8 Ocak 2021 Cuma

DAĞLIK KARABAĞ UYUŞMAZLIĞINDA SELF-DETERMİNASYON TEZLERİNİN GÖRECELİĞİ BÖLÜM 3

DAĞLIK KARABAĞ UYUŞMAZLIĞINDA SELF-DETERMİNASYON TEZLERİNİN GÖRECELİĞİ BÖLÜM 3




Dağlık Karabağ Uyuşmazlığı, Self-Determinasyon, Tezlerinin Göreceliği, Av. Dr. Deniz AKÇAY, Hocalı Katliamı, Birleşmiş Milletler Üyeliği, 
Güvenlik Konseyi Kararları, Minsk Grubu,


1.2. Self-determinasyon ve BM Genel Kurulu’nun 2625(XXV) sayılı Bildirisi 

Self-determinasyon ilkesinin uygulanabilirliği konusundaki ikinci önemli metin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970 tarihinde kabul etmiş olduğu 2625(XXV) sayılı “Birleşmiş Milletler Doğrultusunda Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Konusunda Bildiri”dir. 
Bildiri ile eski sömürgelerin bağımsız devletlere dönüştürüldüğü dönemde, tüm BM üyesi devletler arasında uyulması gereken ilkelerin ayrıntılı biçimde belirlenmesi amaçlanmıştır. 
Söz konusu Bildiri’de uluslararası alanda devletlerce uyulması gereken ilkelerin “ilerici biçimde gelişmesi ve yasa haline getirilmesi, ülke bütünlüğü ve devletlerin bağımsızlığına karşı güç kullanılmaması, uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesi, devletlerin BM Şartı doğrultusunda işbirliğinde bulunmaları, halkların eşit hakları ve kendi geleceğini tayin etmesi, devletlerin mutlak eşitliği, devletlerin Şart doğrultusunda üstlenmiş oldukları yükümlülükleri iyiniyetle yerine getirmeleri yolunda çağrıda bulunulmaktadır. 

2625(XXV) sayılı Bildiri, klasik anlamda bir antlaşma olmamakla birlikte, egemen devletler arasındaki ilişkilerde uygulanması ve uyulması gereken ilkeler olarak kabul edilmektedir. Bir yazara göre, söz konusu ilkeler bağlayıcı olmamakla birlikte uyulması konusunda “teşvik edici” (hortatory) nitelikte sayılmalıdır.33 

Bildiri’nin en uzun maddelerinden biri olan “Halkların eşit haklarına ve kendi geleceğini tayin etmesine ilişkin ilke”başlığı ile düzenlenmiş olan bu maddenin 
“dramatik” söylemine rağmen, içeriği incelendiğinde, çok daha dar kapsamlı olduğu söylenebilir. 

Her şeyden önce 2625(XXV) sayılı Bildiri de, “halkların kendi geleceğini tayin etme” hakkı iki ön koşulla sınırlandırılmaktadır: 

a) Devletler arasında dostça ilişkileri ve işbirliğini ilerletmek, 
b) Sömürgeciliğe hızla son vermek amacı ile söz konusu halkların özgürce ifade edilmiş iradelerine saygı göstererek. 

Bildiri’de yer alan bu ifadelerden, self-determinasyon hakkının temel “ideolojisinin” dostça ilişkilere ve işbirliğine dayandırıldığı anlaşılmaktadır. 
Öte yandan, Bildiri’ye göre, self-determinasyon hakkının temel “tarihsel” süjesi sömürge halklarıdır. Dolayısıyla bildiri Metinde, başka bir halk 
kategorisinin kişileştirilmemiş olması, sömürge olarak nitelendirilemeyecek “halkların” self-determinasyon haklarını ancak belirli istisnai durumlarda 
gündeme gelebileceğini ortaya koymaktadır. 

Diğer bir deyişle, Bildiri’deki içerik ve anlamıyla, self-determinasyon ilkesinin muhatabı aslında herhangi bir halk değil, bazı istisnai koşulların ortaya çıkması 
halinde, bir halkın belirli bir devlete karşı dermeyan edebileceği bir hak olarak algılanmalıdır.34 

Öte yandan, self-determinasyon hakkının kullanılmasının uygun olabileceği durumlarda dahi Bildiri’de ayrıntılı ve kesin sınırlamalar getirilmiştir. 
Şöyle ki: 
“Yukarıda yer alan paragraflardaki hiçbir şey, yukarıda tanımlanmış bulunan halkların eşit hakları ve kendi geleceğini tayin etmesi ilkesine uygun olarak kendilerini yöneten ve böylece ırk, inanç ya da renk ayrımı yapmadan ülkede yaşayan bütün halkı temsil eden bir yönetimi bulunan egemen ve bağımsız Devletlerin toprak bütünlüğü ya da siyasi birliğini tamamen ya da bir kısmı ile parçalayacak ya da bozacak olan herhangi bir harekete izin veriyormuş ya da teşvik ediyormuş gibi yorumlanamaz. 
Her Devlet, herhangi bir Devlet ya da ülkenin ulusal birliği ve ülke bütünlüğünü kısmen ya da tamamen bozma amacını güden her hareketten kaçınacaktır”. 
Görüldüğü gibi Bildiri, self-determinasyon iddiaları hakkında iki bakımdan olumsuz bir ifade ile sınırlama getirmektedir: Bir yandan, self-determinasyon iddiasında bulunan bir “hareket”in bağımsız bir devleti parçalanmasına izin veriyormuş gibi yorumlanmaması, öte yandan da, devletlerin selfdeterminasyon iddialarını birbirlerine karşı ülke bütünlüklerini bozacak şekilde kullanmamaları gerektiği vurgulanarak, devletlere bu konuda iki yükümlülük getirmektedir. 

Bildiri’deki bu ayrıntılı koşul ve kayıtlar eski sömürgecilikle bağlantılı ve 1514(XV) sayılı Bildiri çerçevesindeki uyuşmazlıklar dışındaki selfdeterminasyon iddialarının, ancak ağır ve yaygın insan hakları ihlalleri durumlarında ve özellikle, bir devletin ülke bütünlüğünü bozmak amacıyla ileri sürülmemişolması kaydıyla dikkate alınabileceğini ortaya koymaktadır. 

Doktrinde de, ancak olağanüstü baskıların (in extreme cases of oppression) söz konusu olduğu durumlarda uygulanabilecek self-determinasyon “onarımcı” 
(remedial self-determination) olarak nitelendirilmektedir.35 

Heidy Krüger, Dağlık Karabağ hakkındaki bir makalesinde, onarımcı self determinasyon kavramının “dermeyan” edilebilmesi için hukuka aykırılık ve 
baskıların ağır, yoğun ve sistematik (severe, massive and systematic) olması gerektiğine dikkat çekmektedir.36 

Öte yandan, Marc Weller, eski sömürgelerle bağlantılı uyuşmazlıklar dışındaki ayrılıkçı uyuşmazlıklarda neredeyse sistematik olarak self determinasyon 
uygulanmasını önermektedir.37 Weller’in bu görüşü ancak 2625(XXV) sayılı Bildiri’nin “halkların kendi kaderini tayin etme hakkına ilişkin bölümünün, yukarıda belirtilen 7. paragrafındaki koşullar çerçevesinde değerlendirilebilir. 

1.3. UAD’nin 22 Temmuz 2010 tarihli Kosova Kararı 

Kosova Geçici Özyönetimi’nin (Provisional Institutionof Self-Government of Kosovo) 17 Şubat 2008 tarihinde, Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan 
etmesi konusundaki UAD’nin istişari nitelikteki kararı, gerek yargısal metodoloji, gerek vardığı sonuç açısından self-determinasyon tartışması kapsamında “ilginç” sayılabilir.38 

Kosova’nın “tek taraflı” olarak, Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan etmesine ilişkin UAD’nin istişari nitelikteki(Advisory Opinion) 22 Temmuz 2010 tarihli kararının, bir yandan, UAD’nin izlemiş olduğu yorum yöntemi açısından, diğer yandan da, BM Genel Kurulu’nun 2625(XXV) sayılı Bildirisi’ndeki self-determinasyon kavramının uygulanması açısından tereddüt uyandırabilecek nitelikte olduğu kabul edilebilir.39 

BM Genel Kurulu, Kosova’nın “bağımsızlık” ilanının devletler hukukuna “uygun olup olmadığını” sormuş olduğu halde UAD, bağımsızlık ilanının devletler hukukuna uygun olup olmadığını ortaya koyacak somut fiil ve hukuksal gerekçeler sıralamak yerine, bu konuda yasaklayıcı bir kuralın bulunmadığını belirtmekle yetinerek, Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasının hukuka aykırı olmadığı sonucuna varmıştır.40 

Oysa UAD, en azından, Kosova’nın içinde bulunduğu son derece güç, kritik sorunları sıralamış olan BM Güvenlik Konseyi’nin 10 Haziran 1999 tarihli 
1244 (1999) sayılı kararını inceleyip değerlendirerek değişik bir sonuca varabilirdi.41 

Öte yandan, bu denli kritik ve ayrıca, gelecekte “emsal” olarak algılanabilecek bir bağımsızlık ilanı karşısında, UAD’nin, BM Genel Kurulu’nun, özellikle, 2625(XXV) sayılı Bildirisi’ndeki ayrılıkçı hareketlere ilişkin önemli ve ayrıntılı düzenlemelerini de değerlendirmesi gerekirdi. 

Güvenlik Konseyi’nin 1244(1999) sayılı kararında Kosova’da ciddi bir insani durumun oluştuğu (grave humanitarian situation), Kosova halkı aleyhine şiddet eylemleri işlendiği (acts of violence against the Kosovo population) , BM Genel Sekreteri’nin 9 Nisan 1999’da Kosova’da bir insanî trajedi (humanitarian tragedy) yaşandığını belirtmiş olduğu vurgulanmıştır.42 

1244(1999) sayılı kararın giriş bölümünde olduğu gibi, işlem paragraflarında da “self-determinasyon”, “bağımsızlık” gibi terimlere rastlanmamakta, metindeki “political solution” çağrıştıracak ifadeler ise “self governing” ve “self-administation düzeyinde kalmaktadır. Bu terimlerden her birinin farklı içeriği ve uygulanma koşulları olduğu, ancak bağımsızlık ilanını kapsamadığı, aksine, açıkça zikretmiş olduğu çözüm alternatifleri ile yapılabilecek “tercihleri” sınırlandırmış olduğu ve bağımsızlık şıkkını “dışlamış” olduğu kabul edilmelidir. Diğer bir deyişle, UAD kararında, Kosova’nın geleceği açısından kritik önemi bulunan 1244(1999) sayılı karar aşamasında, hiçbir zaman, bağımsızlık ilanı şeklinde bir self-determinasyon formülünün gündeme gelmemiş olduğu kesinlikle değerlendirilmemiştir. 

Stefan Oeter, daha ileri giderek, Kosova’nın bağımsızlığını ilan ettiği tarihte, BM Güvenlik Konseyi’nin Yugoslavya’nın Kosova üzerindeki egemenliğinin devam ettiğini saptayan 1244(1999) sayılı kararının “yürürlükte” olduğunu vurgulamakta, Güvenlik Konseyi’nin söz konusu kararının artık hükümsüz (obsolete) olduğunu açıkça ya da yorum yoluyla ilan etmesi gerektiğine dikkat çekmektedir.43 
Oysa böyle bir açıklamanın yokluğunda, UAD’nin, Kosova’nın bağımsızlık ilanın bir “ayrılma” (secession) niteliğini taşıyacağını dikkate alarak, bu niteliğiyle 2625(XXV) sayılı BM Genel Kurulu’nun Bildirisi’nde yer alan koşullara uygun olup olmadığının incelemesi gerekirdi. 

Buna karşılık, UAD, 1244(1999) sayılı karardaki kıstaslardan da ayrılarak ve özellikle, Kosova’daki siyasal ve sosyal durumun bir analizini yapmaksızın, 
tek taraflı bağımsızlık ilanının devletler hukukuna uygunluğunu tescil etmiştir. 
UAD’nin bu yüzeysel, mekanik yaklaşımını eleştiren Crépet-Daigremont’a göre, UAD, bağımsızlık ilanına ilişkin “tasarrufun” devletler hukuku açısından 
statüsünün niteliğini araştırmalıydı.44 

Öte yandan, UAD kararının, bir başka yönden yukarıda bahsedilen 2625(XXV) sayılı Bildiri’yi de tamamen dışlamadığı söylenebilir. Şöyle ki, UAD kararına 
göre, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle, devletlerin ülke bütünlüğüne halel getirilemeyeceği kabul edilmekte, Helsinki Nihai Senedi’ne atıfta bulunarak, bu ilkenin devletler arasındaki ilişkiler düzeyinde kaldığına işaret etmektedir (is confined).45 

Bu tür bir argümanın, devletleri ülkeleri içindeki ayrılıkçı hareketlere karşı savunmasız bıraktığı açıktır. Oysa 2625(XXV) sayılı Bildiri’nin self
determinasyonla ilgili bölümünün yedinci paragrafında kesinlikle böyle bir sınırlama yer almamaktadır. İki paragraftan oluşan bu bölümün birinci 
paragrafı, ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini tehdit edebilecek “herhangi bir hareket”ten söz edilmekte,ancak ikinci paragrafındadevletlerin aralarındaki 
ilişkilerde birbirlerinin ülke bütünlüğü ve siyasi birliğini tehdit edecek her hareketten kaçınmaları gerektiği belirtilmiştir. Bu yazım da, Bildiri’nin, 
devletin ülke bütünlüğünün birbirinden tamamen farklı iki durumda tehdit edilebileceğini ortaya koymaktadır. 

UAD’nin bu yaklaşımı, özellikle, self-determinasyon hakkının “kullanılması” durumlarında devletin, Bildiri’nin self-determinasyonla ilgili 7. Paragrafındaki 
“yasak” tan yararlanamayacağı, izlenimini uyandırmaktadır. Diğer bir deyişle, bu tür bir durumda, ülke bütünlüğü ilkesi “mağdur” devlet tarafından ayrılıkçı 
harekete karşı değil, ancak onu destekleyen bir devlete karşı ileri sürülebilecektir. Bu tür bir yaklaşım Bildiri’nin de ötesinde, Birleşmiş Milletler Şartı’nın devletlerin ülke bütünlüğünü korunmasını öngören 2. maddesine de aykırıdır. 

Sonuçta, UAD, bağımsızlık ilanı gibi, son derece ciddi sonuçlar doğurabilecek bir konuyu ayrıntılarıyla inceleyeceğine, “aksine kural yoksa uygundur” gibi, 
minimalist bir yaklaşım izlemiş, 2625(XXV) sayılı Bildiri’nin konuya ilişkin self-determinasyon ilkesi hakkındaki maddelerini yeterince incelememiştir. 

Öte yandan, UAD’nin, eski Yugoslavya’da 90’lı yıllarda yaşanmış olan trajik olayları yeniden yargısal bir kararla gündeme getirmemek kaygısıyla da 2625(XXV) sayılı Bildiri’nin uygulanmasında siyasal isabet görmemiş olabileceği de akla gelmekte dir. UAD, 2003’ten beri Avrupa Konseyi üyesi olan, AB üyeliği sürecini de başlatmış olan Sırbistan’ın geçmişte, etnik temizlik ve yine başka bir UAD kararıyla belirlendiği üzere Srebrenitsa’da soykırım işlemiş olduğunun yeniden gündeme getirilmemesi kaygısıyla, basit, mekanik bir yorumla yetinmeyi tercih etmiş olabileceği de akla gelmektedir.46 

2. Dağlık Karabağ Açısından Self-determinasyon Tezlerinin Geçerliliği 

2.1.Self-Determinasyona İlişkin Koşullar 

Minsk Grubu’nun 1996’daki Lizbon toplantısından itibaren dönemsel açıklamalarında (statemens) Dağlık Karabağ sorununun çözümünde self
determinasyon ilkesi temel çözüm olarak önerilmektedir. Her ne kadar, bu açıklamalarda başka önerilere de yer veriliyorsa da, bu öneriler, kesinlikle, 
self-determinasyonun alternatifi olmayıp, self-determinasyonu tamamlayıcı ve destekleyici yan koşullar düzeyinde kalmaktadır. 

Ayrıca söz konusu açıklamalarda, Azerbaycan’ın ülke bütünlüğünü ve sınırlarının dokunulmazlığını temel çözüm parametreleri olarak belirlemiş olan Güvenlik Konseyi’nin 1993’te kabul etmiş olduğu dört kararın da dikkate alınmış olduğunu gösteren atıf ya da değerlendirmelere de rastlanmamaktadır. 

Oysa BM organları düzeyinde 1993 kararları çizgisinden vazgeçildiğini gösterecek bir sapma ya da gerileme de kaydedilmemiştir. 

Tam aksine, BM Genel Kurulu’nun yukarda zikredilen 14 Mart 2008 tarihli ve A/RES/62/243 sayılı kararı, Güvenlik Konseyi’nin kararlarındaki ilkelerden 
vazgeçilmediğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, Genel Kurul, ilkesel yaklaşımının yanı sıra, yukarıda da belirtilmiş olduğu üzere, BM üyesi devletlerden Dağlık Karabağ’ın işgalini tanımamalarını ve Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’daki askerlerini geri çekmesini istemiştir. 
Ancak Minsk Grubu’nun BM kararlarından etkilendiğini ya da, en azından kaydettiğini gösteren bir açıklamaya(statement) rastlanmamaktadır. 
Oysa self-determinasyon gibi radikal bir çözümün dermeyan edilebilir bir hedef/çözüm oluşturabilmesi için, özellikle, üç koşulun varlık ya da yokluğunun saptanması gerekir: 
Birinci Koşul: Dağlık Karabağ, BM Şartı’nın özerk olmayan ülkelerle ilgi 73. maddesinin kapsamına girebilecek bir bölge değildir, geçmişte de böyle bir 
statüsü olmamıştır. Dolayısıyla, sömürgelerle ilgili BM Genel Kurulu’nun 1514(XV) sayılı Bildiri’nin uygulama alanına girmemektedir. 

Yukarıda değinilen UAD’nin Chagos Adaları ve Batı Sahra ile ilgili istişari nitelikteki kararları da Dağlık Karabağ’a uygulanamaz. 

İkinci Koşul: Dağlık Karabağ’ın 2625(XXV) sayılı BM Genel Bildirisi’nin uygulanma alanına da girdiği iddia edilemez. Azerbaycan’ın bu bölgede ağır ve yaygın insan hakları ihlalleri işlemiş olduğu konusunda herhangi bir iddiaya rastlanmamaktadır. Aynı şekilde Minsk Grubu’nun açıklamalarında da, bu konuda herhangi bir saptama ya da iddia yer almamaktadır. Bu bakımdan, yukarıda da değinilmiş olan “onarımcı” bir ayrılıkçılık (remedial secession) iddiası da gündeme getirilemez. 
Ayrıca, BM organları düzeyinde de benzer bir iddiaya rastlanmamaktadır. 

Üçüncü Koşul:Self-determinasyon talep ya da iddialarının devletler hukukuna ve özellikle 2625(XXV) BM Bildirisi ile belirlenmiş kurallara uygun olabilmesi için ilgili ülke ya da bölge halkının gerçek, özgün, bağımsız iradesine dayanması gerekir. Dağlık Karabağ açısından bu koşulun gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemek açısından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Büyük Daire düzeyinde 2015’te verdiği Chiragov kararının incelenmesinde yarar görülmektedir.47 

2.2. Chiragov Kararı Işığında Dağlık Karabağ Hakkındaki Self Determinasyon Tezlerinin “Gerçekliği” 

Minsk Grubu’nun, Dağlık Karabağ sorununun çözümlenmesi konusunda, 1996’dan beri üzerinde durduğu self-determinasyon formülü, AİHM Büyük Dairesi’nin Chiragov kararının ışığında değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır. 
Bireysel bir başvuru niteliğinde olan Chiragovbaşvurusu, 1988 ile 1994 yılları arasında Ermeni askeri harekâtı sırasında,Human Rights Watch’a göre bölgeyi 
terk etmek zorunda kalan 750.000 ile 800.000 arasında Azeri arasında yer alan başvuranların, terk etmek zorunda kaldıkları taşınmazlarına ulaşamamak ve 
ayrıca, bu konuda maruz kaldıkları zararın giderilmesini sağlayacak etkin bir başvuru yolunun bulunmaması konularındaki şikâyetleri ile ilgilidir. 

AİHM, başvurunun esasına girmeden önce, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ bölgesine topyekûn savaşın (full scale war) başlamasından önce ve özellikle, 
Aralık 1989’da Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüce Sovyet’inin (Supreme Soviet) Dağlık Karabağ ile “yeniden birleşmiş” olduğunu ilan 
etmesiyle başlamış olduğuna dikkat çekmiştir.48 

Kararda ayrıca, BM Güvenlik Konseyi’nin 1993’te kabul etmiş olduğu kararlarda, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’daki askerî harekâtını istilâ (invasion)ve işgal (occupation) olarak nitelendirmiş olduğunu belirtmiştir.49 

AİHM, başvurunun esasıyla ilgili olarak, her şeyden önce, Ermenistan sınırları dışında bulunan bir bölgede meydana geldiği iddia olunan olaylar ve ihlallerle 
bağlantılı iddialar açısından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 1. maddesi anlamında yer itibarıyla (ratione loci) yetkili olup olmadığını titizlikle 
incelemiştir. 

Bu çerçevede, AİHM, Ermenistan ile Dağlık Karabağ arasındaki ilişkileri, askeri, siyasi ve ekonomik açıdan değerlendirmiştir. 

Ermenistan’ın Dağlık Karabağ Üzerindeki Askerî Nüfuzu Chiragov kararında, 2 Eylül 1991’de “bağımsızlığını” ilan etmiş olan Dağlık Karabağ’ın askerî alanda Ermenistan’ın güdümünde olduğunu ortaya koyan ayrıntılı izahata yer verilmektedir. Bu bölüme üç sayfa ayırmış olan AİHM, söz konusu “askerî işbirliği”nin 5 Haziran 1994’te “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti” ile Ermenistan arasında akdolunan “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti ve Ermenistan Hükümeti Arasında Askeri İşbirliği Anlaşması” (Agreement on Military Cooperation between the Government of the Republic of Armenia and the Republic of Nagorno-Karabakh) adlı anlaşmaya dayandığına işaret etmektedir.50 

Söz konusu “anlaşmanın” AİHM kararında alıntılanan giriş bölümünde, iki “tarafın” askerî alanda işbirliğini geliştirmek konusunda karşılıklı çıkarları (mutual interest) olduğu belirtilmektedir. Bu “işbirliği” çerçevesinde “Anlaşma” da ordunun (army) kuruluşu, askerîmevzuat, silahlı kuvvetlerin lojistik sorunları, Ermenistan’ın askerî personelinin Dağlık Karabağ “ordusu”nda görevlendirilmesi gibi konularda ve bu çerçevede, başka alanlarda da askerî işbirliği yapılabilmesi öngörülmekte dir. 51 AİHM’nin Chiragov kararında üzerinde ayrıntılı şekilde durduğu bu “işbirliği”, aslında, başvuranların iddialarının Ermenistan aleyhine yöneltilip  yöneltilemeyeceği ni belirlemek gibi usulî bir amacı olmakla birlikte, söz konusu askerî “yakınlaşmanın” doktrininin de mahkemenin dikkatini çekmiş 
olduğu kaydedilmelidir. 

Örneğin, Mathieu Petithomme, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ bölgesinde bir “devlet” ve bir “ulus” görüntüsü vermeye çalıştığını vurgulamakta ancak bu 
“takdimin” aslında “kayırmacı” (clientéliste) eğilim çerçevesinde, uluslararası camiada bir meşruiyet güvencesi sağlamaya yönelik olduğuna işaret etmektedir.52
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder