İhsan Sabri Çağlayangil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhsan Sabri Çağlayangil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Şubat 2020 Perşembe

Yeni bir Irak’a Tahammülümüz yok

Yeni bir Irak’a Tahammülümüz yok




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
28 Kasım 2011




   Kalkınmanın temel şartı rejimin ülke insanlarına huzur vermesidir. 
   Huzur öncelikle iktidar ve muhalefet kadrolarındaki siyaset adamlarının kendileriyle barışık ve birbirleriyle ilişkilerinde de nezaketi korumaları ile sağlanır.Gelişmiş bütün demokrasilerde işlerin sükunetle çözülmesi temel dikkat konusudur. ABD’de ikiz kulelerin teröristlerce uçaklar ve bombalar marifetiyle yıkılması tv ekranlarına son derece sınırlı biçimde yansıtılmıştır. Gazeteler haberi sonuncu sayfada bir iki satır olarak geçiştirmiştir. Muhalefet konuyu siyasi gündem malzemesi yapmamıştır.İngiltere, Fransa, Almanya ve daha birçok ülke bu konuda benzer tutumlarıyla örnek olarak gösterilebilir. Almanya’da Bader- Meinhoff çetesi üyeleri  tutuklu bulundukları hücrelerde aynı gün intihar ederler. Ne muhalefetten bir ses gelir, ne de basında tek satır yazı yer alır.En önemlisi de iktidarlar başı sıkıştıkça eski sandıkları karıştırmazlar.Bizde öyle mi ya? Günün sorunları ağır geldi mi dön maziye... Hâlbuki bu yol çıkmaz sokaktır. Kimse kazanmaz, ülke kaybeder. Hele etnik kavgaları besleyecek, ülkede kabuk bağlamış yaraları deşecek üsluptan dikkatle uzak durulmalıdır.Ne yazık ki Sayın Başbakan on yıla yaklaşan yorgunluktan olsa gerek bu yolu seçti. “Kardeş” olarak nitelediği, vizeleri kaldırdığı Suriye’yi ve lideri baş hasım olarak belirledi. Suriye’den bahsederken bir tek “Ordular ilk hedefiniz Suriye’dir” demediği kalıyor.Suriye’deki mevcut rejim yıkılırsa, yerini kim alır, ülke istikrarını korur mu yoksa Kuzey Irak benzeri yeni bir otorite boşluğu, güçler çarpışması ile karşı karşıya mı kalırız? Bizim pozisyonumuz ne olur? Nasıl etkileniriz? Ya terörle mücadele bundan nasıl etkilenir? Hükümetin bu ihtimalleri değerlendiren ve ona göre hareket tarzlarını belirleyeceği bir stratejisi olduğuna inanmıyorum. Çünkü akıl bu ölçüde hakim olsa bu kadar gürültü çıkarılmaz. Bilgi sükunet sağlar.Bizim siyasi hayatımızın en büyük eksikliklerinden biri; devlet ve siyaset adamlarımızın tatil geleneklerinin olmayışıdır. Tatilden geçtik, dinlendirici bir meşgaleleri yoktur. Çevreleri hep kendi kadrolarıdır. Dinlenmeyi bilmezler. Böyle olunca da bir süre sonra gerilir ve biterler. Bu eksikliğin faturasını milletçe ödüyoruz. Evet, dinlenmeyen, dinlenmeyi bilmeyen kadrolar bileyli kılıçlara dönmüştür. Dış politikada öfke, iç politikada hınç, kavga siyasetimize şekil veriyor. Çok yönlü düşünemiyoruz. Yanlış atlara oynuyoruz, kaybediyoruz.Evet Suriye karşısındaki yüksek ateş Dersim’le devam ediyor. İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıraları temel tartışma zemini oluyor. Lütfen bu kitabı soğukkanlılıkla tekrar okuyun. İhsan Bey, CHP doğu illeri müfettişi sıfatıyla adını vermediği Şeyhin duruşmasını Cumartesi ve Pazar günü devam ettirir. Şeyhi astırır. İfadelerinde ne hüzün ne vicdan rahatsızlığı vardır. O zaman bu kitap hatıra değil, itiraf kitabıdır. CHP’ye bugün Dersim’le vurmaya çalışmak boşunadır. Çünkü eğer suçlu varsa kemikleri kül olmuştur. Kaldı ki Dersim infazlarını yerine getirmekle görevli olan Çağlayangil, çok partili rejime geçildiğinde tercihini DP ve bilahare Adalet Partisi’nden yana kullanmıştır. Yani kendisindeki temel ideolojiyi bu günkü CHP ile bağdaştırmak zordur.  Ayrıca, o yıllarda Türkiye Cumhuriyeti genç bir devlet olarak emperyalistlerin boğmak istedikleri diriliş mesajları vermektedir. İngiltere Musul petrollerini yutabilmek için Kürtleri devamlı isyan sıcaklığında tutmaktadır.Cumhuriyet, verem, trahom, frengi, sıtma ile boğuşurken dışarıdan gelen bölücülük mikrobuyla da savaşmıştır. Siyaset adamlarımıza ricamız; öfkenizi aklınızın gerisine atınız. Zaman zaman dinleniniz. Devrinizde zulme göz yummayınız.Dünün dünde kaldığını unutmayalım! Ülkenin bu günkü dertlerini çözelim.Hiçbir probleme dışarıdan gerçek çare bulunmayacağını görelim. 

Bakın Türkiye’nin kredi notu ile oynanarak dışarıdan sermaye girişi nasıl engellendi. Irak’taki sorunlar çözülmemişken, buradaki istikrarsızlığın getirdiği zararları telafi edememişken kendi elimizle bölgede yeni bir Irak oluşturulmasına katkıda bulunmayalım.İktidarıyla, muhalefetiyle ve bütün kurumlarıyla el ele, gönül gönüle birleşelim.  Dikkat edelim, öfkeye toprak depremle cevap veriyor. Artık sevgi ekmenin zamanıdır’85 Unutmayalım “Sevelim, sevilelim. Bu dünya kimseye kalmaz!...” 


Kaynak Yeniçağ: 
Yeni bir Irak’a tahammülümüz yok 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yeni-bir-iraka-tahammulumuz-yok-20672yy.htm

***

12 Eylül 2018 Çarşamba

Kardeşim Esad,Keşke ,Katil Esed, Olmasaydı,

Kardeşim Esad,Keşke ,Katil Esed, Olmasaydı,



Tugay Uluçevik
-@t24.com.tr
04 Şubat 2018 


Türkiye’nin millî güvenliğini tehdit eden ve tehlikeye düşüren şekil ve ölçüde kuzey Suriye’de hududumuz boyunca yuvalanmış olan unsurları ortadan kaldırma maksadıyla şanlı Türk Silâhlı Kuvvetleri 20 Ocak akşamından bu yana  kahramanca vatan hizmeti ifa etmektedir. Ordumuzun zaferi ve bizlerin evlâdı olan askerlerimizin salimen yurda dönmeleri için dua ediyoruz.

Duygularım  bu şekilde olmakla birlikte Türkiye’nin dış münasebetlerindeki halihazır durumun gerçeklerini görmezden gelemiyorum.

Kardeşim Esad” keşke “Katil Esed” olmasaydı da, bir dönemde iki ülke arasında ekilen zeytin fidanlarının dalları gelişip çoğalsaydı.   Böylece “Zeytin Dalı” harekâtına ihtiyaç kalmasaydı.

Keşke, Türkiye ile Suriye, 1998 Adana Mutabakatı’nın ve bu Mutabakat  hükümlerinin uygulanmasını ve geliştirilmesini öngören 21 Aralık 2010 tarihinde Ankara’da imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükûmeti arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması” nın lâfzına ve ruhuna uygun hareket ediyor olsalardı.

Keşke, Türkiye ve Suriye iki dost ülke olarak kuzey Suriye’den kendilerine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı mücadelelerini müştereken sürdürebilselerdi.

Keşke, Türkiye Suriye Merkezî Hükûmeti’nin “terörist” dediği “Özgür Suriye Ordusu’na” (ÖSO) destek verme durumunda kalmasaydı.

Keşke, Suriye’deki durum ortaya çıkmasaydı ve Türkiye kendi vatandaşları için harcayabileceği öz kaynaklarından 30 milyar doları yüzbinlerce Suriyeli mülteciler için sarfetmek zorunda kalmasaydı.

Keşke, Türkiye geleneksel dengeli ve barışçı politikasına sadık kalarak Orta Doğu bataklığına batmasaydı.

Türkiye’nin 1998’den sonra  Suriye ile münasebetlerini giderek kardeşlik ilişkileri düzeyine geliştirebilmiş olması ne kadar doğruysa, 2010 yılından sonraki mezhepçi, hayalci ve saplantılı politikası o kadar yanlış ve Türkiye için tehlikelerle dolu olmuştur. İşte bu yüzden, kahraman askerlerimiz bugün Suriye topraklarından millî güvenliğimize yönelen ve gelecekte de yönelebilecek olan tehdit ve tehlikelerin önünü almak, Akdeniz’e çıkışı olan bir kuşakla ülkemizin  hasım unsur ve güçler tarafından kuşatılması için çalışan uluslararası tezgâhı bozmak temel amacıyla hudutlarımız dışında savaşmak zaruretinde kalmıştır.

Bu tecrübe, Türkiye’nin dengeli ve barışçı dış politikasının kurucu temel taşları ile  hayalci hedefler uğruna ve mezhepçi yaklaşımlarla oynanmasının ne kadar sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermiş bulunmaktadır. Dış politikamızın yerinden oynatılan temel taşları, 1923 Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye’nin tutumuna hakim olan barış vizyonu ile döşenmiştir. Atatürk’ün 1931’de ifade buyurduğu “yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi ile de barış vizyonu Türkiye için bir dış politika düsturu vasfı kazanmıştır.

Türkiye, gecikmeksizin Atatürk’ün başlattığı dengeli ve barışçı dış politikaya dönmelidir.

Son yıllarda, Türkiye’nin - ana çizgileriyle  NATO ve AB’den oluşan - batı camiası ile olan bağları gerilmiş; siyasî ilişkileri sarsıntılı bir yola girmiştir. Bugün Türkiye ile ABD’nin  savaş alanında karşı karşıya gelme tehlikesinden söz edilebilmektedir.

Nitekim, 24 Ocak günü gerçekleşen Erdoğan – Trump telefon konuşmasının muhtevası hakkında Beyaz Saray’da yapılan açıklamanın metninde, Trump’ın Erdoğan’dan kuzey Suriye’de devam etmekte olan harekâtımız sırasında Türkiye’nin “Türk ve Amerikan kuvvetleri arasında çatışma riski doğurabilecek hareketlerden kaçınılmasına dikkat göstermesini” istediği belirtilmektedir. Yine, Beyaz Saray’ın açıklamasına göre ABD Başkanı Afrin’de artan şiddet hareketlerine işaret etmiş ve  “bu durum Suriye’deki ortak hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” şeklinde konuşmuştur.

Cumhurbaşkanlığı, ABD tarafının bu açıklamasının iki Lider arasındaki görüşmeyi doğru olarak yansıtmadığını kamuoyuna duyurmuştur.

Bu konuda önemli olan Trump’ın telefonda neleri ifade ettiği değil, ABD’nin müesses nizamının görüşmenin muhtevası hakkında neler açıklamış olmasıdır. Açıklanan metin kanaatimce bürokrat kadro tarafından ABD Başkanı’nın önüne ifade etmesi için konulmuş bulunan konuşma notunda yazılmış olanlardır. ABD bakımından benzer olaylara meslek hayatım sırasında rastlamışımdır.

Son zamanlarda Erdoğan – Trump arasındaki telefon konuşmaları hakkında - örneğin, Trump’ın YPG’ye verilen silahların geri alınacağına dair telefondaki  ifadeleri hakkında -   ve Türkiye – ABD vize olayına ilişkin anlaşma hakkında tarafların anlayış şekli hususunda da benzer tartışmalar yaşanmıştır.

Son  cereyan eden Erdoğan – Trump telefon konuşmasında ABD Başkanı’nın “Afrin’de tırmanan şiddete” işaret ederek “bu durum Suriye’deki paylaştığımız hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” demesi veya dememiş olsa bile Beyaz Saray açıklamasında böyle bir ifadenin yer alması, Türkiye – ABD münasebetlerinin nasıl bir gelişme seyri gösterme istidadında olduğuna işaret etmektedir.

Unutulmamalıdır ki karşımızdaki ABD Başkanı ortalama makul insanların düşünme tarzından ve itidalli ve ölçülü davranma yeteneğinden yoksun bir şahsiyet olarak görünmektedir. Nitekim, Trump, en son olarak bu yılki Davos Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının kapanışında  yaptığı konuşmada ''basının ne kadar kirli, ne kadar alçak, ne kadar korkunç, ne kadar yalancı olabileceğinin siyasete girene dek farkında değildim'' deme basiretsizliğini gösterebilmiştir. Trump bu sözleri üzerine  en üst düzeyden yüzlerce delegenin bulunduğu salondan yuhalama ve ıslıklama seslerinin yükseldiği haberi uluslararası basında yer almıştır.

Halen Rusya’nın, Türkiye ile ABD’nin arasını, giderek zor tamir edilebilecek ölçüde açmanın manevraları içinde olduğunu düşünmeyi marazi bir şüphecilik olarak  algılamamakta fayda vardır. Türkiye, Rusya’nın şu sıralardaki güler yüzüne aldanıp tuzağa düşmemelidir. Rusya’nın Türkiye tarafından 24 Kasım 2015 tarihinde vurulan uçağının hesabını bu kadar çabuk unutmuş görünmesinin belirli bir amacının bulunmadığını düşünmek safdillik olur.

