Agah Oktay GÜNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Agah Oktay GÜNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2021 Cuma

Çanakkale Zaferi.,

Çanakkale Zaferi.,


Balfour Deklarasyonu, Agah Oktay GÜNER, Nusret Mayın gemisi, Çanakkale Zaferi,




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
15 Mart 2012 


18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümüdür. İngiliz ve Fransız müşterek gücünü Çanakkale Boğazı’na saldırtan  projenin hedefi Almanlara karşı yeni bir cephe açmaktı. 
Böylece  Alman ve Osmanlı gücü Çanakkale’ye mıhlanacak, İstanbul düşecek ve Rusya’ya yardım ulaşacaktı. 
   Ancak, Türk Ordusu, Türk topçusu  günlerce süren İngiliz ve Fransız dev zırhlılarının ateşine karşılık  vermiştir. 
Nusret Mayın gemisinin döşediği mayınlar, Türk kumanda heyetinin bilgi ve tecrübesinin beslediği eğilmeyen irade, Mehmetçiğin eşiz imanı ve vatan aşkı, İngiliz ve Fransız gemilerini denize gömmeye yetmiştir.  Rusya bu kaosa kendi hesabınca; Osmanlı Devleti’nin mirasını bölüşmede pay almak ve İstanbul’a sahip olmak için girmişti. Askold adlı harp gemisini Çanakkale Boğazı’na göndermek için çok uğraşmıştır.  
    İngiltere Uzakdoğu’daki sömürgeleri, Hindistan ve Orta Doğu’daki menfaatlerini korumak için, Fransa ve Rusya ile ittifak yaparken Japonya’yı da yanına almıştır. Japonlar Yeni Zelanda’dan gelen gemilerin güvenliğini sağlamış, ısrarlara rağmen Çanakkale’ye asker göndermemiştir. 
Diğer taraftan; Dünya Siyonist Birliği, Musevi gönüllülerden bir katırlı alay teşkil etmiş ve İngilizlerin emrinde Çanakkale’ye savaş için  yollamıştır. 
Balfour Deklarasyonu ile İsrail’in kurulmasının temelleri de böylece atılmıştır. Osmanlı Ordusu saflarında çarpışan Musevi vatandaşlarımız da vardır.  
    Çanakkale Savaşları; Japonya’dan Rusya’ya, Orta Doğu’ya çok önemli sonuçlar getirmiştir.   Bizim ve düşmanlarımızın toplam 500 bin civarında gencinin hayatlarını kaybettiği Çanakkale ile ilgili en sağlam öngörü Sultan Abdülhamit’e aittir. Enver Paşa’nın;  “ Çanakkale zorlanıyor. 

Sizi Kayseri’ye nakletmeyi düşünüyoruz”  teklifini  “ Çanakkale’yi Benim tahkim ettiğim gibi muhafaza ettiyseniz düşman geçemez”  diyerek reddetmiştir.
    Çanakkale Deniz Savaşı’nın kahraman komutanı Cevat Çobanlı Paşa’dır. Deniz zaferini kazanması üzerine kendisine generallik rütbesi ve  “18 Mart kahramanı”  unvanı verilmiştir.
     Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Çobanlı Paşa’nın Kurmay Başkanı Selahattin Adil Paşa zaferin temel taşlarındandır.  

Vefat haberini ABD’nin The Baltimore Sun Gazetesi:  “Birinci Dünya Harbinin seyrini değiştiren komutan vefat etti”  başlığıyla vermiştir.   

1915’te Gelibolu’da V. Ordu’ya bağlı III. Kolordu Komutanı, Esat  Bülkat Paşa zaferin unutulmaz mimarı, çok iyi bir askerdir. 

Alman General Liman Von Sanders’e asıl çıkarma yerinin Seddülbahir  olduğunu anlatamamıştır. Kara Savaşı’nda gerek çıkarma öncesi gerek sonrası büyük gayret ve liyakat göstermiştir. 25 Nisan 1915 çıkarmasında Mustafa Kemal’in V. Ordu ihtiyatındaki XIX. Tümenden bir alay alarak, Arıburnu’na koşması olayında, duruma muttali olunca, bu tedbiri onaylamış, sorumluluğu üzerine almış ve XIX. Tümenin tamamını kıyıya göndermiştir. 

Mustafa Kemal’e madalya ve kılıç verilmesi için teklifte de bulunan Esat Bülkat Paşa, Salih Paşa Kabinesi’nde Bahriye Nazırlığı yapmıştır. Çanakkale Savaşları M.Kemal’in bir anlamda kendini ispat ettiği  muharebelerdir. Yarbay Mustafa Kemal; Sofya Ataşemiliterliği’nden  gönüllü olarak Çanakkale’de bir tümene kumanda etmek isteğiyle gelmiştir. 

   Enver Paşa ile devamlı ihtilaf halinde olan M.Kemal, XIX. Tümende ihtiyata alınmış, Arıburnu’nda ve Anafartalar’da savaşmıştır. 

En kıdemsiz komutan olarak girdiği Çanakkale savaşlarından kendisini ispat etmiş general ve  “Çanakkale Kahramanı”  olarak çıkmıştır.   

   Mareşal Rütbesini alan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup ilk Cumhurbaşkanı olan, sadece askeri değil siyasi sahada da büyük başarı sağlayan M.Kemal Paşa bunu Milli Mücadeleyi zafere götüren  Liderliğine, bu önderliğini de bilhassa Çanakkale’de kazandığı zafere borçludur.   
   Çanakkale, bu savaşa katılan, vatanını savunan Türk’e  kurşun sıkan ANZAK, İrlandalı, İskoçyalı, Senegalli ve Sudanlı’ya ‘ben niçin buradayım’ sorusunu sordurmuş ve emperyalizmin kölesi olduğunu anlayınca “Milliyetçilik”  şuurunu uyandırmıştır.  

Dünya hep aynı Dünyadır. 

I. Dünya Savaşı’nda Emperyalizm pamuk için savaştı, II. Dünya Savaşı’nda ise petrol... 

Şimdi sessiz sedasız  “ Su Dahil enerji  kaynakları ”  savaşını yaşıyoruz.  Muharebelerin 97. Yıldönümünde bütün Çanakkale şehitlerimizi, Deniz ve kara savaşlarının vatan toprağına düşürdüğü bu bahar dalı yiğitleri ve gazilerimizi Fatihalarla, minnet dualarıyla anıyoruz.  

Saka neferinden Alay komutanına, hepsi şehit düşen 57. Alaya ve O’nun yiğit komutanı Yarbay Hüseyin Avni’ye, Yarbay Hafız Kadri’ye Minnet ve Şükran borcumuzu nasıl öderiz? 

Kaynak Yeniçağ: Çanakkale Zaferi - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/canakkale-zaferi-22057yy.htm

***

Kadınlar Günü.,

Kadınlar Günü.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
08 Mart 2012

 


    Batı Dünyası vahşi kapitalizmin güdümünde kaybettiği insani değerlerini özel günlerle ihya etmeye, diriltmeye çalışıyor. 
Dökülmüş, paramparça olmuş, insani değerleri yaralanmış Batı’nın bu gayretlerinde,  kapitalist piyasaya hız kazandırma ihtirasını da göz ardı etmemek gerekir. 
    Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü ve benzerlerinden sonra  “ Dünya Kadınlar Günü ”...8 Mart 1957’de New York’ta daha iyi çalışma koşulları talebiyle bir tekstil fabrikasında greve başlayan 40.000 işçiye polis saldırdı ve onları fabrikaya kilitledi. 
    Bu sırada çıkan yangında, barikatlar yüzünden kaçamayan çoğu kadın 129 işçi can verdi. 
    1910 yılında Danimarka’da, 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında ölen işçiler hatırasına 8 Mart’ın  “Dünya Kadınlar Günü” olması kabul edildi.   

Dünyada ve Türkiye’de kadınların aile içinde ve çalışma hayatında  karşılaştıkları problemlerin çözülmediğini hatta arttığını görüyoruz. 
Özellikle Türkiye’de son zamanlarda  “kadın cinayetleri”nin ardı arkası kesilmiyor.  Kadına karşı şiddet konusunda 2007 itibariyle dünya genelinde veriler şöyle:          
- Kadınlara karşı şiddet dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan suç.
- Tahminlere göre 113 ile 200 milyon arasında kadın demografik olarak “kayıp” (yok) görünmektedir. 
Ya doğar doğmaz öldürülmüşler (erkek çocuğun kız çocuğa tercih edilmesi) ya da erkek kardeşleri ve babalarıyla eşit derecede gıda ve tıbbi imkanlara ulaşamamışlardır.
- Fuhuşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısı yılda 700.000 ila 4.000.000 arasındadır.
-  On beş ile kırk beş yaş arası kadınlar, kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha ziyade, Erkek Şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakatlanmaktadır.
- En az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı 
boyunca başka türlü istismara uğramıştır. (Tecavüz, kötü davranış). Genellikle, suiistimal eden kişi aileden bir üye ya da kadının tanıdığı bir kimsedir. Ev içi şiddet; bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın istismar şeklidir.
- Din, kültür vb. nedenlerle yılda iki milyondan fazla kız çocuğunun genital organlarına hasar verilmektedir
- Sistematik tecavüz, savaşların ve çatışmaların pek çoğunda bir terör silahı olarak kullanılmaktadır. 

Ruanda Soykırımı (1994) esnasında 250.000 ila 500.000 kadının tecavüze uğradığı tahmin edilmektedir. 

Bosna’da ve Irak’da da benzeri kirlilikler geniş ölçüde yaşanmıştır.

İslâm Medeniyeti’nin ve O’nun temeli olan İslâm’ın kutsal kitabı Kur’an’da ve Yüce Peygamber’in sözlerinde, davranışlarında  kadın Batı’nın anlayamayacağı kadar yüceltilmiş, saygıya ve sevgiye lâyık görülmüştür. İslamiyet kadar hiçbir zihniyet, hiç bir felsefe O’na baha biçemedi, hakiki mevkiini veremedi. Bugün Müslüman geçinen memleketlerde kadının perişan, köle muamelesi görmesi Müslüman erkeklerin İslâm’ın kabuğunda kalmış cehaleti ve idrâk darlığındandır. Bu görüşün en büyük delili Kur’an-ı Kerim’dedir. Hitaplar imanlı kadınları ve imanlı erkekleri ayırmadan yapılmıştır. İslamiyet’in ilk zamanlarında kadın toplum hayatının her aşamasında erkekle beraber yer almakta, hatta gazâlara (savaşlara) bile katılmakta idi. Yüce Peygamberin:  “Kadın erkeğin yarısıdır”  diyen ve O’nun sosyal hayattaki yerini açıkça tayin eden beyanı kesindir. Günümüzde İslam ülkeleri içerisinde kadın sadece Türkiye Cumhuriyeti’nde lâyık olduğu yerdedir. 
Ancak, üzülerek ifade edeyim ki  Atatürk’ün bir yağmur bereketiyle kadınlara verdiği sosyal ve siyasi haklar törpülenirken, yok edilmek istenirken kadınlarımız gaflet içindedir. Gazi Paşa bu hakları kadınlarımızın Milli Mücadele’deki  yüksek fedakarlıklarına şükran borcu olarak verdi. 

Dolayısıyla bu hukuki yücelişler kolay elde edilmedi. Ülkemizde bu kadar kadın derneği var. Çocuk cezaevlerinde her şey yapılıyor. 

Ama kadın dernekleri suskun... Eğitim reformu iddialarıyla  adımlar atılıyor. Ne getireceği, ne götüreceği ilmi zeminlerde tartışılmadan eğitime yön verilmek isteniyor. Kadınlarımız nerede? 
Nasıl bir insan istiyoruz? 
İnsan yetiştirme düzenimizin hedefi ne? 
Bunları soran, araştıran yok! 
Kadınlarımız ana olsun, yavrumuz olsun, yârimiz olsun başımızın tacıdır. 
Yine de  “Kadınlar Günü Kutlu olsun” diyelim. 

Kaynak Yeniçağ: Kadınlar Günü - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/kadinlar-gunu-21969yy.htm

***

CHP’nin Tarihi Görevi

CHP’nin Tarihi Görevi






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
01 Mart 2012 



    Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin Tüzük Kurultayı, geçtiğimiz hafta sonu yapıldı. 
Hemen ertesi günü ikinci kurultay başladı. Parti içi muhalefetin kurultayı... 
Bu da Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun   başarısıyla tamamlandı.  Art arda yapılan bu iki kurultay tablosundan çıkan ilk sonuç;  
“CHP’nin ne yazık ki fikir üretmek, ülke sorunlarını çözmek yerine  devamlı kavga içinde olduğu”  fotoğrafını verdiğidir.Tarihi geçmişi ve tecrübe birikimi sebebiyle CHP’nin siyasi hayatımızdaki yerini iyi görmek gerektiği kanaatindeyim.Kadro açısından; CHP her alanda açık ve âşikar bir zenginliğe sahiptir. Ancak, kadro, tecrübe, parti arşivinin bu zenginliğine rağmen CHP’nin olması gereken yerde ve ağırlıkta olduğunu söylemek mümkün mü?CHP’nin geçmiş mücadele çizgisini yenileyerek koruması elzemdir. Bu yolda; Anayasa’da yer alan Cumhuriyetçilik başta olmak üzere, Gazi Paşa’nın üstüne titrediği laiklik, vatanın bütünlüğü, cumhuriyetin devamlılığı, bağımsız dış politika, denk bütçe esaslarına sarılmak temel politika olmalıdır.Atatürk’ten İnönü’ye miras kalan devlete sahip olma şuuru; Atatürk Dönemi’nin kültür politikaları,  “Milli Devleti anlayacak, O’nu koruyacak, güçlendirecek, bağımsızlık çizgisini devam ettirecek insan yetiştirmek” ti.İnönü döneminde, bu çizgiden zaman içinde sapmalar oldu. Ancak,  devletin ciddi, ağırlıklı kültür politikaları hep var oldu. Özetle; Atatürk’ün dönemindeki Türk kültür çizgisinden, greko-latin kültür çizgisine geçildi. Bunların kurumlar halinde şekillenişi, işlevleri tenkit edilebilir. Amma, varlıklarını ve ufuklarını görmemek inkârcılıktan başka anlam taşımaz. Halkevleri, Köy Enstitüleri, kütüphanelerin hızla çoğaltılması, greko-latin klasiklerinin Milli Eğitim Bakanlığı’nca tercüme ettirilip bastırılması önemli adımlardır.İnönü’den sonra Ecevit’in genel başkanlığı döneminde maalesef Türkiye’ye yağan slogan yağmurları CHP’yi de ıslattı, sırılsıklam etti. Turgut Özal’ın 1980 ekonomi politikaları tam bir dönüşüm ve kapitalist sisteme (Tekelci kapitale) teslimiyet ölçüsünde bağımlılıktı. CHP, bunun Türkiye’yi nereye götüreceğini anlayamadı, anlayan kadroları da anlatamadı. 

Bu tedbirler sanayileşmeyi, tarım ve hayvancılığı geri plana itiyor, ülkeyi  “al-sat”  ekonomisine mahkum ediyordu.  

Bugün kredi kartı intiharları, yabancı paraların  (Dolar, Euro) milli paramızı piyasadan kovacak güce kavuşması hep ABD ve O’nun emrindeki Dünya Bankası, IMF (Uluslararası Para Fonu), GATT(Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmaları)’nın istediği politikalardı.  Bütün bu çığ gibi gelişmeler karşısında CHP ciddi ve tutarlı bir  “Milli Ekonomi Politikası”  geliştiremedi. Partinin  “altı ok” una günün şartlarına göre yorumlar getiremedi. Yeni bir “Kalkınma Planı” hazırlayarak emek-sermaye dengesini kurabilirdi. Ne yazık ki ucuz sloganlar tercih edildi. 

Böylece CHP, Özal tarafından hazırlanan, uygulamaya konulan politikaların sadece seyircisi oldu.  

Bugün Kılıçdaroğlu, 

Genel Başkanlığını güçlendirerek tehlikeli virajları aştı. Şimdi çok önemli bir yol ayırımının önündedir. 

Asla  “ya koltuğumu alırlarsa”  endişesine düşmemelidir.  “ Korku insanların kaderini değiştirmez”  diyen Peygamber mesajını idrâk etmek, zirvede huzurlu olmanın şartıdır. Bu huzur, partiyi ve partililerin tamamını kucaklamayı sağlayacaktır.Bir Genel Başkan’ın lider olması uzun soluklu yolların aşılmasına bağlıdır. 
Yollar güçlü kadrolarla aşılır. İyi yetişmiş, kendi alanında uzman şahsiyetler, davanın, inancın sıcaklığı içinde kaynaşır, bütünlük sağlanır.  
Günümüz şartlarında, siyasi hayatta tek adamın her şeye hakim olacak bilgi donanımına sahip olması mümkün değildir. 
O’nun yapacağı tesirli ve iyi bir yönetimle işbirliğini sağlamaktır.

Sayın Kılıçdaroğlu; 

CHP’yi bir lider partisi olmaktan çıkarıp, bir kadro ve program partisi haline getirebildiği ölçüde başarılı olacaktır. CHP önce kendi olmalıdır. Kemalist çizgiden sapmamalı, bu anlayışın güncel yorumları ile sorunları ele almalıdır. AB ile ilişkiler konusundaki tavrını  “milli menfaat”  çizgisine çekmeli,  “Gümrük Birliği” soygununa karşı çıkacak bir onurlu mücadele başlatmalıdır.Cumhuriyetimizin varlığı ve yaşaması için CHP, kurucusunun ilkelerini yaşatmaya, güçlü olmaya 
mahkumdur. 

Bu tarihi bir görevdir. 

Kaynak Yeniçağ: CHP’nin tarihi görevi - Agah Oktay GÜNER 
***

Atatürk’ü Anlamak.,

Atatürk’ü Anlamak.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
23 Şubat 2012
 


    Dünyanın bütün memleketleri kahraman yetiştirmek gayretindedir. 
Kendi değerlerini dikkatle korumak, yüceltmek temel dikkatleridir.  Ne yazık ki bunun tek istisnası biziz. Yetiştirdiğimiz değerlerin eksiğini aramak, 
bulamazsak kusurlar icat etmek toplum olarak bizim işimiz.   
Milli değerlerimizin altı oyuldukça haz almak gibi garip bir hastalığımız var.   
Ne dinimiz, ne mukaddeslerimiz böyle bir ahlaki zaafa anlayışla bakmıyor. “Ayıpları örtmekte gece gibi ol...” diyen velilerin   hoşgörülü, aydınlık ufkuna gözlerimizi yummuş, kendi karanlığımız  içerisinde ilerliyoruz. Son yıllarda Atatürk gerçeğine saldırmak, O’nun abide duvarından bir tuğla sökmeye çalışmak adeta moda oldu. Atatürk; mağlup olmamış bir kumandan, milli devlet kurucusu,  Batıya dönük siyasetin kararlı temsilcisi, kültürümüzün, devlet hayatımızın milli menfaat çizgisinde olmasını varlık sebebi bilen bir kültür milliyetçisi, Türk diline, dinine, 
tarihine aşkla eğilmiş bir şahsiyet...O, asla kendini düşünmemiş, bütün varlığını milletine bağışlamış   “En büyük iftiharım Türk yaratılmamdır”  diyen millet sevdalısı...“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti”  diyerek devlet ve hukuk şuurunu taçlandırmış bir isim. Milli Mücadele zaferle bittikten sonra; Milletin düşünce, inanç, iman hayatını örten külleri kaldırmak  için gerekli her türlü reformu cesaretle yapmış yürekli bir lider...

Zaman içinde bütün yabancı imtiyazları satın almış, yabancı sermayenin tamamını millileştirmiş, “milli ekonomi”  şuurunun ve iradesinin sahibi...

Trablus Harbi, Balkan Harbi, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele ile kesintisiz 16 yıl harp yaşamış, ölmüş, sakat kalmış, yanmış, yakılmış, iktisadi gücü erimiş, üretim alanları boş kalmış bir topluma güven, başarı ve ayağa kalkma iradesi veren hep O’dur.TBMM kürsüsünde 7 günde okuduğu ’ Nutuk’un sonunu  “Türk Gençliğine” diyerek şahane bir kükreyişle bitirir. Gazetelerin yazdığına göre; Antepli Şahin, Bayrak şiirlerinden sonra  “Atatürk’ün Gençliğe Hitabı”  da kaldırılıyormuş ! Nutuk’taki Türkçenin zenginliği, mantık sağlamlığı, belgelerin tutarlılığı, ifadenin akıcılığı  Mustafa Kemal’in zengin bilgi ve kültür bereketinin ifadesidir.Kendisinin özel imamı, sonra musiki korosunun şefi Yaşar Bey’in  Milli Kütüphane’deki 
hatıralarını okuduğunuz zaman O’ndaki mukaddesata saygıya hayran olursunuz. Yaşar Bey aynen şöyle yazıyor:“Kandillerde, ramazanda değil içki içmek, bulunduğu yerin önünden  içki arabası geçemezdi. Bir asker arkadaşı vefat ettiğinde - Yaşar Bey, ölen kahraman bir paşadır. Hazır Hatmin var mı? - diye sorar; -Var efendim.- diye cevap verdiğimde: - O zaman aileyi ziyaret et, hatim duası yap - derdi.”Atatürk’ün Milli Mücadele öncesi  ziyaret edip, türbelerinde itikâfa çekildiği Hacı Bektaş-ı Veli’ye, Hazreti Mevlana’ya büyük muhabbeti ve saygısı vardır. Meclis’te  “Dergâhların Kapatılması Hakkında Kanun” kabul edildiğinde Başbakan İnönü’ye;  “İsmet! Kanunu hazırla, yarın sabah Mevlana Dergâhı, Mevlana Müzesi olarak açılacak!” talimatını verir. Hz. Pir’i 14 defa ziyaret eden Mustafa Kemal, Mesnevi’nin, Sem’â Ayini’nin sevdalısıdır.  O’nun Osmanlı Hanedanı ile ilişkileri de bazı istisnalar dışında genel olarak yanlış şekilde nakledilmiştir. Gerçekte, son Osmanlı Padişahı Vahdettin’e sofrasında çirkin söz 
edeni hemen susturmuş ve “İsteseydi hazineyi götürürdü. Çöpe tenezzül etmemiştir”  demiştir. Yıldırım Beyazıt’a, Fatih’e hayrandır. Peşin, ucuz 
sloganlarla dolu kafalar Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayamaz.  Bir milletin kaderini değiştiren bu büyük adamın, ışık dolu şahsiyeti, güneşin balçıkla sıvanmadığı gibi hep aydınlık kalacaktır. 

Kaynak Yeniçağ: Atatürk’ü anlamak - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ataturku-anlamak-21806yy.htm

***

Yılmaz Öztuna.,

Yılmaz Öztuna.,







Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
13 Şubat 2012

 


    Değerli tarihçi, fikir adamı, siyasetin rehber ismi Yılmaz Öztuna’yı kaybettik. 
    Tarihi şahsiyetinin gerçeğini ilmin ışığına kavuşturduğu, üstündeki yalan bulutlarını parçaladığı cennet mekân Sultan Abdülhamit Han’ın vefatı sene-i devriyesinde vatan toprağına tevdi edildi. 
     Mekânı cennet olsun. Ailesinin, sevenlerinin, milletimizin başı sağ olsun.
Yılmaz Öztuna milletimizin yetiştirdiği çok büyük şahsiyetlerdendir. 
Ciddi araştırmalar sonucu ulaştığı hakikatleri; tavizsiz savunmuştur. 
İlmi meselelerde tespitlerini mükemmel bir mantık ve fasih bir Türkçe ile anlatmıştır.   
Evet bir İstanbul Beyefendisine yakışır İstanbul Türkçesi ile yazar ve konuşurdu.  Bütün bir ömrü araştırarak, okuyarak, yazarak geçirdi. 
Ne bir düğün, ne bir eğlence, ne bir tören, ne de cenaze için zaman ayırdı. 
Bir seferinde: “Evet, bir yere gidemiyorum. 
Gitmiyorum.. 
Aksi halde takdirinize mazhar olan o kitaplar yazılamazdı”  dediğini hatırlıyorum.   
O, tarihimizi Cumhuriyet nesillerine sevdiren adamdır. Hayat mecmuasının tirajını o yıllarda 450 bine çıkarmak ne demektir? Bu haftalık dergide yayınlanan makaleleri ile geniş kitlelere tarih okuma zevki ve merakı aşılamıştır.“Türkiye Tarihi” adlı eseriyle tarih düşüncesinin gelişmesinde çok önemli rol oynayan Merhum, 120’yi aşan kitabı, binlerce makalesi yanında, Türkiye gazetesinde yıllarca başyazarlık yapmıştır. 

Basın hayatımızda, bu çok önemli işi ehliyetiyle, tecrübesiyle, bilgi ve düşünce zenginliğine dayanan ufuk bereketi ile yerine getirmiştir.   
    Kendisi “Osmanlı Tarihi”  içinde yaşıyordu. Osmanlı’nın her asrını şahsiyetleri, önemli olayları ile âdeta bizzat yaşamış gibi anlatırdı. 
Yorulmak bilmeyen bir gayretle Osmanlı Devleti’ni, Osmanlı ailesini anlattı. 

Bu muhteşem aileyi, çilesini duyarak, yaşayarak tanıtmış, bilgisizliğin ve ihanetin mahkûm ettiği Osmanlı Hanedanı geniş vatandaş çevrelerinde aklanmış ve lâyık olduğu saygı ile yad edilir olmuştur. 
Hiç şüphesiz diğer değerli tarihçilerimizin de hakikati dile getiren çok değerli çalışmaları vardır. 
   İsmail Hâmi Danişmend, Halil İnalcık, Ö. Lütfü Barkan, İlber Ortaylı ve şu anda aklıma gelmeyen diğer kıymetli tarihçilerimizin  aydınlatıcı gayretleriyle millî kültüre miras bıraktıkları eserleri şükranla okuyoruz.Ancak, şunu ifade etmek isterim ki: Tarihi eserlerin aranması, okunmasında Yılmaz Öztuna unutulmaz bir hizmetin sahibidir. Öztuna sade Türk tarihini değil, Türk musikisini de mükemmel bilen bir şahsiyetti. 

Gençliğinde çok değerli üstatlardan Türk musikisi dersleri almış, İstanbul Konservatuvarında okumuştu. 
Bu kapsamda“Türk Musikisi Ansiklopedisi”  isimli bir eserin de sahibidir.İmanlı şahsiyeti Yılmaz Öztuna’nın çalışmalarına önemli katkı sağlamıştır. 
Dinin Allah ile kul arasında kalması gerektiğine inanan Merhumun gösterişten uzak bir dini hayatı vardı.  “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eseri bir hadisle başlar; “Ezelde Allah vardı ve O’nunla beraber henüz hiçbir şey yoktu.” 14 ciltten oluşan eser yine bir ayetle hitam bulur: 
“De ki Ey Mülkün sahibi Allah’ım! Dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil kılarsın. 
Hayır yalnız senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kadirsin.”11 yıl önce Aziz Ahmet Kabaklı Hocamızı da 7 Şubatta kaybetmiştik. 
Ahmet Kabaklı Hoca; araştırmacı, yazar olarak günlük fıkralarıyla, çok değerli eserleriyle büyük hizmetler ifa etti. 

Yılmaz Öztuna, 

Ahmet Kabaklı bu vatanın, Türk kültürünün, millî varlığımızın kalesiydi. Her ikisi de dost gönüllü insanlardı. Sütunlarında namuslu düşünce sahiplerini, millî kültüre hizmet eden şahsiyetleri sıkıntılı zamanlarında yalnız bırakmaz, savunurlardı.Onlar kıyamete kadar büyük hizmetlerin sahibi oldular. Allah, ömürlerini millî yapıyı güçlendirmek için vakfeden bu değerli insanlardan razı olsun.Aziz Yılmaz Öztuna’yı muhabbet ve fatihalarla Yaradanın sonsuz rahmetine uğurlarken, değerli Ahmet Kabaklı’yı da minnetle yad ediyoruz. 

Kaynak Yeniçağ: Yılmaz Öztuna - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yilmaz-oztuna-21687yy.htm

***

Gençlik ah Gençlik

Gençlik ah Gençlik






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
06 Şubat 2012 


      Gençlik konusunda zirvelerde esen rüzgâr konunun özüne inmese de beni mutlu etti. 
Neden mi? 
Çünkü ilk defa gençlik hatırlandı, gündeme geldi. 
Gençlik 1980 darbesi ile ezildi ve silindi. 
Bu darbe tam bir gençlik katilidir. 
Ankara Mamak Askeri Cezaevinde hem solcu, hem de ülkücü gençler asker postallarıyla çiğnenmiştir. 
Diğerleri de farklı değildir. Gençlerin evleri aranmış ve kitap adına ne varsa çuvallara doldurulup götürülmüş, yakılmıştır.   
Sorgulanan her genç dünyaya geldiğine pişman edilmiştir. Ceryan vermek, husyelerine demir kilo bağlayarak işkence askısına asmak, kemiklerini kırmak, soymak, çırılçıplak haldeyken hortumla soğuk su sıkmak, yan odada yakını olan bir hanımı soyup, bağırtarak “Belirtilen ifadeyi imzalamazsan nişanlının, karının, kızının, vs. ırzına geçeceğiz” diye tehdit etmek...Mahkeme salonuna gençler kelepçeli olarak getiriliyor ve kelepçeleri açılmıyordu. Tuvalet ihtiyacı olanlar, kelepçeli arkadaşları ile birlikte alaturka tuvalete gidiyordu.Evet, daha ne çileler var. 
Diyelim ki bunlar bir darbe döneminin merhametsiz, zalim tatbikatı idi. Ya şimdi?1980’den 2012’ye kadar 32 sene yapar. Türkiye’de durum nedir? 
Ne değişmiştir? 1980’den sonra yaşananlar sebebiyle aileler çocuklarına, “Aman! Sakın eve kitap getirme” demişlerdir. 
Bugün bu korku hâlâ devam etmektedir.Ne yazık ki aradan geçen otuz iki yıla rağmen 12 Eylül darbesinin “Gençlik ezilmelidir” zihniyeti berdevamdır. Gençlik sudan sebeplerle tutuklanıyor. Demokrat ülkelerde çok tabii kabul edilen yumurta atmak gibi eylemler bizde ağır cezalık suç... Üstelik gençlerin eğitim hayatlarını öldüren tutukluluk süreleri. Hakim karşısına çıkmak için, sorgu ve savunma için beklenen aylar, yıllar.Gençliğimizin bir başka, ümitsizliğe sevk eden çilesi; “işsizlik.” Diplomalı genç maalesef bu krizi bütün acısıyla yaşıyor. 
İyi eğitim görmüş, dil hatta diller bilen gençler iş bulamıyor. Buhrana giriyor.Çare yatırım yapmaktır. İş imkânlarını artırmaktır. 
Bugün, al-sat ekonomisi anlayışıyla geldiğimiz nokta ortadadır.Artan, ağırlaşan dış borçlar, 100 milyar doları aşan ticaret açığı, bir o kadar cari açık. Devamlı toprak satan bir devlet... Cumhuriyetin satılması mümkün bütün birikimleri satılmıştır. 
Netice? 
Bunca çile içinde ümit, iş güç veremediğimiz gençlerimiz buhrandadır.  
Eğitim bizim insanımızı yetiştirmekten çok uzak. Eğitim felsefemiz yok. “Nasıl bir insan istiyoruz?” sorusunu soran yok. 
Cevabını düşünen yok. Okuyan, okuduğunu anlayan, düşünen insanımız o kadar az ki... 
Düşünmenin sihirli gücü, değeri kelimelerdir. Ne acıdır ki kelimeleri her gün katledilen bir dille konuşmaya, eğitime çalışıyoruz. 
Bizim dil zevkimizle yoğrulmuş, bizim üslubumuz içinde erimiş kelimeleri yabancı diyerek onlarla tanıştığımız coğrafyalara gönderdik. 
Sonra dilimizi İngilizce, Almanca, Fransızca kelimelerin işgaline terk ettik. Teknolojik her buluş bir İngilizce kelimeyi dilimize taşıdı.   
   Fransa’da bu probleme karşı bir dil bürosu kurularak tedbir alındı. 
Her yeni cihaz, önce Fransızca bir isim konulup sonra piyasaya sürüldü. 
Böylelikle dildeki yozlaşma, kirlenme önlendi. 
Biz ne yaptık? 
Tam aksini...
Müstemleke valisi teslimiyetiyle İngilizce eğitim veren üniversiteler açtık. İlkokuldan üniversiteye yabancı dille yetişen gencin bu toprağa yabancılaşması tabii netice değil midir? Dilinden mahrum edilenlerin düşünme yeteneği perişan edildi. Sözümona parasız eğitim masalıyla, az maaşlı öğretmenlerin yetersizliğinin dershaneler yoluyla kapatılması yolu seçildi. Dershanelere ailelerin ödediği para dengeli bir vergi politikasıyla eğitime aktarılsaydı, devlet okullarının kalitesi fevkalâde yükselirdi. Aileler bugün olduğu gibi yakacak yardımı, odacı maaşına 
iştirak, okul kurs parası gibi paralar ödemezdi. Perişan edilmiş Türkçenin yanında çocuklarımıza tarih bilgisi ve buna dayalı tarih şuuru veriyor muyuz? Dindar gençlik yetiştirmek. Peki hangi din anlayışına göre? Eşari itikat mı, Maturidi itikat mı vereceksiniz? Vahabilik ve Humeyni şiasının dalga dalga yükseldiği bu memlekette “Bizim ehl-i sünnet v’el cemaat” diyen itikadımızı “Türk’ün Müslümanlığı”nı, Hacı Bektaş Veli, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Şaban Veli, Hacı Bayram Veli zirve idrâklerinde ifadesini bulan Kur’an anlayışını yeniden 
nasıl anlayacak ve anlatacağız? İşte temel soru budur. 

Tasavvuf Ahlakına Hasret kitleler bu pınara kavuşunca gerçek Müslümanlık yaşanacaktır. 
Riyakâr dindarlık kara bir duman gibi dağılacak, her dem, her nefes, Rabbine hesap veren Müslüman kimliği ile “yeniden doğuş” dirilişimizi sağlayacaktır. 

 Yeniden Doğuş’un üç temel şartı vardır: “Doğru Dil, Doğru Tarih ve Doğru Din.” Bu temel eğitim stratejisinin üzerine uzmanlık kültürlerini, meslek eğitimlerini kurabilirsiniz. Adam gibi, Allah’tan gayrısına kul olmayan insan yetiştirirsiniz.Evet bütün sorumlular tarih ve gençlik önünde namuslu bir muhasebe yapmaya mecburdur. Düşünme yeteneğini yok ettikleri, ideallerini aldıkları, ümitlerini çiğnedikleri gençliğin önünde ne zaman özür dileyecekler? 

Kaynak Yeniçağ: Gençlik ah gençlik - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/genclik-ah-genclik-21607yy.htm


***

Malta Sürgünleri ve Sarkozy

Malta Sürgünleri ve Sarkozy





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
30 Ocak 2012 


Son günlerde Malta Adası Sürgünleri haklı olarak sıkça gündeme geliyor. Bilindiği gibi İngilizler İstanbul’un işgali sonrasında 1919-20 yıllarında İttihatçı, Kemalist bildikleri devrin değerli insanlarını sömürgeleri olan Malta Adası’na toplamışlardı. İngilizler İttihatçılara karşı son derece öfkeli idiler. Dört yıl hemen her cephede Türklerle savaşmak zorunda kalan İngilizler kendi evlatlarını ateş hattına sürmekten dikkatle kaçınmış, sömürge askerleri tükenince topyekûn seferberlik ilan etmişlerdir. Yani kendi evlatlarını da cepheye göndermek zorunda 
kalmışlardır. Sultanahmet Mitingi İngilizleri korkutmuştur. 
Bastil’in zaptı gibi Bekir Ağa Bölüğü’nün basılıp tutukluların kaçırılmasından endişe ediyorlardı.İngilizlerin gözünde İttihatçıların büyük günahı Osmanlı Devleti’ni savaşa sokmalarıdır. Malta’ya gönderilenler genel olarak üç 
kategori suçla itham edilmişlerdir:

1- Mondros Mütarekesi hükümlerine karşı gelmek,   
2- İngiliz savaş esirlerine kötü muamele etmek, 
3- Ermenilere karşı katliam yapmak.

   Değerli Diplomat Bilal Şimşir “ Malta Sürgünleri ” adlı eseriyle bu konuları en ciddi delillerle - İngiliz arşiv belgeleriyle- tarihin hafızasına sunmuştur. Bu eserden “ Ermeni Soykırımı ” ithamının, suçlamasının Malta’da nasıl iflas ettiğini öğreniyoruz.
   Eser bu güzide kadronun çektiklerini, öncelikle Cihan Harbi’nin yürekli kumandanlarının, vatanperver sivil kadrolarının, 140 kişinin Malta’ya nasıl götürüldüklerini, yaşadıkları sürgünü anlatır.  Hükümet bu kitabı İngilizce ve bilhassa Fransızcaya tercüme ettirip, Avrupa ülkelerinin parlamento üyelerine dağıtmalıdır.  Sayın Bilal Şimşir’in resmi müzakerelere davetinde, bilgi ve ehliyetinin heyetimize katılmasında sayısız faydalar vardır. Evet, Malta’daki sürgün esareti büyük elemlerle şekillenir. En kötüsü de geride kalanların parasız pulsuz halidir. Tutuklu, esir bir erkek için bu hal ölümden acıdır. Ancak bu acılar onları bileylemiş, iftiraları iddianame yapacak delil bulunamayınca hepsi beraat etmiş ve 
Anadolu’ya, Milli Mücadele’ye koşmuşlardır.O günlerin acı hatıraları yanında ibret öyküleri de vardır. Enver Paşa’nın babası Hacı Ahmet Paşa bir grup arkadaşına sohbet sırasında “ Ben hiç harama uçkur çözmedim ” deyince Süleyman Nazif, “Keşke helâle de çözmeseydin, Enver doğmaz, devletimiz yıkılmazdı”der.Yine bir gün Hacı Ahmet Paşa “ Nedir bu İngilizlerden çektiğimiz? ” deyince Süleyman Nazif “ Çıkalım, bir İngiliz kızıyla evlen. O’ndan bir oğlun olsun. İngiltere tahtına geçer O da ingiltere’yi yıkar ” cevabını vermiştir. 
   Malta’ya ileri gelen sivil, asker, idareci, yazar kadrolarından sonra Kars hükümet erkânı gönderilir. 
Mütareke mucibince Türk Ordusu 1914 hududuna çekilmek mecburiyetinde bırakıldığı için Kars Türkleri bir “Cenubugarbi Kafkas Hükümeti Muvakkate-i Milliye”sini teşkil etmişlerse de 19 Nisan 1919’da İngiliz işgal kuvvetleri Meclis-i Milli binasını kuşatıp, hükümet erkânını Batum ve İstanbul üzerinden Malta’ya götürmüşler ve Kars’ı Ermenilere teslim etmişlerdir. 

Hedef; Anadolu’daki millî direnişi kırmaktır. İngilizlerin büyük korkusu budur. 

Öte yandan, İngilizlerin bu konudaki büyük gayretlerine rağmen Malta’da “Ermeni Soykırımı” iddiasını destekleyecek tek delil bulunamamıştır.  
    Kuvâ-yı Milliye’nin her gün güçlenmesi ve Sakarya Zaferi Malta tutsaklarının kurtuluş çanlarını çaldırdı. 
Londra Anadolu’daki İngiliz esirlerinin kışı nasıl geçireceğini düşünerek acilen Malta sürgünlerinin iadesini ve karşılığında İngiliz esirlerinin geri alınmasını istiyordu.   Bu tarihi hikâyenin teferruatını Sayın Bilal Şimşir’in kitabında ibretle okuyacaksınız. Hiç şüphesiz bu konuda özellikle sürgünden kurtulanların hatıralarında çok önemli tespitler ve bilgiler vardır.   Ancak, en önemli olanı delillerin karartılmasını ve kaçma ihtimali bulunmayan, Ermeni Soykırımı ithamı ile Malta’ya sürülen kadroların aleyhlerine iddianame hazırlayacak tek delilin İngiliz savcılarının bütün araştırma gayretlerine rağmen bulunamamış olmasıdır. 
Bizim için önemli olan budur. 

Türkiye bu ithamdan ilk defa Malta’da beraat etmiştir.   

Malta, Sarkozy ve O’nun kafasında olanların ilk dersi olmalıdır. 

Kaynak Yeniçağ: Malta Sürgünleri ve Sarkozy - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/malta-surgunleri-ve-sarkozy-21514yy.htm

***

Bu Bulutlar gitsin.,

Bu Bulutlar gitsin.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
23 Ocak 2012 

   Bu bulutlar gitsin güneşi görelim. 
Bu insanı boğan huzursuz, sevgisiz, ümitsiz havadan kurtulalım. 
Cemiyet olarak, millet olarak artık Yunus Emre’lere, hak erenlere kulak verelim; “Sevelim, sevilelim. 
Bu dünya kimseye kalmaz.”Evet Firavun kendini dünyaya hâkim zannediyordu. O’nu yıkacak Musa’yı sarayda büyüttü... 
Kayboldu gitti. Musa yaşıyor.Musa ahlakı yaşıyor.  “Haddini bilmek” , ama ne yazık ki öyle olmuyor. Ben yaparım! “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” mantığıyla  ömrümüzü tüketiyoruz.Yıllardır vatanperverler ve akademisyenler Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye’nin bir geleceği olamayacağını söylüyorlar ama duyan yok! Halbuki AB ülkeleri sıkıntıda,  “bu ülkelere ihracatımız giderek düşecek” ; falcılığı bir kenara bırakıp Türkiye’nin menfaatlerini koruyacak tedbirleri alıp uygulamanın tam zamanı... Hiç olmazsa aramızdaki “Gümrük Birliği Anlaşması”nın aleyhimize işleyen hükümlerini değiştirsek az  kazanç mı?Tabii daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi “Planlama”  kalkınma için elzem. 

İktidar Devlet Planlama Teşkilatı’(DPT)nı morgdan çıkarıp diriltmelidir. “Adamım” felsefesini bir kenara bırakıp, işinin ehli gerçek adamlarla çalışacak bir DPT’ye şiddetle muhtacız. Neden mi? Söyleyeyim. En canlı örnek “et” konusu; ithalatının kolaylaştırılmasına rağmen et fiyatları yükseliyor. Çünkü Et Balık Kurumu’nu satmışız. Şimdi bu muhteşem kuruluşun yerini alabilecek bir kurum düşünülüyor.
Tarımı “üvey evlat” ilan etmişiz. Köylü tek kelimeyle perişan. Tarım dinamitlenmiş gibi. Çiftçinin kullandığı “kırsal mazot” Ocak 2011’de kaldırıldı. 

Sadece mazot pahalılığından dolayı çiftçinin ödediği KDV farkı 300 milyon doları buluyor. Çiftçi bu zor şartlarda üretime devam ediyor. 

Neticede 2002 yılında bankalara 5 milyar lira borcu olan çiftçinin borcu şimdi 30 milyar lira. Artık bankalara olan borcunu ödeyemiyor. 

Tarlası, malı, mülkü satılıyor. Şehre göçüyor. Çaresizlik kaderi oluyor. 
Bu politikanın sonucu tarım ürünleri ithalatı, ihracatını çoktan geçmiş. 
4 milyar dolara yakın açık var.Hayvancılık dev gibi sorunlarla karşı karşıya. Yem/süt dengesi kurulsa  “süt hayvancılığı” dirilecek.Ülke kaynaklarına 
ne kadar sahibiz? Bu gücü ne ölçüde kullanıyoruz? Zaman adeta erircesine geçerken biz ne yaptık? Toplumun, insanımızın hayrına ne işledik? 
sorusunu ne zaman kendimize soracağız? Altın zamanlar geldi, geçiyor. AB çatırdıyor, çökme yolunda. Türkiye bütün emperyalist oyunlara, içteki gaflete, dıştaki melanete rağmen Orta Doğu’nun en güçlü ülkesi... Peki, neyi eksik? -Muhasebesi-  Devletten hükümete, vatandaşa kadar herkes yaptığı işin muhasebesini yapsa verimliliğimiz artacak.Muhasebenin hiç olmadığı yer “Dış Politika”. Bir dostum geçenlerde sohbet ederken, “Politikasızlık” dedi. Büyük ölçüde doğru, uzun vadeli stratejilerle tespit edilmiş, kararlılıkla yürütülen bir dış politikamız maalesef yok. 

Etkili ve yetkili makamlardaki bürokratlar o kadar sık değişiyor ki bir devamlılık da yok. Süper güçlere teslimiyet politikasının bize verdirdiği kayıpları ne zaman anlayacağız?Yunanistan’ın NATO’ya alınması için Türkiye ikna edilirken, Kıbrıs Sorunu’nun çözüleceğine dair söz verilmişti. 

Bu sözü verenler ortadan yok oldu. Söz çoktan unutuldu.Türkiye Suriye’nin jandarması olacağım derken top Rusların eline geçti. ABD Türkiye’ye 
bazen türlü vaatlerle havuç uzatarak, bazen de aba altından sopa göstererek istediğini yaptırıyor. 

Komşularımızla Düşmanlık artıyor. 

Irak ve Suriye’de bu oyuna geldik. Libya’daki gelişmelerde olmazsak pastada payımız olmaz dendi. Şu halimizle ne yazık ki Müslümanları satan ülke konumuna geldik.Bir diğer yürek dağlayan konu; yabancılara mülk satışı. Yabancılara satılan topraklar bu güne kadar 84 milyon 153 bin metre kareye ulaştı. Yabancılar 113 bin 37 adet gayrimenkule sahip oldular. Bunun muhasebesini yaptık mı? Kazandığımız meblağ, kaybettiklerimize değdi mi? Şimdi yabancılara mülk satışını kolaylaştıran bir kanun hazırlanıyor. Hedef 10 milyon dolarlık daha satış yapmak.  
Gelelim Eğitime... Mecburi Eğitimin 11 yıla çıkarılmasına çalışılıyor. 8 yıla çıkardık ne fayda sağladık? Sütunları kaplayacak bilgi ve belgeye sahibiz. 

Ama ne çare...  Bizim derdimiz aka kara demek değil. Biz aklar, yani güzel adamlar çoğalsın istiyoruz. 

İktidar her alanda yetişmiş kadroların fikirlerine, objektif tespitlere önem verip, tecrübeli bir kadroyla planlı ve programlı hareket etmeyi benimserse muhalefet de dağınıklıktan kurtulur. Karşılıklı fikir alışverişine zemin sağlanır.Önce düşünmek, sonra hareket etmek altın zamanları kazanmanın şartıdır. Zamanın kıymetini bilmek özel hayatta da, siyaset hayatında da huzurun anahtarıdır.Güneş o zaman en güzel haliyle görünür. 

Kaynak Yeniçağ: Bu bulutlar gitsin - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bu-bulutlar-gitsin-21421yy.htm

***

Eğilmeyen Adam Rauf Denktaş.,

Eğilmeyen Adam Rauf Denktaş.,







Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
16 Ocak 2012

 


    Milletimiz büyük evladı Rauf Denktaş’ı kaybetti. 
Türk milletinin, Kıbrıs Türklüğü’nün, ailesinin başı sağ olsun. 
Rauf Denktaş bir milli kahraman, ufuklu, dirayetli bir diplomat, engel tanımayan iradesiyle bir mücadele adamıydı.   
Denktaş iyi eğitim görmüş, kültür yapısı sağlam bir insandı. 
Dış politika olaylarını, dünyanın gidişatını dikkatle takip eder, çok isabetli değerlendirmeler yapardı. 
Yerli ve yabancı basını, neşriyatı takip eder devamlı okurdu. Kıbrıs Türkünün bağımsızlığı davası, O’nun var oluş sebebi olmuştu. 
Bu aşkın beslediği müthiş bir iradeyle dağ gibi müşkülleri aştı ve nice düğümler çözüldü. Bir cemaat olan Kıbrıs halkı millet olma şuuruna erişti. 
Sonunda “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC) kuruldu. Bu devletin yaşaması, göndere çekilmiş Kıbrıs bayrağının bir daha inmemesi, O’nun temel dikkatiydi. O tam bir kahramandı. Gerektiğinde  Makarios’un Kıbrıs’a girmesini yasaklayan kararını bir motorla adaya çıkarak delmesini bilmişti. Makarios’un kurduğu Türkleri öldürmekle görevli EOKA’ya karşı Türk Milli Mukavemet Teşkilatı’nı kurdu. Şükranla anılmaya layık çok büyük hizmetler ifa eden bu kuruluşa cesaret ve mücadele azmi veren Denktaş’ın kahraman şahsiyetidir.

***

Bütün kahramanların ortak kaderi nankörlüğe uğramaktır. Denktaş yalnız Kıbrıs Türklüğünün lideri değil aynı zamanda Türkiye’nin sarsılmayan dostu, kadir bilir sevdalısıydı. 
   Ne yazık ki 2002 yılından sonra Denktaş’a çok haksız sıfatlar layık görüldü. 
“Ankara’nın dış politikasını Kıbrıs ipoteği altına almış bencil politikacı”, 
“ Türkiye’nin Avrupa yolunu tıkayan adam”, 

“Uzlaşmazlığı yüzünden kendi halkını çözümsüzlüğe mahkûm eden diktatör”  
benzeri ithamlarla taşlanan kahramanın hedefi müzakereleri onurlu bir sonuca götürmek, Ankara’yı Avrupa Birliği şantajından kurtarmak, halkının geleceğini sağlam bir güvenliğe bağlamaktı. Kıbrıs’ta başlayan fitne bozguncu sesler çoğalırken, “Anavatanım” diye sarıldığı Türkiye’de de iktidarın yeni sahipleri O’nu devre dışına itmek için her şeyi yaptılar. En acısı dün milliyetçi saflarda mücadele veren bazı kalem sahipleri utanmaz ve arlanmaz bir üslüpla Denktaş’a tükenmeyen bir öfkeyle sardırıyorlardı.O bütün bu yanlış ve haksız tavırları, nankörlükleri bozulmayan bir sükûnet ve sarsılmayan inancıyla takip etti. Güçlü hafızasıyla Kıbrıs davası’nın her aşamadaki durumunu hatırlar ve ifade ederdi. Müzakere masasında hasımlarını bilgi ve dirayetiyle etki alanına çekerdi. 

Düşüncelerini yabancı bir dilde anlatma yeteneği çok güçlüydü. Kendisinden sonra gelenlerin devirdiği çamlar, hükümetin tecrübesi ve Kıbrıs’la ilgili bilgisi arttıkça gördüğü gerçekler; Denktaş’ın ne kadar haklı ve sağlam olduğunu herkese 
göstermiştir.

***

O içi yanarak “Kıbrıs Girit olmasın!” derdi. Bu sözü anlamak için ENOSİS davasını bilmek, Yunanistan’ın kurulduğundan bu güne sınırlarını bizden aldığı topraklarla %375 genişlettiğini bilen bir tarih kültürüne sahip olmak gerekliydi. Bu kültür sağlamlığına ulaşmış kaç kafa var? 
Denktaş kendisine güdümlü bir biçimde emperyalizmin emriyle atılan taşların altında kalmadı. O’nu unutturma, silme çabaları sürerken Trakyasıyla, Anadolusuyla Anavatan O’nu bağrına bastı. Konferanstan konferansa dağ gibi artan bir ilgiyle karşılandı. İnsanlarımız her yerde koştu, 

O’nu kucakladı. Kadınıyla erkeğiyle herkes O’nu bir kahraman olarak gördü.Kıbrıs davasının ülke çapında benimsenen milli bir dava durumuna gelmiş olmasında Merhum Denktaş’ın gayretleri her türlü övgü ve saygıya layıktır. Bu gün geldiğimiz çizgide açıkça görülen gerçek Kıbrıs’ta artık lüzumundan fazla konuşulduğunu kabul edip, iki bağımsız devletin varlığını tanımaktır. Basında yer alan Denktaş’ın öldükten sonra Türk halkına duyurulmasını istediği vasiyet hem devlete hem millete rehber olmalıdır.“Türk olan herkese vasiyetim AKRİTAS Planı’nı okumasıdır. 

Bu gün Rum Liderliği Makarios’un izindedir. Aynı siyaseti takip etmektedir. Papadopulos’un ve diğerlerinin politikasıyla Makarios’un politikası arasında zerre kadar fark yoktur. En büyük kırgınlığım görüşmelerde atmış olduğum adımların Türkiye ile birlikte atıldığını bilen kıdemli büyükelçi dostlarımın bile hâlâ Rum- Yunan siyasetinin Kıbrıs’ın bütününe sahip çıkma olduğunu görmezden gelmeleridir. 

Türkiye Kıbrıs Meselesini, Rum-Yunan Siyasetini değerlendirmeden çözemez. 
Bu yanlışlıktan kurtulmalarını temenni ediyorum. Tarih bir gün gerçekleri yazacaktır.Biz Türkiye ile anne-evlat gibiyiz. Hep çok yakın olduk. Bundan sonra da öyle olmamız gerekir. Rum siyasetinin değişmesini hayal etmeyelim. Kıbrıs Türkünün davasına KKTC’ye yılmadan verdikleri destek için Türk halkına teşekkür ederim.” Millî kahramanımızı Fatihalarla yad ediyor; Mekânı Cennet olsun, Yiğit kimliğiyle şekillenen Millî davası zafere ulaşsın diyorum. 

Kaynak Yeniçağ: Eğilmeyen adam Rauf Denktaş - Agah Oktay GÜNER 


Devlet Ciddiyet ve Sorumluluktur.,

Devlet Ciddiyet ve Sorumluluktur.,







Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
09 Ocak 2012

 


    Değerlerini bizim kadar kolay harcayan, tüketen bir toplum var mı? 
Kıymetleri yıpratmakta, törpülemekte ne kadar mahiriz!  
İsterseniz bu kadir bilmez tavrı kurumlar çapında ele alalım. 
Bu konuda akla ilk gelen kavram ve kurumlardan biri hiç şüphesiz ki “yargı ve yargı organları”dır. “Hâkimlik biraz Allah olmaktır” diyen, boş söz söylememiştir. Yargı mensupları her zaman her yerde saygı görür, görmelidir. 
Ancak bu saygıyı korumaya öncelikle kendileri özen göstermelidir.İddianame hazırlayan savcılar ciddi ve sorumlu olmak zorundadır. 
İdamını istediği sanığın sekiz yıl devam eden yargılanması sonunda dosyaya yeni hiçbir delil girmediği ve yeni bir tanık ortaya çıkmadığı halde beraatını isteyen savcının görevini ciddiyet ve sorumluluk ahlakıyla yerine getirdiğinden bahsetmek mümkün müdür? Adalete güven ve yargıya saygının korunması, ancak iddianamenin hazırlanması, mahkemece kabulü, hakimin tutukluluk sürelerini vicdanlı bir hukuk anlayışıyla incelemesiyle mümkündür.  

   Savcılar ve hakimler, 27 Mayıs darbecilerinin emirerleri olmayı kabul eden Yassıada Mahkemesi Başkanı Başol ve Başsavcı Altay Ömer’in akıbetlerini görsünler ve unutmasınlar. 
Nerde bu afralı ve tafralı adamlar. 
Geride hangi şeref parıltısı veya kırıntısı bıraktılar? 
İşkenceyle Ölümüne sebep oldukları güzide devlet adamlarının hatıraları dimdik ayakta... Savcı Egesel; Çuvala koydurup çuvalın ağzını bağlattığı, cennet mekan Tevfik İleri’yi kaldırıp duvara vurmaları için dört ere teslim ediyordu. Bu ve benzeri gayretlere rağmen İleri’nin iradesini kıramadı. 

Bir gün mahkemede çılgın bir sesle “Tevfik İleri! seni elimle asacağım” diye bağırıyordu. 
   Tevfik İleri o’na döndü ve “ Dün burada Sağlık Bakanı Dr. Lütfü Kırdar vardı. Konuşurken düştü ve öldü. 

Gece güneş battı, ay doğdu. Sabah ay giderken güneş doğdu. Bu sebeple sizin ölüm tehditlerinize ben sadece gülüyorum” dedi. 

    Ne oldu bu büyük İman, İnanç adamları? Tevfik İleri’yi ve birlikte yargılandığı mesai arkadaşlarını en sıcak duygularla yad ediyoruz. 
Savcı Egesel’in nasıl anıldığını ise herhalde söylemeye gerek yok. En hafif ifadeyle “lânet ediyoruz.”Evet yargının onurunu şuur, vicdan, ahlak sahibi hakim ve savcılar korur. Dünyanın geçici saadet ve başarısını ebedi hayatın sonsuz güzelliklerine tercih edenler ebediyen hüsrana uğrar. 

Biz yaşayarak idam sehpasının gölgesinde kendi mukaddeslerimizi savunduk. Savcı Nurettin Soyer 1980 darbesinin şöhretli askeri savcısı idi. 

Zulmün her türlüsünü denedi. Akıbeti berbat oldu. Ama askeri hakim Vural Özenirler mahkeme başkanı olarak haktan ve hukuktan ayrılmamaya dikkat gösterdi. Askeri Yargıtay ise adaletin abidesi oldu.Hepimiz servetlerin en büyüğünün “fazilet” olduğunu unutmamalıyız.

Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını isteyen iddianame tam bir hukuk tezadıdır. Başbuğ’u Kamuoyu önünde “ Terör Örgütü Yöneticisi ” olmak, “Çete kurmak” la suçlamanın varmak istediği hedef nedir? 

   Bu talihsiz suçlamalar inandırıcı olabilir mi? Anayasa’nın 148. Maddesinin tayin ettiği yargılama usuluyle Başbuğ Yüce Divan’da yargılanmalıdır. 
Bugünkü sakat yaklaşım devam edecekse gerekçeleri kamuoyuna açıklanmalı dır. Unutmayalım, dünyanın herhangi bir yerinde bir insana yapılan haksızlığı kendinize yapılmış hissetmiyorsanız, siz o haksızlığa talipsiniz demektir. Evet, ülkemiz her zamankinden fazla ciddiyete ve sorumluluk duygusuyla hareket edilmesine muhtaçtır. Dış politikanın tayin ve tesbiti, iç politikadaki mesuliyetsiz, devlete ve kurumlarına olan güveni yok eden uygulamalar artık yerini “ Devlet ciddiyeti, dikkat ve sorumluluk ahlakı ” na terk etmelidir. Devlete olan güven kaybedilirse zaman içinde her şey kaybedilir! 

Kaynak Yeniçağ: Devlet ciddiyet ve sorumluluktur - Agah Oktay GÜNER 

2012’ye girerken Türkiye.,

2012’ye girerken Türkiye.,



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
02 Ocak 2012 


    Öncelikle yeni yıl dünyaya, vatandaşımıza, insanlarımıza saadet, huzur, başarı, sağlık getirsin diyor, aziz okuyucularımın bu güzel zamanını tebrik ediyorum.
    Türkiyemiz yeni yıla dışımızda örülen çetin şartlarda giriyor. Ermeni Soykırımı safsatası çeşitli ülkelerin parlamentolarında çıkarılan kanunlarla, ortaçağ dogmaları haline getiriliyor. Bunun nihai hedefi toprak talebi, tazminat ve Ermenilerin yerleşmesine zemin hazırlamaktır. 
   Geçen hafta da belirttiğim gibi bu konuda bir girişim olduğunda harekete geçmek anlam ifade etmiyor. 
Karşı taraf nasıl konuyu ısıtıp ısıtıp yorulmadan gündeme getiriyorsa biz de “karşı propaganda ve gerçekleri açıklama” gayretlerimizi kesintisiz sürdürmeliyiz. Neden mecburi nakil sırasında Osmanlı Devleti; İstanbul’da oturan 82 bin Ermeni’ye dokunmadı? Bu tehcir soykırım idiyse devlet kadrolarında 42 bin Ermeni’ye memur olarak nasıl yer verildi ve bunlara niye dokunulmadı?AB ile ilişkilerimiz devamlı olarak aleyhimizde şekilleniyor. 
   Aramızdaki “Gümrük İşbirliği” Anlaşması tek taraflı olarak onların fevkalâde lehine, bizimse aleyhimize çalışıyor. Onlar yeni müzakere dosyası açmaz, inatla direnirken bizim milletimizin genlerini değiştirecek derecede AB’nin istedikleri yerine getirmemiz açıklaması zor sorular doğuruyor.   
Avrupa’da yaşanan gelişmeleri soğukkanlı bir biçimde görmeliyiz. İhracata dayalı bir ekonomi politikası uygulayan hükümet, Avrupa’daki ekonomik çöküntü artarsa, Türkiye’nin de yeni ve ciddi bir krizle karşılaşacağını görmelidir. AB’ye girildiğinde bütün dertlerin biteceğini sananlar Yunanistan’ın halini ne zaman görecek?Komşularımız arasında çok şükür kavgasız kimse kalmadı. Oysa yola çıkarken “Sorunsuz dış politika” demiştik ABD tarafından yönlendirilen dış politika sayesinde; komşularımızdan sonra “Arap Baharı” felaketini yaşayan bütün ülkeler bize düşman oldu.    
Dışımızda yaşayan Türklerle, Türk devletleriyle bilgisiz ve ilgisiz politikalarla yabancılaştık. Can Azerbaycan’ı Ermenistan uğruna kırdık, yaraladık. 
Bütün küçülmelere rağmen Ermenistan tavrını değiştirmedi. Türk Dünyası ile yapılacak dağ gibi köklü hamleler bizi beklerken, akıl almaz gafletlere daldık. Irak Türklüğü adım adım yok edilirken biz kör ve sağır bir üslûbu benimsedik.Yurt dışı inşaat işlerimizin büyük bir bölümünü “Arap Baharı” masalı ile emperyalistler kaptı. Dış politikada taşeronluk bizim devlet geleneğimize yakışmıyor. Ayrıca sadece kaybediyoruz. Yeni baştan geçmişin aydınlık tecrübelerini görerek, milli menfaat çizgisinde bir dış politika düzenlemesi yapmaya mecburuz.Ülke içinde çok ciddi problemlerimiz var. 
En başta yıkılan “Güven Duygusu”nu görmek lazım.Anayasa’nın değiştirilmesi çalışmaları ile ilgili olarak TBMM Başkanı Cemil Çiçek Baro Başkanlarına görüş bildirmeleri için mektup yazıyor. Muğla Barosu Başkanı Avukat Mustafa İ. Gürkan’ın cevabı konuyu en güzel biçimde özetliyor: 
“TBMM ulusumuzun, Cumhuriyet tacının en değerli mücevheridir. Bunun bilincindeyiz ve ısrarla ifade etmeye devam ediyoruz. 
   Bilindiği gibi Anayasalar, temel hak ve özgürlükler alanında yurttaşları koruyan ve güvence altına alan üst hukuk normları, belgeleridir. 
   Şu an sekiz milletvekilimiz tutukludur. 
Yasa yapma görevlerini ifa edememektedirler. Milletvekilleri hapiste olan bir meclisin anayasa yapmadaki meşruiyeti tartışmalıdır. Anayasa yapacak itibarı da var kabul edilemez. Bu nedenle görüşlerimizi bildirmemiz yönündeki yüksek nezaketinize teşekkür ederken, yeniden görüş bildiriminde bulunmamızın yararlı olacağına inanmadığımızı ve gerçekçi bulmadığımızı bilgilerinize sunuyoruz.  
”İşte bir hukuk adamının yalın fikirleri... Memleketimizde bu gün adalete inanç yıkılmıştır. “Hükümete muhalifsen yerin Silivri’dir” kanaati yayılmaktadır. Deniz Feneri sanıkları üç ay, diğerleri üç seneye yaklaşan tutukluluk halleriyle adaletin artık iktidar yakınlarının hakkı olduğu düşüncesini haklı kılmaktadır.Demokrasi, “korkusuzluk hürriyetiyle” yaşar, gelişir. Ne yazık ki şu an ülkemizin insanları devamlı dinlendikleri ve uydurma ihbarlarla tutuklanabilecekleri korkusuyla yaşıyor.Bu korkularla çevrili insanın, ekonomi, kültür hayatı baştan ayağa sorunlar yumağıdır.
 
Öyleyse şeytanı kovup “Biz nerede yanlış yaptık?” diye sormanın zamanıdır. Eğer bu hesaplaşma yapılabilir ve Muğla Baro Başkanımızın güzel ifadesi ile Cumhuriyet tacımız ve onun en kıymetli mücevheri TBMM tartışılır hale getirilmezse inanıyorum ki 2012 ve daha nice yıllar Türkiye’mizin ve Türk Dünyası’nın atılım yılları olacaktır.Bir şey daha eklemek istiyorum: Anayasalar şüphesiz çok önemlidir ama uygulanması ve uygulayıcılar daha da önemlidir. 

Kaynak Yeniçağ: 2012’ye Girerken Türkiye - 
Agah Oktay GÜNER 

***

Soykırım Propagandası ve karşı Strateji.,

Soykırım Propagandası ve karşı Strateji.,






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
26 Aralık 2011

 


   Fransa’nın Ermenileri memnun eden  “ Soykırımı reddedenlere ceza verilmesi” ile ilgili yasa tasarısı aslında hiç yeni bir olay değil. 
Ermeni iddialarını gündeme getirmek hatta geliştirmek konusunda Fransa hep baş rolde olmuştur. 
Şaşırtıcı olan Fransa’nın yaptıkları değil, bizim bu güne kadar hep savunma pozisyonunda kalıp,  gerçekleri dünya kamuoyuna anlatma ve Fransa’yı ölçülü olmaya zorlama yolunda kayda değer bir adım atmamış olmamızdır.Cumhuriyet Türkiye’si, Ermeni Dosyası’nın yeniden açılması ve yapay bir “Ermeni Sorunu” yaratılma çabaları ile 1973-1984 arası dönemde ilk kez karşılaşmış ve o dönem boyunca siyasî/diplomatik planda ağır baskı ve hakaretlere maruz kalmasının yanında, Batı ülkelerinde gerçekleştirilen Ermeni terör eylemlerinden ötürü kırkın üzerinde diplomat ve görevlisini şehit vermiştir.Bu terör eylemleri her türlü siyasî ve maddî desteğini Batılı ülkelerden sağlamıştır. 

     Sonuçta Fransa’da Orly Katliamı’nda olduğu gibi Türklerin yanı sıra Fransızların da hayatına mal olmuştur. 

Ancak bu tehlikeli gelişme üzerine, facia sonrası Fransa ciddî bir soruşturma yürütmüş ve failleri yakalayıp adalete teslim etmiştir. 

Sadece Türklerin can verdiği eylemlerin failleri ise bugüne kadar yakalanmamış tır. 21. Yüzyılın eşiğinde birtakım devletlerin tarihten düşmanlık çıkarmaya kalkışmaları, eski defterleri açmaya ve siyasal bir suçlamayla yargıç rolüne sıvanmaları “Ermeni Davası” bağlamında buz dağının sadece bir ucudur, ama anahtar parçasıdır. Bunun ardından Türkiye’nin isterse Osmanlı İmparatorluğunun kimliğinde olsun, Uluslararası mahkemede yargılanması, tazminata mahkûm edilmesi, Ermenilerin Türkiye’ye geri kabulünün dayatılması, toprak istenmesi gibi bir dizi talep gelecektir.

     Bu taleplerin anlamsızlığı veya talep edenler açısından gerçekleşme şansının çok zayıf olması hiç önemli değildir. Çünkü olay, belirtilen hedeflerin gerçekleşmesinden ziyade, Türkiye’nin böyle bir yıpratılma savaşına tutulması, sürekli bir siyasi, psikolojik baskı altında bulundurulmasıdır.“Sorunu tarihçilere bırakalım” önerisi sâfiyâne bir dilektir. Olay, akademik bir tarih tartışması değil, düpedüz stratejik bir siyasî çatışmanın güya meşruiyet zemininin döşenmesidir. Başka halklara gözdağı verilmesidir. Türkiye’nin buna benzer başka sorunlarla, 
Haçlı Savaşı’nın başka cepheleriyle sürekli baskı altında tutulması, yıpratılmasıdır. Hükümetlerinin tavrı ne olursa olsun Avrupa’daki devletlerin vatandaşları bugün hâlâ 19. yüzyılın zihniyetiyle çatışmalar çıkartılmasına, tarihten husumet üretilmesine, makyaj değiştirme de olsa ırkçılığa, kültür ayrımcılığına karşı olup bunun kendilerine de zarar vereceğinin bilincindedirler.

    Ancak ne yazık ki özellikle Batı Avrupa’da siyasete egemen olan zihniyet hâlâ ve yine o eski kafadır. 

Kısacası, Türkiye’nin konuyu sadece “Ermeni Soykırımı Dosyası” çerçevesi içinde görmesi çok büyük yanlış olur. 

Olayı tarihî ve stratejik perspektifine oturtması gerekir. Bu “modern haçlıları” ancak içlerinden bölerek, dışlarından kuşatarak ve güya yüce davalar adına ama özünde “Kültürler Çatışması” , temelinde yeni bir düşmanlık stratejisi geliştirdiklerini açığa vurup, maskelerini düşürerek yenebiliriz. Fransa’nın Türkiye’ye yönelik tutumu ile ilgili olarak Orta Doğu bölgesindeki emelleri, iç politik gelişmeleri ve daha başka hedefleri ile ilgili kapsamlı değerlendirmeler yapılabilir. Ancak Türkiye’yi yıpratmaya çalışan, hasmane amaçları olan ne tek ne de son ülke Fransa değildir. 

Bunu gayet iyi biliyoruz.Gerek Fransa’nın bu son girişimi,  gerekse stratejik müttefikimiz (!) ABD başta olmak üzere diğer ülkelerden yediğimiz darbeler şunu göstermektedir: Türkiye toparlanmaya ve yalan tezlerle kendisini mahkûm etmek isteyenlerin üstüne gitmeye mecburdur. 

Sahte dostluklara metelik vermemeli, tavşan gibi çalı dibine sığınan siyaset üslubunu terk edip kaplan gibi gürlemeli dir. 
Strateji iki ana noktada odaklanmalı dır. Bu noktaların biri, Ermeni iddialarının yanlışlığını ve bunların doğrularını iç ve dış kamuoyuna anlatmak şeklinde olmalı; 
ikincisi ise Türk milletinin gerçek mağdur olduğunun belgelerle dünyaya anlatılması ve bu konuda siyaset kurumunun âdeta “davacı” olmasının sağlanmasıdır. 

Kaynak Yeniçağ: Soykırım propagandası ve karşı strateji - 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/soykirim-propagandasi-ve-karsi-strateji-21037yy.htm

***

Tasavvuf düşüncesi ve Devlet idaresi.,

Tasavvuf düşüncesi ve Devlet idaresi.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com 
9 Aralık 2011

Tasavvuf, insanoğlunun evrendeki yerini sorgulaması ve kendi gerçeğini arama, idrâk etme gayretidir. 
Bu gayretin öncüleri Velilerdir. 
17 Aralık gecesi hatimler, fatihâlar, ilahiler ve semâ ile Hakka yürüme gününü yad ettiğimiz, Hz. Mevlânâ bu yolun öncülerinden, müstesna 
bir şahsiyettir. Yaşayışı, eserleri, dergâhı ve O’nu takip edenlerin örnek üsluplarıyla dünyaya, özellikle vatan coğrafyamızın güzel insanlarına; 
Benlik vehminin  felâket olduğunu öğretmeye gayret etmiştir.“Benlik Vehmi” kavramını biraz açalım. 
Koca Gönüllü Yunus Emre’miz,
  “Bir ben vardır. Benden içeru” diyor. 
    Asıl olan birinci Ben’i Yaradan’ın sırrı olan ikinci Ben’e terk etmektir. 
Yine Hak âşığının: “Ben Ben’i terk eyledim. 
Gördüm ki ağyâr kalmamış” deyişinde birliğin, tevhidin sırlı söylenişi vardır.Hz. Mevlâna bu yolda yalnız değildir. 
    Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, diğer Hak erenlerle 13. Yüzyılın siyasi ve sosyal çalkantıları içinde boğulan Anadolu’ya kurtuluş rahmeti olmuştur.  
Nefsin eğitimi Tasavvuf’ta, daha doğrusu gerçek anlamda “insan” olmada ağırlıklı olan aşamadır. Nefsin eğitiminde önce âdem olarak bu 
dünyaya gelen varlığımızın insan olarak dönmesini sağlayacak eğitim verilir. İnsan bu dünyadaki zaaflarını aşabildiği ölçüde insan olur. 
Kendi kendisiyle hesaplaşmaya giren ve ilahi ölçüde Yaradan’a teslim olan insan artık kendini aşmanın güzelliğini, saadetini yaşamaya 
başlamıştır.Kendisini aşan insan kendi vücud-u memleketinde hükümdardır. Her türlü zayıflığın üstündedir.Tarihimiz, tasavvufun insan olma 
üslûbunun saygı gördüğü devirlerde kendini aşan insanlar yetiştirdiğimizi gösteriyor. Bunların yokluğu, bu eğitimin ihmali bizi neredeyse  
kendine tapan insanların eline bırakıyor. Devletimiz güç kaybediyor. İnsanımız kahroluyor.Kendini aşan insan kavgaların, ihtilâfların adamı değildir. 
    O ayıp gören gözlerini, ayıp duyan kulaklarını kapatmıştır. Bu yolda gelişirken, “gıybet etmemek, kimsenin ayıbını görüp söylememek ve 
hakikatle mağlup olmayı zevk bilmek” temel esaslar olarak yerleşir.İslamdan önceki hayatımıza yön veren dini değerlerimizin, coğrafyanın 
enginliği içinde milletimize verdiği güzellikler, Oğuz Han’da en kemalli örneğini vermiştir. Çin hazırlıksız yakaladığı Oğuzlara saldırmak için bahane 
arıyordu. Hakanın sevgili atını istediler, verdi. Arkadan hatununu istediler, gönderdi. Hatun yolda zehir içerek intihar etti. Bu defa kıraç, çorak bir 
araziyi istediler. Oğuz Han  “hayır” dedi. Ve savaş düzeni aldı. “At benimdi, hatun benimdi verdim. Ama toprak benim değil, devletimindir. 
Gerekirse ölürüm ama vatan toprağını vermem” dedi. İşte bu olayla kendini aşmış adamın muhteşem örneği Oğuz Han’dır. Geçmişimize her 
türlü peşin hükmü bir tarafa bırakarak bakarsak; sorumluluk mevkiindeki bütün insanlarda ehliyetten sonra aranması gereken meziyet kendisini 
aşmış olgunlukta olup olmadığıdır.1683 II. Viyana Muhasarası tenkide tahammülü olmayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yüzünden felâketle 
sonuçlanmıştır. Koca İbrahim Paşa’nın Harp Meclisi’nde söylediklerine; “Sen atehlemişsin” diye hakaretle karşı çıkacağına, anlayıp uygulasaydı, 
tarih başka türlü yazılacaktı.Dâhi bir asker olan Sultan Yıldırım Bayazıd, Hakan Timur’a küfreden mektuplar göndereceğine siyasi ve askeri 
manevralarla oyalayıp yorsaydı, Çin seferine geç kalan Timur, Anadolu’dan çekilip gidecekti.1402 Çubuk Savaşı, Osmanlı Devleti’ne çok ağır 
kayıplar verdirtti. Tarihçilerimize göre İstanbul’un fethi bu yüzden 75 yıl gecikti.İttihat Terakki üçlüsü Talat, Enver, Cemal beylerin Sadrazam 
Sait Halim Paşa’nın konağında I. Cihan Harbi’ne girme kararı almaları, parti meclisine bile haber vermeden 5,5 milyon kilometre kare vatanı 
ateşe atmaları anlaşılır iş midir?Tıpkı Mithat Paşa’nın, 93 Harbi’ne devleti sokmasındaki idrak ve izan noksanlığını açıklamada zorlandığımız gibi.  
Harbiye Nazırı Başkomutan Enver Paşa Erzurum Köprüköy’e III. Ordu karargâhına geldi. III. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan İzzet Paşa’ydı. 
Enver Beyin de hocasıydı. Enver Paşa masanın üstüne Sarıkamış Planını açtı. Tasarladığı taarruz planını anlattı. 
Hasan İzzet Paşa  “Planınız kâğıt üstünde mükemmel, ancak iklim şartları düşünülmemiş. 
Askerin yarısı çarık giyiyor, yarısı da takunya. 
Geceleri burada hava (-50) dereceye kadar düşebiliyor” diyerek açıklamasını sürdürürken, Enver Paşa kükredi; “Sen bunamışsın. 
Azlediyorum. 
Ordu komutanlığını da uhdeme alıyorum”  diyerek hocası olan komutanı üstelik aşağılayarak görevden aldı.  
O gece taarruza geçildi. 80 bin vatan evladı Allah-u Ekber dağlarında donarak öldü. Duygularımızı bir kenara bırakarak aklımızla düşünelim. 
Viyana’da ve Sarıkamış’ta yetki; kendini aşmış, tenkide açık yöneticilerde olsaydı bu kadar tükenir, bu kadar acı çeker miydik?  
    Şeb-i Arus’un yıldönümü ile ayrı bir anlam kazanan bu günlerde hep birlikte önce kendimiz, sonra ülkeyi yönetenler için dua edelim: 
“Yaradan hepimize kendimizi aşmayı nasip etsin.” 

Kaynak Yeniçağ: Tasavvuf düşüncesi ve devlet idaresi - Agah Oktay GÜNER 

Mevlana Haftası.,

Mevlana Haftası.,




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
12 Aralık 2011

 

   Hz. Mevlânâ’nın türbesini yılda iki milyona yakın insan ziyaret ediyor. ABD’de, Avrupa ülkelerinde Mevlânâ Enstitüleri açılıyor. Bunların sayısı 24’ü geçmiş. ABD’de Semâ öğreten 17 okul açılmış. Maddede boğulan insanlar ruhlarına yol arıyorlar. Yemek, içmek, zevk almak, sahip olmak, daha, daha çok isteyerek insanoğlu kendi nefsine tapar oldu. Aklı bu gidişe, “Tüketim toplumu”na “hayır!” dese de dinleyen yok! Ruhu, nefsin ve aklın ördüğü duvarların arkasında çaresiz bekliyor. Bu bekleyiş bizde güzel bir sesten dinlediğimiz musiki ile sevince dönüyor. Himmetleri var olsun evliya türbelerini ziyaret içimizi ısıtıyor. Gönlümüzü saadet ışıklarıyla yıkıyor. Bu gönül sultanları vatan toprağımızın dört temel direği; Hacı Bektaş Veli, Hz. Mevlânâ, Hacı Bayram Veli, Hacı Şaban Veli’nın himmetleriyle bizi güçlü, huzurlu, sorumlu insanlar kılıyor. Ve daha nicesi... İstanbul’dan, Edirne’den Erzurum’a, Diyrbakır’a, İskenderun’a, Kayseri’ye, Trabzon’a uzanan her köşe bir evliyanın şahsiyetiyle verdiği Nurla aydınlanıyor. Yunus Emre seher yeli gibi her dem ılgıt ılgıt sevgi taşıyor.“Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz” deyişiyle gönüllere ümit taşıyor, muhabbet ekiyor. Bu ümidin, muhabbet ve hoşgörü dolu gönülün abidesi “Gel, gel yine gel, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir...” diye seslenen Mevlânâ Hazretlerini bu hafta saygı, sevgi, dua dolu gönüllerle yad ediyoruz. Allah’ın düzeninde ümitsizlik yoktur. Af, merhamet, ebedî diriliş ve bitmeyen rahmet O’nundur. Hz. Mevlânâ bu yolda abide eserler bırakmıştır. Mesnevi 26 bin beyitle bir şaheserdir. Pek çok dile tercüme edilmiştir. Divân-ı Kebir, Fihi Mâfih, Mecâlis-i Seb’a, Mektubât milli ve islâmi kültür dünyamızın iftiharlarıdır.O, kendisini keşfedip tanıyıp kendisinde bulunan cevheri hissettikten sonra; Hak sevgisini insan sevgisi ile birleştirdi. Mevlânâ’da insan sevgisi sonsuzdur. Eski Yunan ve Lâtin şairlerinden, batının klâsik şairlerine kadar hiç birisinde O’nun çapında insan sevgisi görülmemiştir.Hz. Mevlânâ’ya göre insan kendi cevherini idrâk edince, o cevhere layık bir varlık olmaya çalışacaktır. İnsanlığını bulacaktır. Böylece Allah’a duyacağımız sevgi, bizdeki bütün kötü huyları yok edecek, bizi manen arındırıp yüceltecektir. Nereden geldiğimizi, aslımızın ne olduğunu idrâk etmemiz bizi kötülüklerden kurtaracaktır.  

Nerede olursak olalım Allah’ın bizimle beraber bulunduğunu hissetmek, yaşadığımız her an O’nunla birlikte olduğumuzun idrâki içinde olmak bir mümin için en büyük mutluluktur.“Sonunda biz bildik ve anladık ki, biz şu görünen tenden ibaret değiliz. Biz bu tenin ötesinde Allah’la beraber yaşıyoruz.” (Mesnevi cilt V, beyit 3340)Mevlânâ eserlerinin özünde aşkı ifade eder. O’nun bahsettiği aşk; Hakk’a karşı duyulan ilahi aşktır. Allah’a duyulan sevgidir. Mesnevi (cilt II, beyit 971) de şöyle buyuruyor; “Aşk kimseye niyâzı ve ihtiyacı olmayan Allahın sıfatlarındandır. O’ndan başkasına âşık olmak mecâzidir. Gelip geçici bir hevestir.”İnsanlar nefs, akıl, ruh ve gönül dengesiyle huzur bulur. Hem kendisine, hem çevresine saadet taşır. Toplumumuz ne yazık ki huzursuz, öfkeli ve kavgacı bir yapıdadır. Hak erenlerin bizlere anlattığı, öğrettiği yaşayış bu değil... 
   TBMM Genel Kurulu’ndan yansıyan kavga ve şiddet görüntüleri utandırıyor. Son yıllarda dehşet verici biçimde artan kadınlarımıza, çocuklarımıza yönelik şiddeti dile getirecek kelime bulamıyorum. 
    Ya Hayvanlara yapılanlar tek kelimeyle vahşet! Oysa Allah’ı sevmek önce O’nun yarattığı her şeyi sevmek ve saygı duymaktır. 
Bunu asla unutmamamız gerekir. Mademki yerdeki karınca, daldaki çiçek, diken, ormandaki kurt... hepsi Allah’ın eseriyse onlara vahşice davranmak, katletmek bizim ne haddimize! Hz. Mevlânâ göçtükten sonra bir ikinci ölüm sevenleri ve aileyi gözyaşlarına boğdu. 
   Kedisi Hz. Mevlânâ’nın vefatından sonra bir şey yemedi, içmedi. 
Ancak yedi gün yaşayabildi. 
Kızı Melike Hatun o vefalı kediyi kefenledi, ağlaya ağlaya türbe civarına gömdü. Helva pişirip Mevlânâ’yı sevenlere dağıttı. 
Eflaki’nin yazdığına göre; Hz.Mevlânâ’nın vefatından kısa süre önce bu kedi, Hazretin önüne gelip hazin bir şekilde miyavlamış.   
Hz. Pir gülümseyerek: “Bu zavallı kedi ne dedi biliyor musunuz? 
Bugünlerde siz selametle yükseklere, vatanınıza gideceksiniz. Ben zavallı ne yapacağım, dedi” buyurmuş. İnsanları, hayvanları tüm doğayı kucaklayalım. 
  Varlığı taş, toprak, bitki, hayvan ve insan ayırımı yapmadan kucaklayalım. Suçları kesinleşmemiş insanları yıllarca hapishane duvarlarının arkasında çürütmeyelim. İnsanları daha hızlı işleyen bir adalet sistemiyle daha kısa sürede hakim karşısına çıkaralım. Tabii hakimlerimize de hızlı çalışmalarını mümkün kılacak imkanları sağlayalım.  Evet, sade bir hafta değil, her dem O’nun ve O’nların ahlakıyla ahlaklanalım. 
   Konya sokaklarını dev binalar işgal ederken biz idrakimizi Allah sevgisiyle dolduralım.Şemsler, Mevlânâlar göçer ama eserleri, düşünceleri, beyanları hep bâkîdir. 

Kaynak Yeniçağ: Mevlana haftası - Agah Oktay GÜNER 

Çadırda Yananlar.,

Çadırda Yananlar.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
05 Aralık 2011




   Van’da artçı ve yeni depremler devam ediyor. 
   Kırk yıl önce şarkın Paris’i denilen bu güzel ilimiz şimdi yaralıdır, hicranlıdır, hüzünlüdür. Ama yarınlarda daha da güzel olacaktır. 
Bu millet acıyı, elemi koşarak bölüşür. Van depreminde de böyle oldu. 
Memleket sel gibi Van’a yardım olarak aktı. Önce kurtarma ekipleri, sonra yiyecek, giyecek ve diğer malzemeler.  
   Ancak, ihmallerimiz yüzünden devamlı yıkıldık. Aslında yıkılan hükümetin yönetim zihniyetiydi. 
Ne yazık ki yöneticilerin hatalarını, zafiyetlerini milletçe çok pahalı ödüyoruz. 
Hükümet devlet idaresinin kural ve kaidelerini çok küçük görüyor. Merkezi hükümet teşkilatının taşrada temsilcisi olan valiler aynı zamanda devleti temsil eder. Vali kamu görevlisidir ve devletin gücünün de temsilcisidir. Kamu görevlerinde işbirliğini (koordinasyonu) sağlayan otorite valilik makamı idi.AKP Hükümetleri valilerin yetkilerinin büyük bölümünü aldı. Bir kısmını belediyelere, bir kısmını özel idarelere devretti. Valiler Nasrettin Hoca’nın leyleğine döndü. Hikayeyi biliyorsunuz; “ Sevgili Hocamız leyleği yakalamış ve elindeki makasla önce gagasını, sonra ayaklarını kesmiş, arkadan kuyruğunu da kısaltmış ve iki adım gerileyip leyleğe - Bak şimdi kuşa döndün - demiş.” 
   Onun gibi sevgi dolu, Veli meşrep bir şahsiyet leyleği kuş yapacağım diye keser doğrar mı?   
   Elbette hayır! Hocamız muhtemelen leyleği şöyle kesersem ne güzel kuş olur demiştir. Bu espri zamanla makasla düzenlemeye dönmüştür.
Valilerimizin ve merkezi hükümetin diğer taşra teşkilatının yetkileri budanarak getirildikleri güçsüz hali Van’da acı bir biçimde yaşadık yaşıyoruz. 
Hükümetin açtığı diğer bir kanayan yara; sadakatin ehliyetin önüne alınmasının yarattığı problemler, gecikmeler, ihmallerdir.

  Rahatsızlığı sebebiyle Sayın Başbakan’a acil şifalar diliyorum. Temennim, şu  “Van Depremi Tablosu” nu önüne koyup bir muhasebe yapmasıdır. 
“Acaba biz nerde yanlış yaptık?” derse kurtuluşun ışıklarını görecektir.Türkiye’nin diğer ülkelerin uğradıkları felaketlerde duyarlılık göstermesi, çadır göndermesi güzeldir. Ancak yurdumuzdaki fay hatları ortada. Deprem olması beklenen yerler biliniyor. Bu ihtimal her zaman var. 
Öyleyse insan önce kendi insanının muhtemel çadır ihtiyacını düşünüp ona göre tedbir almaz mı? Ayrıca, yanmayan, kolay kolay devrilmeyen sağlam çadırlar üretildiğini tv’lerde gördük. Bu çadırlar varken neden hâlâ yanan, sağlam olmayan çadırlar stoklanıyor?Yardım malzemelerinin bulunduğu depolar neden, nasıl yanar? PKK’nın alev sıkan kini niçin unutulur? Hepsini ve daha nicesinin hatalarını bir kenara koyun, yangın çıkan çadırlarda yanarak ölen çoğu çocuk vatandaşlarımızın vebâlini nasıl ödeyeceğiz? Sayın Başbakan “Başlangıçta yardımları kabul etmedik, 
kendi gücümüzü test edelim” dedik diyen  sayın bakanlara, tayin ettiği vali, müsteşar ve diğer devlet memurlarına, listesine koyup mebus yaptıklarına şu hasta günlerinde bir baksın. Sadece partisinin oyunu arttırmak siyasi başarı değildir. Asıl başarı yönetim kadrolarındaki akılsız ve ehliyetsizleri temizlemektir.  

    Hele “İstiklâl Harbi olmamıştır. Şehitler yalandır” diyen üstün zekâlıları, Türk’e, Türk Tarihi’ne düşmanlıkla şahsiyet olmaya çalışan akıl fukaralarını görmenin zamanıdır diyorum. Unutmayalım, “Allah yok etmek istediği insanın önce aklını alır!” 

Kaynak Yeniçağ: Çadırda yananlar - Agah Oktay GÜNER 


***

3 Ekim 2020 Cumartesi

YALANDAN BÜYÜME

YALANDAN BÜYÜME


Agah Oktay GÜNER

04 temmuz 2011
agahoktayguner@hotmail.com


“Yılandan korkma yalandan kork”  diyen ne doğru söylemiş. Ne yazık ki iktidarlar tarih boyunca çoğu kere yalanın mutluluğunu yaşamayı gerçeğin acılığına tercih etmiştir. Siyasi tarihin hemen her döneminde görülen bu durum adeta iktidarları madalyonun tek yüzüne bakarak kendi yalanlarıyla kendilerini de avutur hale getirmiştir. Son birkaç gündür Türkiye ekonomisinin yılın ilk çeyreğinde yüzde 11 büyümesi hükümet ve hükümetin medyadaki yakın çevresi tarafından büyük bir başarı gibi sunuluyor. Hâlbuki işin gerçeği bu gelişme, yıl içinde kaçınılmaz olarak yaşanacak bir kısım sert çöküşlerin habercisidir.


Türkiye 1980’den bu yana milli kaynaklara, milli üretime dayanan bu yolla ihracat yaparak kalkınmayı hedefleyen  “Planlı Kalkınma Anlayışı” nı terk etti. Geçen dönemde kademe kademe Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) devre dışı bırakılarak ülke neo liberal, muhafazakâr iktisat anlayışına teslim edildi.  Böylece Türkiye iktisadi gelişmesini  bütünüyle  uluslar arası tekelci sermayenin iradesine terk etti. Türkiye’ye bu anlayışı dikte ettiren ABD, AB, Dünya Bankası, IMF Türkiye’ye öncelikle  “ Sen sanayileşme! ”  emirlerini yerleştirdiler. Sanayileşmeyi terk eden Türkiye ikinci adımda “Tarımda küçül!” talimatını aldı. Yeni fabrikalar kurmayan, tarımda üretimi artırmak hedefinden uzaklaşan ülkemizde  işsizlik çığ gibi büyüdü. Bundan sonraki merhale özelleştirme adıyla cumhuriyetin bütün birikimlerinin satılması oldu. Bu gün ülke ekonomisi yüksek işsizlik, fevkalade büyük dış  açık, gelişmeye başlayan bütçe açığı gibi göstergelerle, dış dünyada yaşanmakta olan krizin de etkisiyle yeni sert düşüşlere doğru gidiyor.


Hükümet sorumluluğunu taşıyanlar görülmemiş kalkınma hızı davulunu bir kenara bırakıp yaklaşmakta olan fırtınanın tokmağını başlarında hissetmelidir.
Diyelim ki yüzde 11 büyümüşüz, milli gelir ve tüketime bakıyoruz, yüzde 12,1 büyümüş. Maaş ve ücretler yılın ilk çeyreğinde yüzde 3,8 oranında artmıştır. Tüketim harcamaları maaşların neredeyse üç misli  arttığına göre bu ancak yurttaşlarımızın geleceklerini  kredi kartlarıyla  ipotek altına  almalarından  başka bir mana ifade etmez. Bu büyüme açılan yeni fabrikaların iş alanları üzerinde gelişmiyor. Artış gözüken yatırımların çoğu ithal  mallarıdır. Bu büyüme yeni fabrikaların sağladığı istihdam imkanları  üzerinden bir büyüme de değildir. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise devamlı düşmekte ve yeni bir tehlikenin sinyalini vermektedir.


Hükümetin bütün ikazlara rağmen üzerinde durmadığı  cari açığı ele almasının zamanı neredeyse geçmek üzeredir. Nedense kamuoyuna devamlı ihracat rakamlarıyla övünmeyi siyasi prensip olarak benimseyen iktidar ithalattaki dörtnala giden artışı hiç dile getirmemiştir. İlk üç aydaki 56 milyar dolarlık ithalatın 20 milyar dolara varan kısmının işlenmiş sanayi mamul ara girdiler kaleminden oluşması, öte yandan üç aylık ithalatın içinde 5 milyar dolarla en büyük payı Çin’in almış olması  ekonomide sıkıntı yaratan durumun ithal enerji dışı alanlara da sıçradığını açıkça göstermektedir.


Diğer taraftan Türkiye’nin ihracat pazarındaki bazı gelişmeler de kaygı vericidir. İhracatımızın yaklaşık yarısının AB pazarlarına yapıldığını biliyoruz. AB ülkelerinde yaşanan ekonomik durgunluk da ihracatımızı olumsuz yönde etkileyebilir.
Bütün bunlara karşı sadece Merkez Bankası’nın kur-faiz tedbirleriyle karşı durulması mümkün değildir. Hatta bu politikada ısrar edilirse kur-faiz tedbirlerinin  ekonomideki yan etkileri faydalarını ortadan kaldırabilir.
Üçüncü aydan sonra yaşanan büyümedeki azalışın işsizliği artırmaması için  istihdam tedbirlerini düşünmenin zamanıdır.
Yalancı saadetleri  bir tarafa bırakalım. Ciddi bir plan ve program anlayışıyla içine girdiğimiz  dar boğazdan çıkacağımıza inanalım. Emperyalist sermaye çevrelerinin paşası olmayı bırakalım. Milli kaynaklara dayanan, üreten, mal bolluğu sağlayan kalkınma anlayışının kurtarıcımız olacağını bilelim.
Güçlüklerin başarının değerini artırdığını unutmayalım.

 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yalandan-buyume-18925yy.htm


***