Cezayir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cezayir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mart 2020 Salı

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak




Ali SEMİN
www.bilgesam.org
Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak


Orta Doğu ve özellikle Arap devletlerinde yaşanan hadiseler küresel güçler için tarihten günümüze kadar genel anlamda büyük öneme sahiptir. Bilhassa bölgede bulunan zengin enerji ve yer altı kaynakları açısından Ora Doğu, küresel güçler (ABD, İngiltere ve Fransa) için çekim merkezi haline gelmiştir. Bu bağlamda, Arap ülkelerindeki değişimi ve halk isyanlarını tetikleyen önemli faktörlerden birinin de, küresel güçlerin bölge üzerinde oynadığı oyunlar ve yaptıkları ince hesapların olduğu aşikârdır. 

Bu güçlerin bölge üzerinde hem yaptıkları işbirliği hem de güç mücadelesi bağlamında, Arap ülkelerinde otoriter yönetimlere karşı gösterilen halkın tepkisine ve hareketlerine ciddi ölçüde payı olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Libya’daki halk direnişinden sonra NATO güçlerinin bölgeye müdahale etmesi, halkın rejimin değişmesi konusundaki tutumunu daha da artırmış ve tetiklemiştir. Başka bir ibareyle, NATO’nun Libya’ya müdahalesinde olduğu gibi küresel güçler tarafından halk hareketinin uzun süreli ayakta kalması için, askeri teçhizat ve çıkara dayalı siyasi destek yapılmasaydı, Arap ülkelerinde meydana gelen olaylarda halkın yönetime karşı bu kadar gösterilere devam etmesi zor olacağı ifade edilebilir. Arap ülkelerindeki yönetimlere yönelik başlayan halk isyanları olarak kabul edilse de, daha sonra bölgesel ve küresel güçlerin yardımına ve hatta vekâlet savaşlarına dönüştüğüne dikkat çekmek gerekir.

Bu bağlamda Arap ülkelerinde baş gösteren halk ayaklanmalarıyla birlikte bölge üzerinde birçok küresel aktörün siyasi, ekonomik ve nüfuz kurma mücadelesine yol açmaktadır. Değişim sürecine giren Arap ülkelerinde ortaya çıkan otoriter boşluğu doldurma ve Orta Doğu’da etkinlik kurmak isteyen tüm aktörler, bölgedeki pastadan aslan payı elde etmeye çalışmaktadır. Özellikle Kaddafi sonrası Libya üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan Fransız ve İngiliz petrol şirketleri, 2011 yılında Trablus direnişçilerin eline geçer geçmez Ulusal Geçiş Konseyi ile anlaşmak için görüşmelere başlamıştı. Ayrıca Fransa ve İngiltere, Libya’daki direnişçilere Kaddafi’ye karşı her türlü desteği sağlamaya çalışmıştır. 1 Eylül 2011 tarihinde Paris’te yapılan Libya konferansı sırasında Rusya’nın, hemen Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’ni resmen tanıdığını açıklamıştı. 

Aslında Aralık 2010’dan bu yana başta Libya olmak üzere Suriye, Yemen, Sudan, Cezayir ve genel olarak Orta Doğu üzerinde keskin bir güç mücadelesi söz konusudur. Rusya’nın, Kaddafi sonrası Libyalı muhalif grubundan yana bir tavır almasının iki nedeni vardır. İlk nedeni, Kaddafi döneminde, Rusya ile Libya arasında 4 milyar dolarlık bir silah anlaşmasının var olduğudur. Moskova’nın Trablus’taki yönetimi tanımasındaki temel gayenin, Libya’da kurulan yönetimle de söz konusu sözleşmeyi devamlı kılmaktı. Diğer neden ise, Rusya’nın bölgedeki gelişmelerden uzak kalmamak ve bölgedeki etkinliğini devam ettirmek isteğidir. Dolayısıyla Rusya, Arap ülkelerindeki değişimle ve Suriye’deki iç savaşla birlikte Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Doğu bölgesinde kendine yeniden nüfuz alanları açtı. 

Orta Doğu’daki Krizler ve Türkiye’nin Libya Politikası

Arap ülkelerindeki değişimin bölgesel ve bölge dışı aktörlerin de değişmesine sebep olduğu ifade edilebilir. Çünkü otoriter rejimlerin yerine farklı anlayışlara sahip yönetimlerin gelmesi, hem bölge ülkeleri arasındaki ikili ve çok taraflı diplomatik, ekonomik ve ticari ilişkileri tesiri altına almaktadır, hem de küresel aktörlerin yeniden yönetimsel şeklinin oluşması, ister istemez bölgedeki aktör lerin de değişmesine yol açmaktadır. Bu nedenle Arap ülkelerindeki eski yönetimlere yönelik gelişen kontrolsüz gösterilerin sonucunda deyim yerindeyse ABD’ye yakınlığı ile bilinen liderler, Arap halkı tarafından devrilmiştir. Bu açıdan bakıldığında ABD yönetimi, bölgede eski müttefiklerini kaybetmeye başladıktan sonra Suriye’de PKK/YPG terör örgütüyle, diğer ülkelerde ise devlet dışı aktörlerle ilişkilerini güçlendirmeye başlamıştır. 

Bu çerçeveden bakıldığında bundan sonra ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir. Çünkü liderlerini deviren ve isyana devam eden Araplar arasında, söz konusu gösterilerin sonucunda elde edilen başarının ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya) tarafından müdahaleye uğraması ve kontrol altına alınması kaygısı hâkim olmuştu.

Öte yandan Orta Doğu’da tek NATO üyesi olan Türkiye’nin Libya’ya karşı sergilediği tutum dikkate alındığında Ankara, Libya’daki gelişmelerin 
başlangıcında Libya’da bulunan Türk işçilerinden dolayı temkinli bir politika izlemiştir. Ardından yaşanan gelişmelerin seyrine göre Türkiye, Libya muhalefetine tam destek 

“ ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: 
Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli 
durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir.”verdiğini duyurmuştu. Türkiye, Libyalı muhalefet grubuyla İstanbul’da çeşitli konferanslar düzenlemiş ve bunun sonucunda Libya Temas Grubunun kurulmasına öncülük etmiştir. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 23 Ağustos 2011 tarihinde Bingazi’yi ziyareti etmiş, Türkiye’nin, Ulusal Geçiş Konseyi’ne sağladığı 
300 milyon dolarlık yardımın 100 milyon dolarını nakit olarak yardım yapmıştır. 

Başka bir ifadeyle Türkiye’nin Fransa’yla Libya üzerinde rekabet içinde olduğu analizleri yapılmıştır. Aslında Libya üzerinde bu kadar rekabet ve güç mücadelesinin Kaddafi sonrası Libya’daki Türkiye’nin konumunu riske altında olduğu da söylenebilir. Kaddafi döneminde Libya’da, Türk müteahhit ve müşavirlik firmaları 2009-2010 yılları arasında 7 milyar 627.2 milyon dolar tutarında proje almıştır. Türk inşaat firmaları ise bu rakamın 23 milyar dolar olduğuna işaret etmektedir. Libya olaylarından sonra yukarıda gösterilen rakamların yarısından fazlası kadar zararın olduğunu da dikkate almak gerekir. Böylece Ankara’nın, Libya krizindeki girişimlerine bakıldığında, bu ülkedeki eski varlığını yakalamasının konjonktürel anlamda zor olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Libyalı muhalif grubu ağırlaması, destek olması ve hatta Kaddafi güçleri tarafından yaralanan Libyalıların Türkiye’de tedavi görmelerini sağlamasına rağmen Trablus düştükten sonra Libya’da “teşekkürler Fransa” 
şeklindeki pankartları öne çıktığı unutulmamalıdır. 

Ankara, Libya’da çok zor bir güç mücadelesine girmiştir. Bu mücadeleyi kazanıp kazanamayacağını zaman gösterse de, aslında Libya’daki yerel, bölgesel ve küresel bağlamındaki çok aktörlü bir sahaya dönüştüğünü ifade etmek mümkündür. 

Orta Doğu’da NATO Müdahalesi Çözüm mü? 

Orta Doğu’da süregelen gelişmelerin ve halk ayaklanmaları gibi olaylara bölgedeki müdahaleci güçlerin genellikle ABD merkezli organize ve koalisyonlara tanıklık edilmiştir. Ancak son dönemlerde bölgede ve özellikle Libya’da baş gösteren halk ayaklanmalarına yönelik ABD yerini dolaylı olarak NATO’ya bırakmak istediği söylenebilir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’ı işgalinden sonra bölgede oluşturduğu güvensizlik ortamının ve nispeten de olsa, uğradığı askeri başarısızlık Obama yönetimi döneminde değişim sürecine giren Arap ülkelerine askeri müdahalede bulunma cesaretinin kırıldığı görülmektedir. 

Bilhassa Arap kamuoyunda ABD’ye yönelik oluşan güvensizlik kırılan cesaretin önemli çizgilerden biridir. Washington yönetimi, Orta Doğu halkları arasında oluşturduğu müdahaleci ve işgalci imajını değiştirmek istediği için Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarına sadece söylem ile NATO ve Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin adı altında harekâta geçmeye çalışmıştı. 

Kaddafi güçlerinin, Libya’daki göstericileri bastırmak amacıyla uyguladığı şiddetin sonucunda, başta Fransa ve ABD olmak üzere 19 Mart 2011 tarihinde NATO güçleri Libya’ya müdahalede bulunmuştur. NATO’nun bu tutumu Araplar arasında önemli bir yankı uyandırmıştır. Araplar, Batılıları genellikle sömürgeci olarak görse de NATO’nun Libya’ya müdahalesiyle, özellikle Fransa ve İngiltere’ye karşı duydukları kinin ve nefretin yerini sempatinin aldığı görülmüştür. Arapların bu konudaki genel görüşü NATO’nun desteği olmasaydı, Kaddafi güçlerinin Libya’daki tüm göstericileri katledebilirdi. Bu nedenle Libya’daki olayların ardından bölgedeki müdahaleci aktörlerin rol değişimine uğradığı değerlendirilebilir. Dahası Libya lideri Kaddafi’nin, NATO’nun yaptığı 7459 sorti ve harcanan 2 milyar doları aşkın para ile devrildiği ifade edilmektedir. 
Finansmanını sağlayan ülkelere bakıldığında, ABD 938 milyon dolar, İngiltere 362 milyon dolar, Fransa 359 milyon dolar ve İtalya 320 milyon dolar harcamıştır. Kaddafi’nin devrilmesi için harcama yapan ülkelerin Libya’yı kolay kolay terk etmeyeceği görülmelidir.

Libya’daki sürece NATO’nun müdahalesi dikkate alındığında, 2011 yılında Arapların yeni kurtarıcısı olarak nitelenen NATO’nun, Libya’daki başarısının ardından acaba Suriye’ye ve Arap ülkelerindeki diğer benzeri gelişmelere müdahale eder mi?” sorusunu gündeme getirmişti. 
Arapların NATO’nun müdahalesine olumlu yaklaşmalarını iki şekilde açıklanabilir. Bunlardan birincisi 20 Ekim 2011 tarihinde NATO güçlerinin yardımıyla Libya lideri Kaddafi’nin öldürülmesinin ardından ülkeden çekilmesi, Arapların NATO’yu kurtarıcı olmasına ve sempati duymasına sevk ettiği söylenebilir. Çünkü ABD misali Irak’ı işgal edip Saddam’ı devirdikten sonra ülkeye yerleşmemiştir. Diğer neden ise, NATO örgütünün içinde Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin de içinde bulunması Arapların NATO’ya olumlu bakmasında önemli bir etken olduğu kabul edilebilir. Dolayısıyla, Libya’daki müdahalesinden sonra Arap ülkelerinde otoriter iktidarların halka karşı silahlı güce başvurduğu durumlarda, NATO Araplara kurtarıcı olarak takdim edilmekteydi. Hatta Libya’dan sonra Suriye’ye müdahale olasılığı da tartışma konusu olmuştu. Aslında NATO’nun Libya’ya müdahalesinin temel amaçlarından biri de, Afganistan’daki başarısızlığının ardından Libya’da 
başarılı olması NATO’ya motivasyon kaynağı olduğunun da altını çizmekte fayda vardır. 

Sonuç

Libya’da, halk direnişinin kanlı başlamasının Fransa ve NATO’nun müdahale etmesini gerekli kıldığını söylemek mümkündür. Libya’da olayların başlamasıyla Kaddafi’ye karşı yönetimdeki bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halk direnişine destek vermesi Kaddafi’yi Sırbistan’dan paralı askerler tutmaya sevk etse de iktidardan devrilmesini önleyememiştir. Ancak Suriye’deki hadiseler Libya örneğiyle karşılaştırıldığında Esed rejimine bağlı bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halkın safına geçtiği çok az sayıdadır. Bu bağlamda Şam’ın güçlü kalmasına hizmet eden en önemli etkenlerden birisi üst düzey devlet görevlilerin yönetimin yanında tavır almasıdır. 

Öte yandan ABD tarafından kurulmaya çalışılan Arap NATO’sunun yükleneceği misyonun İran’a yönelik bir hamle olacağı ihtimali yüksektir. 

Peki, Arap NATO’su mümkün mü? Aslında Arap ülkeleri arasında yaşanan siyasi ve diplomatik sorun ve krizlerin artığı bir dönemde ortak bir Arap gücünün kurulması uzak bir ihtimal olmasa da başarılı olacağı hususu tartışmaya meyyal bir konudur. Dolayısıyla Arap NATO’sunun kurulması; bölgesel olarak Orta Doğu’da ve Arap dünyasında yeni kutuplaşmalara ve askeri/siyasi liderlik rekabetinin derinleşmesine yol açabilir. 

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. 

Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 

BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel 
düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

 Ali Semin, Yazar Hakkında, 

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

***

23 Mart 2020 Pazartesi

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2 



Fuller Raporunda: 

“... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel 
kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. 

Fuller, 
Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 

Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati 
çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 

Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak.  Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. 

Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam,

 “ Amerikalılar’ın iyi İstihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, 
diyor. 

   ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. 

Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

   ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “ Barış için Güç ” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 

   1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin 
Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir.

 Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya 
Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 

1980’ lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte - takma adı Abu Abdullah-Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetece tir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 

Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 

Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 

1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 

İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. 

Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. 

Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. 
Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 

Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. 

Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 
1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. 

Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens 
Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 

Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 

Bunu belki asla Öğrenemeyeceğiz. 

Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam., 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. 

CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. 

Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 

Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, 
şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.” demiştir.18  

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. 

     Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur. 23” demiştir. Yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
    ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. 

ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. 

Ortadoğu’da Petrol ve Köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les İslamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, Israel et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir Petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin 
    yaşadığını belirtelim. Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nas›l 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administratıon Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
    Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent ‹slam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "İslam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of ‹slam" Hiddle East İnternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against İslam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 



***

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1 




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 
Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F.Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI.,

Giriş: 


     Sovyetler Birliği çökene kadar, Siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmaz dı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

    Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. 

    Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. 
İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

    1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. 
Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi-ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 

Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi., 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. 
   Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli Petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. 

Araştırdıkları alanları 60 seneliğine Kiralayacaklardı. 

Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı  1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında Ekonomik, Ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. 

    ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 
milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. 

Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir Devrin İran’ı gibi, Ahlaki açıdan savunula bilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. 

Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 
ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz Hegemonyasına son verecektir. 

ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap Milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. 

Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 

1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamış tır. 

Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, 
Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu Cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. 

   Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 

1970’lerde Pan-Arabizmin yanında Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. 

   Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. 

Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 

    1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 

    1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. 

Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 

Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 

Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. 

Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. 

Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan 
yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. 

   Bu yeni Strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. 

   Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. 

Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. 

Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. 

Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. 

Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilir di, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin Militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. 

   Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “ Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı? ” adlı raporun yazarı. 

   Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

6 Şubat 2020 Perşembe

Doldurulamayan Çerçeve

Doldurulamayan Çerçeve 



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
10 Ekim 2011



  Geçen haftaki makalemde General de Gaulle’den bahsetmiştim. 

Aziz okuyucularımdan “General de Gaulle ile ilgili niçin bir kitap yazmadığımı soran ve hiç olmazsa geniş bir şekilde anlatacağım bir makale” isteyen çok sayıda mesaj aldığım için bu yazıyı kaleme aldım. İnşallah kitap da nasip olur. Değerli ilgilerinize şükranlarımı sunuyorum. General de Gaulle’ün Allah’ın yarattığı üstün  özelliklere sahip istisnai değerlerden biri olduğuna inanıyorum. De Gaulle her şeyden önce kâinatın, yaradılışın sırrını idrâk etmiş bir mümindir. En sıkıntılı zamanlarında, ortalık simsiyah kesilmişken O, her zamanki sakin haliyle  köyüne gider, köyünün kilisesinde itikâfa çekilirdi. Bir, iki, bazen üç gün süren dua ve niyazlardan sonra bir karara varır ve dışarıya çıkarak kararını uygulamaya koyardı.İlahi mesaj peygamberlere vahiy, velilere ilhamla gelir. Kâmil yani tekamül etmiş ruhlar da bu mesajı alır. İşte General de Gaulle bu bahtlılardandı. Köyünün kilisesinde dua eden bu adam, “her nefes Rabbiyle beraber” dedirtecek kadar dikkatli ve kendi vücud-u memleketinin sahibiydi. 

“Beni bana bırakma” dikkati ile; “ahlâk ve fazilet”, “ilim ve imân” O’nun ömür boyu takipçisi olduğu ışıklarıydı... İlim adamlarına olan saygısını hiç kaybetmedi. İlim âşığı tutumu üniversitelerde  şevki, çalışma azmini artırmıştı. Akademisyenler eserlerini, araştırmalarını saygı ve sevgi dolu ibarelerle O’na ithâf ediyorlardı.Olayları, alınacak tedbirleri, yeni oluşturulacak kurumları mutlaka üniversite çevreleriyle görüşür, tartışırdı. Devlet Başkanlığına giden yolda ilim adamlarından aldıkları hep kilometre taşı olmuştur. Devlet Başkanı olarak yurtdışına yapacağı seyahatlerde mutlaka yanına gidilen ülkenin dilini, tarihini, dinini çok iyi bilen ilim adamlarını alır, seyahat süresince onlarla da görüşürdü. II. Dünya Savaşının yıkık, yorgun Fransa’sını ayağa kaldırmak kolay iş değildi. Dünya komünist Rusya ile kapitalist ABD arasında  ikiye bölünmüştü. İlk planlı ekonomi modeli Rusya’da uygulamaya konulmuştu. Ünlü ekonomi üstâdı François Perroux’u Rusya’ya gönderdi. Binlerce giriş -çıkış (in put-out put) modeliyle kurulmuş olan Marksist Planlama modeli emredici, ekonomiyi bütünüyle ele alan Sovyet Modeli Kalkınmayı incelettirdi.Perroux, Paris’e döndü ve araştırma sonuçlarını De Gaulle’e sundu. 

Neticede yine bir ilk olan “Demokratik Planlama Modeli” kabul edildi. 

Plân devlet kuruluşları için emredici, özel sektör için “yol gösterici” olacaktı. Modelin babası F. Perroux, kapitalist ekonominin insafsız sömürü yapısını Hristiyan dininin manevi değerleriyle ele alıyor, onları insana hizmet ve sevgi çizgisine çekmeye uğraşıyordu. Nitekim de Gaulle’nin iktidarında bu sistemle sosyal devlet öylesine gelişti ki Marksistler, sosyalistler “Eyvah! Bize yapacak iş kalmadı” dediler. İleride Türkiye’nin de kabul edeceği bu model tıpkı Fransa gibi Türkiye’de de ekonomide büyük başarılara ulaşmıştır.De Gaulle engin bir kültür sahibiydi. Raymond Aron’la dostluğu O’nu fikir ve düşünce hürriyeti konusunda çok objektif bir yapıya kavuşturdu. Andre Malraux gibi ünlü bir Marksist yazarı Kültür Bakanı yaptı. Ancak Fransız aydınlarının büyük bir bölümünde görüldüğü üzere onlar önce Fransızdılar. Her konuda önce Fransa geliyor, onu fikri ve ideolojik tercih takip ediyordu.Bunu hiç şüphesiz eğitim sistemi veriyordu. Eğitim alanında çok büyük aşamalar kaydedildi. De Gaulle reformları ile hemen her fakülteye ekonomi ve felsefe dersleri kondu. Ülkede eğitim, kültür, sanayi, tarım gelişirken frank güçlü bir para oldu.General de Gaulle’ün önünde iki önemli düğüm vardı. Bağımsız olmak isteyen Tunus, Fas, Cezayir gibi Afrika’daki bütün sömürgeler ile NATO ve Avrupa Müşterek Pazarı. NATO bir yönüyle Fransa-ABD ilişkilerinin dengesiydi.ABD emperyalizmini gördü. Yıllarca NATO’ya  “Hayır” dedi. Avrupa Müşterek Pazarı’na İngiltere’nin alınmaması için direndi. De Gaulle, sadece uzun boyu sayesinde değil, gönlü, aklı, kültürü, fikir ve düşünce çevresiyle de geleceği görüyordu.Siyasi hayatında daima tez üretti, başkalarının iddialarıyla hemen hiç meşgul olmayıp, doğru bildiği yolda yürüdü. Sömürgeler sorununu bitirdi. Hepsi hür ama ekonomide merkez bankaları aracılığıyla Fransaıa bağlı bir konuma getirildiler. 

“Fracofon” denilen bir bölge oluştu.Fransa bütün bunları kolay hazmedemedi. Askeri isyanlar çıktı, grevler başladı. 

Ama bu uzun boylu adam sükunetini hiç kaybetmedi. Zira O’nun sükuneti imanından geliyordu.Bir gün bir alayın kendisine suikast düzenlediği 
yolunda istihbarat aldı. Ansızın o alaya giderek alayın toplanmasını emretti. Kürsüye çıktı, “Şimdi hep birlikte milli marşımızı söyleyeceğiz sonra ben arkamı dönüp yürüyerek alayınızı terk edeceğim. İsteyen sırtıma kurşun sıkabilir”  dedi. Marş hep birlikte söylendi, de Gaulle dik adımlarla yürüyerek gitti. Silahına davranan olmadı.Ne hazin tecelli ki; bu gün de Gaulle’in koltuğunda Sarkozy oturuyor. 

Tıpkı Adenaur’un koltuğunda Merkel’in oturduğu gibi.General de Gaulle daima insan yaratılmış olmanın idrâki içinde, onuruyla yaşadı. 

Onuruyla vefat etti. Arkada öyle büyük bir çerçeve bıraktı ki hâlâ doldurulamıyor. 


Kaynak Yeniçağ: 
Doldurulamayan Çerçeve 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/doldurulamayan-cerceve-20061yy.htm



***

18 Şubat 2018 Pazar

HİLAL-İ AHMER CEMİYETİ’NİN KURUMSAL TARİHİNDE ÖNEMLİ BİR DENEYİM: TRABLUSGARP SAVAŞI (1911-1912). BÖLÜM 2

HİLAL-İ AHMER CEMİYETİ’NİN KURUMSAL TARİHİNDE ÖNEMLİ BİR DENEYİM: TRABLUSGARP SAVAŞI (1911-1912). BÖLÜM 2


Tüm olaylar dikkate alındığında hem İtalyanların hem de Osmanlı Devle-ti’nin farklı şekillerde yürürlükteki anlaşmaları ihlal ettikleri anlaşılmaktadır. Osmanlı 
gönüllü subaylarına doktor ya da sağlık görevlisi kimliklerinin verilmesi ya da resmi makamların buna göz yumması her ne kadar “vatan savunması” için 
yapılmış olsa da, savaşta sağlık görevlilerinin dokunulmazlıklarının kötüye kullanımı olarak değerlendirilmektedir. Kuşkusuz savaş içinde İtalyan savaş gemilerinin Osmanlı sivil gemilerine, hastane gemilerine ve sağlık görevlilerine yaptığı baskıların ve tutuklamaların tek sebebi bu değildir. Fakat bu durum İtalyanların savaş ihlallerine her defasında bu durumu “haklı” bir gerekçe olarak ortaya koymalarına olanak sağlamıştır. Öte yandan İtalyanların savaş boyunca, bandırasına bakılmaksızın, Osmanlı sivil ve hastane gemilerine yaptığı engellemeler ve tutuklamalar Cenevre ve Lahey Sözleşmelerine doğrudan aykırı bir durumdur ve açık bir savaş ihlalidir.120 Üstelik İtalyanların savaş hukukunu hiçe saymaları sadece sivil gemilerle de sınırlı değildir. Savaş içinde asker ve sivillere uyguladıkları kıyım ve vahşet yabancı Batı basınının gündeminde yer almıştır.121 İtalyanların uluslararası hukuka ve insaniyete karşı işledikleri bu suçlar Osmanlı parlamentosunda da görüşülmüş ve 9 Kasım 1911’de bir protesto metni hazırlanarak, Uluslararası Sulh Cemiyeti’ne gönderilmesine karar verilmiştir. 122 

İtalyanların Trablusgarp’ı işgali ve savaş içinde hukuka aykırı uygulamalara gitmesi üzerine Osmanlı Devleti de İtalyanlara karşı bazı hukuki yaptırımlara 
gitmiştir. Örneğin İtalya ile yapılmış antlaşma ve mukaveleler feshedilmiş, İtalyan malları boykot edilmiş, ticari bazıkısıtlamalara gidilmiştir. 
Ayrıca Osmanlı topraklarında yaşayan İtalyanların işlerine son verilerek, İtalyan tebanın ihracına yönelik bazı kararlar alınmıştır. 

Bu kararlar sağlık görevlilerini de kapsamaktadır. 

İtalya vatandaşlarının ihraç kararının ardından, Almanya devreye girmiş ve amele, doktor, dul kadınlar, İtalyan hastanelerinde görevli doktor ve hastabakıcıların, ayrıca Alman konsolosluğunda bulunan memurlar ve fi ziki durumları dolayısıyla uygun olmayan hasta ve yaşlıların ihraçtan muaf tutulmalarını talep etmiştir. Dahiliye Nezareti ise Alman sefi rine, “doktorların ihraçtan istisnası konusunda bir karar yoktur” açıklamasını yaparak, uygulamanın tüm İtalyanları kapsayacak şekilde uygulanacağını bildirmiştir. Bununla birlikte “ancak hastanede görevli İtalyan doktorların ihracından müessese ve hastalar büyük zarar gördüğü takdirde, doktorların 
ihraçtan istisna tutulabileceği” söylenmiştir.123 

Trablusgarp Savaşı’na giden gönüllü subayların, doktorların ya da Hilal-i Ahmer Cemiyeti tarafından gönderilen sağlık heyetlerinin karşılaştıkları tek zorluk 
İtalyanların baskısı değildi. Trablusgarp’a gidenler, bin bir güçlüğün yanı sıra karantina engelini de aşmak zorunda kalmışlardır. Bu tarihte İstanbul’da kolera 
olduğundan yolcuların Mısır’a çıkmasına engel olunuyor, ancak karantinadan geçtikten sonra Trablusgarp’a ulaşabiliyorlardı.124 Örneğin Enver Paşa’nın bulunduğu gemi dört gün karantinada kaldıktan sonra karaya çıkılmasına izin verilmiştir.125 Karantina engelini aşabilenleri bu defa Kuzey Afrika’nın zorlu coğrafi koşulları, insan vücudunu zorlayan iklim şartları, sıkı askeri kontroller ve başka birçok zorluk bekliyordu. 

Karantinadan geçerek bir an önce savaş alanında sağlık hizmeti vermeye çalışan gönüllü doktorlar ve Hilal-i Ahmer heyetleri zorlu bir yolculuk yapmak 
zorundaydılar. Genellikle deniz yoluyla Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a gitmeye çalıştıklarından, gemi yolculuğunun ardından develerle ya da atlarla haf
talarca süren çöl yolculuğu yapmak zorundaydılar. Bu sırada İtalyanların yaptığı ani hücumlardan dolayı yanlarında getirdikleri bütün yiyecek ve giyecekleri 
bırakmak ya da orduya vermek zorunda kalabiliyorlardı. Bu durumda yeniden giyecek ve yiyecek tedarik etmek zorundaydılar. Gemi, tren ve develerle yapılan ve aylarca süren uzun ve zorlu yolculuklarda kaybolma, donma ve ölümle karşı karşıya geliyorlardı. Örneğin Derne ve Şehat hastanelerinde doktorluk yapmış olan Dr. Yüzbaşı Hüseyin Hüsnü Bey, İstanbul’dan yazdığı günlükte İstanbul’dan Trablusgarp’a iki ayda ve son derece zor koşullar altında varabildiğini anlatıyordu.126 

Hilal-i Ahmer heyeti üyesi Ahmet Şerif Bey de İstanbul’dan hareket ederek, 28 gün süren uzun ve çok zorlu bir yolculuktan sonra Trablusgarp’a ulaşabildiğinden bahsetmektedir.127 

Sonuç 

Trablusgarp Savaşı Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinin hızlandıran savaşların başlangıç noktasıdır. Bu savaşta Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’da elinde kalan 
son toprak parçasına saldıran İtalyanlara karşı asimetrik bir savaş yürütmüştür. 
İtalyanlar iyi organize olmuş kara ordusu ve güçlü donanmalarıyla savaşırken, Osmanlı Devleti askeri yetersizlikler ve fiziksel engeller yüzünden ordusunu Trablusgarp’a gönderemediği için savaşı gönüllü subaylar ve yerli kabileler vasıtasıyla sürdürmüştür. Belki de bu özelliğinden dolayı, Kuzey Afrika’da elde kalan son toprak parçasını savunmak “milli bir dava”ya dönüşerek, asker ve sivil tüm Osmanlı toplumunun vicdanında “vatanseverlik” duygularının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hayatlarını tehlikeye atarak gizli yollardan Trablusgarp’ı savunmaya giden gönüllülerin gözünde burası “kutsal vatanın” bir parçası, kendileri de bu uğurda kendilerini feda eden “vatanseverler”dir. Bu milliyetçi söylemleri sadece gönüllü subayların yazılarında değil, cephede yaralanan askerlere yardımcı olmak amacıyla gönüllü olarak Trablusgarp’a gitmek isteyen bazı doktor, cerrah, eczacı, hastabakıcı gibi sağlık personelinin başvurularında da görmek mümkündür. 

Trablusgarp Savaşı Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti tarihinde de önemli bir köşe taşıdır. Cemiyet’in kurumsal tarihinde pek çok ilkin bu savaşta yaşandığını 
söyleyebiliriz. Örneğin 1911’de üçüncü defa ayağa kaldırılan ve “ihyaen tesis” edilen Cemiyet, bu savaşla birlikte geçici olmaktan çıkarak sürekli bir kurum haline gelmiştir. Buna bağlı olarak o zamana kadar geçici olarak kullanılan hilal sembolü de, artık sürekli kullanılmaya başlanmıştır. 

Hilal-i Ahmer, savaş boyunca yürüttüğü faaliyetler ile ülke içinde ve dışındaki Müslümanlar arasında ilk kurumsal imajını da yine Trablusgarp Savaşı’nda oluşturmaya başlamıştır. Savaş boyunca yaptığı çalışmalar, asker ve sivil halka verdiği sağlık hizmeti ve insani destek çalışmaları hem ülke içinde hem de Müslüman dünyada Hilal-i Ahmer’e karşı derin bir sempatinin oluşmasına neden olmuştur. Savaş sonunda İtalyanların öne sürdüğü iddiaya göre, hilal sembolü Müslüman Arap kabileleri arasında sadece bir amblem olmakla kalmayıp, “İslam birliği”ni sembolize etmiş, bu da Türk subaylarına destek vermede oldukça etkili olmuştur. 



Kızıl haç sembolünün ise tam tersi Hıristiyanlığı hatırlattığı o yüzden bu savaşın semboller üzerinden bir hilal-haç savaşı ya da diğer bir söylemle, 20. yüzyılda yeniden canlanan Haçlı ruhuna karşı Müslümanların verdiği kutsal İslam mücadelesi şeklinde yürütüldüğüdür. İtalyanların bu iddiası, Osmanlı Hilal-i Ahmer’inin bu savaşta sadece sağlık yardımı yapan bir kurum olmakla kalmayıp, sosyolojik açıdan da etkili olduğunu göstermektedir. 

Bununla birlikte, Osmanlı hükümetinin fiili asker gönderemediği bu savaşa dünyanın dikkatini çekmek amacıyla kamuoyu oluşturma çabalarında da Hilal-i 
Ahmer’in oldukça etkili olduğu anlaşılıyor. Bu çerçevede Hilal-i Ahmer’e hem Müslüman dünyasından (Hint Müslümanları, İngiltere’de yaşayan Müslümanlar, Mısır, Bosna, Güney Afrika Müslümanları vs) hem de çeşitli Batı toplumlarından ayni ve nakdi yardımlar yapılmış, tıbbi malzeme, ilaç vs gönderilmiş, doktor, cerrah ve pek çok sağlık görevlisi yardım için gönüllü olmuştur. 

Trablusgarp Savaşı’nda Hilal-i Ahmer Cemiyeti ilk kez yabancı Kızılhaç ve Kızılay heyetleriyle birlikte çalışma tecrübesi de edinmiştir. Bu heyetlerle yaptığı 
işbirliği, onun hem savaşta sağlık hizmetleri verme konusunda önemli tecrübeler edinmesine, hem bu konuda eksiklerini yakından görmesine hem de uluslararası 
alanda tanınıp, kabul görmesine yardımcı olmuştur. Trablusgarp’ta edindiği tecrübeler, Hilal-i Ahmer’e daha sonra yapılacak Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nda çok daha etkin bir hizmet verme konusunda büyük yarar sağlayacaktır. 

Trablusgarp Savaşı’nda Hilal-i Ahmer’in uluslararası “dokunulmazlığı”, bazı gönüllü vatansever subaylar tarafından cepheye gizli yollardan gitmek için bir kamuflaj olarak kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nin olanaksızlıkları ve içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, bu durumun vatan savunmasında zorunlu olarak başvurulan bir yöntem olduğu düşünülse de, bu açık bir savaş ihlalidir. Üstelik bu yöntemin fark edilmesi, İtalyanların savaş içinde Hilal-i Ahmer heyetlerine baskı yapmalarına, gözaltına almalarına, esir etmelerine ve yaptıkları birçok savaş ihlaline gerekçe olarak kullanılmıştır. 

DİPNOTLAR;

1 Terra irredenta (irredentismo Italiano): İtalya’nın kuzeyindeki Avusturya-Macaristan topraklarında yaşayan ve İtalyanca konuşan halkların topraklarından başlayarak, Doğu Akdeniz’in tamamını da içine alacak şekilde uzanan geniş toprakları kapsıyordu. Bu aslında Roma İmparatorluğu topraklarını yeniden 
ele geçirme hayaliydi ve İtalyan emperyalizminin temelindeki mitti. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında ortaya çıkan bu ideale dayanarak, İtalyan irredentistleri tarihsel olarak Kuzey Afrika coğrafyasının İtalya’nın dördüncü kıyısı olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yüzden 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali söz konusu olduğunda “L’Italia non Va, Ritorna” (İtalya gitmiyor, geri dönüyor) şeklinde savaşçı sloganlar atılmıştı. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.cyclopaedia.de/wiki/Italian_irredenta (Erişim 
tarihi: 03.13.2016); Fabio L. Grassi, “Niçin Trablusgarp? İtalyan Çıkarması Ardındaki Siyaset ve Kültür”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, İzmir, Bildiriler, yay. Haz. 
Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, s. 41, 42; Paulino Toledo Mansilla, “Trablusgarp Savaşı’nın İdeolojisi ve Propaganda Esasları (1911): Trablusgarp ve Sirenayka’da Çökmekte Olan Osmanlı Kültürüne Karşı Bir Kurtuluş Çaresi Olarak Görülen İtalyan Medenileştirme Misyonu”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, İzmir, Bildiriler, Yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, s. 555-563. 
2 İtalyanlar bu yenilgiden sonra işgal faaliyetlerini Kuzey Afrika’ya çevirdiler fakat bu bölgede etkin olmaktan vazgeçmediler. 1905’e kadar Eritre ve Somali’nin tamamına yerleştiler. Hatta Trablusgarp Savaşı’nda Yemen ve Asir’i de ele geçirebilmek amacıyla savaş alanını Kızıldeniz’e doğru genişlettiler. Fakat 
istedikleri sonucu elde edemediler. Mehmet Korkmaz, “Kızıldeniz’de Rekabet: 1911-1912 Trablusgarp Harbi Sırasında Kızıldeniz’de Osmanlı-İtalyan Mücadelesi”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, sayı:21, Şubat 2013, s. 18, 19. İtalyanlar Habeşistan’ı ele geçirme amaçlarını ise 1934 yılında gerçekleştirdiler. Benito Mussolini, Habeşistan’ı yayılmacı siyasetinin hedefi yaptı ve Habeşistan ile İtalyan Somalisi arasında çıkan bir sınır çatışmasını gerekçe göstererek bölgeye müdahale kararı aldı. Bütün arabuluculuk önerilerini reddederek, 
  3 Ekim 1935'te Etiyopya'yı işgal etti. Bu işgal sırasında zehirli gaz ve hava bombası kullanarak yerli kabileleri dize getirdi. 1936-1941 yılları arasında İtalyan işgalinde kalan Habeşistan, II. Dünya Savaşı’nın sonunda yeniden bağımsızlığını kazandı. Mark Kıshlansky, Patrick Geary, Patricia O’Brien, Civilization in the West, sixth edition, Pearson, Longman, New York 2006, s. 851. 
3 Kuzey Afrika coğrafyasında yer alan Trablusgarp, Tunus ve Cezayir, Osmanlı Devleti’nde “Garp Ocakları” adıyla anılıyordu. Trablusgarp 16. yüzyılda (1551) Osmanlı idaresine girdi. Uzun süre Karamanlı Dayılar tarafından yönetildikten sonra 1834’de İstanbul’a bağlı bir vilayet yapıldı. 19. Yüzyılda bölgenin 
giderek önem kazanması ve Batılı güçlerin çıkar merkezi haline gelmesiyle Osmanlı Devleti Trablusgarp’ta merkezi idarenin güçlendirilmesi amacıyla bayındırlık, ziraat ve ticaret konularında birçok yatırımlar yapıldı ve vilayet yönetiminde yeni düzenlemelere gidildi. Sanayi Mektebi, okullar, hastaneler açıldı, gazeteler ve bankalar kuruldu, 1861’de de Trablusgarp-Malta arasına ilk telgraf hattı döşendi. 1882’de Mısır’ın İngilizler tarafından işgali Abdülhamit’in Trablusgarp’ı askeri olarak da güçlendirmesine neden oldu. Mevcut birliklerin 
sayısı arttırıldığı gibi, yerli halktan kurulan Hamidiye Alayları bölgenin güvenliği için etkin hale getirildi. 

Fakat Meşruiyet döneminde hükümetin Trablusgarp’a olan ilgisi azaldı. İktidara gelen İttihatçılar dikkatlerini iç siyasete ve ağırlıklı olarak Balkanlara yönelttiler. Bu durumdan yararlanan İtalyanlar Trablusgarp’ı işgal etti ve 1912’de yapılan Ouchy Antlaşmasıyla Trablusgarp İtalyan yönetimine geçti. Trablusgarp‘ın Osmanlı hakimiyetiyle ilgili tarihçesi için bkz. Enver Çakar, Doğu Akdeniz Sahilinde Bir Osmanlı Sancağı Trablus (1516-1579), TTK, Ankara 2012 ; Muhammed Tandoğan, Afrika’da Sömürgecilik ve Osmanlı Siyaseti (1800-1922), TTK, Ankara 2013, s. 11-17, Zekeriya Kurşun, “Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin Mukadderatındaki Yeri”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, İzmir, Bildiriler, yay. Haz. 
Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, s. 3-9 ; Ayrıca II. Abdülhamit döneminde Trablusgarp Valisi olan Ahmet Rasim Paşa’nın bölgede yaptığı çalışmalarla ilgili raporu için bkz; Hamiyet Sezer, “II. Abdülhamit 
Döneminde Osmanlı’da Vilayet Yönetiminde Düzenleme Gayretleri-Trablusgarp Örneği ve Ahmet Rasim Paşa”, http://www.eskieserler.com/dosyalar/mpdf%20(443).pdf, (Erişim tarihi: 16.06.2016). 
4 Sir Thomas Barclay, The Turco-Italian War And Its Problems, Constable & Company Ltd , London 1912, s. 13,14. 
5 Commodore W. H. Beehler, 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı, çev. Leyla Yıldırım, İlgi Kültür Sanat Yay, İstanbul 2014., s. 9. 
6 Grassi, a.g.e., s. 44. 
7 Timothy W. Childs, Trablusgarp Savaşı ve Türk-İtalyan Diplomatik İlişkileri, çev. Deniz Berktay, İş Bankası yay., İstanbul 2008, s. 45. 
8 David G. Herrmann, “The Paralysis of Italian Strategy in the Italian- Turkish War, 1911-1912” 
The English Historical Review, vol.104, no.411 (April 1989), s. 336. 
9 İtalya 1902’de Fransa ve Büyük Britanya ile anlaşmalar imzaladı. Alman- Avusturya ve İtalya 
arasında Üçlü İttifak Antlaşması ve Avusturya Macaristan ile bir anlaşma yaptı. 30 Haziran 1902’, 30 
Kasım 1909 ve 15 Aralık 1909’da da gizli antlaşmalar imzaladı. Orhan Koloğlu, Osmanlı-İtalyan Savaşı’nda 
İttihatçılar, Masonlar ve Sosyalist Enternasyonal, Ümit yay., Ankara 1999, s. 55. Barclay, a.g.e., s. 8-18. 
10 Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri, İrfan yay, İstanbul 1992, s. 62. 
11 İtalya’nın Osmanlı Devleti’ne gönderdiği nota şöyleydi; “Trablusgarp ile Bingazi’nin Osmanlı Devleti’nce 
medeniyet nimetinden yararlandırılmadığına, bölgenin kalkınmasının İtalya için birinci derecede bir mesele olduğuna, 
Trablusgarp ile Bingazi’de İtalyanlara vesâir yabancılara karşı Osmanlı memurları tarafından bir takım olumsuz tavırlar 
sergilendiğine, böyle güvensiz bir ortam sebebiyle yabancıların bölgeyi terk etmeye başladıklarına, Osmanlı Hükümetinin ise 
bu duruma kayıtsız kaldığına, işbu notaya yirmi dört saat zarfında cevap verilmediği takdirde bölgenin işgal edileceğine dair 
İtalya Hükümeti’nin 28 Eylül 1911 tarihli notası ile Osmanlı Hükümetinin söz konusu gerekçeleri reddeden cevabî notası, 
Osmanlı Devletinin cevabî notasını yeterli görmeyen İtalya Hükümeti’nin savaşı başlattığına dair notası”. İtalya’nın Osmanlı 
devleti’ne gönderdiği nota ve karşılığında Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya gönderdiği cevabî nota için 
Bkz. Osmanlı Belgelerinde Trablusgarb, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, İstanbul 2013, s. 474- 478. 
12 Barclay, a.g.e., s. 48,49; Hale Şıvgın, Trablusgarp Savaşı ve 1911-1912 Türk-İtalyan İlişkileri, Atatürk 
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1989, s. 39-58; İsrafi l Kurtcebe, Türk İtalyan İlişkileri (1911-1916), 
TTK, Ankara 1995, s. 45-52, Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih, Filiz Kitabevi, İstanbul 1985, s. 352-353. 
13 Adnan Ataç,“Osmanlı Devleti’nde Askeri Sağlık Hizmetleri”, Osmanlı Devleti’nde Sağlık Hizmetleri 
Sempozyumu, Haz. Bilal Ak ve Adnan Ataç, Ankara: 2000, s. 258. 
14 Dr. Hüseyin Hüsnü Bey’in Not Defterinden Trablusgarp Savaşı, yayına Haz. Mebrure Değer, Kurtiş 
Matbaacılık, İstanbul 1998, s. 12. 
15 Hasan Kadri Dirim, “Trablusgarp Harbinde Derne Cephesi Sıhhi Hizmetleri”, Dirim, 31, 1956, s.157; 
Saip Giray, Trablus Harbinde Kızılay (Hilal-i Ahmer), Dirim, Sayı 30, 1955, s. 486. 
16 Dr. Hüseyin Hüsnü Bey’in Not Defterinden ….., s. 11; Nuran Yıldırım, Savaşlardan Modern Hastanelere 
Türkiye’de Hemşirelik Tarihi, Vehbi Koç Vakfı, İstanbul 2014, s. 105. 
17 Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin kuruluş tarihçesi için bkz. Seçil Karal Akgün ve Murat 
Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, Kızılay, Ankara 2000, Türkiye Kızılay Derneği, 73 Yıllık Hayatı, 18771949, 
(yay.y.), Ankara 1950 ; Haluk Perk, Felaketlerin Umut Işığı Türk Kızılayı, Zeytinbunu Belediyesi yay., 
İstanbul 2012; Türkiye Kızılay Cemiyeti Rakam ve Resimlerle Çalışmalarımız, Doğuş Matbaası, Ankara 1959, Orhan 
Yeniaras, Türkiye Kızılay Tarihine Giriş, Kızılay Bayrampaşa Şubesi, İstanbul 2000, Mesut Çapa, Kızılay 
(Hilal-i Ahmer) Cemiyeti (1914-1925), Türk Kızılayı, Ankara 2010. 
18 Akgün ve Uluğtekin, a.g.e., s. 14-40, 49. 
19 Hilal-i Ahmer Genel Merkezi 7 Ekim 1911’de bir toplantı yaparak, savaş bölgesine sağlık ekibi 
gönderme kararı aldı. Bu karar çerçevesinde, savaş boyunca Trablusgarb’a üç sağlık heyeti gönderdi ve 
hastaneler kurdu. Gönderilen heyetlerden ikisi Trablusgarp tarafına (Aziziye, Hums ve Garian) ve biri de 
Bingazi’ye (Derne ve Tobruk) gönderilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti 1331-1329 
Salnamesi, Ahmet İhsan ve Şürekası Matbaası, İstanbul 1329, s. 96, 101-105. 
20 Salname, a.g.e., s. 100. 
21 A.g.e., s. 95; Türk Kızılay Derneği’nin 73 Yıllık….., a.g.e., s. 8. 
22 Dirim, a.g.e., s. 153- 155. 
23 Salname, a.g.e., s. 96, 101-105. 
24 Akgün ve Uluğtekin, a.g.e., s. 31, 32. 
25 Türk Kızılay Arşivi (TKA), klasör no: 7, belge no: 8. 
26 Osmanlı-Rus Savaşı’nda (1877-1878) Uluslararası Kızılhaç Komitesi hem Rusya’ya hem de 
Osmanlı Devleti’ne kullandıkları kızılay ve kızılhaç amblemlerini “koruma işareti” olarak tanıyıp tanımadıklarını 
sormuş, her iki devletin de onayıyla sağlık heyetleri bu amblemleri kullanmıştı. Uluslararası 
Kızılhaç Komitesi 1 Nisan 1911 tarihinde İtalyan Kızılhaç Örgütü’ne bir yazı göndererek, Osmanlı 
Hilal-i Ahmer’inin kullandığı amblemin Kızılhaç amblemiyle eşitliğini ve dokunulmazlığını teyit etmişti. 
Söz konusu yazıda; Osmanlı Devleti’nin Cenevre Sözleşmesi’ni resmen onaylayan devletlerden biri olduğu 
hatırlatılarak, “kızıl haç” armasına gösterilen saygının aynısının “kızıl ay” armasına da gösterilmesi ve korunması 
isteniyordu. İtalyan Kızılhaçı bu yazıya, denizde ve karada İtalyan Kızılhaçı’na saygı gösterildiği 
sürece aynı karşılığın verileceği cevabını verdi. Ayrıca Trablusgarp’taki İtalyan birliklerinin bu karardan 
haberdar edildiklerini bildirmişti. Ahmet Tetik ve Mehmet Şükrü Güzel, Kızılay ve Kızılhaç Belgeleriyle Osmanlılara 
Karşı İşlenen Savaş Suçları (1911-1921), İş Bankası yay, İstanbul 2013, s. 47. Özetle, Uluslararası 
Kızılhaç Komitesi 1878’den itibaren, ilke olarak, Kızılay ambleminin Hıristiyan olmayan ülkelerin koruma 
sembolü olarak kullanımını kabul etmişti. Amblemin resmi olarak kabulü 1929 Cenevre Sözleşmesi’nin 
19. maddesiyle https://www.icrc.org/applic/ihl/ihl.nsf/Article.xsp?action=openDocument&documentId=
B087250D706E5B5EC12563CD00518BA8 düzenlendi. Amblem Türkiye’nin yanı sıra Mısır, Pakistan, 
Malezya ve Bangladeş tarafından da kullanılmaya başlandı. Günümüzde 151 ülkede Kızılhaç, 32 ülkede 
de Kızılay amblemi kullanılmaktadır. Bkz. 
https://www.icrc.org/eng/resources/documents/misc/emblem-history.htm (Erişim tarihi: 23.06.2016). 
27 Dr. Kerim Sebati Bey’in başkanlığını yaptığı bu heyet altı doktor, 15 hastabakıcı ve bir muhasebeci
olmak üzere 22 kişiden oluşuyordu. Heyette operatör Dr. Abdüssalam Bey, operatör Dr. Ziya
Bey, operatör Dr. Rıfkı Bey, operatör Dr. Ali Bey ve Dr. Saip Giray bulunuyordu. Paris’ten satın aldıkları
tıbbi malzemelerle Tunus üzerinden Aziziye’ye giden Birinci Hilal-i Ahmer heyeti, Fırka Komutanlığı’nın
yönlendirmesiyle, Aziziye’de 160 yataklı ve gayet donanımlı bir Hilal-i Ahmer hastanesi kurdu. Heyet
Aziziye’ye geldiğinde burada altı askeri tabip ve Paris’ten gönüllü olarak gelen beş doktordan başka hiçbir
tıbbi kadro yoktu. Dolayısıyla heyetinin gelmesi, bölgedeki doktorları hem malzeme olarak hem de kadro
açısından oldukça rahatlattı. Aziziye Hilal-i Ahmer Hastanesi bir bina ile çevresinde kurulan çadırlardan
oluşuyordu. Tamamen yaralılara tahsis edilen hastane binası daha önce okul olarak kullanılan, bölgedeki
en düzgün yapılardan biriydi. Hastaneyi ziyaret eden H. C. Seppings Wright, bu hastanenin “Londra’daki
modern hastane kadar mükemmeldi” yorumunu yapmıştı. Hastanenin hizmetlerinden en çok faydalananlar İtalyan
harp esirleriydi. Bu hastanede “sinyorlar” adıyla anlayış ve şefkat görüyor ve tedavileri yapılıyordu. 
Bu hastane savaş sonuna kadar hizmet verdi. Salname, s. 76, 77; Giray, a.g.e., s. 485; H.C. Seppings-Wright,
Hilal Altında İki Yıl, çev. Derin Türkömer, İş Bankası yayınları, İstanbul 2010, s. 66, 67.
28 Salname, a.g.e., s. 96-98. 
29 Dr. Besim Ömer, Hanımefendilere Hilal-i Ahmer’e Dair Konferans, Haz. İsmail Hacıfettahoğlu, Türkiye Kızılay Derneği yay, Ankara 2009, s. 164. 
30 TKA, 43/11, 43/17, 43/8.13. 
31 Abdulkarim Abu Shwerib, El-Hilalu’l Ahmar el-Osmani Ve Devruhu fi’l Cihâdi’l Lîbî (Osmanlı Kızılay’ı ve Libya Savaşı’ndaki Rolü), 
Dar-ul Kutub El Vataniyye, 1989, s. 19.(Bu kitabın Arapçadan Türkçeye çevrilmesinde yardımcı olan Kübra Şahin’e teşekkür ederim.) 
32 TKA., 43/2. 
33 TKA., 43/17. 
34 TKA., 43/11. 
35 Kendi Mektuplarında Enver Paşa, yay. haz. M. Şükrü Hanioğlu. Der yay, İstanbul 1989, s. 76. 
36 Hasan Mert, Trablusgarp Savaşı’nda İzmir basınında çıkan yazıları incelediği bir araştırmada, 
yazılan yazıların birçoğunda ortak geçen kelimenin “vatan” olduğuna, Trablusgarp, Bingazi, Tobruk ve 
Derne’nin Osmanlı münevverleri için “vatan” olarak kabul edildiğine dikkati çekmektedir. Hasan Mert, 
“İzmir Basınında Trablusgarp Savaşı”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 1618 
Mayıs 2011, İzmir, Bildiriler, yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, s. 690. 
37 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), DH. SYS. nr. 75-15/1-4, 2-3 
38 TKA., 43/2. 
39 Akgün ve Uluğtekin, a.g.e., s. 55. 
40 TKA., 43/17. 
41 Yıldırım, a.g.e., s. 102, 103. 
42 Salname, a.g.e., s. 100. 
43 Yıldırım, a.g.e., s. 105, 107. 
44 Shwerib, a.g.e., s. 129. 
45 Kemal Özbay, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, cilt I, Yörük Basımevi, İstanbul 1976, s. 84. 
46 TKA., 140/10. 
47 Dr. Besim Ömer Paşa, Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ni “henüz altı aylık bir tıfl-ı nevzâd” 
yani yeni doğmuş bir bebek olarak betimlemişti. Dr. Besim Ömer, a.g.e., s. 167. 
48 Salname, a.g.e., s. 95. 
49 Commodore Beehler, Fransız Kızılhaç Örgütü’nün de Türklere yardım ettiğinden bahsetmektedir. 
Fakat bu konuyla herhangi bir bilgiye ulaşılmamıştır. Beehler, a.g.e., s. 66. 
50 Dr. Hüseyin Hüsnü Bey’in Not Defterinden ….., s. 78. 
51 Akgün ve Uluğtekin, a.g.e., s. 83-87. 
52 Ayrıca savaş boyunca çoğu bağış yoluyla, hayır işleriyle ve ferdi çabalarla da çok sayıda ilaç, tıbbi 
ekipman vs toplanarak, Hilal-i Ahmer’e teslim edilmiştir. Osmanlı Hilal-i Ahmer Salnamesi, a.g.e., s. 95 ; 
Zuhal Özaydın, “Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin Kuruluşu ve Çalışmaları”, https://www.tarihtarih. 
com/?Syf=26&Syz=293938 (Erişim tarihi: 21.06.2016). 
53 BOA, DH.SYS, nr. 75-6/1-6, 27. 
54 “Natal Muhammedans”, The Scotsman, Nov. 9, 1911. 
55 TKA.,19/159. 
56 “Help For Turkish Sufferers in Tripoli”, The Manchester Guardian, Nov 9, 1911. 
57 Hanioğlu, a.g.e., s. 117. 
58 Özbay, a.g.e., s. 82. 
59 Prens Ömer Tosun Paşa’nın gönderdiği ilaçlar Kasr-ı Harun Muharebesi’nde gözünden yaralanan 
ve Derne’de tedavi altına alınan Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’nın tedavisinde kullanılmıştı. Çarpışma 
sırasında gözüne giren kireç parçasından dolayı rahatsızlanan gözleri için asid borikle tedavi edilmeye 
çalışılmış ama istenilen başarı elde edilememişti. Bunun üzerine Suriye’den güçlükle getirilen göz doktoru 
Münir Bey, Derne Hastanesi doktorlarından Dr. Hakkı Bey ile yaptıkları muayenede Mustafa Kemal Pa-
şa’nın konunun uzmanı bir doktor tarafından tedavi dilmesine karar vermişlerdi. Muayene sırasında burada 
bulunan Eşfer Kuşçubası’nın önerisi üzerine bu tedavinin ünlü Avusturyalı Profesör Dr. Fox tarafından 
yapılması konusunda fi kir birliğine varmışlardı. Mustafa Kemal Paşa daha sonra Viyana’da tanınmış bir 
göz doktoru olan Prof Ernst Fuchs tarafından ameliyat edilecektir. Cemal Kutay, Osmanlı Trablusgarb’inde 
(Libya) İtalyan İşgaline Direnen Üç Türk’ün Anıları (Mustafa Kemal-Enver Paşa-Eşref Paşa), 1911-1912, abm yay., 
İstanbul 2016, s. 251-253; Eren Akçiçek, “ Trablusgarp Savaşı’nda Mustafa Kemal (Atatürk)’in Geçirdiği 
Travmalar ve Sağlığı”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, 
İzmir, Bildiriler, yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, s. 548. 
60 Dirim, a.g.e., s. 153- 155. 
61 Shwerib, a.g.e., s. 29. 
62 Dirim, a.g.e., s. 154. 
63 Heyetteki doktorlar, Dr. Goebel, Prof. Dr. Schütze ve Dr. Fritz idi. Prof. Dr. Schütze tifüse yakanıp öldü onun yerine Doç. Dr. Otten gönderildi. 
Garian’daki tifüs salgınına pek çok hastabakıcı yakalandı. 
Bu hastalıktan ölen üç hastabakıcının yerine Almanya’dan üç hasta bakıcı daha gönderildi. Yıldırım, Savaşlardan…… a.g.e., s. 106. 
64 Tetik ve Güzel, a.g.e., s. 49. 
65 Beehler, a.g.e., s. 83. 
66 Dr Goebel savaş sona erdikten sonra, Trablusgarp’taki tecrübelerini Alman Cerrahi Derneği’nin 
42. yıllık toplantısında bir tebliğ olarak sunmuştur. İtalyan kurşunlarının, uçaktan attıkları bombaların 
sebep olduğu yaralanmalar, şarapnel yaralanmaları ve bunların tedavisi konusunda oldukça önemli 
bilgiler vermiştir. Bu bilgiler savaş cerrahisi alanındaki gelişmelere büyük yarar sağlamıştır. Dr. Goebel’in 
tebliğinin ayrıntıları için bkz. “Our Berlin Letter: Military Surgery in Tripoli And in the Balkans”, Medical 
Record, 84/11, Sep 13, 1913, s. 486. 
67 Yıldırım, Savaşlardan …. a.g.e., s. 106. 
68 100. Yılında Trablusgarp Savaşı, Atlas Tarih, Doğan yay., İstanbul 2011, s. 28. Trablusgarp Savaşı’nda 
oluşturulan develi sıhhiye kolları cepheden menzil hastanelerine yaralı taşınmasında oldukça yararlı 
olmuştur. Özbay, a.g.e., s. 81; Seppings-Wright, a.g.e., s. 118, 119. 
69 Özbay, a.g.e., s. 84. 
70 Bu heyet Cuthbert Francis. Dixon Johnson direktörlüğünde oluşturulmuştu. Heyet şu kişilerden 
oluşuyordu: Baş cerrahlar; Bernard Haigh ve Charles Edgar Holton Smith, yardımcı cerrahlar, Robert 
Trail Brotchic ve Joseph S. Lauder, iki erkek hastabakıcı; G. Johnson ve William Kirby. “Turco-Italian War, 
New British Red Crescent Mission for Tripoli”, The Scotsman, Jun 1, 1912, s. 9; “Red Crescent Society in 
Tripoli: The British Field Hospital”, The Scotsman, Feb. 9, 1912, s. 7; Akgün ve Uluğtekin, a.g.e., s. 52. 
71 100. Yılında…. a.g.e., s. 62, 64, Yıldırım, a.g.e., s. 107. 
72 “Zion Jews to Aid Turks: Will Send Doctors and Nurses to Tripoli From Palastine”, New York Times, Dec 10, 1911. 
73 “Alliance Aiding Jews in Tripoli”, The American Hebrew & Jewish Messenger, Apr. 5, 1912. 
74 Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, cilt II, (1908-1914), Remzi Kitabevi , İstanbul 1971, s. 220, 221. 
75 Mansilla, a.g.e., s. 556. 
76 BOA, MV, 154/93. 
77 Barclay, a.g.e., s. 57. 
78 Kurtcebe, a.g.e., s. 12-18. 
79 İtalyan milliyetçilerinin bu düşüncelerine karşı, anarşistler, sosyalistler, Cumhuriyetçiler ve liberal demokratlar 
Trablusgarp işgaline şiddetle karşı çıkıyorlardı. Katolik kilisesi ise işgal yanlısı bir politika güdüyordu. Bunun sebebi, 
Katolik sermayenin elinde olan Banco di Roma’nın Trablusgarp’ta önemli menfaatlerinin olmasıydı. Grassi, a.g.e., s. 42. 
80 Childs, a.g.e., s. 40, 41; 
81 Şıvgın, a.g.e., s. 24. 
82 Ahmet Şerif, Arnavutluk’da, Suriye’de, Trablusgarb’de Tanin, cilt II, haz. Ahmet Çetin Börekçi, Ankara: TTK, 1999, s. 274. 
83 Enver Paşa Kuzey Afrika’ya gitmeden önce dönemin Osmanlı padişahı ve 114. İslam halifesi 
olan V. Mehmet Reşad’ın (1844-1918) kızlarından biri olan Naciye Sultan ile nişanlanmıştı. Enver Paşa 
Trablusgarp’a gittikten sonra, 16 Kasım 1911’de Zaviye-i Ümürsüm’den yazdığı bir yazıda, Arapların kendisine 
duydukları saygı ve itaati şu şekilde anlatmıştı: “vali tayin ediyor olmam belki sizi şaşırtacak ama ben Halife 
tarafından gönderilen biriyim ve sultanın damadıyım. Bir tek bu bağlantı bana yardım ediyor. Araplar hürriyet kahramanı Enver 
Bey’i ya da erkân-ı harb (binbaşısı) kumandan Enver Bey’i tanımıyorlar ama Halifenin damadına saygı gösteriyorlar….”, 
Kendi Mektuplarında……, a.g.e., , s. 93, 115; konu ile ilgili ayrıca bkz. Şıvgın. a.g.e., s. 73-75. 
84 “Arab Amazons in Tripoli”, New York Times, May 19, 1912. 
85 Herrmann, a.g.e., s. 336, 344. 
86 Dr. Hüseyin Hüsnü Bey’in Not Defterinden ….., s. 12, 13. 
87 Salname, a.g.e., s. 105. 
88 Shwerib, a.g.e., s. 135. 
89 Salname, a.g.e., s. 105. 
90 Shwerib, a.g.e., s. 29. 
91 A.g.e., s. 25. 
92 A.g.e., s. 125. 
93 Missionary Herald, vol. CVII, no:12, December 1911, s. 552. 
94 Şıvgın, a.g.e., s. 66-73; Marie-Odile Moreau, “Ottoman Resistance During the Turkish –Italian War”, 
Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, İzmir, Bildiriler, 
yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, s. 80. 
95 Beehler, a.g.e.,, s. 72, 73. 
96 Childs, a.g.e., s.110. 
97 Dr. Hüseyin Hüsnü Bey’in…… a.g.e., s. 6. 
98 Aslında 1907 tarihli Lahey Sözleşmesi’ne göre, Kızılhaç veya Kızılay amblemi taşıyan hastane gemileri 
‘dokunulmaz’ kabul edilerek, savaş boyunca yaralı ve hasta askerlere hizmet etmeleri uluslararası 
düzeyde garanti altına alınmıştı. Bu durumda muharip devletlerin hiçbir şekilde bu görevdeki kişilerin görevlerini 
engelleyecek bir uygulamada bulunmamaları gerekiyordu. Lahey Sözleşmesi’nde “Convention on Hospital Ship” 
başlığı altında yer alan bu maddeler için bkz. 
https://www.icrc.org/ihl/INTRO/175?OpenDocument (Erişim tarihi: 13.02.2016). 
99 Shwerib, a.g.e., s. 
100 Salname, a.g.e., s. 96-98; Giray, a.g.e., s. 485. 
101 Ahmet Şerif, a.g.e., s. 241. 
102 A.g.e., s. 246. 
103 BOA, BEO 4049/300612, belge no: 3. 
104 Bu antlaşma İsviçre'nin Lozan şehri yakınındaki Ouchy kasabasında imzalandığı için Osmanlı 
Devleti tarafından Ouchy (Uşi) Antlaşması, İtalyanlar tarafından Trattato di Losanna olarak bilinmektedir. 
Antlaşmanın tam metni için bkz, Childs, a.g.e., s. 279-283. 
105 Korkmaz, a.g.e., s. 34. 
106 Beehler, a.g.e., s. 72. 
107 Salname, a.g.e., s. 101-104; Giray, a.g.e., s. 486, 487. 
108 “Italian Shell Town: Repulse Turks in Battle in Desert Near Tripoli, The Washington Post, Jan 20, 1912. 
109 Tutuklananlardan sadece bir subayın gitmesine izin verilmediği, bu kişinin de Hilal-i Ahmer’de 
görevli olmadığı ve yanında çok miktarda para bulunduğu belirtilmiştir. Beehler, a.g.e., s. 73. 
110 Salname, a.g.e., s.101-104; Giray, a.g.e., s. 486, 487. 
111 Shwerib, a.g.e., s.. 
112 Bu olaydan iki gün önce de, 16 Ocak 1912’de Kartaca adında bir Fransız Posta Vapuru İtalyan torpidosu tarafından, içinde bir uçak bulunduğu 
gerekçesiyle tevkif edilmiş ve yine Cagliari Limanına götürülmüştü. 
113 Trablusgarp’ı nasıl aldık?, Haz. Tahsin Yıldırım, DBY yay., İstanbul 2012, s. 96, 97. 
114 Tetik ve Güzel, a.g.e., s.50, 51. 
115 Besim Ömer, IX Washington Salib-i Ahmer Konferansı’nda Memuriyetim ve Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne Tekliflerim, İstanbul: 1328, s. 8. 
116 Dr. Hüseyin Hüsnü Bey’in Not Defterinden ….., s. 11. 
117 Korkmaz, a.g.e., s. 25. 
118 Cenevre Sözleşmesi’nin 14. maddesi şöyledir; Art. 14. If mobile sanitary formations fall into the power 
of the enemy, they shall retain their ' matériel, ' including the teams, whatever may be the means of transportation and the 
conducting personnel. Competent military authority, however, shall have the right to employ it in caring for the sick and wounded. 
The restitution of the matériel shall take place in accordance with the conditions prescribed for the sanitary personnel, and, 
as far as possible, at the same time. Sözleşmenin tam metni için Bkz. Convention for the Amelioration of the 
Condition of the Wounded and Sick in Armies in the Field. Geneva, 6 July 1906. https://www.icrc.org/ihl/ 
INTRO/180?OpenDocument (Erişim/Accessed: 20.02.2016) 
119 BOA, HR.HMŞ. İŞO, lef.31. 
120 Trablusgarp Savaşı öncesinde İtalya ve Osmanlı Devleti 1899 tarihli Lahey Sözleşmesi’ni imzalamış 
ve onaylamışlardı. 1907 tarihli Lahey Sözleşmesi’ni ise imzalamışlar fakat henüz onaylamamışlardı. 
Tetik ve Güzel, a.g.e., s. 45. 
121 Savaş sırasında Trablusgarp’ta bulunan Manchester Guardian, Dailly Mirror, Daily Mail, Mor-
ning Post, Daily Graphic ve Frankfürter Zeitung gibi Avrupa basınının savaş muhabirleri İtalyan askerlerin 
kadın, çocuk, genç ayırt etmeksizin yerli halkı doğrudan hedef aldığını, savaş esirlerine de vahşet dolu 
muameleler yaptığını Reuters ajansı muhabirlerinden aldıkları bilgiler doğrultusunda tüm dünyaya duyurmuşlardı. 
Bu gazeteler bilhassa Ekim 1911’de İtalyanlar tarafından yerli halka karşı girişilen ve işgalin başlangıcından 
beri en kanlı dört gün olarak Trablusgarp savaşı tarihine geçen katliamlara dikkat çekmişlerdi. 
Bu haberleri İtalyan başbakanı ise tümüyle inkar etmişti. Wilfrid Scawen Blunt, The Italian Horror And How 
to End It, The Chancery Lane Press, , London 1911, s. 14-22. 
122 Hakan Bacanlı, “1911-1912 Osmanlı-İtalyan Savaşı ve Örikağasızade Hasan Sırrı’nın ‘Hukuk-i 
Düvel Nokta-i Nazarında Osmanlı-İtalya Muharebesi Adlı Eseri’”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı: 21, Şubat 2013, s. 49-50. 
123 Nurdan İpek Şeber, “Arşiv Belgelerine Göre Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı Topraklarındaki İtalyan Tebaya Yansımaları”, Osmanlı Araştırmaları Dergisi, 
Sayı: 38, 2011, s. 25. 
124 1910 yılında Trabzon’da başlayan kolera, önce Karadeniz sahillerine ardından da İstanbul’a sıçrayarak salgın halini aldı. Bu sırada sonbahar manevrası için 
İstanbul Okmeydanı’ndaki ordugahta toplanan ordu içinde de kolera vakaları tespit edilmiş fakat yeterli önlemler alınamamıştı. Askerler vasıtasıyla 
kolera tüm memlekete yayılarak ciddi bir durum almıştı. Aralık ayında kolera vakalarında büyük bir atış görüldü. Alınan sıkı tedbirlerle koleranın önü alınmaya 
çalışıldıysa da Trablusgarp savaşı başladığında İstanbul ve Anadolu’da kolera salgını hala devam ediyordu. Nuran Yıldırım, İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul 
Üniversitesi ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti, İstanbul 2010, s. 90. 
125 Aydemir, a.g.e., s. 219, 227, 228. 
126 Dr. Hüseyin Hüsnü Bey’in Not Defterinden ….., s. 11, 15, 78. 
127 Ahmet Şerif, a.g.e., s. 241-243. 



KAYNAKLAR 

Arşiv Kaynakları 
Türk Kızılay Arşivi (TKA) 

TKA. 7/8. 
TKA.,19/159. 
TKA., 43/2. 
TKA.43/8. 
TKA., 43/11. 
TKA. 43/13. 
TKA.43/17. 
TKA., 140/10. 

Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) 

BOA, DH. SYS. nr. 75-15/1-4. 
BOA, DH. SYS. nr. 75-15/ 2-3. 
BOA, DH.SYS, nr. 75-6/1-6, 27. 
BOA, BEO 4049/300612/ 3. 
BOA, HR.HMŞ. İŞO, 31. 
BOA, MV, 154/93. 

Kitaplar ve Makaleler 

Ahmet Şerif, Arnavutluk’da, Suriye’de, Trablusgarb’de Tanin, cilt II, haz. Ahmet Çetin Börekçi, TTK, Ankara 1999. 

Akçiçek, Eren, “Trablusgarp Savaşı’nda Mustafa Kemal (Atatürk)’in Geçirdiği Travmalar 
ve Sağlığı”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 
16-18 Mayıs 2011, İzmir, Bildiriler, yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, 
TTK, Ankara 2013, ss. 541-549. 

Akgün, Seçil Karal - Uluğtekin, Murat, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, Kızılay yay., Ankara 2000. 

“Alliance Aiding Jews in Tripoli”, The American Hebrew & Jewish Messenger, Apr. 5, 1912. 
“Arab Amazons in Tripoli”, New York Times, May 19, 1912. 
Ataç, Adnan, “Osmanlı Devleti’nde Askeri Sağlık Hizmetleri”, Osmanlı Devleti’nde Sağlık 

Hizmetleri Sempozyumu, Haz. Bilal Ak ve Adnan Ataç, Ankara: 2000, ss. 249-262. 

Aydemir, Şevket Süreyya, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, cilt II, (1908-1914), 
Remzi Kitabevi, İstanbul 1971. 

Bacanlı, Hakan, “1911-1912 Osmanlı-İtalyan Savaşı ve Örikağasızade Hasan Sır-
rı’nın ‘Hukuk-i Düvel Nokta-i Nazarında Osmanlı-İtalya Muharebesi Adlı Eseri’”, 
Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı: 21, Şubat 2013, ss. 45-80. 

Barclay, Sir Thomas, The Turco-Italian War And Its Problems, Constable&Company Ltd, London 1912. 

Beehler, W. H. Commodore, 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı, çev. Leyla Yıldırım, İlgi 
Kültür Sanat yay., İstanbul 2014. 

Besim Ömer, IX Washington Salib-i Ahmer Konferansı’nda Memuriyetim ve Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne 
Tekliflerim, İstanbul 1328. 

 Hanımefendilere Hilal-i Ahmer’e Dair Konferans, Haz. İsmail Hacıfettahoğlu, 
Türkiye Kızılay Derneği yay, Ankara 2009. 

Blunt, Wilfrid Scawen, The Italian Horror And How to End It, The Chancery Lane Press, London 1911. 

Childs, Timothy W., Trablusgarp Savaşı ve Türk-İtalyan Diplomatik İlişkileri, çev. Deniz Berktay, İş Bankası yay., İstanbul 2008. 

Çakar, Enver, Doğu Akdeniz Sahilinde Bir Osmanlı Sancağı Trablus (1516-1579), TTK, Ankara 2012. 

Çapa, Mesut, Kızılay (Hilal-i Ahmer) Cemiyeti (1914-1925), Türk Kızılayı, Ankara 2010. 

Dirim, Hasan Kadri, “Trablusgarp Harbinde Derne Cephesi Sıhhi Hizmetleri”, Dirim, 31, 1956, ss. 153- 155. 

Giray, Saip, “Trablus Harbinde Kızılay (Hilal-i Ahmer)”, Dirim, Sayı 30, 1955, ss. 484-487. 

Grassi, Fabio L., “Niçin Trablusgarp? İtalyan Çıkarması Ardındaki Siyaset ve Kültür”, 
Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 
2011, İzmir, Bildiriler, yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, ss. 37-47. 

“Help For Turkish Sufferers in Tripoli”, The Manchester Guardian, Nov 9, 1911. 

Herrmann, David G.,“The Paralysis of Italian Strategy in the Italian- Turkish War, 
1911-1912” The English Historical Review, vol.104, no.411 (April 1989), s. 332-356. 

“Italian Shell Town: Repulse Turks in Battle in Desert Near Tripoli, The Washington Post, Jan 20, 1912. 

Kendi Mektuplarında Enver Paşa, yay. haz. M. Şükrü Hanioğlu, Der yay., İstanbul 1989. 

Kıshlansky, Mark - Patrick, Geary - Patricia, O’Brien, Civilization in the West, sixth edition, Pearson, Longman, New York 2006, s. 851. 

Koloğlu, Orhan, Osmanlı-İtalyan Savaşı’nda İttihatçılar, Masonlar ve Sosyalist Enternasyonal, Ümit yay., Ankara 1999. 

Korkmaz, Mehmet, “Kızıldeniz’de Rekabet: 1911-1912 Trablusgarp Harbi Sırasında 
Kızıldeniz’de Osmanlı-İtalyan Mücadelesi”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı: 
21, Şubat 2013, ss. 17-43. 

Kurşun, Zekeriya, “Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin Mukadderatındaki 
Yeri”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 
2011, İzmir, Bildiriler, yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, ss. 3-17 

Kurtcebe, İsrafil, Türk-İtalyan İlişkileri (1911-1916), TTK, Ankara 1995 

Kutay, Cemal, Osmanlı Trablusgarb’inde (Libya) İtalyan İşgaline Direnen Üç Türk’ün Anıları 
(Mustafa Kemal-Enver Paşa-Eşref Paşa), 1911-1912, abm yay., İstanbul 2016. 

Mansilla, Paulino Toledo, “Trablusgarp Savaşı’nın İdeolojisi ve Propaganda Esasları 
(1911): Trablusgarp ve Sirenayka’da Çökmekte Olan Osmanlı Kültürüne Karşı 
Bir Kurtuluş Çaresi Olarak Görülen İtalyan Medenileştirme Misyonu”, Osmanlı 
Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, İzmir, 
Bildiriler, yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, s. 555564. 

Mert, Hasan, “İzmir Basınında Trablusgarp Savaşı”, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Sürecinde 
Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, İzmir, Bildiriler, yay. Haz. 

Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK; Ankara 2013, ss. 683-694. 

Missionary Herald, vol. CVII, no: 12, December 1911. 

Moreau, Marie-Odile, “Ottoman Resistance During the Turkish –Italian War”, Osmanlı 
Devleti’nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları 16-18 Mayıs 2011, 
İzmir, Bildiriler, yay. Haz. Mehmet Ersan ve Nuri Karakaş, TTK, Ankara 2013, ss. 77-83. 

“Natal Muhammedans”, The Scotsman, Nov. 9, 1911. 

Osmanlı Belgelerinde Trablusgarb, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 
İstanbul 2013. 

“Our Berlin Letter: Military Surgery in Tripoli And in the Balkans”, Medical Record, 84/11, Sep 13, 1913, s. 486. 

Özbay, Kemal, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, cilt I, Yörük Basımevi, İstanbul 1976, s. 84. 

Perk, Haluk, Felaketlerin Umut Işığı Türk Kızılayı, Zeytinbunu Belediyesi yay., İstanbul 2012. 

“Red Crescent Society in Tripoli: The British Field Hospital”, The Scotsman, Feb. 9, 1912. 

Seppings-Wright, H.C., Hilal Altında İki Yıl, çev. Derin Türkömer, İş Bankası yayınları, İstanbul 2010. 

Shwerib, Abdulkarim Abu, El-Hilalu’l Ahmar el-Osmani Ve Devruhu fi’l Cihâdi’l Lîbî (Osmanlı 
Kızılay’ı ve Libya Savaşı’ndaki Rolü), Dar-ul Kutub El Vataniyye, 1989. 

Şeber, Nurdan İpek, “Arşiv Belgelerine Göre Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı Topraklarındaki 
İtalyan Tebaya Yansımaları”, Osmanlı Araştırmaları Dergisi, Sayı: 38, 
2011, s. 237-262. 

Şıvgın, Hale, Trablusgarp Savaşı ve 1911-1912 Türk-İtalyan İlişkileri, Atatürk Araştırma 
Merkezi Yayınları, Ankara 1989. 

Tandoğan, Muhammed, Afrika’da Sömürgecilik ve Osmanlı Siyaseti (1800-1922), TTK, Ankara 2013. 

Temel, Mehmet, “Trablusgarp Savaşı’nda Osmanlı Devleti ve İtalya Tarafından Savaş Kaçağı 
İlan Edilen Maddeler ve Denizlerde Karşılıklı El Koymalar”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2005, cilt 22, Sayı: 1, ss. 203-214. 

Tetik, Ahmet - Mehmet Şükrü Güzel, Kızılay ve Kızılhaç Belgeleriyle Osmanlılara Karşı 
İşlenen Savaş Suçları (1911-1921), İş Bankası yay, İstanbul 2013. 

“Turco-Italian War, New British Red Crescent Mission for Tripoli”, The Scotsman, Jun 1, 1912. 

Türkiye Kızılay Derneği, 73 Yıllık Hayatı, 1877-1949, (yay.y.), Ankara 1950 

Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti 1331-1329 Salnamesi, Ahmet İhsan ve Şürekası Matbaası, İstanbul 1329. 

Trablusgarp’ı nasıl aldık?, haz. Tahsin Yıldırım, DBY Yay., İstanbul 2012. 
Türkiye Kızılay Cemiyeti Rakam ve Resimlerle Çalışmalarımız, Doğuş Matbaası, Ankara 1959. 
Yeniaras, Orhan, Türkiye Kızılay Tarihine Giriş, Kızılay Bayrampaşa Şubesi, İstanbul 2000. 

Yıldırım, Nuran, Savaşlardan Modern Hastanelere Türkiye’de Hemşirelik Tarihi, Vehbi Koç Vakfı, İstanbul 2014. 

Yıldırım, Nuran, İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul Üniversitesi ve İstanbul 2010 Avrupa 
Kültür Başkenti, İstanbul 2010. 

“Zion Jews to Aid Turks: Will Send Doctors and Nurses to Tripoli From Palastine”, New York Times, Dec 10, 1911. 

Web Sayfaları 

http://www.cyclopaedia.de/wiki/Italian_irredenta (Erişim/Accessed: 13.03.2016) 

https://www.icrc.org/ihl/INTRO/175?OpenDocument (Erişim/Accessed:13.02.2016). 

https://www.icrc.org/ihl/INTRO/180?OpenDocument (Erişim/Accessed:20.04.2016) 

https://www.icrc.org/eng/resources/documents/misc/emblem-history.htm (Erişim/Accessed: 23.06.2016) 

https://www.icrc.org/applic/ihl/ihl.nsf/Article.xsp?action=openDocument&documentId=
B087250D706E5B5EC12563CD00518BA8 (Erişim/Accessed:23.06.2016) 

Hamiyet Sezer, “II. Abdülhamit Döneminde Osmanlı’da Vilayet Yönetiminde Düzenleme 
Gayretleri-Trablusgarp Örneği ve Ahmet Rasim Paşa”, http://www. 
eskieserler.com/dosyalar/mpdf%20(443).pdf, (Erişim/Accessed: 16.06.2016). 

Zuhal Özaydın, “Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin Kuruluşu ve Çalışmaları”, https://
www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=293938 (Erişim/Accessed: 21.06.2016) 



***