Rusya’nın Türkiye’yi yanında tutabilme arzusuyla bugünlerde Soçi’de toplanan “Suriye Millî Diyalog Kongresi’ne” PYD/YPG unsurlarının katılmasını engelleyeceği kuşkusuzdur. Rusya böyle bir engelleme yaparken Türkiye’nin çıkarlarını korumada ne kadar samimiyetle hareket etmektedir, bunu zaman gösterecektir. Diğer taraftan, uluslararası medyada Rusya’nın Türkiye’yi de yanına alarak  bu Kongre’yi toplamasının asıl maksadının  Putin’in çok yakında yapılacak seçimlerde seçilme şansını yükseltmek olduğu yorumları da yapılmaktadır.

Kendisiyle Astana süreci çerçevesinde işbirliği yaptığımız İran, Afrin harekâtımızı tasvip etmemiştir.

Mısır keza! Hattâ açıkça Türkiye’yi kınamıştır. Mısır Demek, Arab Ligi demektir.

1985 - 89  öneminde nezdinde büyükelçilik yaptığım BAE o zamanlar Türkiye’nin önde gelen dostları arasındaydı. Şimdi BAE Türkiye’ye düşmanca sözlerin söylenebildiği bir ülke haline gelmiştir. BAE’nin tutumundaki bu radikal değişiklik, yanılmıyorsam, Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerinin bozulmasından sonra meydana gelmeye başlamıştır. Ankara’nın Körfez’de Katar merkezli bir tutum almasının belirginleşmesinden sonra da derinleşmiştir.

Suudî Arabistan Kralı’na 2007’de Türkiye’yi ziyareti sırasında protokol kurallarının fevkinde itibar etmiştik. En yüksek düzeydeki devlet ricalimiz, Kralı, Ankara’da ikamet ettiği otele giderek selâmlamıştı. İki ülke arasında bu denli dostluk vardı. Oysa, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın Kudüs hakkında İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında yaptığı olağanüstü “zirve” toplantısına Suudî Arabistan Kralı katılmamıştır. Kral sağlık sorunu gibi bir mazereti varsa veliahdını göndermesi uygun olurdu. Toplantıya Suudî Arabistan’ın bir bakan yardımcısı katılmıştır.

Tarihte ilk defa olarak kısa bir süre önce Kıbrıs Rum Lider Anastasiadis Suudî Arabistan’a resmî ziyarette bulunabilmiştir. Kral  tarafından samimiyet içinde karşılanmıştır.  Rum-Yunan liderleri bu “ziyaretin Türkiye’nin yalnızlığını ortaya koyduğunu” söylemiştir.

Yine, ilk defa olarak bu ay içinde Ürdün Kralı Güney Kıbrıs’a resmî bir ziyaret gerçekleştirmiştir.

Orta Doğu’daki dengelerin ana unsurlarından biri ve bu bölgedeki sorunların tarafı ve aktörü olan İsrail ile de sürdürülen dostluk ve işbirliği, 2009 Ocak ayı sonunda dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan’ın Davos toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı’na yaptığı ve tarihe “one minute” olayı olarak geçen sert çıkışın  ve 2010 Mayıs ayı sonunda yaşanan “Mavi Marmara” olayının ardından sona ermiştir. O tarihe kadar, örneğin Kıbrıs konusunda, Türkiye’nin aleyhine açık bir tavır almamış olan İsrail, bugün Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile can ciğer kuzu sarması haline gelmiştir. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarları aleyhine Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, Mısır arasında yapılan anlaşmalara taraf olmaktadır.

Yunanistan özellikle son zamanlarda  Türkiye’nin gücünü ve reaksiyon kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi Ege’deki tahrik hareketlerini arttırmıştır. Yunanistan Başbakanı Tsipras katıldığı son Davos toplantısında yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi “saldırgan” bir komşu  olarak nitelemiştir.

Afrin harekâtımız hakkında başlangıçta uluslararası toplumda yapılmış olan açıklamalarda yer alan “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlayışla karşılıyoruz; Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı vardır; Türkiye itidal ile hareket etmelidir; konunun insanî veçhesine dikkat edilmelidir; masum sivil halka zarar verilmesinden endişe ediyoruz” şeklindeki ifadeler, temenni ve tavsiyeler ve BM Güvenlik Konseyi’nin henüz resmen  toplanamamış  olması olgusu, bizi, harekâtımıza uluslararası plânda tepki gösterilmeyeceği kanaatine sevk etmemelidir. Bu vakte kadar yapılan açıklamalardaki “itidal” çağrıları, dile getirilen “kaygı” ifadeleri bundan sonra bize karşı gösterilebilecek tepkilerin uvertürü mahiyetindedir.

“Burseya” dağının kahraman Türk ordusu tarafından ele geçirilmesiyle Afrin yolunun açıldığı söylenmektedir. Sevgili yavrularımız Mehmetçiklerimizin yolları açık olsun! Bununla beraber, Afrin’e yaklaştıkça ve şehir kuşatıldığı zaman kuşkusuz riskler daha da artacaktır. Harekâtımıza karşı olan çevreler, en küçük bir sivil zayiat halinde seslerini yükseltmeğe başlayacaktır. Afrin’in kuşatması  ve şehrin terörist unsurlardan temizlenmesi uzadıkça BM Güvenlik Konseyi’nden de baskı gelmesi beklenmelidir.

Suriye ile olan hududumuzun güneyinde PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG’nin IŞİD ile mücadele kisvesi altında yuvalanmasında ABD’nin ve Rusya’nın büyük sorumluluğu vardır. Her iki devlet de Suriye ile ilgili kendi öz çıkarlarına ait düşünceleriyle Türkiye’nin millî güvenliğinin tehlikeye düşmesine göz yummuşlardır.

Ancak, Türkiye’nin müttefiki ve stratejik ortağı olan ABD’nin özel sorumluğu bulunmaktadır. ABD’nin Türkiye aleyhindeki davranışı tarihî bir yanılgıdır. ABD’nin bu tutumu, kendisiyle diğer NATO müttefikleri ve ortakları arasında da güven bunalımına yol açacak mahiyettedir. ABD’nin Türkiye’nin hayatî  çıkarlarına karşı yapmakta olduğu hataların  farkına gecikmeksizin varması Batı dünyasının ortak menfaatine olacaktır. Türkiye’nin Batı camiasından uzaklaşmasına katkıda bulunulmasının bizatihi Batı’nın öz menfaatlerine vereceği zararın muhtemel sonuçları doğru değerlendirilmelidir.

Türkiye için de Suriye politikasında mezhep saplantılı ve Esad takıntılı tutum ve davranışlardan vazgeçilmesinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Annan Plânı döneminde 2004 Mayıs ayının ilk günlerinde Türkiye’de Kıbrıs konusunda Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye tarafından tanınması hakkında yüksek düzeyde söylenmiş bazı sözler vardı. Şöyle denmişti: “… AB'nin, BM'nin tanıdığı bir konumda, siz 'ben tanımıyorum' demekle zaten herhangi bir şey elde edemezsiniz. Bunun size getireceği, kazandıracağı bir şey yok. Tam aksine bunların hepsi geleceğe yönelik olumlu gelişmeleri de zedeler."

Ayrıca, yine bu konuda, “ Dünya geçekleriyle çatışmayı düşünmediğimiz” dile getirilmişti.

Yine 2004 Aralık ayında şunlar ifade edilmişti: “…. Eğer siz her yerde ben haklıyım, bunu da almam lâzım, bu mantıkla olaya yaklaşırsanız bunun adı uzlaşma değildir, bunun adı ben mantığıdır. Orada ne uzlaşma ne barış olur.”

O zaman bu sözler Kıbrıs ile ilgili gerçeklere ters düşen ve  “millî dava” Kıbrıs bakımından aslında ifade edilmemeleri gereken hususlardı.

Oysa bu sözleri, şimdi, Suriye meselesinin çözüm yoluna girebilmesine yardımcı olmak ve Türkiye’nin yapıcı bir aktör niteliğiyle diplomasi sahnesinde yer alabilmesini sağlamak maksadıyla söylemenin tam zamanıdır.

Bellidir ki “Esad”ın çözüm sürecinde varlığı bütün önde gelen aktörler tarafından kabul edilen bir gerçektir.

Dışişleri Bakanlığı’mızın Suriye’nin merkezî hükûmetiyle uygun biçimde doğrudan temas kurmanın yollarını bulacak tecrübeye ve hayal gücüne sahip olduğunu biliyorum. Rusya ile yaşadığımız uçak düşürme krizinin giderilmesinde arka plânda bazı özel şahsiyetlerin nasıl rol oynadığını basın yoluyla öğrenmiş bulunuyoruz.

İç politikada puan kazandırdığı düşünülen yöntem ve tarzlarla dış politika takip edilmesinin hiçbir ülkeye yarar getirmediğinin örnekleri tarihte vardır. Günümüzde de görülmektedir.

Zaferle sonuçlanacağına yürekten inandığım “Zeytin Dalı Harekâtı"mızdan sonra, Fırat’ın doğusundaki “şer” kuşağının da yok edilmesinin bir zaruret olduğunu düşünenlerdenim. Bunun ABD ile yürütülecek iki ülke arasındaki ortak çıkarlara uygun bir diplomasiyle gerçekleştirilebilmesi tercih ve temenni edilmelidir. Bunun sağlanması Suriye sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü  ve birliği temelinde çözülmesine de katkı yapacağı görüşündeyim.

Suriye’de bir an önce kalıcı bir çözüme ulaşılmasına katkıda bulunmak Türkiye’nin öz çıkarınadır. Ülkemizdeki yüzbinlerce Suriyeli göçmenin kendi ülkelerine salimen dönmeleri sağlanmalıdır.

“Zeytin Dalı” harekâtında verdiğimiz aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatan güvenliği için canlarını feda etmişlerdir. Yaralılarımıza da âcil şifalar temenni ediyorum. Onlara minnet ve şükran borcumuz vardır.


Tugay Uluçevik Kimdir?

     Emekli Büyükelçi Tugay Uluçevik, 1939 yılında Ankara'da doğdu. Ortaöğrenimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

1967 yılında " Aday meslek memuru" olarak Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Bakanlıkta Kıbrıs Şubesi Müdürlüğü, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in Özel Kalem Müdürlüğü (1975-1976), Kıbrıs Dairesi Başkanlığı, Kıbrıs-Yunanistan İşleri Genel Müdür Yardımcılığı, Müsteşar Yardımcılığı, Türkiye'nin BM Cenevre Daimi Temsilciliği Başkâtipliği, Tiran Büyükelçiliği Müsteşarlığı, Abu Dabi, Bükreş, Bonn-Berlin büyükelçilikleri, Dışişleri Bakanlığı Dış Politika Danışma Kurulu üyeliği, Türkiye'nin BM Daimi Temsilciliği ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Genel Sekreter Vekilliği görevlerini yürüttü.

Devlet Bahçeli yönetimine muhalefet ederek MHP'den kopan muhaliflerin Meral Akşener liderliğinde yürüttüğü yeni parti kurma çalışmalarına katıldı. 25 Ekim 2017'de siyasal yaşama katılan İyi Parti'nin kurucuları arasında yer aldı ve İyi Parti Genel İdare Kurulu üyeliğine seçildi.

Tugay Uluçevik, halen İyi Parti Genel İdare Kurulu asıl üyesi olarak aktif siyaset içinde yer alıyor.


http://t24.com.tr/yazarlar/tugay-ulucevik/kardesim-esad-keske-katil-esed-olmasaydi,19087

***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Milli Birlik Komitesi’nden Tabii Senatörlüğe Uzanan Süreç,


Milli Birlik Komitesi’nden Tabii Senatörlüğe Uzanan Süreç,

1961 Anayasası’na göre 157 Sayılı Yasa’nın altında adları bulunan MBK Başkanı ve üyeleri ile eski cumhurbaşkanları, yaş kaydı gözetilmeksizin, Cumhuriyet Senatosunun tabii üyesidirler. Tabii üyeler, Cumhuriyet Senatosunun diğer üyelerinin tabi oldukları hükümlere bağlıdırlar. Tabii üye olarak Cumhuriyet Senatosuna katıldıktan sonra bir siyasi partiye girenlerin tabii üyelik sıfatı, partiye girişlerinden sonraki ilk Cumhuriyet Senatosu üyeliği seçimi tarihinde sona erer.577 

1961 Anayasası’nın hazırlık sürecinde tabii üyelerden MBK’ya mensup olanlar için tartışmalar yaşanmıştır. 13 Kasım 1960’da MBK içindeki bölünmeden sonra II. MBK üyeleri arasında konumlarının ne olacağı ve bunu sağlayacak çözümün nasıl yaşama geçirileceği sorunu çok yönlü olarak tartışılmıştır. MBK üyesi Tabii Senatör Ahmet Yıldız, bu dönemde MBK için dört ayrı seçeneğin tartışma konusu olduğunu belirtir. Bunlar; Prof. Tahsin Bekir Balta’nın MBK üyelerinin partilere dağılmalarına ilişkin teklifi, Anayasa Komisyonunun MBK üyelerinin iki ya da daha uzun dönem parlamentonun doğal üyeleri olmalarına ilişkin teklifi, CHP’nin MBK üyelerinin kurulacak olan Cumhuriyet Meclisinin ilk döneminde doğal 
üye olarak yer almalarına ilişkin teklifidir. Bu üç teklif komite dışından gelmiştir. MBK üyesi Ahmet Yıldız dördüncü öneri olarak ise komite içinden gelen teklifleri sıralamıştır. Bunlar: emekli olma, orduya geri dönme, parti kurarak siyaset yapma ve kurulacak olan yeni parlamentonun üst katında senatör olarak görev yapmadır. Ahmet Yıldız, II. MBK üyelerinin geleceklerinin ne olacağı konusunda Anayasa Komisyonunda, CHP’de ve hükümet çevrelerinde görüşmelerin sürdüğünü eklemiştir. 6 Ocak 1961’de açılan Kurucu Meclis’te; İtalya’da anayasayı yapan Kurucu Meclis’in seçimsiz bir biçimde Senato’yu oluşturması, Fransa’da bir süre var olan benzer bir tabii senatörlük kurumu ve Kanada Parlamentosu’nda seçilenlerin üyeliklerinin ömür boyu sürmekte olması gibi örneklerden de esinlenerek “tabii senatörlük” kurumunun oluşturulması uygun 
bulunmuştur.578 

Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonunun ilk teklifinde, Anayasa Mahkemesine en az yedi yıl başkanlık yapmış olanların, MBK’daki ilk görüşmede ise, en az 
üç yıl Genelkurmay Başkanlığı görevinde kalmış olanların ve Anayasa Mahkemesi Başkanlarının Cumhuriyet Senatosuna tabii üye olarak girmeleri benimsen miştir.579 Ancak Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu, devletin yüksek hizmetlerinde görev yapmış kimselerin Cumhurbaşkanı kontenjanından, partilerin kadroları dışından Senato’ya girebilmelerinin öngörülmesinden dolayı, Anayasa Mahkemesi Başkanları ve Genelkurmay Başkanı’nın Senatonun tabii üyesi olmalarıyla ilgili hükmü metinden çıkarmıştır.580 

Senatoda 26 tabii üye görev yapmıştır. 1961 Anayasası’nın kabulüyle 23 MBK üyesinden 21'i (İrfan Baştuğ ölmüş, Cemal Madanoğlu istifa etmiştir) 
“tabii senatör” adıyla Cumhuriyet Senatosuna girmiştir. Bu arada Sıtkı Ulay ve Osman Köksal istifa ettiğinden, Fikret Kuytak ise öldüğünden 1971'de bu 
sıfatla Senatoda kalanların sayısı 18'dir. 

Tabii senatörlerden Kara Harp Okulundan 20, Deniz Harp Okulundan 1, Hava Harp Okulundan 3 mezun vardır. 
Rütbeleri ise 3 orgeneral, 1 korgeneral, 1 tümgeneral, 1 tuğgeneral 13 albay, 4 yarbay, 1 binbaşıdır.581 

Tabii senatörler, Cumhuriyet Senatosuna girdikleri tarihten itibaren büyük çoğunlukla ortak hareket eden, rejimin devamı ve sağlığı için söylemler üreten bir grup niteliğinde olsalar da, parlamentonun ilk üç yılında bir grup kurma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Her ne kadar Senatoda genel görüşmeler yapılırken kürsüye grup adına çıksalar dahi ilk dönemde bu grubun bir adı yoktur. 2 Şubat 1964 tarihinde tabii senatörler “Milli Birlik Grubu”nu (MBG) kurduklarını açıklamışlardır.582 

MBG, Kontenjan Senatörleri Grubu gibi parlamentoda faaliyet gösteren siyasi parti üyelerinin katılımına kapalıdır. Tabii senatörlerin bu grubu kurmasındaki nedenler; Senato içerisindeki faaliyetlerini belirli bir sisteme oturtma, seslerini daha iyi duyurma ve daha sağlam bir organizasyona sahip olma olarak sıralanabilir. MBG’nin ilk ve tek başkanı MBK Hükümetlerinde de başbakanlık görevini üstlenmiş olan Fahrettin Özdilek’tir. Senato içerisinde ılımlılığı ve yumuşak üslubuyla tanınan Özdilek’in bu göreve gelmesinde yaşının 
ve dolayısıyla deneyiminin etkisi büyüktür. Özdilek, 27 Mayıs müdahalesini gerçekleştiren MBK’nin Cemal Gürsel’den sonra en yaşlı üyesidir. Gürsel’in Çankaya’ya çıkmasından sonra Cumhuriyet Senatosu içerisinde en yaşlı tabii senatör olarak görevine devam etmiştir.583 

Tabii üyelik kurumu çoğu kez eleştirilerin odağında olmuştur. Zamanın parti liderleri Cumhurbaşkanınca atanan üyelerden ziyade, MBG’nin bir parti doğrultusunda hareket etmesinin, milli egemenlikle bağdaşmadığını ileri sürerek tabii üyeliğin kaldırılmasını şiddetle savunmuşlar ve bu görüşlerini her fırsatta dile getirmişlerdir. Tabii senatörlerin bir açıdan Senato içindeki meşruluğunu sağlayacak önemli bir adımı 27 Mayıs’ın bir bayram olarak tüm ülkede kutlanması tasarısı olmuştur. 4 Nisan 1963’te tasarı Mecliste görüşülmüştür. 147 AP’li vekilden sadece 30’u görüşmelere katılmış ve 28 oy AP’lilerden olmak üzere 294 oyla 27 Mayıs’ın bayram olarak kabul edilmesi Meclisten geçmiştir.584 

Bu sırada Senatör Hıfzı Oğuz Bekata Mecliste AP’lilerin 27 Mayıs ve Ordu aleyhine yaptığını iddia ettiği sözleri ile ilgili birtakım belgeleri açıkladığı esnada büyük bir kavga çıkmıştır. Tabii Senatör Mucip Ataklı’nın Gökhan Evliyaoğlu’nu Meclis koridorunda tartaklaması sonucu alevlenen ve elli kişinin karıştığı kavga güçlükle bastırılmıştır.585 

9 Nisan 1963’te Senatoya bu tasarı gelmiştir. Tasarı Senatoya gelmeden önce AP grubunda ciddi tartışmalar yaşanmış ve 20’ye karşı 30 oyla 27 Mayıs’ın bayram olarak kutlanması kabul edilmiştir. Ancak bu kabul AP’de yeni istifaların da gelmesine neden olacaktır. Milletvekilleri Reşat Özarda, Sezai Sarpaşar partilerinden istifa etmiştir. 

Sakarya Senatörü Kazım Yurdakul da Ragıp Gümüşpala’ya bir telgraf çekerek istifasını istemiştir.586 

9 Nisan’daki Senato oturumunda AP adına söz alan İhsan Sabri Çağlayangil ve YTP adına söz alan Turhan Kapanlı tasarıya kabul oyu vereceklerini bildirmiştir. Tabii üyeler adına konuşan Mehmet Özgüneş 27 Mayıs Bayramı’na takılan Hürriyet ve Anayasa Bayramı adının yanına bir de “Milli Birlik” kelimesinin eklenmesini önermiştir ki bu kelime MBK’ye bir atıf olarak algılanabilir. Bu önergeye, CHP de dahil olmak üzere bütün partiler karşı çıkmıştır. 

AP’de başlayan çatlak bu görüşmede de devam etmiş, en sert tepki AP’li Özel Şahingiray’dan gelmiştir. Şahingiray; 

Türk inkılap hareketlerinin Atatürk devrinde tamamlanmış olduğunu bizzat Atatürk'ün ağzından dinlemiş ve nutuklarından okumuş ve buna inanmış bir 
insan olarak, 23 Nisan 1920 tarihini Hakimiyet Bayramı ile 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyet Bayramı’ndan başka hürriyet bayramı 
tanımıyorum. Türkiye'de Atatürk ile inkılaplar devri bitmiştir.587 diyerek tasarıya karşı çıkmıştır. 

Sonuçta öneriyi 117 senatörden 110’u kabul etmiştir. Bu şekilde 27 Mayıs’la birlikte tabii senatörlerin de meşruiyeti bir kez daha vurgulanmıştır. 
Öneriyi kabul etmeyenler arasında tabii senatörler Muzaffer Yurdakuler ve Mehmet Özgüneş vardır. Gerekçe olarak da bayramın isminin “Milli Birlik ve Hürriyet” olmadığı için kabul etmediklerini bildirmişlerdir.588 

Ancak seçimle gelmeyen Cumhuriyet Senatosu üyeliklerine AP’nin tepkisi giderek artmıştır. 

AP, 1964 yılında bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: 

... Bizim meclisimizde bir de “seçimsiz gelen senatörler” grubu vardır. Bu, Anayasamızın uygun gördüğü bir şeydir. Bunların yekunu 35'tir. Ekseriyet 
sisteminin bizim bünyemiz için varid bulunmayan nazari mahzurları, birçok içtimai sınıflan ve binaenaleyh doktrin partileri bulunan memleketler için bahis 
konusu olabilecek boşlukları, Cumhuriyet Senatosu için % 20'ye yaklaşan böyle bir kontrpua yani denkleştirme ağırlığını gidermeye yaramış olmalıdır. Eğer bir 
millet, herhangi bir partiyi bu seçim dışı üyeler rağmına Cumhuriyet Senatosunda salt çoğunluğu tutacak bir rağbetle seçecek ise, bunu baltalamaya değil, bir vakıa olarak değerlendirmeye çalışmalıyız... Seçimsiz gelen Senatörler, çoğunluk sisteminin mahzurlarını bertaraf etmek için Anayasa vazıı tarafından kabul edilmiştir. Cumhuriyet Senatosunda nispi seçim usulünü kabul ettiğimiz takdirde demokratik rejimin Cumhuriyet Senatosunda tamamen ve hakkıyla işlemesine, gensoru müessesesinin kabul edilmemesi suretiyle, mani olan seçimsiz gelen Senatörlerin de sebebi vücudu kalmaz. Nitekim Anayasa rağmına Cumhuriyet Senatosunda seçim sistemini değiştirmek isteyenlerin gayesi de ancak seçimsiz gelen Senatörlerin sebebi vücutlarını bu suretle bertaraf ettikten sonra, onları kaldırmaya matuf olmalıdır...589 

14’lerden Orhan Erkanlı anılarında tabii senatörlerin AP’nin bu tutumundan olumsuz etkilendiğini anlatır: 

…Memlekete geldikten sonra (1 Mart 1964) gördüğüm manzara ilk kararımın değişmesine sebep olacak mahiyetteydi. Bilhassa 27 Mayıs'ı herkes istediği gibi 
yorumluyor, istismar ediyor veya taarruz ve iftiraların hedefi haline getiriyorlardı. 

27 Mayıs'ı savunan kimse kalmamıştı ortalıkta… Bizler yaptığından utanan, pişman olan kişiler haline gelmiştik. Tabii senatör sıfatıyla ve 27 Mayısçı oldukları için parlamentoya yerleşen arkadaşlarımızı, maruz kaldıkları hücumlardan ve AP’nin sık sık tekrarladığı "tabii senatörlüğü kaldırmak" arzusundan ürkmüş ve pasif hale gelmişlerdi.590 

Bu noktada değinilmesi gereken husus bazı tabii senatörlerin pozisyonlarından duydukları rahatsızlıktır. Mesela Sıtkı Ulay tabii senatörlükten normal senatörlüğe geçmek istemiştir Bazı gazeteler kendileri için “ Müebbet üye ”, “ Temelli üye ” gibi alay edici ifadeler kullandıkları gibi, bir takım çevrelerde eski MBK üyelerinin hayatları boyunca senatör olmalarının dedikodu 
konusu edildiği bilinmektedir.591 

Bu davranışın, 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerin kendilerini bir boşlukta gördüğüne işaret olabilir. Ancak ilerleyen dönemde tabii senatörlerin konumlarından pek de rahatsız olmadıkları Senato çalışmaları çerçevesinde görülmektedir. MBK üyelerinin dışında cumhurbaşkanları, Cumhuriyet Senatosunun tabii üyelerindendir. 

Anayasa Komisyonunun gerekçesinde, eski cumhurbaşkanlarının Cumhuriyet Senatosunda yer alması Üç nedene dayanmaktadır: 

Birincisi, uzun yıllar devletin başında bulunmuş kimsenin bilgi ve deneyiminden yararlanmak ve böylece Senatodan beklenen yararları çoğaltmaktır. 

İkincisi, cumhurbaşkanının her türlü siyasal düşünceden uzak kalmasını ve görevini bağımsız olarak yerine getirmesini sağlamaktır. 
Üçüncü neden ise, Cumhurbaşkanına ölünceye dek bir Onur yeri sağlanmak istenmesidir.592 
Cumhuriyet Senatosuna eski cumhurbaşkanlarından İsmet İnönü, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk tabii üye olarak katılmışlardır. Celal Bayar ise katılmayı kabul etmemiştir.593 


BÖLÜM DİPNOTLARI,


577Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Resmi Gazete, 31.5.1961 No: 10816. 
578 Ahmet Yıldız, İhtilalin İçinden Anılar–Değerlendirmeler, İstanbul, Alan Yayıncılık, 2001, s.204-205. 
579 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Tutanakları Dergisi (MBKGKTD), C:6, B:83, 11.5.1961, s.10-12. 
580Kurucu Meclis Tutanak Dergisi (KMTD), C:2, B: 14, 26.5.1961, s.3. 
581 Çoker, “Cumhuriyet Senatosu Üyelerinin Özgeçmişleri…”, s.694. 
582 Cumhuriyet, 3.2.1964, s.1. 
583 Barış Kenaroğlu, Cumhuriyet Senatosunda Milli Birlik Grubu, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2006, s.73-74. 
584 Milliyet, 4.4.1963, s.1. 
585 Milliyet, 6.4.1963, s.1. 
586 Milliyet, 2.4.1963, s.1. 
587 Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi (CSTD), C:10, B:56, 9.4.1963, s.552. 
588 Milliyet, 10.4.1963, s.7. 
589 AP, Davamız, Ankara, AP Genel Merkezi Neşriyatı 1964, s.13 - 14. 
590 Orhan Erkanlı, Anılar, Sorunlar, Sorumlular, İstanbul, Baha Matbaası, 1972, s.231. 
591 Milliyet, 27.1.1962, s.5. 
592 Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi Anayasa Karma Komisyonunun Anayasa Tasarısının Bazı Maddeleri Hakkında Raporu, TMTD, C:3, B: 47, 18.4.1961, s.33. 
593 Pantül-Yalçın, a.g.e, s.118-119. 

***

25 Şubat 2017 Cumartesi

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönem



    Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları;


Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları 


Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan çok kısa bir süre sonra hem idari hem de toplumsal alanda bazı sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Ne var ki Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kurulmasından sonra resmi politikasını, statükonun korunması, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılması olarak belirlediği için Kıbrıs’ta yaşanan sorunların varlığını uzun bir süre kabul etmek istemez. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios’un 13 Kasım 1963 tarihinde 1960 Antlaşmalarıyla hazırlanan Anayasanın on üç maddesini değiştirme önerisini getirmesinin ardından Aralık 1963’te Kanlı Noel olarak da bilinen şiddetli toplumlararası çatışmalar başlar. 

Ancak bundan sonra Ankara, konu ile yakından ilgilenmek durumda kalır21. 1950’ların başlarında Kıbrıs sorununun varlığını reddeden Türkiye, garantör devletlerden biri olmasına rağmen, 1960’ların başlarında da Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yaşanan sorunları göz ardı etme ve yok sayma politikası gütmüştür22. 

Çatışmaların durmaması üzerine 4 Mart 1964 tarihinde gerçekleşen Birleşmiş Milletler toplantısında alınan Kıbrıs konulu karar Türkiye’nin tutumunu yansıtması bakımından önemlidir. 186 No’lu BM kararında23 Kıbrıs Rum kesiminden “hükümet” diye bahsedilmesi, 1960 antlaşmaları ile kurulan “anayasal hükümet” ibaresinin yer almaması, 1960 anlaşmalarını kurtarma kaygısına düşmüş olan Ankara’nın dikkatini çekmemiştir (Dodd, 1999: 132). Böylece Ankara, Rum kesiminin Kıbrıs hükümeti olarak tanınması 
olarak yorumlanabilecek BM kararına onay vermiştir24. Aynı zamanda bu karar, Kıbrıslı Türklerin parlementodan çekilmesi halinde cumhuriyet üzerindeki haklarını kaybedeceklerini öngörmektedir. Dolayısıyla İnönü bu kararı onaylamakla içinde Kıbrıslı Türklerin yer almadığı, sadece Rumlardan oluşan bir parlementoya da onay vermiş olmaktadır (Hasgüler, 2004b: 132). Üstüne üstlük Türkiye 1964-1974 arasında bu kararın geçersizleştirilmesi için hiçbir girişimde bulunmamış, uluslararası hiçbir toplantıda konuya ilişkin görüşlerini ciddi bir biçimde dile getirmemiştir (Uslu, 2004: 303-4). 

4 Mart 1964 tarihinde Türkiye’nin de altına imza attığı 186 No’lu Birleşmiş Milletler kararı, Kıbrıs sorununun günümüze kadarki seyri açısından son derece kritik bir karardır. 6 Mart 2003 tarihli TBMM kararında, Avrupa Birliği’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tam üyeliğe kabul ettiği devlet, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” olarak isimlendirilmektedir. 

Zürih ve Londra Antlaşmalarının daha ilk günden Türklerin aleyhine bozulduğunun altını çizen Manizade “Buna rağmen garantör devletler hiçbiri enerjik bir müdahalede bulunmamıştır. Bunu yapmadıklarından Kıbrıs’ta masum Türk halkının mal ve can kaybında tarih önünde sorumludurlar” diyerek garantör devletlerden biri olan Türkiye’yi de pasiflikte suçlamıştır (1998: 25). 
Mehmet Hasgüler de 1962’de Makarios’un Ankara’ya yaptığı ziyarette yanına Cumhurbaşkanı yardımcısı Fazıl Küçük’ü almamış olmasına rağmen Ankara’nın buna hiçbir tepki vermediğini ve bunun diğer yurtdışı gezilerine de emsal teşkil ettiğini vurgulamaktadır (2004b: 132). Böylelikle Kıbrıs Cumhuriyeti’ni uluslararası toplum nezdinde sadece Rumların temsil ettiği iddiası daha ilk yıllardan Türkiye’nin de dolaylı katkısıyla geçerlilik kazanmaya  başlamıştır. 

Nitekim Türkiye’nin resmi söylemi, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi”nin Ada’nın tamamını temsil etmediği yönündedir. Ancak Rum kesiminin Ada’nın tek temsilcisi olarak uluslararası alanda kabul edilmesini sağlayan Birleşmiş Milletler kararını imzalayan, daha sonra bu kararı değiştirmek için herhangi bir girişimde bulunmayan yine Türkiye’dir. Bu, Türkiye’nin Rum Yönetimi’nin Ada’nın tamamını temsil etmediği gerekçesiyle Avrupa Birliği üyeliğine getirdiği eleştirileri de temelsiz hale getirmektedir25.

Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmaların başlamasından sonra meydana gelen en önemli gelişmelerden biri, ABD Başkanı Lindon B. Johnson tarafından gönderilen mektuptur. 6 Haziran 1964’te Ada’ya müdahale kararı alan Başbakan İsmet İnönü, Türkiye’nin bu kararını 4 Haziran’da ABD Başkanı’na bildirir. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine şiddetle karşı çıkan ve NATO’nun askeri olanaklarını kullanmasına asla izin verilmeyeceği vurgulanan 5 Haziran tarihli Johnson mektubu, Türk siyasi hayatına bomba gibi düşer (Fırat, 1997: 130). Böylelikle Türkiye TBMM’de kabul ettiği 1960 Antlaşmalarından doğan, daha sonra da pek çok kez atıfta bulunduğu garantörlük ve tek taraflı müdahale hakkını kullanamamıştır 26. 

15 Temmuz 1964 tarihinde taraflara ABD destekli Birinci Acheson Planı sunulur. Ankara, Ada’nın Yunanistan’a bağlanması, karşılığında Türkiye’ye Karpas yarımadasının ve sonradan Meis adası olmasına karar verilen bir Ege Adası’nın verilmesi önerilerini getiren planı görüşülebilir bulur (Orme, 2004: 115). Yunanistan’ın itirazı üzerine rafa kaldırılan Birinci Acheson Planı’nın yerine Yunanistan’ın istekleri doğrultusunda ikinci bir plan hazırlanır ve 8 Ağustos 1964’te müzakere masasına getirilir. İlk plana göre Türkiye’ye verilen Karpas, Yeni planda 50 yıllığına kiralanmaktadır. Meis’in Türkiye’ye verilmesinden de vazgeçilmiştir. Bunun üzerine Türkiye planı reddeder. 

Acheson Planı’nın görüşülebilir bulunması, Türkiye’nin 1950’lerin ortalarından beri savunduğu, Fatin Rüştü Zorlu’nun 28 Şubat 1959’da TBMM oturumunda ifade ettiği “Enosise ve Türk tarafının azınlık olmasına izin vermeme” politikasından açıkça geri adım attığını göstermesi bakımından önemlidir. 


Zira Acheson Planı, Karpas ve Meis karşılığında Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesini, Ada’da yaşayan Türklerin de azınlık konumuna gelmesini öngörüyordu27. Bunun yanısıra plan, TBMM’de kabul edilen öteki kararlara da aykırıydı. 1958 kararıyla taksim tezini resmi olarak benimseyen, bundan bir yıl sonra bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmaları onaylayan Ankara, Acheson Planı’na ılımlı yaklaşarak Kıbrıs’ta önceliğinin Kıbrıs Türk halkının güvenliğinin, bağımsızlığının ve haklarının korunmasından ziyade Türkiye’nin çıkarlarının korunması olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Böylelikle Türkiye, Acheson Planı’na yeşil ışık yakarak, daha önce saptadığı bütün politikaları rafa kaldırıyordu28. 


15 Ocak 1965’te toplanan Londra Konferansı’nda Rauf Denktaş’ın yaptığı önerinin, Türkiye’nin resmi tezi haline geldiği yaygın olarak kabul gören anlayıştır. 

Denktaş’a göre,

“1960 çözümü Kıbrıslı Türklere güvenlik sağlayamamıştır. Fiili garantiler, ancak coğrafi olarak ayrılmış, zorunlu nüfus mübadelesini gerçekleştirmiş, iki toplumlu bir federal devlet ile mümkündür” (Fırat, 1997: 126-7). Denktaş, açıkça dile getirmemekle birlikte, 6 Mart 2003 kararında da önemle altı çizilen ve Türkiye’nin “olmazsa olmazlar”ından biri kabul edilen “iki kesimlilik” olgusunu kastetmektedir. Oysa 11 Aralık 1965 tarihli Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Türkiye’nin bu konudaki resmi tutumunu açıklayan Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “Lozan’da kurulmuş olan Türk-Yunan dengesi” ve “Kıbrıs’ta Rumlara tanınacak kendi kaderini tayin hakkının Türklere de tanınması 
gerektiğini” vurguladığı, “coğrafi ayrım” ya da “federasyon” fikrinden bahsetmediği görülmektedir (Çağlayangil, 1965). 


    27 Aralık 1965’te TBMM’de Kıbrıs konusunda Genel Görüşme yapılır. Partiler, Türkiye’nin “Kıbrıs konusunda milli bir politika oluşturamamış olduğu, günlük 
reflekslerle hareket ettiği” hususunda mutabık kalmışlardır (Fırat, 1997: 208). 1950’lerden bu yana Kıbrıs meselesi ile bir biçimde ilgilenmek durumunda kalan ve bu konuda son derece belirleyici kararlara imza atan Türkiye’nin on beş yıl sonra “ Günlük reflekslerle hareket edildiğini ” tespit etmiş olması düşündürücüdür. Ankara’da Kıbrıs politikasının nasıl oluşturulması gerektiği konusundaki tartışmalar devam ederken Ada’da toplumlararası çatışmalar devam etmektedir. 

    2 Şubat 1967’de Yunanistan, Kıbrıslı Rumlara enosisin önünü açan bir açıklama yapar. Bunun üzerine Ankara 5 Şubat’ta Atina’ya bir nota verir ve bunun sonucuna katlanacaklarını vurgular. Ancak Ankara’nın anılan dönemde zaman zaman Yunanistan’a nota vermek ve Ada’nın üzerinde uyarı uçuşları yapmak dışında somut bir adım attığını söylemek mümkün değildir. Hatta bu dönemde Ankara’nın Kıbrıs konusunda çok ciddi tavizler vermeye hazır olduğu, Demirel’in Kıbrıslı Türklerin statüsünün azaltılmasını kabul ettiği, Kıbrıslı Türklerin hiç taviz vermek istemediği konularda bile fedakarlığa hazır olduğu bilinmektedir (Dodd, 1999: 133). Bu bakımdan Ankara’nın 28 Aralık 1967 
tarihinde kurulan Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi’ne son derece ihtiyatlı yaklaşmış olması ve Türk Dışişleri Bakanı Sabri İhsan Çağlayangil’in bu yönetimin yalnızca barışçı çözüme yardımcı olmak için kurulduğu açıklamasını yapma gereği duyması şaşırtıcı değildir. 1967’den 1974’e kadar Kıbrıs, Türk dış politikasının ana ekseni olmaktan çıkar. 
Türkiye’nin Kıbrıs meselesiyle yakından ilgilemediği bu dönemde Kıbrıslı Rum ve Türk liderler arasında ikili barış görüşmeleri devam etmektedir29. 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

21 Derviş Manizade, Kanlı Noel olaylarının yaşanmasından üç hafta sonra 12 Ocak 1964’te Milliyet gazetesinde çıkan bir yazısında olayların bu noktaya varmış olmasından Türkiye’yi de sorumlu tutmaktadır. 
22 Aslında Makarios anayasada değişiklik yapmak istediğini 1962’de Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında dile getirmiş, ancak Başbakan İnönü bu konuyu görüşmeyi dahi reddetmiştir. O nedenle 13 Kasım 1963’te Anayasa değişikliğinin resmen ilan edilmesi Ankara’yı çok şaşırtmıştır (Dodd, 1999: 130). 
23 UN/ Resolution 186. 24 4 Mart 1964 tarihinde alınan Birleşmiş Milletler kararını onaylayan Türk heyetinin başındaki Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin daha sonra yaptığı bir açıklamada istifa ederek bu kararın kabulünü imzalamak istemediğini fakat İnönü’nün ısrarı üzerine imzalamak zorunda kaldığını açıklamıştır, (Manizade, 1998: 91). 
 25 Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda Türkiye’nin resmi politikaları ikinci ve üçüncü bölümlerde ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır. 
26 Johnson Mektubu konusunda farklı yorumlara rastlamak mümkündür. Örneğin, Erol Manisalı, Johnson mektubunun Ankara’da büyük şaşkınlık yarattığını vurgulamaktadır (2005: 86). 
Oysa Nasuh Uslu, 1964’te Türkiye’nin Ada’ya müdahale edecek askeri gücü olmadığı için İnönü’nün ABD’nin bu müdahaleyi önlemesini sağladığını ve 
Johnson Mektubunu kamuoyuna durumu daha kolay izah edebilmek için bir mazeret olarak kullandığını ifade etmektedir (2004: 303). 
27 Acheson Planı’nın ayrıntıları için, bkz. Kemal Akmaral, Kıbrıs Türk’ünü İmhayı Hedefleyen Akritas Planı ve Annan’a dek Uzanan Planlar Süreciyle Kıbrıs 
(İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2004), s. 135-138. 
Joseph, S. Joseph, “Ethnopolitics and Superpower Politics (The Acheson Plan)”, Cyprus: Ethnic Conflict and International Politics (New York: Macmillan Press Ltd., 1997), s. 64-67. 
28 Erol Manisalı bu döneme ilişkin olarak, “1963 sonrası getirilen öneriler ve bunlara Ankara’nın verdiği yanıtlar alt alta getirildiğinde Ankara’nın Kıbrıs politikasında çelişki ve çaresizlikler daha da iyi görülecektir”, demektedir (2005: 93). 
29 1968-1974 arasındaki barış görüşmelerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi için, Farid Mirbagheri, “International Peacemaking in Cyprus, 1965-1974 
(Intercommunal Talks: 1968-1974)”, Cyprus and International Peacemaking (London: Hurst&Company, 1998), s. 55-60. 



***