1 Nisan 2017 Cumartesi

SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 1


SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ., 
BÖLÜM 1 


SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II

Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ 

Yrd. Doç. Dr. Kadir KASALAK
* Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 


Giriş 

İlk çağlardan itibaren dünyanın merkezi olarak kabul edilen bugünkü Orta Doğu Bölgesi pek çok din ve medeniyete beşiklik etmiştir. Stratejik öneme sahip olan ve sınırdaşımız olan Suriye devletinin kuruluşu da büyük mücadelelere sahne olmuştur. 

Tarihte çeşitli adlarla anılan Suriye, İslam hâkimiyetine geçtikten sonra “Bilad el Şam” veya “el-Şam” olarak anılmıştır. Burada kastedilen coğrafi bölgede sadece bugünkü Suriye toprakları değil, Filistin, Ürdün, İsrail ve hatta Irak’ın kuzey bölgesini de kapsamaktaydı. Bu coğrafi bölgedeki Suriye, Anadolu ile Mısır arasında köprü görevi görmüş, çeşitli devletlerin istilasına uğramış, nüfus ve kültürel yönden karmaşık, bugün de başta süper güçler olmak üzere çoğu devletin iştahını kabartan bir ülkedir. 

Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyetlerinde de uzun süre kalan bölge; Türk nüfusun burada yaşaması, halkının çoğunun Müslüman olması, tarihsel bağları ve Türkiye’ye sınırdaş komşumuz olması nedenleriyle Türkiye için önem teşkil etmektedir. 

Suriye adı, Batılı devletlerce XIX. yüzyıldan itibaren bölgesel olarak kullanılmış, bugünkü Suriye de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra batılı devletlerin siyasetiyle şekillenmiştir. XIX. yüzyıldan itibaren İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletlerin iştahını petrol ve ticari yollar sebebiyle kabartan bölge XX. yüzyılın başlarında bölgeyi elinde bulunduran Osmanlı Devleti ile bu sömürgeci devletler arasında bir çatışma alanı hâline gelmiştir. 

400 yıllık Osmanlı egemenliğinde hoşgörü, huzur ve dirlik içinde yaşayan bölge halkı özellikle XX. yüzyılın başlarından itibaren huzursuzluk bölgesine dönüştürülmeye çalışılmış, sömürgeci devletler bunda başarılı olmuşlardır. Bölgede çoğunluğu teşkil eden Araplar ve çeşitli din ve milliyetlere sahip halklar, misyonerler tarafından kışkırtılmıştır. Muhtariyet, bağımsızlık yalanları ve Osmanlı’nın İslam dinini yozlaştırdığı iddiaları ile Osmanlı ve Türk düşmanlığı körüklenmiştir. Bu faaliyetlerin sonucu olarak bölgede XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılda çeşitli isyanlar çıkmıştır. 1860 Marunî, Dürzî isyanı, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Şerif Hüseyin isyanı iki önemli isyandır.1 İngiliz ve Fransızlar tarafından desteklenen bu isyanlar; Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve bu parçalardan pay koparmak isteyen sömürgeci devletlere zemin oluşturmuştur. İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler, kendi aralarındaki çıkar kavgalarına rağmen bir kısmı uygulanamasa da bazılarını uygulamaya koymuşlardır. Bu sömürgeci niyetlerini saklamayan devrin İngiliz Başbakanı Lord Curzon, 15 Ağustos 1918’de yaptığı konuşmasında :“…Dünyada İngiltere dışında hiçbir ülkenin Mezopotamya ile ilgilenebilecek güçte olmadığını ve Londra’nın bu yüzden “kapitalist tekelci ya da emperyalist olarak suçlanmasından herhangi bir şekilde gocunmadığını” 2 açıklamıştı. 

Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeni; bir yandan “böl-parçala-yönet (bazen de yut)” politikasını esas alırken Hristiyanlığı, 
İslam’a üstün kılma ve nüfuz bölgeleri oluşturma mantığına dayanıyordu. Böylece günümüz dünyasının nifak tohumları da atılıyordu. Bu faaliyetlerde 
“kutsal uygarlık görevi” maskesiyle “manda sistemi” olarak sunulacaktı. Bu tarihlerde her ne kadar resmî olarak henüz manda sisteminden söz edilmese 
de bugünkü Suriye’nin temelleri Skyes-Picot gizli anlaşmasına dayanmaktaydı. Sonradan Bolşevikler tarafından açıklanan bu gizli anlaşmanın yapılması ve ihtiva ettiği hükümler, yukarıda özetle ifade ettiğimiz bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden kısa bir süre sonra Cemal Paşa 4. Ordu Komutanı olarak bu bölgeye atanmıştır. Bölgede 
asayişi sağlamakla birlikte Arapların liderleriyle iyi geçinme yolunu tercih etmiştir. Ancak bir kısım Araplar, İngiliz ve Fransız propagandasına kanarken bölgeye gelen Şerif Hüseyin ve oğlu Faysal Osmanlı’ya karşı isyan etmek fikrine ortak olmuş ve eyleme geçmişlerdir. İngiliz vaatlerine kanarak Haziran 1916’da Arabistan’da Şerif Hüseyin Osmanlı’ya isyan ederken oğlu Faysal da Suriye’de Türk kuvvetlerine karşı savaşıyordu. Hâlbuki bu sırada bölge İngiliz Mark Sykes ile Fransız George Picot arasında paylaşılıyordu.16 Mayıs 1916’da ise anlaşma Rusya, Fransa ve İtalya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre: “İngilizlere; Ürdün, Irak ve Filistin üzerinde Fransızlara da Suriye ve Lübnan üzerinde egemenlik kurma hakkı veriyordu”.3 Böylece bağımsız Arap Devleti vaatleriyle Şerif Hüseyin ve Araplar kandırılırken İngiltere ve Fransa bölgeyi kendi aralarında paylaşıyor, Balfour Deklarasyonu ile de İsrail devletinin temelleri atılıyordu. 

3 Ocak 1916’da Skyes ve Picot’un varmış oldukları ve 4 Şubat’ta İngiliz, 8 Şubat’ta Fransız Hükûmeti’nin imzaladığı anlaşmaya göre “ Fransız bölgesi, güneyde bugünkü Lübnan-İsrail sınırının denize kavuştuğu yere kadar kıyı şeridinin bütününü içine alacaktı. Buradan, yukarı Galile’yi Fransız nüfuz bölgesinin güney sınırı, Fırat ile Taberiye gölü arasında bugünkü Suriye sınırından geçmekte daha sonra Dicle ile bu nehrin küçük Zap suyuyla birleştir diği yerde buluşmakta ve bu nehri izleyerek ve Kerkük petrol havzasını Fransa ile İngiltere’ye ait iki bölgeye bölecek şekilde ilerleyerek İran sınırına bağlanmaktaydı. Filistin’e gelince “Hayfa ve limanı Akka ile İngilizlere ait olacak; kıyıda Hayfa’nın 15 mil kuzeyinden başlayıp Taberiye Gölü’ne, Şeriya’ya, Lut Gölü ve Gazze’ye uzanan bir sınır içinde kalan Filistin ise tarafsız ilan edilerek Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya ve Müslümanların temsilcilerinden oluşan bir uluslararası idarenin denetimine bırakılacaktı.”4 Bu anlaşma ile Fransa Musul’u alırken Filistin’den uzaklaşmış oluyordu. Ancak petrol savaşı bu anlaşma ile sınırlı kalmayacak, İtilaf devletleri arasındaki rekabet hiçbir zaman durmayacaktır. 

Mondros Ateşkes anlaşması henüz imzalanmadan İngilizlerin Araplarla ortak hareket ederek Suriye içlerine ve kuzeylerine ilerlemeyi sürdürdükleri görülmektedir. Kilis ilçesine bağlı 8 köyde yaşayan Arap kökenli Osmanlı vatandaşları, Kilis Havalisi Arap Cemiyeti adında bir cemiyet kurarak faaliyete başlamışlardı. 14 Ekim 1918 tarihinde duvarlara astıkları bildiride Arapların Faysal yönetiminde bağımsız bir devlet kuracaklarından bahisle Türklere vergi verilmemesi gerektiğini şu sözlerle dile getirmekteydiler: “Artık Türkler bundan sonra Arap kavmi necibine tahakküm edemeyecek bir hâle gelmiştir. Orduları her yerde inhizama uğramaktadır. Cemiyetin vazifesi müstakil ve hür bir Arap hükûmeti teşkil etmektir. 

Sultanımız ve halife-i azamımız Emir Faysal Hazretleri olacaktır. Bu havaliler ise kâmilen Arap hükûmetine verilecektir. 

Sakın bundan sonra, sene-i hâliye aşarından bakiye kalan karyelerinizde ısdar (hazır) edilmiş olan zehairi (hububatı) Türk memurlarına vermeyiniz. İdare-i umur (oylayınız) ediniz. Türklerin şimdilik her tazyikine göğüs geriniz. Karyenizde her türlü metalib (istek) için Türk memurları gelirse def’i tard ediniz. 

Artık sizin hâkimiyetinize, Halep’ten aldığımız malumata nazaran hatime (son) verildi deyiniz. 

Irkken yabancı olan bir milletin 500 senedir, emri altında esiri olarak yaşadık. Artık hulus (kurtuluş) günlerimiz hulul etmek üzeredir. Yalnız itidalinizi muhafaza ediniz. Tebligatı size günü gününe tebliğ edeceğiz. 

Ona göre hareket eylemenizi sureti hususiye de rica ederiz.”5. 

Osmanlı ordusunun Halep’ten çekilmesi Arapların taşkınlık ve cüretlerini artırmıştır. Hatta Faysal da Kilis Belediyesi’nden Kilis’in kendilerine teslimini istemiştir. 

Bu durum karşısında Türklerde bir yandan teşkilatlanırken öte yandan savunma tedbirleri almışlardır. Mustafa Kemal de bölgenin komutanı olarak 28 Ekim Akşamı Kilis’e gelerek organizasyona yardımcı olmuştur.6 İngiliz ve Arap işgalleri karşısında Urfa halkı da endişeye kapılmıştır. 

A. Fransızların Bölgeyi İşgalleri ve Suriye’de Manda Yönetiminin Kurulması 

İngiliz işgalleri bir yandan Irak’ta diğer yandan da bugünkü Suriye’de ve Suriye sınırına yakın Türk köylerinde devam etmiştir. İşgal sonrası 
bölgede Faysal liderliğinde bir Arap yönetimi kurma faaliyeti başlamış bunun belirtisi olarak da hutbelerde “Halife ve Emirü’l müminin” ibaresi kaldırılarak 
yalnız “Melikü’l Arap Şerif Hüseyin” tabiri ağızdan ağza dolaşmaya başlamıştır.7 

Araplar, Arap hükûmeti adına vergi de toplamaya başlamıştır. İngilizler, Arapları da arkalarına alarak işgal bölgelerini genişletmeye çalışmışlardır. Bu işgallerde de öncelikle stratejik önemi olan demir yolu hatlarını işgal etmişlerdir. 8 Kasım 1918’de başlayan işgaller Irak, Suriye, Filistin bölgeleri ile bugünkü Anadolu’nun güney illerinden Urfa, Antep vilayetlerini kapsıyordu. Fransızlar da Adana, Maraş, Mersin bölgelerini işgal ediyordu. Paris Barış Konferansı devam ederken İtilaf devletleri işgal bölgelerini genişletmeye çalışmışlar, öte yandan da aralarındaki çıkar çatışmaları akıl almaz pazarlıklara sahne olmuştur. Yerasimos, çeşitli kaynaklara dayanarak verdiği bilgilerde bu pazarlıkları şöyle anlatır: 

“Öte yandan Fransa Musul üzerindeki iddialarından vazgeçmeye hazırdı. Piçhon’un 6 Şubat’ta Lloyd George’a verdiği bir notada Fransa’nın 
“nüfuz bölgesinin doğu sınırını Habur havzasına çekmeye” razı olduğu bildirilmekteydi. Bu, Fırat’ın kuzeyinden geçen bugünkü Suriye-Irak sınırıydı. 

Ancak bunu izleyen 11 Şubat tarihli toplantıda İngilizler, Fransızlar, o sırada Paris’te bulunan Şerif’in oğlu Faysal ile bir anlaşmaya varmadan Suriye yönetimini Fransa’ya devretmeyi reddettiler. 10 ve 20 Mart 1919’da yapılan Clemenceau ile Lloyd George’un yanı sıra ABD Başkanı Wilson ve İtalya Orlando’nun da katıldıkları 4’lü konsey toplantılarında bu sağırlar diyaloğu devam etti. Görüşmelerin tıkanması üzerine Wilson halkların ne istediği belirlenmesi amacıyla bir soruşturma komisyonu gönderilmesini önerdi. 

Üçüncü bir talibin ortaya çıkması –çünkü ABD’nin manda yönetimini ele geçirmek istediği yönünde güçlü bir izlenim vardı– Fransızlarla İngilizlerin 
anlaşmaya varmalarını kolaylaştırdı. Fransız ve İngiliz uzmanlardan oluşan bir komisyon, 25 Mart’ta, Suriye’de, başında Faysal’ın bulunacağı bir meşruti 
krallık ve ulusal Suriye meclisinin kurulmasını, kurulan bu sistemin Mısır modeline benzer şekilde Fransız mandasına verilmesini öngören bir proje 
hazırladı. Bu projenin kabul edilmesinden sonra Clemenceau Faysal ile buluştu ve 17 Nisan’da kendisine, “Fransa’nın Suriye’nin bağımsızlık hakkını tanıdığını” ve bu amaçla ona maddi ve manevi destek vermeye hazır olduğunu bildiren bir mektup gönderdi. Buna karşılık Faysal da “Suriye’ye destek verme durumunda olan ülkenin Fransa olduğunu kabul etmekteydi. 

Aynı ayın 22’sinde Clemenceau Dörtler Konseyinde Faysal’ın bu mektuba olumlu yanıt verdiğini, taraflar arasında bir anlaşma yapıldığını, dolayısıyla 
Suriye’ye soruşturma komisyonu göndermeye gerek kalmadığını açıkladı. 

Birkaç gün sonra Faysal’ın Fransa’ya en azından yazılı olarak olumlu yanıt vermediği ortaya çıktı ve İngilizlerle Fransızlar arasındaki ilişkiler yeniden kötü bir havaya girdi. Sonunda 21 Mayıs’ta fırtına koptu; Clemenceau, İngiliz askerleri Suriye’den çıkmadığı sürece Komisyon toplantılarına katılmayacağını bildirirken Lloyd George da Suriye’nin güney sınırı Filistin yararına gözden geçirilmediği sürece Suriye’den çıkmayacağını ilan etti. Clemenceau, bu durumda, Fransa’ya bırakılan topraklardan ne demir yolu ne de boru hattı geçirilmesine izin vereceğini söyledi.”8 

1919’un yaz ayları boyunca ve özellikle Woodrow Wilson’un ABD’ye dönmesin den sonra İngiltere ile Fransa arasındaki ilişkilere Suriye krizi damgasını vurmuştu. Ancak gelişen bazı olaylar sebebiyle ister istemez gerçeklerle yüz yüze kalan bu ülkeler kendi aralarında da çözüm bulmak zorunda kalmışlardır. Bu gerçeklerden birincisi, savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik krizin İngiltere’nin bile gücünün sınırlı olduğunu ortaya çıkarmasıdır. Güneş batmayan imparatorluğun dünyanın her tarafında asker bulundurmasının imkânsız olduğu anlaşılmıştır. İkinci önemli gerçek ise Anadolu’da Millî Mücadele hareketinin şekillenmeye başlamış olmasıdır. Üçüncü önemli gerçek ise ortaya çıkmaya başlayan İtilaf devletlerindeki kamuoyu baskılarıdır. Yahya Akyüz, Fransız kamuoyu ile ilgili bilgi verirken şöyle diyor: “Fransız kamuoyunun böyle tutum alışı Kilikya’da Türk-Fransız savaşlarının çok kızıştığı bir âna rastladığı için son derece dikkate değer. Kamuoyu, Lloyd George ve Wilson’a karşı Türkleri savunmakta, onların kararsız tutumlarıyla ilgilenmekte, İstanbul’un İngiltere, Amerika veya onların aynı sepete koyduğu Yunanistan’ın etkisine girmesinden korkmaktadır.”9 

Paris Barış Konferansı’nda İngilizlerle Fransızlar arasında devlet Başkanları, Başbakanlar, Dışişleri Bakanları ve komisyonlar düzeyinde pek çok konuda görüşmeler sürmüştür. İngilizlerin hazırladığı ve Clemenceau’ ya gönderdikleri 11 Eylül 1919 tarihli bir memorandumda; “… İngiliz Hükûmetinin Kilikya ve Suriye’deki askerlerini 1 Kasım’dan itibaren geri çekmeye karar verdiği, bu nedenle Filistin-Suriye ve Suriye-Mezopotamya sınırlarını görüşmek üzere Fransızlarla her an buluşmaya hazır olduğunu bildiriyordu. Buna karşılık Fransa’dan bu topraklardan geçirilecek demir yolu ve petrol boru hattına izin vermesi isteniyordu.”10. Konferansın 15 Eylül tarihli toplantısında Fransız Başbakan görüşmeyi kabul ettiğini bildirir. 

Diğer taraftan Araplarla İngilizler arasındaki pazarlıklar da sürmektedir. Lloyd George’un Suriye’den çekilme kararı Faysal’a 10 Eylül’de Şam da bildirilir. Bundan bir gün önce 9 Eylül’de bir İngiliz temsilcisi Meinertzhagen, Faysal’a yaptığı bir tartışmanın Londra’ya gönderilen bir raporunda; “Faysal’ın Gazze’den Toros Dağlarına kadar olan bölgede tek bir Suriye kurulması hâlinde, bu çerçeve içinde Siyonizmi kabul edeceğini ancak bir Fransız mandası esaret demek olup İngiliz ve Fransız hükûmetleri, geçen Kasım’da yaptıkları demeci kabul ettikleri zaman karşılık vereceğini söylediğini bildiriyor. Daha sonraki bir konuşmasında Faysal, Meinertzhagen’e gerçek politikasını, Fransa’nın ve Fransız olan her şeyin 
“kesin reddi” olarak nitelemiştir11. 

Faysal 9 Ekim 1919 da İngiliz başbakanına yazdığı bir başka mektupta; “Fransa ile olan anlaşmasını, bu gerçekleşmezse hiç olmazsa uygulamanın geri bırakıl masını istedi. İngiliz ordularının yerine Fransız birliklerinin gelmesi, “Büyük bir felaket” olurdu. Davanın bütünü, İngiltere, Fransa ve Arap delegelerinden kurulup başkanlığı bir Amerikan delegesine verilecek bir komisyon Barış Komisyonuna rapor verilmeliydi.” 12 diyordu. 

Faysal, Londra’da ABD elçisiyle yapmış olduğu görüşmede şunları söyler: “Şimdi görülüyor ki İngilizler ve Fransızlar Arap ülkelerini paylaşmak yolunda bir anlaşmaya varmışlardır. Buna göre Mezopotamya’yı İngilizler ve Suriye’yi Fransızlar alacaklardır. “Bunu sert bir şekilde protesto ediyor ve Araplara vaat edilen birleşmiş bir ülke üzerinde direniyorum.” diyordu.13 

Faysal artık ABD’den yardım umar hâle gelmiş ve ABD’nin Suriye sorunu çözebileceğini ve ona göre: “… Suriye halkı, ABD’nce verilecek herhangi bir kararı kabul edecektir. Fakat bir İngiliz ya da Fransız kararına karşı savaşılacaktır.”14 diyordu. Faysal’ın ABD temsilcileri ile yaptığı konuşmalar sonuç vermezken Wilson’un Orta Doğu politikası da iflas etmekteydi. Bu yüzden Arapların bir kısmı Fransız, büyük bir kısmı ise İngiliz yanlısı olarak ayrılmışlardı. 

1919’un sonlarına doğru Fransızların Faysal’a somut öneriler sunduğu ve Faysal’ın karşı önerilerde bulunduğunu, konferansta ABD temsilcilerinden 
Derby 10 Aralık tarihli raporunda şu şekilde belirtir: “Fransızların Faysal’a somut önerilerde bulunduğu, Faysal’ın da karşı önerilerde bulunduğunu Londra’ya yazdı. 20 Ocak 1920’de Şam Konsolosu, Washington’da Nuri Said’ in kısa bir süre içerisinde Fransızlarla varılacak bir anlaşma ile Suriye’nin ve batısının Faysal’ın yönetiminde birleşeceğinden fakat bağımsızlığının da kısıtlanacağından emin olduğunu kendisine söylediğini bildirdi. Nuri Said kesin şekilde Fransızların emri altına girilmesini İngilizlerin istemediklerini ve bu yüzden doğu bölgesinde daha çok hareket serbestliğine sahip olması için ona yardım zorunda bulun duklarını da eklemişti.”15 Paris’te yayımlanan Temps gazetesi de Faysal’ın Fransa’dan ayrılmadan önce de Fransız mandasını kabul ettiğini yazmıştır. 

Faysal bir taraftan Paris’de yaptığı görüşmelerde Fransız mandasını kabul ediyor görünürken Şam’daki Arap hükûmeti Zeyd’in yönetiminde Fransız ve İngilizlere karşı yalnız Suriye’de değil, Irak’ta da karşı koyma planları yapmaktadır. Diğer yandan da Mustafa Kemal’in temsilcileri İngiliz ve Fransızlara karşı Araplarla iş birliğine gidiyordu. Bu durum bölgede, yani Suriye ve Kuzeyindeki Çukurova bölgesinde Fransızların ne kadar zor durumda olduğunu ve otoriteyi sağlayamadığını gösteriyordu. 28 Şubat 1920’de Amerika’nın İstanbul Yüksek Komiserliğine bağlı bir görevlinin iki hafta Çukurova bölgesinde ve Suriye’nin kuzeyinde gezdikten sonra Dışişlerine gönderdiği raporda Engert şöyle diyordu: “Fransızlar ve İtalyanlar Orta Doğu’ya büyük güçler göndermezler ise buradan kovulmaktansa kendilerinin çekilmesi daha iyi olur demekte ve şöyle devam etmektedir: 
“Türkler ve Araplar Fransa’ya karşı ortak davranış hâlindedirler ve Arap ordusunda eski Türk subayları vardır. Fransız ordusu bütün bu işlerden 
bıkmış, huzursuzdur ve Fransız subaylarının çoğu Suriye’den ayrılmaya hazır durumdadır. Çünkü Cezayirli ve Senegallilerden kurulu birliklerine güven memektedirler. Faysal ile ve öteki Arap liderleriyle görüşmelerindeki izlenimi hakkında bunların kendilerini çocukça aldattıklarını ve hâlâ Amerika’nın onları kurtarmaya geleceklerine inandıklarını gördüm.”16 Engert bu sözleriyle bölgedeki karışıklıkları açık bir biçimde anlatmaktaydı. Bu şartlar altında toplanan Suriye kongresi 8 Mart 1920’de Faysal’ı Kral ilan etti.17 Böylece Araplar da San Remo Konferansı’na bir oldubitti ile çıkmak istiyorlardı. Özellikle Fransızları zor durumda bırakıp ABD’nin desteğini alacaklarını umuyorlardı. 

Kral Faysal 28 Mart’ta ABD Devlet Başkanı Woodrow Wilson’a çektiği telgrafta şunları söylüyordu: “Yıllarca süren Türk yönetiminden sonra, Arapların kendilerini dış yardımdan yoksun bırakan devletler arasındaki rekabet yüzünden özgürlüklerini kazanma yeteneğini gösteremediklerini ve şimdi savaşın yarattığı fırsattan yararlanmak istemektedirler. Savaş sırasında İtilaf devletlerinin yanında, halifenin “Cihat ilanına sırt çevirerek ve bu Cihat çağrısını İslam âleminde etkisiz bırakarak buna hak kazanmışlardır. Araplar Orta Avrupa devletlerinin yenilmemesi için soylu yardımlarda bulunmuşlardır. Kendilerinin bu fedakârlıkları İtilaf devletlerinin bağımsızlığımız hakkındaki açık vaatlerine ve siz Sayın Başkanın ilkelerine tam bir güven duymamıza dayanmaktadır. Fakat savaştan sonra İngilizler ve Fransızlar ülkemizi bölmeye başlamışlarıdır. Bu durum da Araplar için bağımsızlığın ilanı tek çözüm yoluydu. Arapların istediği yalnız kendi haklarına sahip olmaktır ve onlar kendilerine düşen bütün görevlerini tam olarak yerine getirmeye kararlıdır. Faysal sonuç olarak Wilson’dan Suriye bağımsızlığını İtilaf Devletleri’nce kabulünü sağlamak yolunda etkisini kullanmasını isteyerek telgrafını bitiriyordu.18 ABD’nin politikaları Faysal’ın isteklerine cevap verecek durumda olmadığı gibi Faysal’ın arzuladığı 
biçimde bir İngiliz mandası da Fransızların Orta Doğu’daki ve Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarlarına ters düşmesi sebebiyle mümkün gözükmüyordu. Nitekim böyle bir sonuç söz konusu olmuş, 20 Nisan 1920’de toplanan San-Remo konferansında Fransa’nın Suriye üzerinde bir mandaterlik yükümlülüğü almasına karar vermiştir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder