu planların akim kaldığı yönündedir. Akim kalan planlar, AK Parti’nin ekonomik istikrarı sağladıkça, kendine güvenini artıran, bir müddet sonra siyasal alanda da hamleler yapmasını kolaylaştıran bir zemin oluşturdu.
< AB sürecinin gerektirdiği yasal dönüşümler yapılarak kimi alışkanlıklara, yasal olmayan ama meşru kabul edilen hareketlerin tamamına kâğıt üzerinde ciddi önlemler getirildi. >
2004 yerel seçimlerindeki başarı ve Avrupa Birliği konusundaki sonuç alıcı girişimler ve bunun sonucunda yapılan reformlar her geçen gün AK Parti’nin elini güçlendirdi. Aynı dönemde Kopenhag Zirvesi’nin halktaki karşılığı umut ve güvendi. MGK’nın yapısında siviller lehine gerçekleştirilen değişiklikler ve Kurulun Genel Sekreteri’nin sivilleştirilmesi bu dönemde gerçekleşti.
Çetelerle Mücadele,
AK Parti iktidarı döneminde önemli bir hadisenin gözden kaçırıldığı tespit edilmektedir. Hükümet, güvenlikle ilgili olarak önce sokakları temizledi. Kapkaçtan park mafyasına kadar günlük hayatın içinde çok sayıda mini mafyoz uzantılar sokakları egemenliğine almıştı. Kısa sürede etkisiz hale getirildiler. Bunun anlamı, onların üzerindeki orta ve büyük boy mafyaların sırasının geldiğiydi; nitekim öyle oldu. Hükümetin her sokağa kadar girmiş yani toplumun tüm hücrelerine sinmiş organize çeteler, örgütlerle mücadelesi büyük bir temizliği ve güveni getirdi; bunların bağlı olduğu kanallara güç ve para devşiren mekanizmayı da kesti.
Ardından AB sürecinin gerektirdiği yasal dönüşümler yapılarak kimi alışkanlıklara, yasal olmayan ama meşru kabul edilen hareketlerin tamamına kâğıt üzerinde ciddi önlemler getirildi. Yine de bu önlemlerin hayata geçirilmesi için elinde silah tutanların ve onların destekçilerinin de zihnen ya da fiziken bundan vazgeçirilmeleri gerekiyordu.
Bunun yapılması için harekete geçilmesini geciktiren hamle, AK Parti’ye karşı 2007 seçim zaferinin ardından açılan kapatma davası oldu.
Temel gerekçenin başörtüsü konusundaki yasakların kalkmasını sağlamaya yönelik Anayasa değişikliği olarak görülen ama aslında iktidar mücadelesinde kaybedilmeye başlanılan mevzilerin tekrar ve daha sağlam biçimde kazanılmasını sağlayacak olan bu hamle başarılı olsaydı, bugün çok başka bir Türkiye ve siyaset analizi yapıyor olacaktık. Davaya bakan Anayasa Mahkemesi Türkiye’nin kaderiyle oynamak yerine, tarihsel tavrından uzak şekilde sadece uyarıyla yetinen bir karar aldı. Hamlenin yapılması ve boşa çıkması, AK Parti’yi sivil iktidarların alanını sınırlayan kesimler hakkında daha erken ve daha güçlü karşı demokratik hamleler almaya itti.
Sermayenin Dengelenmesi,
Türkiye ekonomisinin büyümeye devam etmesi, sermayenin yapısının tekelci olmaktan çıkıp önemli miktarda yeni elemanlar kazanmasını da beraberinde getirdi. Bu yeni aktörler klasik Türk burjuvazisinin reflekslerine sahip olmadığı gibi ideolojik olarak onların karşısında bir konumda, iktidarın ortağı olmaya değil demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmaya hazır bir kesimdi. Bu aynı zamanda kendilerinden önceki tekelci burjuvaziye karşı paradoksal olarak yine de sınıfsal bir yaklaşımdı; eğer düzen değişmez, tekelci burjuvazi yönetimleri sürerse kendileri gibi insanlar asla bu sınıfa katılamayacaktı.
Bu sınıfa katılabilmeleri, burjuvazi ve darbecilerin ekonomik yönelimleri
istedikleri gibi belirlemelerinin önüne geçilmesiyle mümkündü. Onlar da doğal olarak kendi çıkarlarına uygun olanı tercih ettiler. Bu tercihin sınıfsal bakış kadar bu yeni kesimin büyük oranda AK Parti ideolojisini oluşturan temel değerlerden birisi olan muhafazakârlığı benimsiyor olmalarından da kaynaklandığını belirtmek gerekiyor.
< Türkiye ekonomisinin büyümeye devam etmesi, sermayenin yapısının tekelci olmaktan çıkıp önemli miktarda yeni elemanlar kazanmasını da beraberinde getirdi. >
Tekelci sermaye darbeler, darbe girişimleri ve hatta kapatma davasında net bir tavır göstermedi, belki de göstermesine gerek kalmadı. Ama ekonomik olarak AK Parti iktidarında kazançları da, büyümeleri de aynı oranda arttı. Yeni gelenlerin kendilerini rahatsız edecek bir konuma gelmelerini bekleyecek vakitleri vardı belki de; belki de onlar da artık mono blok bir yapıda değillerdi: kimisi demokratik bir gelişmenin kendi pozisyonları büyümeleri ve kârları için daha avantajlı bir zemin oluşturduğunu düşünüyordu.
Medyanın Çeşitlendirilmesi,
Sermaye sınıfının bu yeni karışımı darbelerdeki öncü ve katalizör rolü üstlenen medyanın tekelci yapısını da değiştirdi; sermaye sınıfının yeni üyeleri, tıpkı kendilerinden öncekiler gibi medya alanında da etkin olmak istediler ki Türkiye gibi bir ülkede bu aynı zamanda hayati bir ihtiyaçtı. Yeni sermayedarların medya alanındaki etkinliğinin artmaya başlaması medyadaki tek sesliliği önlerken aynı zamanda çoğulcu demokrasinin yerleşmesine katkıda bulundu.
Medya sahiplik yapısının kısmen de olsa değişmeye başlaması ve tek sesliliğin son bulması önümüzdeki süreçlerde darbe girişimlerinin, cuntaların medyada destek bulmasını zorlaştıran bir etki yaptı. Yeni medya düzeninde darbeyi destekleyenler kadar itiraz edenlerin de seslerinin duyulacağı belli olmuştu. Darbelerle ilgili tarihsel formül olan “cunta+sermaye+yargı+medya” denklemin de sermaye ve medya denklemden düşmek üzere ya da aynı ağırlıkta yer alamamaktaydı.
Ergenekon Soruşturması,
Gerek komuta kademesindeki ayrışmalar, gerek sokaklardan başlayarak temizlenen mafya ve benzeri oluşumlar ve gerekse hukuki düzenlemelerle zor bir döneme giren klasik cuntacı anlayışın sonunu getiren ise Ergenekon soruşturması oldu. Bir gecekonduda başlayan el bombalarının ucu, bugün kuvvet komutanlarından işadamlarına, gazetecilerden akademisyenlere kadar geniş bir kitlenin darbecilik suçlamasıyla yargılanmasına vardı.
Yargı’nın İktidar Ortaklığından Çıkarılması,
AK Parti’nin, yasal olmayan ama tarihsel olarak meşrulaşmış iktidar ortaklarını sırayla ve tek tek bu ortaklıktan kendi anayasal çizgilerine doğru süpürdüğü gidişte son hamlenin yargıya geleceği kaçınılmazdı. Tüm darbeler incelendiğinde yargının rolünün en az cuntalar kadar sorunlu olduğu anlaşılmadan bu gücün cuntacı damarıyla mücadelenin ne kadar önemli ve zor olduğu anlaşılamaz. 27 Mayıs 1960 günü darbecilerin sözcüsü Alparslan Türkeş’in gazetecilere yaptığı “Demokrat Partililer de yöneticileri de haklarında suç isnadı varsa bağımsız mahkemelerde yargılanır ve eğer suçlu bulunursa cezalarını çeker.
Bu gerçekleşene kadar da hür vatandaşlar olarak hayatlarını sürdürebilirler
” cümlesinin sonu bir başbakanın ve iki bakanının asılmasıyla sonuçlandı. Süreci
bu cinayetlere kadar götüren mantık ve yol göstermenin dönemin Anayasa hukukçularının marifeti olduğu bugün açıkça bilinmektedir.
< Medya sahiplik yapısının kısmen de olsa değişmeye başlaması ve tek sesliliğin son bulması önümüzdeki süreçlerde darbe girişimlerinin, cuntaların medyada destek bulmasını zorlaştıran bir etki yaptı. >
Günümüzde ise yakın tarihten örnekler kolayca ve peş peşe hatırlanacaktır: 28
Şubat’ta cuntacıların taleplerini alkışlayıp brifinglerine topluca katılan, iktidardaki Refah Partisi hakkında kapatma davası açan, partiyi kapatan, yerine kurulan Fazilet Partisi’ni kapatan, Recep Tayyip Erdoğan için okuduğu bir şiir yüzünden “muhtar bile olamaz” manşetleri attıran, Cumhurbaşkanlığı seçimi için akla hayale gelmeyecek bir formülle Meclis’in önünü tıkayan, halkın yüzde 60’ının oy verdiği 2 partinin girişimi ve 550 milletvekilinin 411’inin oyuyla yapılan Anayasa değişikliğini yok sayan ve sonunda yine 4,5 yıldır 3 seçimle sınanmış iktidardaki parti için kapatma davası açan yargının ta kendisiydi.
Dolayısıyla yargının halkın oyuyla iktidara gelmiş ve ortalama 2 yılda bir sandıkta sınanan sivil iktidarların ortağı olmaktan vazgeçirilmesi diğer hamlelerin de anlam kazanması için şarttı. Darbelerin kaba bir genellemeyle “cunta+ medya+ sermaye+ yargı” 4’lüsüyle yapıldığı saptamasının süreç içinde ortaya çıkardığı ilginç gerçek de bu dörtlüden herhangi birisinin eksikliğinin diğerlerini de güçsüz bıraktığıdır.
Yargı, bütün gücüne, tecrübesine, içindeki cuntacı zihniyetin güçlü ve tarihsel bir arkaplanına rağmen sıra kendisine geldiğinde en çok direnen olmasa da diğer 3’lünün desteği olmadığı/kalmadığı için Anayasal çerçeve içindeki sınırlarına ve görevine döndürülebildi.
Bunu başarabilmek için 12 Eylül 2010’daki referandum öncesinde, sırasında
ve hatta sonrasındaki yaşananlar hala belleklerdedir.
Bütün bunlar sokaktaki mafyadan organize suç örgütlerine kadar büyük bir temizlikten, hukuk ve idari alanda ciddi atılımlardan, anayasal suçlara karşı önemli ve büyük soruşturmaları başlatıp sürdürebilmekten geçerken; hepsinin arkasında, zemininde de istikrarlı bir ekonomi ve iktidar yapısını ayakta tutmak şarttı. AK Parti bütün bunları başardı ve her seferinde milletten de destek ve güç aldığını gösterdi. Bunların herhangi birindeki bir aksaklık bugün bu analizin bambaşka şeyler yazmasına neden olacak kadar kritik önemdeydi.
PKK’nın anlamı net olarak ortaya konulamamış birden bire artan ve büyük yankı yapan önemli saldırıları; dış politikada zaman zaman ABD, zaman zaman AB, son olarak hala kriz halindeki İsrail’le ilişkiler; demokratik açılımdaki kimi tökezlemeler; Ermenistan ve Kıbrıs politikalarında umulan karşılıkların gelmemesi ve bütün dünyayı sarsan global ağır finans krizi gibi süreci zehirleyebilecek ciddi gelişmeler de yaşandı.
Buna rağmen AK Parti kimisi planladığı, seçim beyannamelerinde, hükümet programlarında açıkladığı, kimisi ise hesaplaşmak zorunda kaldığı meselelerle günümüze kadar geldi.
Muhalefet Cephesi,
Bütün bu süreçler yaşanırken bir siyaset öznesi olarak AK Parti’nin ve 8 yılı aşkın sürede hükümet olarak icranın sorumluluğunu, yıpranma paylarını taşımasına rağmen nasıl olup da alternatifsiz, bugün bile hala iktidarın tek başına en güçlü adayı olduğunun üzerinde ayrıca durulması gerekiyor. Bu durumdan yukarıda anlatılan, 1960 darbesiyle oluşturulan gayrı resmi ama fiilen geçerli iktidar çatısının ciddi payı olduğu düşünülebilir. Halkın sandıkta verdiği kararın yerine darbeler, müdahaleler, post-modern darbeler, parti kapatmalarla yapılan her türlü girişimin sonucu bir başka partiye iktidar armağanı olarak sonuçlandı.
Bu parti de genellikle CHP oldu. Bu geleneğin, tarihsel olarak halktan çok devletin partisi olmayı tercih eden CHP yönetimlerinin, sandıkta başarılı olamadıkça iktidarın bu şekilde de olsa kendilerine verilmesinden de kaçınamadıkları sonucunu doğurdu. Ancak, bu sefer bütün denemelere rağmen
yukarıda aktarılan süreç AK Parti’nin yasal olmayan ama meşru kabul edilen iktidar ortaklarıyla mücadelesinde de muhalefet tarafından yalnız bırakılmasına neden oldu.
AK Parti’nin bu mücadeleyi kazanmasının muhalefet partilerine üç büyük sonucu
oldu: ilk olarak, AK Parti’nin mücadeleyi kaybedeceği ve iktidarın kendilerine verileceği beklentisi, muhalefet partilerini projesiz bıraktı. Sol, sosyal demokrat bir parti olarak tanımlanan CHP çok uzun zamandan beri varoşlardan ve işçilerden oy alamıyor.
CHP, bu kadar basit bir gerçek üzerine bile yeterince düşünmedi, düşünse de gereğini yapmadı. Kürt meselesine ilk sahip çıkan geleneğin temsilcisi de olan CHP, bu tarihsel misyonunu bile unuttu, AK Parti’nin demokratik açılımlarının karşısında durdu. Güneydoğu Anadolu Bölgesini PKK/DTP/BDP çizgisi ile AK Parti arasındaki mücadeleye terk etti. Benzer bir yaklaşım tersinden MHP’de görüldü.
İkinci olarak, bürokratik müdahaleler karşısında en azından sessiz kalmaları muhalefet partilerinin halk tarafından soğuk karşılanmasından başka bir sonuç getirmedi. Demokratik açılımlara karşı çıkan, komşularla ilişkilerin tarihsel sebeplerle bozuk kalmasını önlemeye çalışan dış politikaya karşı çıkan, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü çözüm olarak kabul eden, Kürt meselesinde tavır alamayan, öneri getirmeyen ama yapılanlara da karşı çıkan muhalefet partileri toplum yararına da yapılsa hiçbir hükümet icraatını desteklemedi. İki büyük muhalefet partisi de referandumlarda hem Meclis’te hem sandıkta karşı oy çağrısı yaptı. Hukuk dışı, halka karşı, halka rağmen halk için, toplum mühendisliklerine bel bağlayan tutumlar projesizlikle birleşince sandıkta üst üste yenilgiden başka bir şey getirmedi.
< AK Parti’nin bürokrasiyle mücadeleyi kaybedeceği ve iktidarın kendilerine verileceği beklentisi, muhalefet partilerini projesiz bıraktı. >
Son olarak, seçimlerde başarısızlık her parti için en önemli mağlubiyettir. İktidarı verili şartlarda nasıl alabilecekleri bir muamma olan ve 2002’den bu yana dört seçim, iki referandum mağlubiyeti yaşayan muhalefet partileri iç istikrarlarını sağlamakta büyük zorluklarla karşılaşmaya başladılar. Özellikle CHP’de Deniz Baykal’ın gidiş tarzı ve sonrasında yaşanan ve bugün hala süren çalkantıları ile MHP’li seçmenin 12 Eylül referandumundaki parçalanmışlığı bunun somut örnekleridir.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder