6 Nisan 2017 Perşembe

Özelleştirme sömürgeci Batının yeni silahıdır,


 Özelleştirme sömürgeci Batının yeni silahıdır,


Cihan Dura 
22.03.2004/Sayı:52

Özelleştirme sömürgeci Batının yeni silahıdır

Özelleştirmeyi yapan, savunan, özelleştirmeye karşı çıkmayan, kendi halkına değil Batı oligarşisine hizmet eder.

Dünya Bankası’nın eski danışmanlarından iktisatçı Doug Hellinger özelleştirmeyi şöyle tanımlıyordu: Kamu varlıklarının özel sektöre en büyük boyutlarda devredilmesi. Dünya Bankası’nın 1992’de yayınladığı verilere göre 80’den fazla ülke kamu işletmelerini özelleştirmek için iddialı çabalara girişmiş bulunuyordu. 1980’den beri az gelişmiş ülkelerde 2000’den fazla, tüm dünyada ise 6800 KİT özelleştirilmiştir. O tarihten günümüze bu rakamların, en azından bir kat daha arttığı tahmin edilebilir. Böylece kamudan özele tarihin en büyük servet transferi gerçekleştirildi. Peki bunlardan kim yararlandı? Ulusal varlıkların çoğu, özellikle en değerli ve en iyi durumda olanları Batıya aktarıldı; ulusötesi şirketlerin, bunların yerel ortaklarının eline geçti.

Servetle birlikte iktidar da el değiştiriyor. Ulus devletler kamu çıkarını koruma ve ilerletme yeteneklerini yitirdi. İktidar daha uzaklarda ve daha az sorumlu bir konumdaki, Dünya Bankası ve IMF gibi, ulus ötesi devletimsi mekanizmalarla iş çevreleri ittifakının eline geçti. Özelleştirmenin, Batının, ulus devletleri çökertmek için kullandığı yeni silahlardan biri olduğunu Brendan Martin’in (Özelleştirme Kimin Çıkarına, Cep Kitapları, İst., 1995) kitabından da yararlanarak göstermeye çalışalım.

Özelleştirmenin Frankeştaynı

Özelleştirmenin Dr. Frankeştayn’ı Amerika Birleşik Devletleri’dir. Özelleştirme Neoliberalizmin can damarıdır. Köhne liberalizmi “Neoliberalizm” adıyla hortlatıp dünyanın başına yeniden bela eden de Amerika Birleşik Devletleri’dir. Birinci yardakçısı da İngiltere olmakla birlikte, Neoliberalizmin “kutsal” iletisini (mesajını) yaymakta baş sorumluluk; doğrudan USAID ve diğer kanallarla, dolaylı olarak da Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlardaki egemenliği yoluyla ABD’ye aittir. 1980’li yıllar boyunca Washington’daki Reagan ve Bush yönetimleri, Dünya Bankası’na özelleştirmeyi zorlama yolunda daha ileri ve daha hızlı gitmesi için durmadan yüklenmiştir. Bankanın merkezi Washington’dadır, en büyük hissedarı ABD’dir; başkanını da ABD belirler.

Bu kadarlık bilgi dahi bize gösterir ki özelleştirme yapan ve onu destekleyen, kendi milletine değil ABD’ye, onun oligarşisine hizmet eder. TÜPRAŞ’ları sattıran ABD’dir, ABD’nin parababalarıdır (Yoksa akbabalar mı deseydim?). TÜPRAŞ’ları satan da, bu “bedhahlığı” sus pus seyreden de Türk ulusuna değil, ABD’ye hizmet etmiştir (“Bedhah” nedir diye sorarsanız, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ne bakınız).

Chicago Çetesi

Liberalizm 1970’lerin ortalarına kadar, dışlanmış, kenar mahallere sığınmış, unutulmuş bir akımdı. Ekonomide hakim görüş müdahalecilikti, devletçilikti. Sosyal devlet anlayışı ön plandaydı. Bugünkü ekonomik istikrarın, ekonomik gönencin, kalkınmanın ancak devletin öncülüğünde sağlanacağına inanılıyordu. Derken, liberalizm ve bireycilik yeniden canlandı. 1970’lerin sonlarına doğru dünyada kamu sektörünü saran sorunlar abartılmaya, Amerika’daki küçük bir marjinal ideologlar grubu tarafından istismar edilmeye başladı. Birbirine bağlı “Think-Tank”larda, siyasal kurumlarda ve üniversitelerde örgütlenmiş olan bu ideologların akademik ekseni; Friedrich Von Hayek ve Milton Friedman’ın neo-liberal vaazlarını verdikleri Chicago Üniversitesi’ydi.

Daha sonraki 12 yıl boyunca Chicago Okulu bütün ABD’yi etkisi altına aldı. Bu ideologların fikirleri, Şili’nin halkın oyuyla iktidara gelmiş sosyalist Allende Hükümeti’ni deviren CİA destekli darbeden sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Cuntanın lideri General Pinochet; “Chicago boys” (Şikago çetesi) diye de anılan, Friedmancı öğretiye iman etmiş iktisatçıları hemen ekonomik politikanın yönetimine getirdi (CIA aynı senaryoyu birkaç yıl geçmeden Türkiye’de de sahneye koydu. Roller aynı, yalnız adlar değişikti : General Evren, 12 Eylül 1980 darbesi, Özal hükümeti ve ünlü ABD’den ithal “prens”ler, hemen ardından o gün bugündür uygulanan “Friedmancı-özelleştirmeci” politikalar... ABD yöneticilerinden birinin, 12 Eylül darbecileri hakkında “our boys” nitelemesini kullanmış olması anlamlı değil mi?).

Hayek’in 1979-1990 yıllarının İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher üzerindeki etkisi çok büyüktü. Thatcher Neo-liberal dünya görüşünün özünü şu ünlü sözleriyle ifade ediyordu: “Toplumsal” yoktur, yalnızca bireyler vardır... Eşitsizliklerle övünmek, yeteneklerin ve becerilerin eşitsiz dağılımını görerek, verilen firelerin hepimizin çıkarına olduğunu vurgulamak başlıca görevimizdir (Türkçesi: İster birey ya da grup düzeyinde, ister millet düzeyinde, altta kalanın canı çıksın!). 1970’lerde Neoliberalizmin Latin Amerika’da kök salmasına nasıl Chicago Çetesi yardım etmişse, Thatcherizm de 1980’lerde aynı ideolojinin tohumlarını Doğu ve Orta Avrupa’ya, bu arada Türkiye’ye serpmiştir. (Türkiye’de bu tohumları -Kenan Evren’in koruması altında- Turgut Özal ve partisi ANAP yeşertmiştir. Bilen bilir: Turgut Özal peder Bush’la olduğu kadar M. Thatcher’le de sıkı fıkıydı. Onlardan sürekli akıl alıyordu. Özal’ın “Ben zenginleri severim” sözünü hatırlayalım. Bunu tersinden alırsak şu anlama gelir: Fakirlerin canı cehenneme! Gerçekten T. Özal Thatcher’le aynı fikirde, “Yoksul Anadolu Türkünün canı cehenneme!” demek istiyordu. Dediğini de yaptı. Bir bakıma Türk’ü hâkir gören Osmanlı hânedanının zihniyetini de diriltmiş oldu).

Neoliberalizmin temel savları şunlardır: Piyasa her yönüyle, istikrarlı bir şekilde insanların yararına işler. Devlet denetimi ve kamu sektörü, kaynaşmış bir küresel kapitalizmin önündeki en ciddî engeldir. Devlet, özelleştirme yoluyla küçültülmeli ve etkisizleştirilmelidir. Ekonomik ve toplumsal politikada eşitsizlik teşvik edilmelidir. Birey kutsaldır ve devletten korunmalıdır. Devletin işi Neoliberalizme karşı oluşabilecek toplu hareketleri, gerekirse şiddet de kullanarak önlemektir.

Adam Smith Enstitüsü ve “Heritage” Vakfı

a) Özelleştirme salgınının dünyanın dört bir yanına yayılmasında büyük rol oynayan kuruluşların başında, 1977’de İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü gelir. Başkanı Madsen Pirie kendini, bütün hayatını özelleştirmenin dünya çapında propagandasına ve yayılmasına vakfetmişti. Tam bir özelleştirme fanatiği ve militanıydı. Ona göre “özelleştirme her ülkeyi yeniden canlandırabilecek bir potansiyele sahipti. Özelleştirme dünyadaki kamu sektörleri arasındaki yürüyüşüne devam edecek, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona ermeyecektir.” (Bu fanatizm bana Kemal Kanakıtan’ı, pardon, Unakıtan’ı hatırlattı. Bu şahıs sanki Adam Smith Enstitüsü’nde yetişmiş, sanki Madsen Pirie’nin rahle-i tedrisinden geçmiş. Onun KİT’leri ortadan kaldırmak için neden gece yarıları pijamasıyla kapılara seğirttiği ve kimlerin direktifini cansiperane yerine getirmekte olduğu kolayca anlaşılmıyor mu? TÜPRAŞ ve benzerleri satıldıkça bizim yüreğimiz kan ağlıyor. Oysa elin İngilizi, özelleştirme delisi Madsen Pirie zil çalıp oynamıyor mu? Peki, ona bu kıyakları çeken kim?).

b) Adam Smith Enstitüsü’nün ABD’deki karşılığı “Heritage Foundation” (Miras Vakfı) adlı kurumdur. Bu vakıf Stuart Butler tarafından yönetilmektedir. İlk başkanı olan Edwin J. Feulner, ABD başkanlarından Ronald Reagan’ın kamu sektörü politikasını belirlemiştir. 250 kadar tutucu bilim adamı, yazar ve eylemciye hazırlattığı bir rapor “Reagan yönetiminin gündemini büyük ölçüde belirlemiş ve az gelişmiş ülkeleri ekonomi politikalarını değiştirmeye zorlamak için, dış yardımların kullanılmasını önermiştir.” (Türkiye de aynı yıllarda borçlanmaya başladı ve devletçi ekonomi politikasını terketti! Kimin zamanı? Tabii 12 Eylül darbesi, ANAP ve Turgut Özal zamanı... O gün bugündür, Türkiye’de -Atatürk’ün değil, yurtsever Türk aydınlarının değil, bilimsel gerçeklerin değil- Amerikan şirketlerinin hizmetkârı R. Reagan’ın, S. Butler’in, Feulner’in direktifleri uygulanıyor. Öyleyse özelleştirmeler karşısında kim sus pus oturuyorsa, Reagan’ın, S. Butler’in, Feulner’in, ulusötesi Amerikan şirketlerinin Türkiye üzerindeki planlarının, hedeflerinin gerçekleşmesine yardım etmiş olmuyor mu?).

ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı

Özelleştirmenin küresel promosyonundan, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir dairesi olan ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) sorumludur.

USAID bir dış yardım örgütü olup özelleştirmenin dünyaya yayılmasında baş rolü oynamıştır. Özelleştirmenin pazarlanmasını büyük ölçüde, 1981’de bu amaçla kurulmuş olan Özel Girişim Bürosu (Özel Sektör İnisiyatifi) yürütmüştür. Özel Girişim Bürosu, Temsilciler Meclisi’nin bir raporunda “ABD’nin dış yardım programına Reagan yönetiminin bıraktığı başlıca miras” olarak nitelenmiştir.

USAID’in özelleştirme pazarlaması, yalnızca imalat kesimi gibi sektörlerle sınırlı kalmamış, sağlık, eğitim gibi kamu hizmetleri ile ulaşım ve telekomünikasyon gibi alt yapı sektörlerine de uzanmıştır (Türkiye’de yüzlerce sanayi tesisi, bu arada TÜPRAŞ işte böyle elden çıktı. Sırada Tekel, Petkim, Telekom ve diğerleri var. Neden? Çünkü USAID istedi, Özel Girişim Bürosu bildirdi; bizim temsilcilerimiz, bizim hükümetlerimiz de emirlere kuzu kuzu yerine getiriyor. Şimdi siz buna nasıl demokrasi dersiniz, hani nerede “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” ilkesi? ABD’deki üç beş patron ferman çıkarıyor, bizim sözde demokratlar da verilen emri uyguluyor. Bunun neresi demokrasi? Halk bunun neresinde? Hasan Cemal, M. Ali Birand, Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak, Çetin Altan ve benzeri demokrasi çığırtkanları bu durumlarda neden dut yemiş bülbüle dönüyorlar?).

IMF ve Dünya Bankası

Özelleştirme dar anlamda -Kamu iktisadi teşekküllerinin devri anlamında alınsa bile, yine de yapısal uyarlama programlarının önemli bir parçasını oluşturur. Özelleştirme geniş anlamda şu uygulamaları da içine alır: Devletin ekonomik ve sosyal rolünün daraltılması, sosyal güvenlik hizmetlerinin en düşük düzeye indirilmesi. Bu anlamda da özelleştirme Dünya Bankası’nın yapısal uyarlama modelinin tam merkezindedir.

a) Araç: Yapısal Uyum Programları

Özelleştirmeyi, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi ülkelere dayatmakla görevli iki kuruluş daha var: Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası. Marifetlerini, IMF “istikrar paketleri” ile, Dünya Bankası “yapısal uyum programları” ile yerine getiriyor. Kesinlikle neoliberal ideolojiye dayanan bu programlar, her iki kuruluşa da dünyanın dört bir yanında çok kötü bir şöhret kazandırmıştır. Çünkü programları daima kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve kamu sektörünün sistemli bir şekilde tahrip edilmesi sonucunu vermiştir.

Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, Dünya Bankası’nın borçlu Üçüncü Dünya ülkelerine yutturduğu “yapısal uyum programları”nın önemli bir parçasıdır. Aynı programlar sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ayrılan kamusal fonları, çoğunlukla yabancı mülkiyetindeki ihracat kesimine ve borç servisine yönlendirmiştir. Bu programlar yalnız kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT) tasfiyesini değil, bu kuruluşlardan hangisinin, ne zaman satılacağını da içerebilmektedir. Sonuçta -hem Üçüncü Dünya ülkeleri içinde, hem de bu ülkelerle Batı arasında olmak üzere- yoksul kesimden varlıklı kesime doğru büyük bir kaynak aktarımı gerçekleşiyor. Bu yeni ilişki Yeni Sömürgecilik (Neo kolonyalizm) olarak adlandırılmaktadır (Evet, tam Thatcher’in, Özal’ın istediği gibi: Zengin gittikçe zenginleşirken, yoksul gittikçe yoksullaşıyor. Dabılyu Buş’un Irak’ta yaptığı da aynı. Hepsinin sloganı bir: Altta kalanın canı çıksın!) .

b) Hedef Ulus-Devleti yıkmak...

Programlar ulus-devleti hedef alıyor. Nasıl? Bu devletleri işlevsiz hale getirerek... Böylece ortada kalan ulus devletin sorumlulukları, özellikle ekonomik ve sosyal gelişme için yaşamsal önem taşıyan sektörlerde, (i) piyasaya ve (ii) piyasayı yönlendirebilecek büyüklükteki ulusötesi grupların egemenliğindeki özel şirketlere aktarılmaktadır.

Yapısal uyum programları açıkça devletin ekonomik ve sosyal etkinliğini azaltmayı öngörür. Devletin sorumluluk alanını daraltır. Kamu hizmetleriyle sosyal güvenlik hedeflerini yönlendirme olanaklarını kısar. Bu amaçla idari ve diğer değişiklikler yapılarak, harcamaları azaltmak üzere işlerin taşeronlara ihale edilmesi, devlet işletmelerinin özel sektöre devri gibi yöntemler uygulanır (Devletin sorumluluklarının daraltılması, sosyal güvenlik hedeflerinin kısılması, idari reformlar, kamu harcamalarının azaltılması, kamu hizmetlerinin taşeronlara, özel sektöre devri... Dikkat! Bu lafları Türkiye’de de sık sık duymuyor muyuz? Bütün bunlar 12 Eylül’den bu yana, ANAP’lı, DYP’li, CHP’li, DSP’li, MHP’li, AKP’li hükümetler eliyle Türkiye’de de yapılmıyor mu? Peki kimin emriyle ve kimin çıkarına? Tekrarlayalım: Chicago Çetesi’nin, Adam Smith Enstitüsü ile Heritage Vakfı’nın, USAID’in, IMF ve Dünya Bankası’nın emriyle ve onların temsil ettiği Amerikalı ve Avrupalı zenginlerin, “küresel kraliyetçiler”in çıkarına!)

Bağlı Krediler

Dünya Bankası artık verdiği kredileri gittikçe daha fazla özelleştirme şartına bağlamaktadır. Güvenilir bir araştırmaya göre 1986 başına kadar Banka az gelişmiş ülkelere verdiği yapısal uyarlama kredilerinin yalnızca yüzde 13’ünü KİT’lerin özel sektöre devri koşuluna bağlamıştı. 1992 başlarında ise, Banka’nın kendi istatistiklerine göre, yapısal uyarlama kredilerinin yüzde 75i özel sektöre devir koşuluna bağlıydı. Oysa 1983 Dünya Bankası Raporu’nda, bakın ne yazıyordu: “Bir işletmenin verimliliğini etkileyen kilit etken, özel ya da kamu mülkiyetinde olması değil, nasıl yönetildiğidir.” 1989’da ise Banka fikrini değiştirmiş bulunuyordu. Neden acaba? Çünkü özelleştirmeyi teşvik etmesi için, ABD oligarşisinin ağır baskısı altına girmişti.

Ekonomik açıdan zorda olan bir hükümet IMF’ye ve Dünya Bankası’na başvurduğu an, kolunu kaptırmış, tuzağa düşmüş demektir. Amerika’nın ve Avrupa’nın sermayedarları pençelerine düşen bu avı, deyim yerindeyse, artık lokma lokma yutacaklardır: Kurban ülke “yardım” kabul ederken, maliye, bütçe, istihdam, dış ticaret, yatırım, döviz kuru ve kamu sektörü politikaları konularında, büyük güçlerin dayattığı bütün koşulları yerine getirmekle yükümlüdür. Koşullardan en başta geleni de özelleştirmedir. O ülke artık sanayileşemez ve gelişemez, ekonomisi gittikçe bozulur, battıkça batar. Sömürgeleşir. Ülkenin bütün ekonomik kaynakları adım adım kan içici yabancılarla onların bir avuç yerli işbirlikçilerinin eline geçer Artık yeni bir istiklal savaşından başka çare yoktur (O da bugünkü dünya konjonktüründe çok zordur. Bu nedenle önemli olan, böyle durumlara düşmemektir. Eğer düşüldüyse -Attilâ İlhan’ın deyişiyle- bir an önce “aklını başına toplamak”tır).

Sonuç

Ekonomik kalelerimizin en sarpı, en muhkemi, en muhteşemi TÜPRAŞ...

18 Nisan’da düşmana teslim ediliyor. 18 Nisan bizim için bir kara gündür artık...

Mütareke basınının demokrasi bezirgânlarında çıt yok. Onlar Chicago Çetesi’nin, USAID’in, IMF ve Dünya Bankası’nın, Batılı zenginlerin borazanları... Elbette öyle yapacaklar.

Peki ya siz Yurtseverler, Ulusalcılar, siz niye bu kadar etkisizsiniz?

Oysa Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini korumak ve savunmak demek; ekonomik kaynaklarımızı, TÜPRAŞ’ları korumak ve savunmak demektir. Çünkü “ekonomi demek, her şey demektir.” Çünkü TÜPRAŞ demek,Vatan demektir!

ABD’nin gizli planları hizmetinde Vatanımızın ekonomik kalelerini satanlar, bunları sırtlanlar gibi kapış kapış kapışanlar; bağımsızlığımızı ve Cumhuriyetimizi yok etmeye yönelen düşmanlardır.

Chicago Çetesi, Madsen Pirie’ler, Stuart Butler’ler, Edwin J. Feulner’ler, bunların patronları,... “dahilî bedhahlar”ın yardımıyla, zorla, hile ile Sevgili Vatanımızın tersanelerine, işletmelerine, topraklarına giriyorlar. Türkiye’yi Dolar ve Euro gücüyle ele geçiriyorlar.

İktidarda olanlar Atatürk’ün bildirdiği gibi...

Millet Yoksul, Bitkin ve Şaşkın.

Bu gidiş kötü, bu gidiş felaket...

Ey Vatan’ın Aziz Bekçisi! Tek umut sensin.

Bozkıra fidanı kim olsa diker. Sen TÜPRAŞ’lara bak.

Bayrak yere Düşmüş.

Sana Yaraşan, Albayrağı TÜPRAŞ’lara yeniden dikmektir!


http://www.turksolu.com.tr/52/dura52.htm



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder