10 Nisan 2017 Pazartesi

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci,

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Sürecini Dayatan Tarih Algısı Üzerine Bazı Düşünceler, 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 


Globalizasyon ve/veya küreselleşme sürecinin etki ve yansımalarını derinden yaşadığımız gelişmelerin başlangıcı olarak Post-Sovyet süreç anlaşılmalıdır. Sovyetlerin çöküşünü beraberinde getiren küreselleşmeyle birlikte, bilgisayar teknolojisinin gündelik hayatımıza girmesiyle tüm dünyada eğitim sistemleri, programları, eğitim teknolojileri konusunda değişim ihtiyacı doğdu. Bütün 
eğitim ve bilim alanlarında olduğu gibi, bilgi küreselleşti. Ülkeler ve kurumlar, kendilerini yeni duruma ve gelişmelere adapte etme gereği duydular ve birbirine daha fazla yaklaşmanın kaçınılmazlığını fark ettiler. Tarih eğitimi ve yazımı da bu etkiden nasibini aldı. Ülkeler, eğitim teknolojilerindeki gelişim ve değişime uygun olarak tüm eğitim kurumlarında Tarih eğitimi ve öğretimi konusunda ciddi yenilenme ihtiyacı hissedildi. Devletin ve hükûmetlerin dışında sivil toplum örgütlerinin inisiyatif üstlenmeleri yanında, insan hakları, demokrasi ve kadın 
hareketlerindeki gelişmeler ve ihtiyaçlar, bireyi ve toplumu derinden etkiledi. Ders kitaplarındaki bilgilerin sıkı bir biçimde sorgulanması bu süreçte oldu. Birey ve toplum olarak ülkemizde ve dünyada bu gelişim, değişim ve dönüşümler devam etmektedir. Bu süreçte, ciddi tarihçilerin de uyarıları sonucu, tarihçinin, tarihin öznesi olduğunun bilinciyle eğitim sorununa yaklaşıldı. Yaklaşık 
son yirmi beş yıllık bir süreçte çok sayıda tarih eğitimi ve yazımı konusunda makaleler, kitaplar yazıldı. Örgün ve yaygın eğitim yoluyla ve yazılı ve görsel basınla bu bilgiler, ilgililerin ve toplumun dikkatine sunuldu. Arayış devam etmektedir. 


Dünyada ve Türkiye’de modern tarih, kısmen geçmişte de böyleydi, bir bakıma çağımızda yaşayan tarihçinin eliyle inşa edilişin tarihidir. İnsanların eylemlerinin, yapıp etmelerinin daha bilinen şekliyle olay ve olguların bir sonucudur; ama bundan da öte aynı zamanda olay ve olgular hakkındaki söylemlerinin de bir sonucudur. Özne olan tarihçi, tarihin inşacısıdır ve aynı zamanda tarihçi zihniyet 
ve eylem olarak tarihin içinde sürekli gezinir. Tarihin bilgisi ile nesnesi bu bakımdan kategorik olarak birbirinden ayrılamaz. 

Tarih, aslında, tarihçinin eliyle gelecekten şimdiki zamana gönderilen bir uyarı olmuştur. Bu uyarı geçmişe kadar gidip tarihçiler üzerinde de etkisini hissettir miştir. Köklerini Eski çağa kadar götürdüğümüz tarih, özellikle Rönesans döneminde önemli bir gelişme gösterdi. Burada geçmiş taklit edildi ve Antik çağ, Hıristiyanlığı eleştirmek için kullanıldı. Nitekim Ortadoğu toplumlarından 
Araplar, Osmanlılar karşısında İslâm tarihinin erken dönemlerine yönelmeyi yeğlediler. Mısırlılar, Firavunlara sarıldılar. Lübnanlı Hristiyanlar da Fenikelilere... Bu destek arayışını abartılı bulsak bile, makûl de karşılamak gerekir. Zira uluslaşmak için geçmişi yeniden keşfetme içgüdüsüydü bu. Hem Batı Avrupa toplumları da Ortaçağ'a meydan okumaya soyunurken Eski Yunan ve Roma'ya 
yönelmemişler miydi?1 

19. Yüzyıl Avrupa’sında geliştirilen Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü hakkındaki tarih yorumu, bir diğer söylemle Oryantalist bakış açısı, gerçekte, aynı yüzyılda icat ve inşa edilmiş bir tarih projesiydi. Batı kendinin olanı Roma ve Helen kaynaklı Avrupa uygarlığını dünyanın öteki tarihi uygarlıklarına egemen kılmayı amaçlamıştı. Bu Avrupa merkezci tarih projesine kapsamlı bir tepki olarak Martin Bernal’in Kara Atena başlıklı bir kitabı en kapsamlı bir bilimsel çalışma niteliği taşımaktadır. Kitapta, Antik Yunan ve dolayısıyla Avrupa Uygarlığı’nın kültürel kökeninin Afro-Asyatik Antik Mısır ve Finike kültürlerine dayandığı tezi ağırlıklı olarak işlenmektedir. Batı medeniyetinin kökeninin Avrupa'daki 18 ve 19. yüzyıl ideolojik akımlarının etkisinde, bilimsel nesnellikten uzak olarak imal 
edildiğini ve özgün Avrupa medeniyetinin kaynağının Yunanistan olduğu tezine karşı bir karşı koyuş olarak Kara Atena kitabı değerlendirilebilir. İdeolojik ve ırkçı öğelere sahip tarih yazımına göre 

Avrupa, Yunanistan ve Ariler dışında kalan Afrika ve Asya köklerin Yunan kültüründeki büyük etkisinin Batılı akademisyenler tarafından bilinçli bir şekilde tekrar tekrar görmezden gelinip inkar edildiğini ve zamanla silindiği tezini savunmaktadır.2 

Bilindiği gibi modern zamanlar değerlendirilirken, genelde Rönesans'a mutlaka gönderme yapılır; çünkü Rönesans, geçmişin yeniden inşa edilmesiydi. Bir diğer etken de 19. yüzyıl genelde Ortadoğu toplumları için "modernleşme" yüzyılı oldu. 19. yüzyıl Avrupa’sında meydana gelen milliyetçilik hareketleri yaygınlık kazanarak tüm Ortadoğu toplumlarını etkiledi. Bu nedenle 19. yüzyıl ulus-
devletleri inşa yüzyılı oldu. Bir başka deyişle, "insanın, kendi sosyal dünyasını kurmak ve yeniden şekillenmek için özgür olmalı" anlayışına uygun inkılâpçı düşüncelerle harmanlanan uzak geçmiş kültü yeniden yorumlandı. 

Tarih geçmişin öyküsü olarak da bilinir. Bu tanım yanlış değildir; fakat eksik bir tanımdır. Sosyolojinin sadece hâlihazırı, yâni, bugünü olmadığı gibi tarihin de yalnızca geçmişi yoktur. Bu konu ister istemez tarih felsefesini ilgilendirir. Felsefenin, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yeni kurulan ulus-devlet eliyle yapılandırılmasından bahsettiğimizde bazı sorularla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu sorulardan biri ulus-devleti inşa edenlerin nasıl bir devlet-toplum modeliyle yetiştikleri, kısaca önder kadronun toplumun geçmişten geleceğe yönelik nasıl bir kültür mirasından beslendiğini bilmek gerekmektedir.3 

Modern Türkiye'yi inşa edenler de Osmanlı'dan önceki dönemlere Asya bozkırlarına yöneldiler. İranlılar, kendi emperyal geçmişlerine, Dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler ise Filistin'deki kadim tarihlerine döndüler. Toplumlar neden böyle bir düşünceye yöneldiler?4 

Türkiye'de tarih genel olarak bir "a priori/ön kabul" biçiminde yaklaşımı vurgulamak gerekirse, tarihsel bilinç/tarihi şuur oluşturmak adına yapılan vurgulama geçmişi geri kalınışlık olarak belirleyen ve geleceğe ileri gitmeyi hedef olarak koyan çizgisel bir tarih perspektifiyle yaklaşır. Bu yaklaşımda ileri gitmek Avrupa merkezci bir yeniliği çağrıştırmaktan çok geçmişe meydan okumayla yeni keşfedilmek istenir gözükmektedir. Batılı anlamda yeni, geçmişin yeniden inşası ile mümkün olduğu için modern Türk tarihi düşüncesindeki yeni geçmişi Türk uygarlığını en eski dönemlerinden günümüze ele almayı metodik olarak öngörmektedir. Böyle bir kurgulamada başlangıç noktası yani sıfır nokta, geçmişin geleceği değildir; bir başka deyişle bu geçmiş geleceğin geçmişidir. İster istemez bu yaklaşım dinamizmi içermesi yanında, dayatmacılığı ve indirgemeciliği de bünyesinde barındırma riski taşımış olabilir. 

Günümüzde, Türkiye’de modernleşme sürecini değerlendirirken, akademisyen lerimizin önemli bir kısmı AB'ye girmeyi, modernleşmenin ve hatta Atatürkçülüğün olmazsa olmaz bir sonucu olarak görmektedirler ki, söz konusu yaklaşımı paylaşmada ulusal devlet ve toplumun bekası adına ciddi sorunların yattığını gözden ırak tutmamaktadır; çünkü Türk modernleşmesinde öngörülen amaç, her ne pahasına olursa olsun AB'ye girişi değil, fakat, ulusal bir çağdaşlaşma projesiyle çağdaş uygarlığa katkı sağlamayı öngörür. 

Cumhuriyet Türkiye’si kuruluşu itibariyle, tarihin akışına ve geçmişin tarihsel algısına karşı bir makas değişimi süreci olarak da pekâla değerlendirilebilir. Tarihin inşası da Türk toplumuna yeni bir tarih perspektifi kazandırmak açısından 1930 başlarında kurgulanmaya başlanan Türk Tarih Tezi geleceğe göre geçmişi anlamlandırma kaygısı taşır. İnşayı gerçekleştirenler tarihi kurgularken aynı zamanda gelecek kuşaklara ağır sorumluluklar yükler. Çepeçevre kuşatılmış Türkiye ve Türk insanı, her zaman her yerde ve herkesle boğuşmak gibi bir misyon yüklenmiştir. Üstlenilen misyon Batıdan gelen ışıkla iyimserliği vaz eden gelecek; bastırılmış olan geçmişin geri döneceği tehdidine karşı uyanık olmayı dayatır.5 

Sosyal bilimler perspektifinden bakınca bu yaklaşımların elbette, mutlak doğruları yansıttığı iddia edilemez. Kabul edilmelidir ki geçmişin bilgisi ve bugünün bilimi olan tarihi inşa edenler tarihçilerdir? Öyleyse tarihçi, uçsuz bucaksız gezindiği tarih dünyasında, gençlerimizle ve toplumla ilgili olarak zamana, mekâna ve olaylara karşı adil bir mesafeyle yaklaşım becerisini nasıl 
kazandırmalıyız? sorusunu göz ardı etmemelidir. 

Çağımızı Nasıl Bir Tarih Perspektifiyle Yorumlamalıyız? 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir tür Yeni Dünya Düzeni oluşturulduğunda ana hatları Winston Churchill tarafından şöyle ortaya konuldu: 

"Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için bir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç ulusların eline geçerse, tehlike her zaman kapısıurda olur. Oysa hiçbirimizin daha fazlasının peşinde koşmak gibi bir nedeni yok. Barış kendi hâlinde yaşayan ve hırslı olmayan uluslar tarafından korunabilir. Gücümüz, bizi ötekilerin üzerine yerleştirdi. Kendi malikânesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz."6 

Churchill'in tanımına uygun şekilde bir gelişim çizgisi gösteren yirminci yüzyıl, küstah ve tepeden bakan; ama hemen hemen tamamı da yalanlanan öngörülerin yüzyılı oldu. Yirmi birinci yüzyıl ise belirsizliğin, yâni bloklar arası dengenin sona ermesiyle etnik, dini ve mezhepsel çatışmaların öne çıkarıldığı ve dolayısıyla sürekli çatışma ve savaş doktrinini egemen olduğu gelecekle ilgili 
öngörülerin kolaylıkla kestirilemediği bir yüzyıl olacak gibi görünmektedir. Sadece tarihi olay ve olgularla ilgili değil zaman algısı konusunda da ciddi farklılıklar yaşanmaktadır. Bu algıdan hareketle hangi zamanı yaşayacak olduğumuzu önceden kestirebilmemiz artık kesinlikle imkânsızdır. Zamanın bilimsel kavranışıyla çok önemli bir devrimin meydana geldiği doğrudur; zira Newton'un klasik teorisine göre zaman tek boyutluydu ve hep aynı hızda akıyordu; zaman evrensel, mutlak ve objektifti. Bu anlamda geçmiş ve gelecek özdeştı.7 

Günümüzde şimdiki zamanın tarihi tanımlamasıyla yeni bir zaman anlayışı gündeme gelmiştir. François Hartog, şimdiki zamanın tarihi konusunda 20. yüzyıldan Eski Mezopotamya'ya ve daha gerilere iki yönlü bir geziyi önermektedir: Yapılacak bu iki yönlü gezinin çok uzun ve çok kısa olacağını belirtir. O'na göre şu an yaptığımız benzer şeyleri, yolcular, hem de belirgin farklılıkları görsünler diye sadece birkaç yerde durmayı salık verir. Daha açık ifade etmek gerekirse, tarihi yazarken; şimdiki zamanı, geleceği ve geçmişi birbirine bağlama biçimlerinin nasıl yapılacağı üzerinde durmaktadır. Bu anlamda zaman tarihçinin her günkü hayatıdır. François Hartog’un, Tarih Başkalık Zamansallık, başlıklı kitabında yer alan bir değerlendirmeye göre, tarihçi artık, homojen ve boş bir doğrusal zamanla ilgilenmese de, zamanı basit bir araç olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyadır.8 

Einstein'in formüle ettiği modern izafiyet teorisiyle birlikte zaman kavramının derin bir değişime uğradığını bilmekteyiz. Uzam-zaman kavramı kabul görmüş ve birbirlerinden ayrı olan uzam (bir nesnenin uzayda kapladığı yer) ve zaman kavramlarının yerine geçmiştir. Einstein'le birlikte zaman, Newton'cu ve fiziksel ideal1iğini yitirmiştir. Işık hızından daha hızlı gidilemeyeceğine göre, geçmişe 
yolculuk da yapılamayacaktır. 

Zamanın geleceği hakkında soru sorulan Uya Prigogine, zaman fikrine belirsizlik fikrini de dahil ederek daha öteye gitmeyi denedi.9 Bu belirsizlik, belki de, yirmi birinci yüzyılın belirleyici olgusudur. Uya Progogine, Newton'un tersinir yasalarının [doğa olaylarında sonsuz küçük bir değişikliğin etkisiyle anlık fiziksel, kimyasal ve mekanik dönüşüm] içinde yaşadığımız dünyanın küçük bir bölümün de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu yasaların, gezegenlerin hareketlerini tarif etmeyi sağladığı doğrudur; ama gezegende jeoloji, iklim ve yaşam gibi tersinmez fenomenlerle ilgili yasaların formüle edilmesini gerektirmektedir. 

Bu keşiflerle birlikte zaman kavramında yaşanan devrimin önemini yeterince ölçebiliyor muyuz? Günümüzde kesinliklere hiç yer yok artık; çünkü zamanın tek bir geleceği değil, birden çok geleceği vardır; çünkü doğa artık öngörülemezdir, doğa, tarihtir. Bu epistemolojik (bilgi teorisi) devrimde, zamanın geleceğine ve tarihe dair hangi kavrayış gün ışığına çıkmaktadır? 

Bu kavrayış elbette, özgürlük kavrayışı olacaktır. Robert Musil'e göre, tarihin yörüngesi, bir kez harekete geçtiğinde, belirli bir yolu kat eden bilardo topunun yörüngesine benzemez; tarihin hareketi daha ziyade, bulutların hareketine benzer; sokaklarda rasgele dolaşan bir insanın çıktığı gezintiye benzer. Kimi yerde o kişiyi bir karaltı yolundan saptırır. Başka bir yerde aylak aylak dolaşan başka insanlar ya da yolunu kesen ev cepheleri gibi tuhaf bileşenler onu yolundan alı koyar ve nihayet varmayı hayâl bile etmediği meçhul bir yerde kendini buluverir. Tarihin yolu. Çoğunlukla yanılgıya çıkar. Şimdiki zamana, bir şehrin son evinde rastlanılır daima; ev yığınlarının uzağında kalmış, ıssızlığın ortasındaki bir evdir bu. Tıpkı her yeni kuşağın, şaşkın bir hâlde, ben kimim?, benim seleflerim kimlerdi? diye kendi kendine sorması gibi.10 

O kişi şu soruyu da mutlaka sormalıdır kendine: Ben neredeyim?. Her yeni kuşak, seleflerinin de kendilerinden başka şey olmadıklarını, tek farklarının başka yerde ve zamanda olmak olduğunu 
varsaysa iyi ederdi. 

Bu devrimin kozları ve hedefleri hem müsbet bilimler hem de sosyal bilimler için çok önemlidir. Uya Progogine, bilgi alanındaki alt üst oluşun kapsamını şöyle belirler: “Yirmi birinci yüzyıl hangi branşa dahil olacaktır? Gelecek zaman için nasıl bir gelecek zaman vardır? (... ) Olasılık kavramıyla' birlikte mikroskobik dünyanın bilimine bile belirsizlik ve çoklu gelecek zaman fikri girer. (...) Bizler, kesinliklerin dünyasından olasılıkların dünyasına ilerliyoruz. Yabancılaştırıcı bir determinizm ile tesadüfün yönettiği ve bu nedenle de aklımızın ermediği bir evren arasındaki dar yolu bulmamız gerekir.” 

Zaman kavrayışımızdaki bu devasa alt üst oluş karşısında toplumsal ve kültürel zamanda da kriz yaşıyor olmamız şaşırtıcı mıdır? Bu soruya en doğru cevabı tarih verir; tarih, Benedetto Croke'nin dediği gibi her zaman çağdaştır. 

Bu nedenle zaman, büzüldükçe küreselleşir ve tarih şimdiki zamana indirgendikçe çağdaşlaşır. Zaman, ne kadar kornprime, sıkıştırılmış bir hâl alırsa rekabet de o ölçüde keskinleşir. Zaman giderek en yetkin stratejik koz hâlini alır. Aynı zamanda da insanlığın gecikmiş modernliğinin hayaleti olur. (...) küreselleşme ve yeni teknolojilerin ortaya çıkışı, kısa vade ufkunu ve gerçek zaman mantığını, yâni an bu an ve ne koparabilirsen kârdır misali mali ve medyatik mantığın hegemonyasını toplumlara dayatmaktadır. 

Mesela demokratik toplumlarda politik kararların bir sonraki seçim ufkuna göre uyarlanması gibi. Hükümdarlar ve krallar, benden sonra tufan diyerek tiranlıklarını meşrulaştırmak istemişlerdi. Günümüzde ise aciliyetin tiranlığı söz konusudur. Bu durum kollektif proje fikrine yapılan referansların hızla silinmesine yol açar. Bu durumda kendimizi, uzun zamana yayılmış bir perspektife yerleştirenleyiz. İşte böyle bir bakış açısında aciliyet, zamanın yapısını bozar ve ütopyayı gayr-ı meşru ilan eder. Sanki an zamanı ortadan kaldırmış gibidir. Bugünün insanı her yerde yarının insanının haklarını, haksız yere kendine mal etmektedir; onun mutluluğunu, dengesini, hattâ kimi zaman yaşamını bile tehdit etmektedir. Yazık ki aciliyet mantığı, geçici düzenleme olmak bir yana-belki öyle olsa maruz görülebilirdi-kalıcılaşmaktadır. Bu yaklaşımın özeti, amaç için her yol mubahtır. Birileri aciliyeti; inancı, ideolojiyi, siyasal eğilimleri, kurumu, çıkarı, aşireti için öngörmekte ve uygulamaktadırlar. Demokratik ve istikrarlı arayışlara, yazık ki, böyle bir zihniyette yer olmayacak tır. 

Maalesef bu mantık, toplumlara nüfuz etmektedir; gidişat dünyada da bu şekilde toplumların ilmiklerine kadar işlemektedir. 

ABD'nin, AB'nin, IMF'nin ve Dünya Bankası'nın aciliyetten doğan dayatmalarına, herkesin gerekçeleri farklı olsa bile dünyanın dört bir köşesinden cılız tepkiler gelmektedir. Öyleyse küreselleşme çağında zamanı nasıl yeniden inşa edebiliriz? Uzun zamanı nasıl güçlendirebilir ve saygınlığına kavuşturabiliriz? Günümüz insanı, an bu an dediği ve geçmişle ilgili hafıza kaybına uğradığı için 
kendisini gelecekle bütünleştirememektedir.11 

Yanlışları önlemenin bir yolu, belki de en önemli yolu, öngörmektir. Bu bilinç ise insana ve toplumlara ancak ciddi bir tarih perspektifiyle kazandırılabilir. Geçmişten geleceğe, uygarlık yaratımı ve ütopya kazandırma bilinciyle olacaktır bu. Ulusal tarihimizi evrensel boyutta anlayarak ve anlamlandırarak. İşte en önemli soru da tam bu sırada geliyor; bunu kim yapacak? Tarihçiler elbette; ama hangi tarihçiler? sorusunu da buradan sormak gerekir! 

Tarihsel bir perspektif olarak günümüz Yeni Dünya Düzeni de eskisinden pek farklı görüntü vermemektedir; sadece eskisinin yeni bir kisvesidir. Özellikle ekonomi, artan bir şekilde uluslararası hâle geldi. Yoksul kesimlerle, zenginler arasındaki uçurum daha da keskinleşti. Zannedilmesin ki yaşananlar uluslararası rekabetin bir sonucudur: Uluslararası arenanın aktörleri artık uluslar değil, 
petrol ve silah üretim kontrol ve dağıtımını tekellerine geçiren-ayrıca diğer ekonomik alanlar da dalıil-çokuluslu şirketlerdir. Zengin toplumların zenginleri, onlara taşeronluk yapan yoksul ulusların zenginleriyle birlikte karşılarına çıkan her şeyi yerle bir ederek dünyayı yönetmek amacındadırlar. Kanaatimce olan biteni kavramak için yeni paradigmaalara ihtiyaç yoktur. Dünya düzeninin kuralları her zamanki gibi sürmektedir: Zayıflar için hukukun üstünlüğü. Güçlüler için kuvvetin üstünlüğü, zayıflar için ekonomik rasyonalite. Güçlüler için devlet erki ve müdahalesi.12 

Geçmişte de olduğu gibi, imtiyaz ve iktidar, halkın kontrolüne ya da piyasa disiplinine isteyerek boyun eğmez; bu nedenle anlamlı demokrasiyi baltalamak suretiyle piyasa ilkelerini kendi özel ihtiyaçları doğrultusunda eğip bükmeye uğraşır. Saygınlık kültürü içinde geriye sadece geleneksel ödevler kalır: Geçmişin ve bugünün tarihini -çok yönlü-iktidarların çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek. 

Tüm dünyada liderlerimizin ve bizim kendimizi adadığımız yüce ilkeleri göklere çıkarmak ve sicilimizdeki kusurları, yanlış yönlendirilmiş iyi niyetler, bazı kötü düşmanların bizi zorladığı güç seçimler ve bu işin eğitimini almış olanlara yabancı gelmeyecek bahanelerle geçiştirmek. 

Özellikle günümüzde, dünya devletleri ve toplumları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bilinen tüm paradigmaları değiştirecek yeni bir sürece sürükleniyorlar. Bunun başlıca nedeni gelişmiş ülkelerin aç gözlülüğü ve paylaşıma yanaşmamalarıdır. Ülkelerde de iktidarlar ister demokratik ister otokratik olsunlar yetkileri daha fazla merkezileştirme eğilimi taşımaktadırlar. Onaylamasak dahi bu durumu, dünyanın genel gidişatının, öncelikli olarak, ülkeleri daha fazla güvenliğe yöneltmesi, tüm dünyada genel kaotik bir sürecin başladığının habercisidir. Uzun dönemde bireyin ve toplumun sahip olduğu 
tarihsel düşüncenin ve tarih eğitiminin ne denli önemli olduğunu ve güncelden kopulmadan zamanı okumanın vazgeçilemez bir enstrümanı olarak değerlen dirmek mümkündür. Tüm bu zorlamalar, eğitim düzeyi yüksek ve sıkı bir tarih eğitimi ile donatılmış bireyi ve toplumu öngörmektedir. Uygarlığın akışı yönünde, başta ilgililer ve toplum kapsayıcı bir ilerlemeciliğin ve gelişmeciliğin 
arayışında olmalıdır. 

 Dipnotlar;

1 Bayram Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum ve Üniversite”, Baltam Türklük Bilgisi 3, Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Prizren 2005, s. 66-78. 
2 Martin Bernal, Kara Athena: Klasik Medeniyet'in Afro-Asyatik Kökleri/ Black Athena: The Afroasiatic Roots of Classical Civilization, 
   (Çev.; Özcan Buze), Kaynak yayınları, İstanbul 1998;Ayrıca Bkz., Samuel Noah Kramer, Tarih Sümerde Başlar,(Çev.;Hamide Koyukan) ,İstanbul 1999. 
3 Teorik arka plan için Bkz., Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı, (Çev.; Mehmet Murat Şahin), Agora Kitaplığı, İstanbul 2006. 
4 Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Ufuk Yayınları, İstanbul 2001, s. 93-94. 
5 Zeynep Direk, "Türkiye'de Felsefenin Kuruluşu", Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, İstanbul-Ankara 2001, s. 69. 
6 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd.; Noam Chomsky, 11 Eylül, (Türkçesi: Dost Körpe), OM Yayınevi, İstanbul 2002, s. 73-76. 
7 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd. 
8 François Hartog, Tarih Başkalık Zamansallık, Dost Kitabevı, Ankara 2000, s. 201 vd.; Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 72-73. 
9 Jerome Binde, "Zamanın Geleceği", Le Monde Diplomauque, (Çev.; Işık Ergüden), Nisan 2002, s. 24-25. 
10 Binde, "Zamanın Geleceği", s. 24. 
11 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 75. 
12 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 76. 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder