BİLGESAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİLGESAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2020 Cumartesi

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Güç Mücadelesi.,

 Suriye’de Bölgesel ve Küresel Güç Mücadelesi.,


30 Nisan 2012


Ortadoğu bölgesinde 2011’in ilk günlerinden bu yana süregelen değişim devam etmektedir. Arap ülkelerindeki otoriter yönetimlere karşı başkaldıran halklar, bölgeyi adeta yeniden inşa etmeye yönelik bir çaba içerisine girmiştir. Suriye örneğinde ise bu durumun bölge genelinde cereyan eden gelişmelerden farklı bir yönde seyrettiği görülmektedir.

“Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçte, Arap halklarının otoriter iktidarlara karşı ayaklanmaları neticesinde Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de yönetimler devrilmiştir. Ancak Suriye’deki Esed yönetimi iktidarını halen muhafaza etmekte, bu durum da önemli soru işaretleri oluşturmaktadır. Bu yazıda Suriye’deki gelişmeler göz önünde bulundurularak, Şam yönetiminin halk ayaklanmasını bastırabilmesine, halka karşı direnebilmesine imkân tanıyan faktörler analiz edilmektedir.

Suriye’deki Halk Ayaklanmasının Gidişatı

Suriye’de halk gösterileri 15 Mart 2012 tarihinden bu yana devam etmektedir. Fakat gösteriler, Esed yönetimine ait güvenlik güçlerinin uyguladığı baskı ve şiddet neticesinde büyük ölçüde bastırılmaktadır. Bu yönüyle Suriye’deki halk ayaklanmaları, diğer Arap ülkelerindeki gelişmelerden oldukça farklılık arz etmiştir. Suriye halkının ilk etapta, 8 Mart 1963 tarihinden beri ülkede uygulanan olağanüstü halin kaldırılması, içişleri bakanlığı başta olmak üzere çeşitli hükümet kurumlarının sivilleştirilmesi, güvenlik birimlerinin görev alanlarının yeniden tanımlanması, yasama, yürütme ve yargı organlarının yapılandırılması, yargının bağımsızlaştırılması ve bireysel hakların tanımlanması (Suriye kimliği olmayan Kürtlere vatandaşlık hakkı tanınması) gibi birçok konuda “reform” yapılması yönünde talepleri bulunmaktaydı.(1) Suriye’deki muhalefetin belki de en önemli talebi, siyasi partiler yasasında değişiklik yapılarak, iktidarın Baas Partisi’nin tekelinden kurtulması veya bu patinin gücünün kısıtlanması olmuştur. Şam yönetimi ise, bu süreç içerisinde söz konusu taleplerle ilgili bazı reformlar yapacağını açıklamış, ancak bu reformları uygulamada gerekli hassasiyeti göstermemiştir.

Suriye’de güvenlik güçlerinin halk ayaklanmalarını bastırmak için uyguladığı şiddet sonucunda 11 bin Suriyeli hayatını kaybetmiş, on binlerce kişi yaralanmış ve tutuklanmıştır.(2) 230 bin Suriye vatandaşı evini terk ederek Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a göç etmek zorunda kalmıştır. Önceden reform isteyen Suriye halkı, meydana gelen şiddet olayları sonucunda Esed yönetiminin son bulmasını talep etmeye başlamıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi Suriye’deki halk ayaklanmaları ve yaşanan gelişmeler Tunus, Mısır ve Libya’daki olaylardan farklı bir mecrada seyretmektedir. Özellikle Esed’in İran, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyesi Rusya ve Çin’in desteğini arkasına almasıyla beraber sorun uluslararasılaşmıştır. Suriye meselesi bir iç siyaset krizinin ötesine geçmiş, bölgesel ve küresel aktörler arasında yeni bir anlaşmazlık konusu haline gelmiştir.

Bu çerçevede Esed yönetimine karşı Suriye’deki halk ayaklanmasının neticeye varamamasının temel nedenleri şu şekilde sıralanabilir. 
Bunlar:
– Başta güvenlik güçleri olmak üzere, Suriye’deki üst düzey yetkililer Tunus, Mısır ve Libya’daki gibi muhalefet safında yer almamıştır. Böylece Esed yönetimi şiddete tevessül ederek Suriye muhalefetini baskı altında tutabilmiştir. Bazı siyasiler ve askerler muhalif saflarda yer alsa da, muhalefet Şam yönetiminin gücünü ve etkisini azaltacak tesire kavuşamamıştır.

– Suriyede devlete hâkim olan ve Beşşar Esed’in mensubu olduğu Nusayriler (ülke nüfusunun %12’sini oluşturmaktadır) devletin tüm organlarında etkilidir. Nusayriler bilhassa Suriye güvenlik güçlerinin tamamına yakınını kontrol ettikleri için ülkedeki muhalif grupları bastırmada başarılı olmuşlardır.

– 29 Temmuz 2011 tarihinde Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ile birlikte Suriyeli muhaliflerin halk gösterisi dışında silahlı mücadeleye girişmesi Esed yönetiminin elini güçlendirmiştir. Çünkü barışçıl yollardan çözüm arandığı bir dönemde silahlı mücadelenin tercih edilmesi, Esed yönetiminin uluslararası kamuoyuna ülkesinin güvenliğini tehdit eden milislerle çatıştığı görüntüsünü vermektedir.

Suriye Muhalefeti ve Esed Rejimi.,

Halk ayaklanması sonucunda rejim değişikliği gerçekleştiğinde meydana gelen boşluğu doldurmak için iyi örgütlenmiş bir siyasi oluşuma ihtiyaç vardır. Bu sebeple muhalif grupların ülkedeki değişim dönemlerinde tek çatı altında toplanması gerekmektedir. Suriyeli muhalifler ise, 2 Ekim 2011 tarihinde Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında İstanbul’da bir araya gelmiştir.(3) Bu toplantı Esed iktidarı aleyhinde gösterilerin başlamasından ancak yedi ay sonra gerçekleştiği için geç kalmış bir girişimdir. Diğer taraftan gerçekleşen birlikteliğe rağmen muhalif gruplar arasında halen devam eden görüş ayrılıkları vardır. Suriye Ulusal Konseyi’ni teşkil eden Müslüman Kardeşler, laikler, liberaller ve Kürtler kendi içerisinde halen ortak bir tavır alabilmiş değildir. Bu gruplar arasındaki yaklaşım farklılıkları ise Esed iktidarının elini kuvvetlendirmektedir.

Suriyeli Kürt muhalefeti, Suriye Ulusal Konseyi’nin Kürtlerin isteklerini gözardı ettiği gerekçesiyle Kürt Ulusal Konseyi adı altında ayrı bir mücadele vermektedir. Kürtler özellikle Suriye’de özerklik taleplerinden dolayı Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında toplanmamaktadır. Kürtlerin bu konudaki tavrının iki önemli sebebi bulunmaktadır. Birinci sebep, Suriyeli Kürtlerin bu yapı içerisinde yer aldıkları takdirde kendilerini uluslararası topluma tanıtmakta zorlanacaklarını düşünmeleri ve konseyin içinde izole olacaklarını değerlendirmeleridir. İkinci olarak ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan Kürtler, Suriye nüfusu içinde yaklaşık  %8-10 civarında bir orana sahiptir ve Nusayrilerden sonra ülkenin en büyük azınlığı konumundadır. Bu nedenlerle Suriyeli Kürtler, kuzey Irak’taki yapıya benzer bir özerklik fikrine sıcak bakmakta, Suriye Ulusal Konseyi ile aynı çatı altında Esed yönetimine karşı mücadele vermeyi reddetmekte ve Konsey’in toplantılarına katılmamaktadır. Hâlihazırda, Kürt unsurların diğer gruplar ile aynı çatı altına girmesi mümkün görünmemektedir.

Diğer taraftan Suriyeli muhalif gruplar bir araya gelme çalışmalarına uluslararası kamuoyunun da desteğini alarak hız kazandırmıştır. Böylece yaklaşık seksen ülkeden oluşan “Suriye’nin Dostları” grubu 24 Şubat 2012 tarihinde Tunus’ta, 1 Nisan’da İstanbul’da ve 19 Nisan’da Paris’te toplanmıştır.(4) “Suriye’nin Dostları” grubunun kurulmasının temel amacı Esed’in iktidardan ayrılmasını sağlamak için uluslararası kamuoyu oluşturabilmektir. Suriyeli Kürtler de bu toplantıya katılmış, ancak toplantı sonunda hazırlanan bildirgeye imza atmadan toplantıyı terketmişlerdir.

Suriye Ulusal Konseyi’nin yapısı ve mevcut kabiliyetleri açısından şu hususlar dikkat çekmektedir:

1. Suriyeli muhalif grupların üçe ayrıldığı söylenebilir. Bunlardan ilki tamamen halktan oluşan ve Esed yönetiminden reform beklentisi olan bir muhalefettir. İkincisi, Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında dış desteklerle beslenen ve ülkedeki halkın temel isteklerini kavrayamamış muhalif gruptur ve Esed sonrası Suriye’de kurulacak olan iktidar için hazırlık yapmaktadır. Üçüncüsü ise, Suriye’deki halk ayaklanmalarından ortaya çıkan gelişmelere belirli bir ideolojik pencereden bakan ve muhalif yapılanmalar içindeki bölünmeye neden olan gruplardır.

2. Muhalefet içerisindeki gruplar Esed yönetimini devirme konusunda anlaşmazlık yaşamaktadır. Bazı gruplar dış müdahaleyle Esed’in iktidardan uzaklaştırılmasını isterken bazı kesimler,  dış müdahale olmadan muhalefetin kendi gücüyle devrilmesini öngörmektedir. Bununla birlikte yurtdışındaki muhalefetle Suriye halkı arasında bir koordinasyon eksikliği yaşanmaktadır. Suriye Ulusal Konseyi üyelerinin çoğu yıllardan beri yurtdışında bulunduğu için halk ile doğrudan bağlantı kurmakta ve halkın isteklerini anlamakta güçlük çekebilmektedir. Çünkü halkın talebi sadece özgürlük ve demokrasi değildir. Halk, özgürlük ve demokrasi talep ettiği nispette sosyo-ekonomik şartlarının geliştirilmesini, refah düzeyinin yükseltilmesini beklemektedir.

3. Suriye muhalefeti, 15 Mart 2011 tarihinden bu yana kendi içindeki çekişme ve hesaplaşmalarla uğraşırken, uluslararası topluma Esed’in protesto gösterileri düzenleyen halka karşı uyguladığı şiddetten dolayı gitmesi gerektiğini tam anlamıyla ulaştıramadığı dikkat çekmektedir. Ayrıca Suriye Ulusal Konseyi, kuruluşundan bu yana başta Türkiye olmak üzere ABD, Avrupa ve Arap ülkeleri tarafından Suriye’nin tek muhalif grubu olarak resmen tanınsa da, Konsey’in uluslararası kamuoyunu yeterince ikna edemediği gözlemlenmektedir.

4. Bu bağlamda Esed rejiminin halka yönelik saldırılarını artırmasına rağmen Suriye muhalefeti içerisinde yukarıda değinilen tefrikadan dolayı uluslararası camia Suriye konusunda net bir tavır alamamıştır. Uluslararası toplum Libya’da olduğu gibi askeri müdahale, tampon bölgesi oluşturma veya diğer seçenekler konusunda kararsız kalmaktadır. Muhalefeti yönlendiren güçlü bir liderin olmayışı da dünya kamuoyunun bu kararsızlığını pekiştirmiş, muhalefete bir bakıma kuşkuyla bakılmasına yol açmıştır.

Dolayısıyla yukarıda sözü edilen faktörler dikkate alındığında Suriye Ulusal Konseyi’nin, Esed yönetimine karşı muhalefetin tüm taleplerini gözönüne alarak ciddi bir şekilde mücadele etmesi gerekmektedir. Tunus, Mısır ve Libya’daki muhalif gruplar, iç çatışmalarını bir kenara bırakarak bir araya gelmiş ve devrimin gerçekleşmesinin ardından anlaşmazlıklarını gündeme getirmiştir. Buna karşılık Suriye’deki hadiseler tam aksi yönde gelişmektedir. Suriye’deki olaylar daha çok muhalefet içi bir mücadeleye dönüşmüştür. Bunun önüne geçilebilmesi için Suriye Ulusal Konseyi’nin Esed sonrası Suriye’nin nasıl kurulacağına dair işaretler vermesine ihtiyaç vardır. Aksi takdirde muhalefet içindeki bölünmüşlük Esed rejiminin ömrünü uzatabilir.   
 
Annan Planı Suriye için Çözüm Olabilir mi?

Suriye’de rejim karşıtı halk gösterilerinin devam etmesi ve Esed’in güvenlik güçleri tarafından halka karşı uyguladığı şiddeti durdurmaması, başta Türkiye olmak üzere Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler’in Suriye sorununa yeni çözüm arayışlarına başlamasına sebep olmuştur. Bu bağlamda 24 Şubat 2012 tarihinde BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabî tarafından yapılan açıklamada, Suriye’deki krizin çözüme kavuşturulması için Kofi Annan’ın BM-Arap Birliği ortak özel temsilcisi olarak atandığı duyurulmuştur. Annan, BM Genel Kurulu’nun 16 Şubat’ta aldığı 66/253 sayılı karar gereğince özel temsilci olarak atanmıştır.(5) Aslında Esed rejiminin bir an önce iktidarı terk etmesi beklenirken, BM ve Arap Birliği’nin Annan’ı özel temsilci olarak ataması dikkat çekmektedir. Çünkü bu atamayla birlikte uluslararası toplum, Esed yönetiminin devrilmesini Suriye için risk olarak gördüğü mesajını vermektedir. Bu durum aynı zamanda Suriye muhalefetinin daha olgunlaşmadığının bir göstergesi olarak da kabul edilebilir.

10 Mart 2012 tarihinde BM ve Arap Birliği’nin özel temsilcisi Kofi Annan, Şam’ı ziyaret ederek Esed ile görüşmüş ve 16 Mart’ta Esed iktidarı ile muhalefet arasında ateşkesin sağlanması için 6 maddelik bir plan sunmuştur. Annan planına Şam yönetimi 27 Mart 2012 tarihinde olumlu cevap vermiş, planın uygulanması için 12 Nisan’da ateşkes ilan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi, Suriye’ye 250 kişiden oluşan bir gözlemci görevi atama kararı almış ve ilk aşamada 16 Nisan’da 30 gözlemci gönderilmesini onaylamıştır. Sonrasında, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun planlanan gözlemci sayısının 250 kişiden 300’e yükseltilmesini talep etmiştir.(6)

Planda yer alan maddeler şu şekildedir:

1. Suriyeli halkın meşru taleplerine ve endişelerine cevap verecek şekilde Suriyeliler tarafından yürütülecek ve herkesi kapsayacak bir siyasi süreç için özel temsilciyle (Annan) çalışmayı taahhüt etmek ve bu amaçla gerekirse (müzakereler için) bir temsilcinin atanmasına onay vermek.

2. Saldırıları bırakıp, BM tarafından gözetilecek ateşkesin derhal sağlanması (bu amaçla öncelikle Suriye hükümetinin, halkın yaşadığı bölgelerde ağır silahlar kullanmaya son vermesi ve askerlerini geri çekmesi, muhalefetin ve Suriye’deki diğer unsurların saldırıları bırakıp ateşkesin sağlanması için işbirliği yapması).
3. İnsani yardımın gerekli olan her yere ulaşabilmesi için ilk adım olarak uygulanmak üzere günde 2 saat insani yardım için çatışmaların durdurulması.
4. Keyfi olarak tutuklanan ve gözaltına alınanların serbest bırakılması.
5. Gazetecilerin ülke içinde serbestçe dolaşmalarının sağlanması.
6. Barışçıl toplanma ve protesto hakkına saygı duyulması.(7)
Hem Suriye yönetiminin hem de muhalefetin plana uyması beklenmektedir. Nitekim çatışan taraflardan biri plana uymadığı takdirde ateşkesten veya barıştan söz etmek mümkün değildir. Yaklaşık 14 aydır gerek Türkiye ve Arap ülkeleri gerekse BM ve Batılı ülkeler Suriye sorununu çözmek için çıkış yolu aramaktadır. Şimdiye kadar Esed yönetimine reform ve ülkenin istikrarı için birçok seçenek sunulmuş fakat herhangi bir ilerleme kaydedilememiştir. Dolayısıyla Annan’ın barış planı Şam yönetimi ve Suriye muhalefeti için son bir çözüm paketi olarak görülebilir.

Plana dikkat edildiğinde, hangi tarafın bu plana riayet edip etmeyeceği ve şayet plan işlevsiz kalırsa Suriye’deki gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği merak konusudur. Annan planı, Esed iktidarı tarafından çözümden çok çözümsüzlüğü ertelemek için istismar edilirse uluslararası karar mercilerinin (BM-Avrupa Birliği, Arap Birliği ve NATO) tutumu değişebilecek midir? Esed iktidarını devirmeye yönelik bir askeri müdahale seçeneğinin tercihi gündeme gelebilir mi? Bu sorunun cevabı bölgedeki ve dünyadaki mevcut şartlarda aranmalıdır. 2012 yılının Kasım ayında ABD’de yapılacak başkanlık seçimi, Avrupa’daki ekonomik kriz, bölgedeki kritik gelişmeler (Irak, Mısır, Libya, Yemen ve İran’ın nükleer programından kaynaklanan kriz) ve Suriye’deki iç dinamikler birlikte değerlendirildiğinde, Suriye meselesinin sancılı bir sürece gireceği tahmin edilmektedir. 

Suriye Krizinin Bölgesel ve Küresel Aktörlere Etkisi
Ortadoğu’da Arap baharı kapsamındaki gelişmelerin bölgedeki birçok dengeyi değiştirdiği gibi küresel aktörlerin de rol değiştirmesine yol açtığı ifade edilebilir. Bölgedeki değişim sürecinde devrilen yönetimlerle birlikte başta ABD olmak üzere tüm güçler, Ortadoğu politikalarını gözden geçirme mecburiyetinde kalmıştır. Arap ülkelerindeki halk isyanlarının başlamasıyla küresel güçlerin başrolde olduğu bir süreç beklenirken, ABD ve Batılı ülkeler beklentilerin aksine diplomatik söylemler dışında “bekle-gör” politikası izlemiştir. Bölgedeki değişim süreci ilerledikçe, değişim öncesinde yapılan tüm hesapların ve planların yeni şartlara tatbikinin mümkün olmadığı fark edilmiştir. 

Suriye, Ortadoğu bölgesinde jeopolitik ve jeostratejik açıdan önemli bir konumdadır. Bu önemli konuma ilave olarak, Esed iktidarının İran’ın müttefiki olması ve ülkenin sosyal yapısındaki etnik-dini çeşitlilik Esed sonrası ülkedeki durumun nasıl bir mecrada seyredeceği yönünde kaygı uyandırmaktadır. Suriye’deki gelişmeler bölge ülkeleri tarafından dikkatli bir şekilde takip edilmektedir. Nitekim Suriye’nin siyasi ve toplumsal yapısı gereği bu sorun başta Türkiye olmak üzere İran, Irak, Ürdün, Lübnan ve diğer Arap ülkelerinin iç meselesi olarak görülebilir. Suriye’nin özellikle Türkiye açısından hayati bir konumda olduğunun belirtilmesi gerekir. Suriye’nin etnik-dini açıdan Türkiye’yle benzerlikleri Ankara için ciddi bir probleme dönüşebilir. Bu nedenle Suriye’deki gelişmeler karşısında Türkiye’nin bekle-gör politikası izlemesi doğru olmaz. Ancak Ankara bu noktada agresif bir aktör görüntüsü de vermemeli, mutedil ve soğukkanlı bir tavır sergilemelidir. 

Suriye’deki gelişmelerin bölgeyi ikiye bölme riski vardır. Tahran, Beşşar Esed’in iktidarda kalmasından yana olduğunu sürekli dile getirmekte, Suriye’deki halk isyanını terör eylemleri olarak nitelemektedir. Mevcut siyasi otoritesiyle Şam, Tahran’ın Şii jeopolitiği hattında nüfuz kurması için önemli bir koridordur. Diğer yandan başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleri ve diğer Arap ülkeleri Esed’in bir an önce iktidarı terk etmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Suriye krizinin mezhepsel boyuta taşınması neticesinde bu bölünme daha da belirginleşebilir. Nitekim Ortadoğu’da son dönemde özellikle Suriye’deki gelişmelerden sonra Şii-Sünni ayrılığına dayalı bir kamplaşma oluşturulmaya çalışılmaktadır. Türkiye, Körfez ülkeleri, Iraklı Sünniler ve Kürtlerden oluşan Sünni bir koridor kurulmak istenmektedir. Örneğin Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin Sünni politikacıları terör örgütü kurmakla suçlaması, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El-Haşimi hakkında tutuklama ve yurtdışına çıkma yasağı çıkarması, bölge için kurgulanmaya çalışılan Şii-Sünni ayrışmasının bir sonucu olarak görülebilir. Bilhassa Haşimi olayından sonra Ankara-Bağdat ilişkilerinde yaşanan gerilimin temel nedenlerinden biri Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumudur. Sözü edilen Sünni bloğa karşı Tahran-Bağdat-Şam-Hizbullah hattında Şii bloğun varlığı hissedilmeye başlanmıştır.

Suriye’deki gelişmeler bölgesel bir ayrışma hatta ayrışma derinleşirse kutuplaşma riskini taşımaktadır. Türkiye eğer böyle bir ayrışmada Sünni blok çizgisinde taraf haline gelirse, kutuplaşma senaryosu gerçeğe dönüşebilir. Bu nedenle Ankara’nın bölgede Sünni-Şii ihtilafı senaryosuyla oluşturulmaya çalışılan ayrışmada taraf olmaması, taraf görünümü verebilecek söylem ve politikalardan imtina etmesi gereklidir. Türkiye mevcut dinamikleriyle Ortadoğu’da muhtemel bir Sünni-Şii çekişmesini engelleyebilecek bir role sahiptir ve bu rolü muhafaza edecek dengeyi sürdürmelidir.

Suriye krizi bölgedeki dengeleri etkilediği gibi, küresel aktörler arasında yeni bir güç mücadelesinin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. 11 Eylül hadisesinden sonra ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesiyle beraber Ortadoğu’daki nüfuzunu yitirdiğini fark eden Rusya, Suriye meselesinde ABD, İngiltere ve Fransa ile rekabete girmiş durumdadır.  Rusya’nın Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Esed rejimi aleyhine tasarlanan kararları veto etmesi ve Esed’in iktidarda kalması doğrultusunda irade göstermesi Suriye üzerinden küresel aktörlerin güç mücadelesine girdiğini ortaya koymaktadır. Demokratik hak ve hürriyetleri amacıyla gösteriler düzenleyen halka karşı silahlı kuvvete başvuran Esed yönetimi; Çin, Rusya ve İran’dan aldığı destekle varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Esed’in uluslararası ölçekte aldığı destekler devam ettiği müddetçe Suriye’deki krizin çözüme kavuşturulamayacağı ve demokratikleşme sürecinin sürüncemede kalacağı ifade edilebilir.


Sonuç

Arap ülkelerinde demokratikleşme istikametinde meydana gelen değişimler Suriye’deki gelişmelerle gölgelenmiş durumdadır. Suriye muhalefetindeki fikir ayrılıkları ve Şam’a sağlanan dış destek bu ülkedeki krizi tırmandırmış, Esed iktidarının otoritesini muhafaza etmesine imkân tanımıştır. Türkiye, Körfez ülkeleri ve Arap Birliği ise Esed’in iktidarı terk etmesi için uluslararası destek arayışına girmiş ancak Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında tüm muhalefeti toplama ve organize etmekte geç kalmıştır.

Bu perspektiften bakıldığında, Suriye’deki olaylar karşısında dış aktörlerin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) Esed’in iktidarı bırakması için somut bir eylemde bulunmaması, Esed sonrası Suriye’nin daha da kötüye gideceği ve hatta bölünerek bir iç çatışmaya sahne olacağı kaygısıyla ilişkilendirilebilir. Benzer bir örnek Irak’ta da yaşanmıştır. 2003 yılında Irak’ın kuzeyinde 1991’den beri “güvenli” bir bölgenin ve birleşik bir Irak muhalefetinin varlığına rağmen, ABD ve İngiltere Irak’a müdahale etmiş ve başarısız olmuştur. Suriye’deki durum Irak’taki durumdan daha vahimdir. Bölünmüş bir muhalefet ve Esed sonrası Suriye’deki siyasi yapının her geçen gün belirisiz bir hale gelmesi, ABD’nin ve Batılı ülkelerin Suriye’ye olası bir müdahalesini engellemektedir. Çünkü ABD, Afganistan ve Irak işgalinden sonra uğradığı maddi ve manevi kayıplardan kendisine ciddi bir ders çıkarmış olabilir. ABD’de Kasım 2012’deki başkanlık seçimleri sona erse ve Suriye muhalefetinin şimdiki konumu devam etse dahi yine de Suriye’ye askeri bir operasyon düzenlenmesi uzak bir ihtimaldir.

Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde, Türkiye açısından da Suriye sorunu büyük önem arz etmektedir. Türkiye Suriye olaylarından sonra ülkesine aldığı Suriyeli mülteci sayısı 25 bin civarındadır. Suriye krizi, Ankara açısından politik, ekonomik ve en önemlisi güvenlik anlamında ciddi bir tehdittir. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye konusundaki kaygıları doğal karşılanmalıdır. Suriye’deki şiddet olaylarından dolayı düşünülen “tampon bölge” oluşturulması ise Suriye’den gelen göçü önleyebilir. Fakat bu durum Suriye’nin bölünmesine de yol açabilir. Başka bir ifadeyle Suriye için düşünülen tampon bölge oluşturma formülü 1991 yılındaki Irak’ın kuzeyindeki yapıyla benzer şekildedir. Bu açıdan Türkiye’nin güneydoğu sınırında Suriye adında ikinci bir Irak’ın ortaya çıkmasına müsaade edilmemelidir.

Özetlemek gerekirse Suriye meselesi artık tek bir ülkenin iç meselesi olmaktan öte bölgesel ve küresel bir sorun halinde tartışılmaktadır. Esed’e karşı barış planları dışında siyasi, askeri ve ekonomik anlamda uluslararası bir baskı kurulmadıkça Esed iktidarının devrilmesinin zor olacağı belirtilmelidir.

Ali SEMİN
BİLGESAM Ortadoğu Uzmanı

SonNotlar:
(1) Ali SEMİN, “Suriye’deki Olaylar ve Esad’ın Reform Planı”, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1021:suriyedeki-olaylar-ve-esadn-reform-plan&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150, Erişim, 15.04.2012.
(2) http://www.bbc.co.uk/arabic/middleeast/2012/04/120421_syria_clashes_fire.shtml
(3) http://www.aawsat.com/details.asp?section=4&article=640629&issueno=11980
(4) http://arabic.upi.com/News/2012/04/21/UPI-52471335010422/
(5) http://www.ntvmsnbc.com/id/25324963/
(6) http://www.algareda.com/2012/%D8%B3
(7)  http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/03/27/suriyeden-flas-karar
http://www.tuicakademi.org/suriyede-bolgesel-ve-kuresel-guc-mucadelesi/




***

3 Ekim 2020 Cumartesi

BİLGESAM (BİLGE ADAMLAR STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ) TANITIMI

BİLGESAM (BİLGE ADAMLAR STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ) TANITIMI


 



Tugay Büyük*

Trakya Üniversitesi Uluslararası ilişkiler bölümü 2.sınıf öğrencisi 


   Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Şişli-İSTANBUL merkezli, 2007 yılında kurulmuş, bağımsız bir stratejik araştırmalar merkezi, düşünce kuruluşudur. 

“ Küresel ve Bölgesel Barış, Huzur ve Refah için… “ sloganıyla yola çıkmış olan BİLGESAM’ın yurtiçi ve yurtdışında da birçok temsilciliği bulunmaktadır. Kurulduğu günden bu yana başkanlık görevini sayın Doç. Dr. Atilla SANDIKLI üstlenmektedir. 

 Başkanı olduğu kuruluş hakkında bilgi almak üzere Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile söyleşi yapacağız. Doç. Dr. SANDIKLI Lisans öğrenimini Kara Harp Okulunda, Yüksek Lisans öğrenimini Kara Harp Akademisi’nde, Doktora öğrenimini İstanbul Üniversitesi’nde Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları üzerine ve en nihayetinde Doçentliğini ise aynı üniversitede “Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri-Türk Dış Politikası “ üzerine yapmıştır. Kendilerinin Uluslararası İlişkiler alanında pek çok yayın sahibi olmasının yanında, birçok kurumda idari görevlerde bulunmuş, birçok üniversitede çeşitli dersler vermiştir. Öz geçmişi ve eserleri hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler BİLGESAM sitesinden kendilerinin öz geçmişlerine ulaşabilirler. 

SÖYLEŞİ BÖLÜMÜ 

Soru: BİLGESAM’ın kurulmasında temel faktör ve amaç neydi? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – BİLGESAM’ın kurulmasında temel faktör bilge adamların deneyimleri ile genç ve dinamik araştırmacıların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkacak sinerjinin yapılan çalışmalara yansıtılmasıdır. Burada iki dinamik ön plana çıkmaktadır. 

Bunlardan birincisi Türkiye’nin akil adamları diyeceğimiz devlet yönetiminde görev almış bakanlar, müsteşarlar, valiler, üst seviyedeki askerler ve herkesin saygı duyacağı öğretim üyelerinin oluşturduğu belirli bir grup. Diğeri de Türkiye’deki genç ve dinamik araştırmacılardır. Gençler dinamik bir yapıya sahiptir ancak tecrübe birikimi sınırlıdır. Bu nedenle akil adamların tecrübe ve deneyimleriyle, genç araştırmacıların dinamizminin birleştirilmesi oldukça faydalı olacaktır. Dolayısıyla tecrübe, deneyim ve bilgi birikimiyle dinamizmi bir araya getiren bir araştırma merkezi Türkiye’ye büyük katkılar sağlayabilecektir. BİLGESAM’ın temel farklılığını bu oluşturmuştur. 

Diğer bir nokta da; stratejik araştırma merkezleri çoğunlukla ya hükümet tarafındadır yani yönetim taraftarıdır veya tamamen muhalefettedir yani muhalefet yaparlar. BİLGESAM ise farklı görüşleri ve farklı bilim dallarının etkileşiminden doğan sinerjiyi dikkate alan optimal değerlendirmeler ve araştırmalar yapan, herkesin güvenebileceği senaryolar ve politikalar üreten bir merkezdir. 

BİLGESAM’ın teşkilatında Bilge Adamlar Kurulu vardır. Bu kurulda az önce saydığımız tecrübe ve bilgi birikimleriyle herkesin saygınlığını kazanmış akil insanlar yer almaktadır. 

Akademik Danışma Kurulu vardır. Bu kurulda herkesin yakından tanıdığı bilim insanları bulunmaktadır. Bunların dışında diğer araştırma merkezlerinden farklı olarak gençlik platformu da vardır. BİLGESAM, Türkiye’deki üniversitelerin öğrenci kulüplerini ve gençleri BİLGESAM-TUİÇ Platformunda bir araya getirmekte ve sadece bu günün uzmanlarına ve yöneticilerine değil Türkiye’nin geleceğine de hitap etmektedir. 

Soru: Bilimsel yapı olarak BİLGESAM’ın savunduğu değerler ve özellikler nelerdir? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – BİLGESAM’ı diğer araştırma merkezlerinden en fazla ayıran nokta çağcıllık, bilimsellik ve akılcılıktır. Gücünü herhangi bir ideolojiye sahip olmamasından almaktadır ama ideolojileri de dışlamamaktadır. Her ideolojinin veya farklı bir disiplinin olaya veya herhangi bir şeye farklı bakış açılarıyla, farklı paradigmalarla bakmasına neden olacağını bu nedenle ideolojilerin ve farklı bilim dallarının çok büyük hizmet gördüğünü, çok gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle BİLGESAM olayı daha doğru algılayabilmek için farklı ideolojilerden farklı bilim dallarından istifade ederek politikalar üretmeye çalışmıştır. Bu açıdan baktığımızda BİLGESAM, ideolojilerin ve bilim dallarının arasında ülkenin ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak birlikte sinerji oluşturmaya çalışmış, doğru ve uygulanabilir politikaların belirlenmesine katkı yapmıştır. 

Soru: BİLGESAM’ın mevcut araştırmalarındaki temel öncelikleri nelerdir? Hangi konularla ilgili araştırma yapılmaktadır? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – Dediğimiz gibi BİLGESAM’ın üç alanda çalışmaları öncelik taşımaktadır. İlk ikisini daha önce söylemiştik; biri iç politikaya, Türkiye’nin iç siyasetine yönelik olan, diğeri dış politikaya yönelik çalışmalar, üçüncüsü de teknoloji çalışmalarıdır. Küreselleşen dünyada teknolojiler gerek dış politikayı gerekse iç politikayı doğrudan etkilemektedir. Bu etkileşimi dengeli bir şekilde yürütebilmek ve analiz edebilmek için çalışmalar bu alanlarda yürütülmektedir. 

BİLGESAM iç politikada evrensel değerlere, dinamiklere Türkiye’nin uyum sağlaması yönünde neler yapması gerektiği noktasında odaklanırken, dış politika konularında bölgesel ve küresel barış ve istikrara Türkiye’nin en fazla ne kadar katkı sağlayabileceği, bu süreçleri nasıl geliştirebileceği yönünden çalışmalara ağırlık vermektedir. Teknoloji konusunda da özellikle nanoteknoloji ve ileri teknolojiler çalıştayları yapmak suretiyle bu etkileşim takip edilmektedir ve bu alanların birbirleriyle etkileşimleri üzerinde durulmaktadır. 

Soru: BİLGESAM’ın merkezi neden Ankara’da değil de İstanbul’dadır? Bunun sebebi BİLGESAM’ın Avrupa’ya daha yakın olması isteği ile ilgili midir? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – Ankara Türkiye’nin başkentidir ancak gerek siyasi elit grubun, ekonomik yapıların, gerekse sosyo-kültür yapılarının tarihsel merkezi İstanbul’dur. Bu nedenle geniş akil adamlar kurulu, daha geniş bilim kurulu oluşturabilmek ve gençlik platformu olarak gençlere ve Türk halkının büyük çoğunluğuna doğrudan ulaşabilmek için İstanbul’un merkez olması bizim için önemlidir. 

BİLGESAM Güz, Bahar ve Yaz dönemleri olmak üzere her dönem sayıları 8 ila 10 arası değişen Stajyer almaktadır, fakat genellikle Yüksek Lisans ve Doktora öğrencileri tercih edilmektedir. 

Başvurular internet sitelerinden yapılabilir. BİLGESAM ile ilgili daha fazla bilgiye, eserlerine, düzenli olarak yayınladıkları Dış Politika Raporlarına, son gelişmeler ile ilgili değerlendirmelerine, önemli şahsiyetler ile yapılan söyleşilere ve Toplantı sonuçlarına “ http://www.bilgesam.com “ adresli sitelerinden ulaşabilirsiniz. Sitenin Türkçe, İngilizce ve Rusça dil seçenekleri bulunmaktadır. 

İSTANBUL;

Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı) 

No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36 

Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 

Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 


ANKARA;

Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 

A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 

Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 

www.bilgesam.org 

bilgesam@bilgesam.org 


 ***

31 Mart 2020 Salı

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak




Ali SEMİN
www.bilgesam.org
Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak


Orta Doğu ve özellikle Arap devletlerinde yaşanan hadiseler küresel güçler için tarihten günümüze kadar genel anlamda büyük öneme sahiptir. Bilhassa bölgede bulunan zengin enerji ve yer altı kaynakları açısından Ora Doğu, küresel güçler (ABD, İngiltere ve Fransa) için çekim merkezi haline gelmiştir. Bu bağlamda, Arap ülkelerindeki değişimi ve halk isyanlarını tetikleyen önemli faktörlerden birinin de, küresel güçlerin bölge üzerinde oynadığı oyunlar ve yaptıkları ince hesapların olduğu aşikârdır. 

Bu güçlerin bölge üzerinde hem yaptıkları işbirliği hem de güç mücadelesi bağlamında, Arap ülkelerinde otoriter yönetimlere karşı gösterilen halkın tepkisine ve hareketlerine ciddi ölçüde payı olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Libya’daki halk direnişinden sonra NATO güçlerinin bölgeye müdahale etmesi, halkın rejimin değişmesi konusundaki tutumunu daha da artırmış ve tetiklemiştir. Başka bir ibareyle, NATO’nun Libya’ya müdahalesinde olduğu gibi küresel güçler tarafından halk hareketinin uzun süreli ayakta kalması için, askeri teçhizat ve çıkara dayalı siyasi destek yapılmasaydı, Arap ülkelerinde meydana gelen olaylarda halkın yönetime karşı bu kadar gösterilere devam etmesi zor olacağı ifade edilebilir. Arap ülkelerindeki yönetimlere yönelik başlayan halk isyanları olarak kabul edilse de, daha sonra bölgesel ve küresel güçlerin yardımına ve hatta vekâlet savaşlarına dönüştüğüne dikkat çekmek gerekir.

Bu bağlamda Arap ülkelerinde baş gösteren halk ayaklanmalarıyla birlikte bölge üzerinde birçok küresel aktörün siyasi, ekonomik ve nüfuz kurma mücadelesine yol açmaktadır. Değişim sürecine giren Arap ülkelerinde ortaya çıkan otoriter boşluğu doldurma ve Orta Doğu’da etkinlik kurmak isteyen tüm aktörler, bölgedeki pastadan aslan payı elde etmeye çalışmaktadır. Özellikle Kaddafi sonrası Libya üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan Fransız ve İngiliz petrol şirketleri, 2011 yılında Trablus direnişçilerin eline geçer geçmez Ulusal Geçiş Konseyi ile anlaşmak için görüşmelere başlamıştı. Ayrıca Fransa ve İngiltere, Libya’daki direnişçilere Kaddafi’ye karşı her türlü desteği sağlamaya çalışmıştır. 1 Eylül 2011 tarihinde Paris’te yapılan Libya konferansı sırasında Rusya’nın, hemen Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’ni resmen tanıdığını açıklamıştı. 

Aslında Aralık 2010’dan bu yana başta Libya olmak üzere Suriye, Yemen, Sudan, Cezayir ve genel olarak Orta Doğu üzerinde keskin bir güç mücadelesi söz konusudur. Rusya’nın, Kaddafi sonrası Libyalı muhalif grubundan yana bir tavır almasının iki nedeni vardır. İlk nedeni, Kaddafi döneminde, Rusya ile Libya arasında 4 milyar dolarlık bir silah anlaşmasının var olduğudur. Moskova’nın Trablus’taki yönetimi tanımasındaki temel gayenin, Libya’da kurulan yönetimle de söz konusu sözleşmeyi devamlı kılmaktı. Diğer neden ise, Rusya’nın bölgedeki gelişmelerden uzak kalmamak ve bölgedeki etkinliğini devam ettirmek isteğidir. Dolayısıyla Rusya, Arap ülkelerindeki değişimle ve Suriye’deki iç savaşla birlikte Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Doğu bölgesinde kendine yeniden nüfuz alanları açtı. 

Orta Doğu’daki Krizler ve Türkiye’nin Libya Politikası

Arap ülkelerindeki değişimin bölgesel ve bölge dışı aktörlerin de değişmesine sebep olduğu ifade edilebilir. Çünkü otoriter rejimlerin yerine farklı anlayışlara sahip yönetimlerin gelmesi, hem bölge ülkeleri arasındaki ikili ve çok taraflı diplomatik, ekonomik ve ticari ilişkileri tesiri altına almaktadır, hem de küresel aktörlerin yeniden yönetimsel şeklinin oluşması, ister istemez bölgedeki aktör lerin de değişmesine yol açmaktadır. Bu nedenle Arap ülkelerindeki eski yönetimlere yönelik gelişen kontrolsüz gösterilerin sonucunda deyim yerindeyse ABD’ye yakınlığı ile bilinen liderler, Arap halkı tarafından devrilmiştir. Bu açıdan bakıldığında ABD yönetimi, bölgede eski müttefiklerini kaybetmeye başladıktan sonra Suriye’de PKK/YPG terör örgütüyle, diğer ülkelerde ise devlet dışı aktörlerle ilişkilerini güçlendirmeye başlamıştır. 

Bu çerçeveden bakıldığında bundan sonra ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir. Çünkü liderlerini deviren ve isyana devam eden Araplar arasında, söz konusu gösterilerin sonucunda elde edilen başarının ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya) tarafından müdahaleye uğraması ve kontrol altına alınması kaygısı hâkim olmuştu.

Öte yandan Orta Doğu’da tek NATO üyesi olan Türkiye’nin Libya’ya karşı sergilediği tutum dikkate alındığında Ankara, Libya’daki gelişmelerin 
başlangıcında Libya’da bulunan Türk işçilerinden dolayı temkinli bir politika izlemiştir. Ardından yaşanan gelişmelerin seyrine göre Türkiye, Libya muhalefetine tam destek 

“ ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: 
Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli 
durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir.”verdiğini duyurmuştu. Türkiye, Libyalı muhalefet grubuyla İstanbul’da çeşitli konferanslar düzenlemiş ve bunun sonucunda Libya Temas Grubunun kurulmasına öncülük etmiştir. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 23 Ağustos 2011 tarihinde Bingazi’yi ziyareti etmiş, Türkiye’nin, Ulusal Geçiş Konseyi’ne sağladığı 
300 milyon dolarlık yardımın 100 milyon dolarını nakit olarak yardım yapmıştır. 

Başka bir ifadeyle Türkiye’nin Fransa’yla Libya üzerinde rekabet içinde olduğu analizleri yapılmıştır. Aslında Libya üzerinde bu kadar rekabet ve güç mücadelesinin Kaddafi sonrası Libya’daki Türkiye’nin konumunu riske altında olduğu da söylenebilir. Kaddafi döneminde Libya’da, Türk müteahhit ve müşavirlik firmaları 2009-2010 yılları arasında 7 milyar 627.2 milyon dolar tutarında proje almıştır. Türk inşaat firmaları ise bu rakamın 23 milyar dolar olduğuna işaret etmektedir. Libya olaylarından sonra yukarıda gösterilen rakamların yarısından fazlası kadar zararın olduğunu da dikkate almak gerekir. Böylece Ankara’nın, Libya krizindeki girişimlerine bakıldığında, bu ülkedeki eski varlığını yakalamasının konjonktürel anlamda zor olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Libyalı muhalif grubu ağırlaması, destek olması ve hatta Kaddafi güçleri tarafından yaralanan Libyalıların Türkiye’de tedavi görmelerini sağlamasına rağmen Trablus düştükten sonra Libya’da “teşekkürler Fransa” 
şeklindeki pankartları öne çıktığı unutulmamalıdır. 

Ankara, Libya’da çok zor bir güç mücadelesine girmiştir. Bu mücadeleyi kazanıp kazanamayacağını zaman gösterse de, aslında Libya’daki yerel, bölgesel ve küresel bağlamındaki çok aktörlü bir sahaya dönüştüğünü ifade etmek mümkündür. 

Orta Doğu’da NATO Müdahalesi Çözüm mü? 

Orta Doğu’da süregelen gelişmelerin ve halk ayaklanmaları gibi olaylara bölgedeki müdahaleci güçlerin genellikle ABD merkezli organize ve koalisyonlara tanıklık edilmiştir. Ancak son dönemlerde bölgede ve özellikle Libya’da baş gösteren halk ayaklanmalarına yönelik ABD yerini dolaylı olarak NATO’ya bırakmak istediği söylenebilir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’ı işgalinden sonra bölgede oluşturduğu güvensizlik ortamının ve nispeten de olsa, uğradığı askeri başarısızlık Obama yönetimi döneminde değişim sürecine giren Arap ülkelerine askeri müdahalede bulunma cesaretinin kırıldığı görülmektedir. 

Bilhassa Arap kamuoyunda ABD’ye yönelik oluşan güvensizlik kırılan cesaretin önemli çizgilerden biridir. Washington yönetimi, Orta Doğu halkları arasında oluşturduğu müdahaleci ve işgalci imajını değiştirmek istediği için Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarına sadece söylem ile NATO ve Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin adı altında harekâta geçmeye çalışmıştı. 

Kaddafi güçlerinin, Libya’daki göstericileri bastırmak amacıyla uyguladığı şiddetin sonucunda, başta Fransa ve ABD olmak üzere 19 Mart 2011 tarihinde NATO güçleri Libya’ya müdahalede bulunmuştur. NATO’nun bu tutumu Araplar arasında önemli bir yankı uyandırmıştır. Araplar, Batılıları genellikle sömürgeci olarak görse de NATO’nun Libya’ya müdahalesiyle, özellikle Fransa ve İngiltere’ye karşı duydukları kinin ve nefretin yerini sempatinin aldığı görülmüştür. Arapların bu konudaki genel görüşü NATO’nun desteği olmasaydı, Kaddafi güçlerinin Libya’daki tüm göstericileri katledebilirdi. Bu nedenle Libya’daki olayların ardından bölgedeki müdahaleci aktörlerin rol değişimine uğradığı değerlendirilebilir. Dahası Libya lideri Kaddafi’nin, NATO’nun yaptığı 7459 sorti ve harcanan 2 milyar doları aşkın para ile devrildiği ifade edilmektedir. 
Finansmanını sağlayan ülkelere bakıldığında, ABD 938 milyon dolar, İngiltere 362 milyon dolar, Fransa 359 milyon dolar ve İtalya 320 milyon dolar harcamıştır. Kaddafi’nin devrilmesi için harcama yapan ülkelerin Libya’yı kolay kolay terk etmeyeceği görülmelidir.

Libya’daki sürece NATO’nun müdahalesi dikkate alındığında, 2011 yılında Arapların yeni kurtarıcısı olarak nitelenen NATO’nun, Libya’daki başarısının ardından acaba Suriye’ye ve Arap ülkelerindeki diğer benzeri gelişmelere müdahale eder mi?” sorusunu gündeme getirmişti. 
Arapların NATO’nun müdahalesine olumlu yaklaşmalarını iki şekilde açıklanabilir. Bunlardan birincisi 20 Ekim 2011 tarihinde NATO güçlerinin yardımıyla Libya lideri Kaddafi’nin öldürülmesinin ardından ülkeden çekilmesi, Arapların NATO’yu kurtarıcı olmasına ve sempati duymasına sevk ettiği söylenebilir. Çünkü ABD misali Irak’ı işgal edip Saddam’ı devirdikten sonra ülkeye yerleşmemiştir. Diğer neden ise, NATO örgütünün içinde Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin de içinde bulunması Arapların NATO’ya olumlu bakmasında önemli bir etken olduğu kabul edilebilir. Dolayısıyla, Libya’daki müdahalesinden sonra Arap ülkelerinde otoriter iktidarların halka karşı silahlı güce başvurduğu durumlarda, NATO Araplara kurtarıcı olarak takdim edilmekteydi. Hatta Libya’dan sonra Suriye’ye müdahale olasılığı da tartışma konusu olmuştu. Aslında NATO’nun Libya’ya müdahalesinin temel amaçlarından biri de, Afganistan’daki başarısızlığının ardından Libya’da 
başarılı olması NATO’ya motivasyon kaynağı olduğunun da altını çizmekte fayda vardır. 

Sonuç

Libya’da, halk direnişinin kanlı başlamasının Fransa ve NATO’nun müdahale etmesini gerekli kıldığını söylemek mümkündür. Libya’da olayların başlamasıyla Kaddafi’ye karşı yönetimdeki bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halk direnişine destek vermesi Kaddafi’yi Sırbistan’dan paralı askerler tutmaya sevk etse de iktidardan devrilmesini önleyememiştir. Ancak Suriye’deki hadiseler Libya örneğiyle karşılaştırıldığında Esed rejimine bağlı bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halkın safına geçtiği çok az sayıdadır. Bu bağlamda Şam’ın güçlü kalmasına hizmet eden en önemli etkenlerden birisi üst düzey devlet görevlilerin yönetimin yanında tavır almasıdır. 

Öte yandan ABD tarafından kurulmaya çalışılan Arap NATO’sunun yükleneceği misyonun İran’a yönelik bir hamle olacağı ihtimali yüksektir. 

Peki, Arap NATO’su mümkün mü? Aslında Arap ülkeleri arasında yaşanan siyasi ve diplomatik sorun ve krizlerin artığı bir dönemde ortak bir Arap gücünün kurulması uzak bir ihtimal olmasa da başarılı olacağı hususu tartışmaya meyyal bir konudur. Dolayısıyla Arap NATO’sunun kurulması; bölgesel olarak Orta Doğu’da ve Arap dünyasında yeni kutuplaşmalara ve askeri/siyasi liderlik rekabetinin derinleşmesine yol açabilir. 

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. 

Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 

BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel 
düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

 Ali Semin, Yazar Hakkında, 

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

***

27 Kasım 2019 Çarşamba

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE  BÖLÜM 2



Fransa Mart 2007’de GKRYile bir askeri işbirliği anlaşması imzalamıştır. 

Söz konusu, anlaşma Güney Kıbrıs Baf’ta bulunan Andreas Papandreu hava üssünün kullanımını da kapsamaktadır. İsrail Almanya’dan tedarik ettiği Dolphin tarzı denizaltılarla Akdeniz’deki operasyon kabiliyetini artırarak askeri gücünü tahkim etmektedir. ABD’nin Girit, Türkiye ve İtalya’da üsleri olduğu halde 1982’den beri Doğu Akdeniz’de uçak ve savaş gemilerini sürekli olarak bulundurmaktadır. NATO bilhassa kitle imha silahları ve büyük yıkımlara neden olabilecek benzeri silah ve mühimmatın yayılmasını önlemek maksadıyla 
bölgede ‘Etkin Çaba Harekâtı’nı (Operation Active Endeavor- OAE) sürdürmekte dir. Türk Silahlı Kuvvetleri de Nisan 2006 yılından bu yana Doğu Akdeniz’de enerji nakil hatlarının güvenliğinin temin edilmesine katkıda bulunmak üzere ‘Akdeniz Kalkanı Harekâtı’nı icra etmektedir.11 



Türkiye, bu harekât kapsamında elde ettiği bilgileri NATO makamları, NATO’nun bölgede organize ettiği ‘Etkin Çaba Harekâtı’ve Birleşmiş Milletler Lübnan Barış 
Gücü (UNIFIL) yetkilileri ile paylaşarak bölge güvenliğini sağlamaya yönelik uluslararası çabalara da gerekli yardımı sunmaktadır. 12 

<   Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu enerjinin yaklaşık yüzde 70’i Akdeniz üzerinden taşınmaktadır. Cebelitarık ve Türk Boğazları ile Süveyş 
Kanalı enerjinin son tüketim pazarlarına ulaştırılmasında kilit rol oynamaktadır. >

Ekonomi ve güvenlik açısından son derece stratejik noktada bulunan Doğu Akdeniz’in en önemli ülkelerinden biri Türkiye’dir. İtalya dışarıda bırakılacak 
olursa Türkiye, uzak arayla bölgenin en büyük ekonomisidir ve Türk Boğazları ile Akdeniz’deki ticari ve askeri trafiği doğrudan etkileyebilecek jeostratejik 
bir özelliğe sahiptir. Doğu Akdeniz’deki en uzun kıyı şeridi Türkiye’ye aittir ve hepsinden önemlisi Türkiye garantör devlet sıfatıyla Kıbrıs Adası üzerinde 
söz sahibidir. Hızla artan ihracat sektörüne paralel olarak Türkiye’nin liman kapasitesi ve deniz trafiği de her geçen gün artmaktadır. Bu trafiğin yüzde 
30’dan fazlası Doğu Akdeniz’deki limanlar üzerinden gerçekleştirilmektedir. Günümüzde dünya toplam ticaretinin yüzde 90’ından fazlasının deniz yolu ile 
yapıldığı göz önünde bulundurulursa Doğu Akdeniz havzasından geçen deniz ticaret yolları ve bu yolların güvenliğinin Türkiye ile bölge ülkeleri için ifade 
ettiği önem daha iyi anlaşılacaktır.13 

Doğu Akdeniz’deki Enerji Keşifleri 

Son yıllarda keşfedilen enerjiyatakları Doğu Akdeniz’i enerji naklinde stratejik bir kavşak olmaktan öteyetaşımıştır. Varlığı tahmin edilen enerji kaynaklarının büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda yakın zamanda bölgenin bir enerji merkezi haline gelmesi beklenmektedir. 
Nitekim ilgili devletlerin yetkili kuruluşları ve sondaj çalışmalarına katılan petrol ve doğal gaz şirketlerinin tahminleri birlikte değerlendirildiğinde, Doğu Akdeniz’de toplam değeri trilyon dolarlara ulaşan bir enerjivarlığından söz etmek mümkün görünmektedir. 

Bu konuda güvenilecek en temel kaynaklardan birisi olarak kabul edilen ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin 2010 yılında yayımladığı raporlar dikkate 
alındığında; Kıbrıs Adası ile İsrail arasında kalan ve Leviathan olarak adlandırılan bölge,14 Mısır ile Kıbrıs Adası arasında kalan ve Nil olarak adlandırılan 
bölge,15Girit Adası’nın Güneydoğusunda kalan ve Heredot olarak adlandırılan bölge ile Kıbrıs Adası etrafındaki toplam enerji rezervi (petrol, doğal gaz ve 
sıvı doğal gaz) yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap 
edilmektedir. Ancak varlığı tahmin edilen ile ispatlanan değerler arasında ciddi bir farkın bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır. Doğu Akdeniz’de birçok farklı noktada sondaj çalışmaları devam etmektedir. Gelişen teknolojik imkânlara bağlı olarak Doğu Akdeniz’deki toplam enerji rezerv oranlarında 
değişikliklerin yaşanması muhtemeldir. 

Aslında bölgede enerji arama çalışmaları çok erken bir dönemde başlamıştır. İsrail 1960 yılından bu yana Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama çalışmalarına 
devam etmektedir.16 İtalyan enerji şirketi ENI 1961 yılında Mısır açıklarındaki Belayim sahasında petrol bulduğunu açıklamıştır. Aynı şirket 1967’de yine Mısır’a ait olan Abu Madi sahasında doğal gaz yatakları olduğunu duyurmuştur. Mısır 1960’lı yıllardan beri Doğu Akdeniz açıklarında yoğun enerji çalışmaları yapan ülkelerden biridir. Başta doğal gaz olmak üzere enerji ihraç eden ülkelerden biri olan Mısır, 2013 yılı itibarıyla günlük enerji üretiminin yüzde 80’e yakın bir kısmını Akdeniz’deki enerji yataklarından elde etmektedir.17 

<  Leviathan, Nil, Heredotve Kıbrıs Adası etrafındaki toplam enerji rezervi yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. 
Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap edilmektedir. 
Leviathan, Nil, Heredotve Kıbrıs Adası etrafındaki toplam enerji rezervi yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap edilmektedir. >

Zamanla devlet teşebbüsleri yanında özel müteşebbislerin de açık denizlerde enerji arama çalışmalarına başlaması ve bu alana yatırım yapması, teknolojik 
imkânların gelişimini hızlandırmıştır. Günümüzde gelişen teknolojik imkânlar sayesinde derin ve ultra-derin sahalarda sondaj çalışması yapmak mümkün hale gelmiştir. İsrail gelişen bu teknolojik imkânları kullanarak 1999 yılında kıyılarına yakın Noa sahasında ve 2000 yılında Mari-B olarak adlandırılan alanda küçük miktarlarda hidrokarbon yatağı keşfetmiştir.18 Ancak Doğu Akdeniz’de geniş miktarda enerji yatakları olabileceğine dair asıl işaret yine Mısır’dan gelmiştir. Mısır açıklarındaki Nil deltasında sondaj çalışmaları yürüten Shell şirketi, 2004 yılı Şubat ayında Nil deltasının Kuzeydoğusundaki NEMED (North East Mediterranean) sahasında geniş miktarda hidrokarbon yatakları tespit ettiğini açıklamıştır.19 Bugün NEMED sahasında toplam 42 milyar metreküp doğal gaz olduğu tahmin edilmektedir. 

Mısır’daki bu keşiften sonra Doğu Akdeniz bölgesinde enerji araştırma çalışmaları hız kazanmıştır. İsrail açıklarında sondaj çalışmalarını sürdüren Amerikan 
Noble Enerji ve İsrail’in Anver, Isramco, Delek Drilling ve Dor şirketleri 2009 yılının hemen başında Tamar-1 olarak adlandırılan sahada önemli miktarda doğal gaz yatakları bulduklarını açıklamıştır. Bundan kısa bir süre sonra Mart 2009’da İsrail, Dalit-1 sahasında doğal gaz bulduğunu açıklamıştır. 

Delek Drilling şirketinin tahminlerine göre Tamar-1 ve Dalit-1 sahalarında bulunan toplam doğal gaz miktarı 255 milyar metreküptür. Delek yetkililerine 
göre bu iki sahadaki doğal gaz miktarı İsrail’in 20 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabilecek büyüklüktedir.20 

Mısır ve İsrail açıklarındaki arama sahalarında arka arkaya tespit edilen enerji yatakları büyük petrol şirketleri ve küresel güçlerin dikkatini çekmiştir. Doğu 
Akdeniz’de sismik araştırmalar yoğunlaşmış ve bölgenin potansiyel enerji rezervi tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede 2010 yılında Amerikan Jeolojik 
Araştırmalar Merkezi, Doğu Akdeniz’de enerji açısından en mümbit alanlar olarak kabul edilen Kıbrıs ve İsrail arasında kalan Leviathan Havzası ve Kıbrıs ile Mısır arasında uzanan Nil Deltası’ndaki potansiyel enerji miktarı konusunda iki rapor yayımlamıştır. Bu raporlara göre; Nil Deltası’nda 1.763 milyar varil elde edilebilir petrol, 223.242 trilyon ayak küp doğal gaz ve 5.974 milyar varil sıvı gaz olduğu ifade edilmiştir.21Leviathan bölgesinde ise potansiyel olarak 1.689 milyar varil petrol ve 122.378 trilyon ayak küp doğal gaz bulunduğu belirtilmiştir.22 

Nitekim Tamar-1 ve Dalit-1 sahalarındaki keşiflerden sonra sondaj çalışmalarını daha geniş alanlarda sürdüren İsrail, Ekim 2010’da Leviathan bölgesinde toplam kapasitesi 17 trilyon ayak küp olan yeni bir doğal gaz sahasının varlığını tespit etmiştir. Tanin, Shimshon ve Dolphin gibi sahalarda bulunan daha küçük miktarlardaki hidrokarbon yatakları da ilave edilince yakın gelecekte İsrail’in en azından kendi enerjisini üretebilen bir ülke haline geleceği söylenebilir. Ancak Doğu Akdeniz’de potansiyel olarak varlığı tespit edilen enerji rezervi ile varlığı ispatlanan enerji rezervi arasında ciddi bir uçurum mevcuttur. Örneğin yukarıda aktarılan keşiflere rağmen İsrail Enerji Bakanlığı’nın verilerine göre İsrail’in kanıtlanmış doğal gaz rezervi sadece 300 milyar metreküptür.23 

Bu rakamın ne kadar mütevazı bir rakam olduğu Rusya (44.9 trilyon metreküp), İran (29.6 trilyon metreküp) ve Katar (25.4 trilyon metreküp) gibi ülkelerin kanıtlanmış doğal gaz rezervi ile karşılaştırıldığında açıkça görülmektedir. 





Harita-1 : Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğal gaz yatakları. 

Lübnan da 1970-75 döneminde karada petrol arama girişiminde bulunmuştur. Ancak yapılan çalışmalar sonucunda petrol çıkarma maliyetinin petrolden 
elde edilecek gelirden fazla olması nedeniyle aramalara son vermiştir. Daha sonra ülkede yıllarca süren iç savaş ve karmaşık iç dengeler yüzünden Lübnan 
enerji arama çalışmalarına yatırım yapacak fırsat bulamamıştır.24Doğu Akdeniz havzasında, özellikle Mısır ve İsrail tarafından tespit edilen enerji kaynakları 
bölgenin diğer ülkelerini olduğu gibi Lübnan’ı da teşvik etmiştir. Bunun üzerine Lübnan, kendi Münhasır Ekonomik Bölge’sinde (MEB) iki ve üç boyutlu sismik araştırmalar yapmıştır. Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü’nce (PRIO) hazırlanan bir raporda ifade edildiği üzere Lübnan’a ait MEB’de yaklaşık 708 milyar metreküp doğal gaz bulunduğu tahmin edilmektedir.25 Lübnan potansiyel olarak varlığı saptanan gazın çıkarılıp işlenebilmesi için Ocak 2012’de bir petrol yasası hazırlamıştır. Ayrıca, Lübnan konuyu yakından takip etmek üzere bir petrol idaresi kurmayı da hedeflemektedir. 

Doğu Akdeniz’in son yıllardaki en çalkantılı ülkesi Suriye’de açık denizlerde enerji arama çalışmaları yapmayı planlamıştır. Bu hedef doğrultusunda Suriye, 
2007 yılında ilk lisans çalışmalarına başlamıştır. Ancak 2007 yılındaki ilk tur lisanslandırma girişimine İngiliz Dove Enerji şirketi dışında teklif veren 
firma olmayınca Şam yönetimi lisans anlaşması yapmaktan vazgeçmiştir.26 2010-11 döneminde kıyılarındaki dört temel blokta hidrokarbon yatakları arama 
faaliyetlerinde bulunmak üzere yeni bir girişim başlatan Suriye ülkede patlak veren kriz nedeniyle bugüne dek herhangi bir sonuca ulaşamamıştır. 

Doğu Akdeniz’de yürütülen enerji arama çalışmalarının Türkiye açısından en önemli bölümü, GKRY’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde yürüttüğü ruhsatlandırma 
ve sondaj çalışmalarıdır. GKRY’nin bölgede tek taraflı yürüttüğü sondaj ve ruhsatlandırma çalışmaları hukuk, ekonomi, siyasi ve güvenlik bakımlarından 
Türkiye’yi hem doğrudan, hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) üzerinden ilgilendirmektedir. Arap Baharı nedeniyle zaten sıkıntılı bir süreçten geçen bölgede, barış ve istikrarın sürdürülmesi için tek taraflı tutumlardan ziyade işbirliğinin tercih edilmesi önem arz etmektedir. Ancak GKRY’nin bugüne kadar potansiyel enerji yataklarının paylaşımı noktasında sergilediği tutumun uzlaşmadan yana olduğunu söylemek biraz zor olacaktır. 
Rum Yönetimi’nin tutumu ve konunun hukuki boyutu çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ele alınacaktır. Şimdilik sadece Rum Yönetimi’nin Adanın 
güneyinde sürdürdüğü sondaj çalışmalarında bulduğunu açıkladığı enerji yataklarına değinilecektir. 

GKRY, 2006 yılında Kıbrıs Adası’nın güneyinde yer alan ve 2 Nisan 2004’te tek yanlı ilan ettiği MEB sınırları içerisinde kalan 51,000 km2’lik bir sahada 
enerji keşif çalışmaları yapmaya başlamıştır. Rum Yönetimi, çalışmalar neticesinde elde ettiği sismik verilere dayanarak doğal gaz ve petrol arama 
ruhsatı vermek üzere 2007’de uluslararası ihaleye çıkmıştır. İhale şartlarında keşif sahasındaki 11 parsel üzerinde üç yıl boyunca hidrokarbon araştırması 
yapılması öngörülmüştür. Rum Yönetimi’nin düzenlediği bu ilk tur ihaleye sadece üç şirket cevap vermiştir. Rum Yönetimi cevap veren şirketler arasından 
Amerikan Noble Enerji şirketini seçerek ihale kapsamında bulunan on ikinci parsel üzerinde araştırma yapmak üzere ruhsatlandırmıştır.27 

Bu gelişmeler üzerine Noble Enerji, 19 Eylül 2011 tarihinde on ikinci parsel üzerindeki sondaj çalışmalarına başlamıştır. Şirket yaklaşık üç ay sonra Aralık 2011’de on ikinci parselin güneydoğusunda yer alan ve Afrodit olarak adlandırılan sahada, ortalama rezervi 198 milyar metreküp olan doğal gaz yatağı bulduğunu açıklamıştır.28 

Aslında bu doğal gaz yatağı Kıbrıs Adası etrafında şu ana kadar keşfedilen tek enerji yatağıdır. Ultra-derin olarak adlandırılan bir alanda bulunduğu için 
çıkarma maliyetlerine kıyasla ekonomik değeri tartışılmaktadır. Ancak burada bulunan doğal gaz, Rum Yönetimi’nin MEB dâhilinde olduğunu iddia 
ettiği ve henüz ruhsatlandırılmamış diğer parsellere olan ilgiyi büyük ölçüde artırmıştır. Nitekim Rum Yönetimi, 11 Şubat 2012’de ruhsatlandırılmamış 
parseller için ihaleye çıktığında aralarında TOTAL, ENI, PETRONAS ve GAZPROMBANK gibi dev enerji şirketlerinin de bulunduğu beş özel şirket 
ve on konsorsiyumdan toplam on beş teklif almayı başarmıştır.29 

Rum Yönetimi’nin ikinci ihalesinde Doğu Akdeniz’deki enerji sorunları açısından önem arz edecek iki konu dikkat çekmektedir. İlk olarak Türkiye’nin doğrudan kendi MEB’i ile çakıştığını ilan ettiği parseller (1 ve 4. Parseller) için ya teklif veren olmamıştır ya da teklif verildiği halde ruhsat verilmemiştir (5, 6 ve 7. parseller). İkinci konu ise ruhsat verilen şirketlerin büyük ve güçlü ordulara sahip ülkeler arasından seçilmiş olmasıdır. Rum Yönetimi bir yandan Türkiye’nin uyarılarına karşı ihtiyatlı davranırken, diğer yandan da herhangi bir sorun karşısında caydırıcı askeri güce sahip olan ülke şirketlerini devreye sokarak kendini koruyabilecek paratoner yapının oluşması için özen göstermektedir.30 

<   GKRY, 2006 yılında Kıbrıs Adası’nın güneyinde yer alan ve 2 Nisan 2004’te tek yanlı ilan ettiği MEB sınırları içerisinde kalan 51,000 km2’likbir sahada enerji keşif çalışmaları yapmaya başlamış ve 2007 yılında uluslararası ihaleye çıkmıştır. En iyimser tahminlere göre Doğu Akdeniz havzasında parasal değeri 3 trilyon dolara ulaşan 15 trilyon metreküpe eşdeğer hidrokarbon yatağı bulunmaktadır.   >

Ne Kıbrıs Adası’nın etrafındaki, ne de Doğu Akdeniz havzasının genelindeki enerji rezervi ve bu rezervin ekonomik değeri henüz tam olarak hesaplanabilmiştir. 
Bölgedeki enerji potansiyeli ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. 
En iyimser tahminlere göre Doğu Akdeniz havzasında parasal değeri 3 trilyon dolara ulaşan 15 trilyon metreküpe eşdeğer hidrokarbon yatağı bulunmakta-
dır. Bu rakamlar bile İran’ın ispatlanmış rezervlerinin sadece yarısı kadardır. 
Ancak büyüklüğü ne olursa olsun Akdeniz’in derinliklerinde var olduğuna inanılan enerjinin paylaşımı ile ilgili konular daha şimdiden bölge ülkeleri arasında sorun teşkil etmeye başlamıştır. En büyük sorunlardan birisi deniz yetki alanları paylaşımı konusunda yaşanmaktadır. O nedenle konuya kısaca uluslararası deniz hukuku çerçevesinden bakmakta fayda vardır. 

Doğu Akdeniz’deki Deniz Yetki Alanı Sınırlandırma Sorunları 

Zamanla gelişen teknolojik imkânlar, devletlerin açık denizlerdeki doğal kaynaklardan yararlanmasını mümkün hale getirmiştir. Bu durum ise açık denizlerin kullanımı ile ilgili bazı düzenlemelerin yapılmasını zorunlu kılmıştır. 1958 yılında Cenevre’de toplanan ilk deniz hukuku konferansının deniz yetki 
alanlarının paylaşımı ile ilgili böylesi bir zorunluluktan doğduğu söylenebilir. Nitekim bu konferansta daha ziyade örf ve adet hukuku üzerinden yürüyen 
denize ilişkin kurallar tedvin edilmiş; yeni kavram ve kurallar kazandırılmak suretiyle deniz hukukunun gelişimine katkıda bulunulmuştur. 

1960 ve 19731982 yılları arasında toplanan ikinci ve üçüncü deniz hukuku konferanslarıyla devletler hem deniz hukukunun gelişimine katkıda bulunmaya devam etmiş, hem de denizler üzerinde sahip oldukları kullanım haklarını büyük ölçüde genişletmiştir.31 

1958 konferansı sırasında imzalanan Kıta Sahanlığı Sözleşmesi ile Kıta Sahanlığı ilk kez bir hukuki kavram olarak tanımlanarak devletlere bu alan içerisinde 
kalan deniz ve deniz altındaki topraklarda münhasır kullanım hakları verilmiştir. Üçüncü deniz hukuku konferansları sonunda imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde (BMDHS) devletlere kıta sahanlığı ile verilen haklar daha da geliştirilerek teamülen uygulanan Münhasır Ekonomik Bölge kavramı pozitif bir hak olarak düzenlenmiştir. Çalışmamız açısından önemli olduğu için bu iki kavramın kısaca bilinmesinde fayda vardır. 

Kıta Sahanlığı 

En kısa tanımıyla kıta sahanlığı kıyı devletinin deniz altındaki jeolojik doğal uzantısıdır. Kıta sahanlığı hukuki bir terim olarak ilk defa ABD başkanı Truman’ın 28 Eylül 1945’te yayınladığı bir bildiride gündeme gelmiştir. Kıta sahanlığının yer altı ve deniz yatağı tabii kaynaklarının kullanımına ilişkin bu bildiri ile ABD kendi pozisyonu açısından kavramın kapsadığı dış hatları ve bu hatlar içinde kalan alanda talep ettiği kullanım haklarını belirtmiştir. 
Zamanla Truman bildirisinde dile getirilen hususlar başka devletler tarafından da olumlu karşılanmış ve kıta sahanlığı kavramı devletlerarası hukukun bir parçası haline gelmiştir.32Kavram ilk defa 1958 yılında toplanan birinci deniz hukuku konferansı sırasında tanımlanarak uluslararası deniz hukukunda bir norm olarak kabul edilmiştir. 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nde kıta sahanlığı; 

“ a) Sahillere bitişik fakat karasuları dışındaki ve 200 metre derinliğe kadar veya bu sınırın ötesinde bulunup da üzerindeki sular derinliğinin oradaki doğal kaynakların işletilmesine olanak verdiği noktaya kadar uzanan, su altı alanlarının deniz yatağını ve toprak altını; 
  b) Adalar sahiline bitişik bu çeşit denizaltı bölgelerinin deniz yatağı ve toprak altını ifade etmek için kullanılır” şeklinde tanımlanmıştır.33 

Gelişen teknolojik imkânlar göz önünde bulundurularak kıta sahanlığı kavramı üçüncü deniz hukuku konferansları sırasında yeniden ele alınmış ve 1982’de 
imzalanan BMDHS’nde kıta sahanlığının dış sınırı, Münhasır Ekonomik Bölge kavramı ile de uyumluluk arz etmesi için derinlik değil mesafe ölçütüne bağlanmıştır.34 Buna göre 1982 BMDHS’nde kıta sahanlığı; “kıyı devletinin 
karasularının ötesinde, bu devletin karasuları genişliğinin ölçülmesinde kullanılan esas hatlardan itibaren 200 mile kadar uzanan ve kara ülkesinin doğal uzantısı olan deniz yatakları ile bunların toprak altıdır” şeklinde tanımlanmıştır.35 

<  Kıta sahanlığı kıyı devletinin deniz altındaki jeolojik doğal uzantısıdır.1982’de imzalanan BMDHS’nde kıta sahanlığının dış sınırı, Münhasır Ekonomik Bölge kavramı ile de uyumluluk arz etmesi için 200 mile kadar uzanan ve kara ülkesinindoğal uzantısı olan deniz yatakları ile bunların toprak altıdır şeklinde tanımlanmıştır. >

Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) 

Münhasır Ekonomik Bölge, sahildar devletin esas hatlardan başlamak suretiyle 200 deniz mili mesafeye kadar ilan ederek tesis edebileceği bir deniz yetki 
sahasıdır. Önceleri devletlerarasında bir teamül olarak uygulanan MEB, 1982 BMDHS ile yazılı olarak düzenlenmiş ve uluslararası deniz hukukunun bir 
parçası haline gelmiştir. Buna göre belirtilen bölge 200 mil içinde kıta sahanlığının sahildar devlete tanıdığı tüm hakları aynıyla sahildar devlete verir. İlave olarak MEB 200 mil içinde kalan su kitlesindeki hakları da sahildar devlete bırakır.36 Yani sahildar devlet MEB hükümlerince 200 millik mesafede deniz 
yatağında ve bu yatağın altındaki topraklarda canlı ve cansız bütün doğal kaynakları araştırabileceği, işletebileceği ve muhafazasını temin edebileceği gibi 
söz konusu alandaki suyun bizzat kendisini, akıntılardan ve rüzgârdan enerji üretilmesi de dâhil olmak üzere ekonomik amaçlarla kullanabilir.37 
Bu yönüyle MEB’in sahildar devlete tanıdığı haklar aynen kıta sahanlığında olduğu gibi egemen haklardır. MEB ile ilgili düzenlemeler 1982 BMDHS’nin beşinci kısım ve 55-85’ci maddeleri arasında yer almış ve kıta sahanlığının yetersiz kaldığı bazı deniz yetki alanı hususlarını açıklığa kavuşturmuştur. 

Düzenlenen deniz hukuku konferanslarında kıta sahanlığı ve MEB’in sınırlandırılmasına ilişkin konular da ele alınmıştır. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı 
Sözleşmesi’nin 6. maddesi, 1982 BMDHS’nin 74 ve 83. maddeleri doğrudan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusu ile ilgilidir. Bahsi geçen sözleşme 
ve maddelerde ve teamüllerde öne çıkan en önemli hususlardan birisi, sahilleri bitişik veya karşı karşıya bulunan devletlerarasındaki MEB hakkaniyet 
prensibine uygun olarak, Milletlerarası Adalet Divanı Statüsü’nün öngördüğü şekilde karşılıklı anlaşma yoluyla çözüme kavuşturulması gerektiğidir. 
Nitekim Uluslararası Adalet Divanı (UAD) 1977 İngiltere-Fransa, 1992 Kanada-Fransa St. Pierre ve Miquelon Adaları, 2009 Romanya-Ukrayna Yılan Adası gibi davalarda hakça paylaşım ilkesinin uygulanması gerektiğini defalarca hükme bağlayarak teyit etmiştir. 

BMDHS’nin 59. maddesi de sahildar devlet ile diğer devlet veya devletlerin menfaatleri arasında bir uyuşmazlık olduğunda konunun hakkaniyet prensibine 
dayanarak ve “diğer bütün ilgili şartlar ışığında söz konusu menfaatlerin taraflar için ve uluslararası toplum için olan önemi göz önünde bulundurularak” 
çözülmesi gerektiğini dile getirmektedir.38 

Ancak MEB’in tek taraflı olarak ilan edilemeyeceğini karara bağlayan herhangi bir düzenleme de bulunmamaktadır.39 
Bugün Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Rum Yönetimi arasında yaşanan hukuki sorunların temel nedeni budur. BMDHS’ne göre MEB’in belirlenmesi iki türlü mümkündür: devletler ilan ve anlaşma şeklinde iki ayrı ya da bütünler yöntem yoluyla Münhasır Ekonomik Bölge alanı ilan edebilirler.40 

GKRY, 2 Nisan 2004’te ilan yoluna başvurmak suretiyle 21 Mart 2003 tarihinden itibaren geçerli olmak kaydıyla tek taraflı MEB ilanında bulunmuştur.41 
Bu itibarla Rum Yönetimi, bitişik veya karşı karşıya bulunan devletler arasındaki MEB ilanında öncelikli olarak aranması gereken hakkaniyet prensibi çerçevesinde anlaşılarak ilan edilmesi kuralını ihlal etmiştir. 

Konunun hukuki boyutları ile ilgili tartışmaları derinleştirmek elbette mümkündür. 
Ancak çalışmanın kapsamı buna müsaade etmemektedir. O nedenle burada sadece son dönemde Doğu Akdeniz’de gelişen olayların seyrini etkileyecek 
hususlar dikkate alınmaktadır. Yarı kapalı bir deniz olan Akdeniz’de MEB sınırlandırmalarının hakkaniyet prensibi çerçevesinde karşılıklı anlaşılarak yapılması gerekmektedir.42 

Ancak mevcut durum, tarafların Doğu Akdeniz’de böyle bir anlaşmaya gitmekten uzak olduklarına işaret etmektedir. 
Yukarıda da ifade edildiği gibi GKRY bu konudaki niyetini Nisan 2004’te attığı adımla bilfiil göstermiştir. 

DİPNOTLAR;

1 Bu konferans sırasında dile getirilen görüşler için bakınız. Strategy and Defense in the Eastern Mediterranean: An American-Israeli Dialogue, 
   Konferans Bildirileri (Washington DC: The Washington Institute for Near East Policy, 1987). 
2 International Crisis Group (ICG), Aphrodite’s Gift: Can Cypriot Gas Power A Dialogue?, Rapor No: 216, (Brüksel: ICG, 2012). 
3 Michael Leigh, Energy Resource in the Eastern Mediterranean: Source for Cooperation or Fuel for Tension (Preliminary Reports and Recommendations), 
   Policy Brief, (Washington DC: GMF, 2012). 
4 Cihat Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilge Strateji, Cilt:4 Sayı:6 (2012): 1-70, 2. 
5 Yaycı, “Doğu Akdeniz”, 7. 
6 Jose Luis Baberia, “The Oil Slick Floating off the Rock”, El Pais, 11 Mayıs 2011, Erişim 24 Eylül 2013, 
  http://www.presseurop.eu/en/content/article/648661-oil-slick-floating-rock 
7 Süveyş Kanalı Trafik İstatistikleri, Erişim 26 Eylül 2013, 
    http://www.suezcanal.gov.eg/TRstat.aspx?reportId=4 
8 “Boğazlardan Geçen Yıl Yaklaşık 93 Bin Gemi geçti”, Hürriyet, 23 Ocak 2013, Erişim 24 Eylül 2013, 
    http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/22422384.asp 
9 Şenay Kaya, Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz Sorunları, Yüksek Lisans Tezi (Ankara: Ankara Üniversitesi, 2007), 5. 
10 Sefa Karahasan, “Rusya Rumlardan Resmen Üs İstedi”, Milliyet, 19 Ağustos 2013, Erişim 25 Ekim 2013, 
     www.milliyet.com.tr/rusya-rumlardan-resmen-üs-istedi/dunya/detay/1751630/default.htm 
11 Akdeniz Kalkanı Harekâtı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Erişim 27 Ağustos 2013, 
     http://www.dzkk.tsk.tr/turkce/DZKKULUSLARARASIGOREVLER.php?strAnaFrame=DzKKUluslarArasiGorevler&strIFrame=AKH 
12 NATO Faaliyetleri, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Erişim 8 Ekim 2013, 
http://www.dzkk.tsk.tr/turkce/dzkkuluslararasigorevler/NATO_Faaliyetleri.php 
13 Cengiz Ekin, “Küresel Hegemonya Mücadelesi Açısından Deniz Yetki Alanları,” içinde Doğu Akdeniz’de Hukuk ve Siyaset, yay. haz. Sertaç Hami Başeren, (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 2013), 98. 
14 USGS, “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean,” Fact Sheet 2010-3014, Mart 2010. 
15 USGS, “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Nile Delta Basin Province, Eastern Mediterranean,” Fact Sheet 2010-3027, Mart 2010. 
16 Ayla Gürel, Fiona Mullen, Harry Tzimitras, The Cyprus Hydrocarbons Issue: Context, Positions and Future Scenarios, PCC Report 1/2013,  Peace Researc Institute Oslo, (PRIO), 2013, 2. 
17 Mehmet Akif Sünnetçioğlu, “Doğu Akdeniz’in Hidrokarbon Potansiyeli ve Son Gelişmeler,” Stratejik Araştırmalar, 9, 16 (2011): 159-160. 
18 PRIO, “The Cyprus Hydrocarbons Issue”, 2. 
19 “Shell Egypt Anounces Two Ultra-Deepwater Discoveries,” Gulf Oil and Gas, 19 Şubat 2004, Erişim 29 Ağustos 2013, 
     http://www.gulfoilandgas.com/webpro1/MAIN/Mainnews. asp?id=395 
20 PRIO, “The Cyprus Hydrocarbons Issue”, 2-3. 
21 USGS, “Nile Delta Basin Province”. 
22 USGS, “Levant Basin Province”. 
23 PRIO, “The Cyprus Hydrocarbons Issue”, 2. 
24 Sertaç H. Başeren, “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı,” Stratejik Araştırmalar, 8 14 (2010): 151. 
25 PRIO, “The Cyprus Hydrocarbons Issue”, 5. 
26 PRIO, “The Cyprus Hydrocarbons Issue”, 6. 
27 “First Licensing Round (2007),” Kıbrıs Enerji, Ticaret, Sanayi ve Turizm Bakanlığı, Erişim 7 Eylül 2013, 
     http://www.mcit.gov.cy/mcit/mcit.nsf/All/FE3EB5707ADA0E6EC225771B0035B0D2?OpenDocument&highlight=1st Licensing Round 
28 “Recent Dicoveries,” Noble Enerji, Erişim 25 Eylül 2013, 
      http://www.nobleenergyinc.com/Exploration/Recent-Discoveries-130.html 
29 “Second Licensing Round-Hydrocarbon Exploration,” Kıbrıs Enerji, Ticaret, Sanayi ve Turizm Bakanlığı, Erişim 23 Eylül 2013, 
      http://www.mcit.gov.cy/mcit/mcit.nsf/dmlhcarbon_en/dmlhcarbon_en?OpenDocument 
30 PRIO, “The Cyprus Hydrocarbons Issue”, 4-5. 
31 Konu ile ilgili bir değerlendirme için bakınız Şule Anlar Güneş, “Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ve Deniz Çevresinin Korunması,” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:56, Sayı:2,(2007), 1-7. 
32 Fatma Taşdemir, Kıbrıs Adası Açıklarında Petrol ve Doğalgaz Arama Faaliyetleri Kapsamında Ortaya Çıkan Krizin Hukuki, Ekonomik ve Siyasi Boyutları, Rapor No: 2012-3 (Ankara: Ankara Strateji Enstitüsü, 2012), 18-19 
33 1958 Cenevre Konferansı’nın ayrıntıları için bakınız. “1958 Convention on the Continental Shelf”, içinde Article 1, 
     http://cil.nus.edu.sg/rp/il/pdf/1958%20Convention%20on%20 the%20Continental%20Shelf-pdf.pdf ; 
Fatma Taşdemir, Kıbrıs Adası Açıklarında Petrol ve Doğalgaz Arama Faaliyetleri Kapsamında  Ortaya Çıkan Krizin Hukuki, Ekonomik ve Siyasi Boyutları, 
Rapor No: 2012-3 (Ankara: Ankara Strateji Enstitüsü, 2012), 19. 
34 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ayrıntıları için bakınız. “United Nations Convention on the Law of the Sea” , içinde Article 82 Payments 
and contributions with respect to the exploitation of the continental shelf beyond 200 nautical miles, (Geneva: 1982), 52. 
35 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, 8.Bası (Ankara: Turhan Kitapevi,2003), 278-282 
36 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ayrıntıları için bakınız. “United Nations Convention on the Law of the Sea” , içinde Article 82 
Payments and contributions with respect to the exploitation of the continental shelf beyond 200 nautical miles, (Geneva: 1982), 52. 
37 Taşdemir, “Kıbrıs Adası Açıklarında Petrol ve Doğalgaz Arama Faaliyetleri,” 20-21. 
38 A.g.e, 21. 
39 Yaycı, “Doğu Akdeniz,” 16. 
40 Taşdemir, “Kıbrıs Adası Açıklarında Petrol ve Doğalgaz Arama Faaliyetleri,” 21. 
41 Çağrı Erhan, “Kıbrıs’ın Kuzeyinde de Biz Petrol Arayalım”, Türkiye, 30 Eylül 2011, Erişim 28 Ekim 2013, 
www.turkiyegazetesi.com.tr/makaledetay.aspx?id=504455 
42 Türkiye’nin bu konudaki görüşleri için Dışişleri Bakanlığı’nın 4 Ekim 2005 tarihinde BM Genel Sekreterliği’ne verdiği 2005/Turkuno DT/16390 sayılı notaya bakılabilir. 


***