Dokuz Eylül Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dokuz Eylül Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2019 Cumartesi

Türkiye İle Almanya Arasındaki İlişkilerde ‘Pragmatik’ Dönem


Türkiye İle Almanya Arasındaki İlişkilerde ‘Pragmatik’ Dönem



Türkiye-Almanya İlişkilerinde ‘Pragmatik’ Dönem
Yrd. Doç. Dr. Sezgin MERCAN
www.bilgesam.org
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93



Son zamanlarda Türkiye ile Almanya arasında yakın bir siyasi işbirliği dikkat çekmektedir. Kısa süre içinde Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in 
Türkiye’ye çoklu ziyaretlerde bulunması bunun en somut göstergesidir. 

Özellikle mülteci krizi ve terörle mücadele konuları üzerinden beslenen bu işbirliği sadece ikili ilişkilerle sınırlandırılabilecek sığlıkta da görünmemektedir. 
Söz konusu olan AB’nin lokomotif ülkesi Almanya ve AB’nin uzatmalı üye adayı Türkiye olunca konunun, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere uzanması 
kaçınılmazdır. Buna bir de içinde barındırdığı Türklerle Almanya’nın Avrupa’da Türkiye’nin etkisini en çok hisseden ülke olma özelliğini, AB genişlemesinin 
geleceğini belirleyen üyelerin başında gelmesini ve Türkiye karşıtlığını barındıran yönünü de eklemek gerekiyor. 

Bu analizde, son dönem Türkiye ile Almanya arasındaki siyasi yakınlaşmanın anlamı, vaka odaklı fayda sağlayıcı işbirliği bağlamında pragmatizme kayış temelinde ortaya koyulmaya çalışılmaktadır. 

Türkiye-Almanya Arasındaki Tarihi İlişkiler;

Tarihte Türk-Alman ilişkileri, Osmanlı-Alman İmparatorluğu arasındaki derin ve çalkantılı ilişkinin zaman geçtikçe günün gerektirdiklerine göre dönüşmesi sürecini yaşamıştı. Bismarck Almanyası’ndan II.Wilhelm Almanyası’na geçiş, ülkenin temkinli kıta politikasından aktif dünya politikasına geçişi temsil etmişti. Bu geçişin sömürgecilikle birleşmesinin yansımalarını talihsiz bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu yaşamıştı. 

Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki yenilgisi, Osmanlı’nın Alman sömürgeciliği ile gerek ekonomik gerek siyasi gerekse de askeri açılardan karşı karşıya kalması nın adeta bir sonucu olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise Almanya Türkiye’yi kendi yanında savaşa sokmaya çalışmış, ikna çabalarını sürdürmüş, her ne kadar Türkiye savaşa dahil olmasa da, son ana kadar Almanya ile siyasi, ekonomik bağlarını canlı tutmaya çalışmıştı. Böylece hem Alman işgallerinin kendine uzanmasının önünü kesmiş hem de ticari faydaları sürdürmeye devam edebilmişti. 

Aradan zaman geçmiş, Soğuk Savaş koşulları içinde Avrupa’dan dünya savaşları nedeniyle ABD ve diğer coğrafyalara olan göçün etkisiyle önemli boyutlarda işgücü kaybı yaşanmıştı. Almanya bu kaybı derinden hissetmişti. Bu kayıp yaşanırken Türkiye ile Almanya ilişkileri işgücü göçü kapsamında yeni bir boyut kazanmıştı. Almanya işgücü açığını, 1961 yılında iki ülke arasında imzalanan Türk İşgücü Anlaşması ile bir ölçüde gidermiştir. Bu tarihsel arkaplan, Türkiye ile Almanya ilişkilerinin pragmatik doğasına işaret eden ilk örneklerdendir. 

Daha yakın zamanlar incelendiğinde ise olumsuz nitelikte görülen fakat pragmatik ilişkileri besleyen siyasi gelişmeler yaşanmıştır. Bunları yakın 
geçmişte iki ülke arasındaki ilişkilerin bir diğer etkileyicisi olan Avrupa bütünleşmesi kapsamında görmek mümkündür. Bütünleşme, özellikle 
siyasi kriterleri ve kimlik vurgusunu öne çıkardıkça, Almanya’da Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili şüphecilik artış göstermiştir. Bu şüphecilik Almanya’daki Türklere olumsuz bakışın da bir sonucu olmuştur. 1980’lerden 1990’lara uzanan süreçte, Almanya’nın Avrupa bütünleşmesindeki öncülüğünün artıp, bu öncülüğü Almanya’daki Hıristiyan Demokrat iktidarın üstlenmesinin etkisiyle Türkiye’nin AB üyeliği, beklenilmemesi gereken bir konuma sürüklenmiştir. Türkler ile Almanlar ve Avrupalılar arasındaki sosyal ve kültürel farklılıklara vurgu giderek artmıştır. 

2000’lerde, Türkiye tam da üyelik müzakerelerine başlıyorken, üyelik beklentisi ni aşağıya çekecek şekilde, üyeliğe alternatif olacak ilişki biçimleri önerilmeye başlanmıştır. Bir pragmatik ilişki tipi örneği olan ‘imtiyazlı ortaklık’ bu önerilerin başında gelmiştir. Türkiye böyle bir ortaklık tipini tam üyelik yerine koymayacağını her fırsatta belirtmiştir. Fakat, her ne kadar Türkiye için teoride tam üyelik bir devlet politikası olsa da, alternatiflerinin kabul edilmeyeceği belirtilse de, 2010’larla birlikte pratikte alternatif ilişki tiplerinin uygulanmaya başladığı görülmektedir. 

Bu bağlamda da Almanya ile Türkiye ilişkilerinin seyri, Türkiye ile AB ilişkilerinin seyrini yansıtacak bir nitelik kazanmıştır. 
Günümüz koşulları içinde pragmatik ilişki tipinin sürmesindeki tetikleyici Suriye iç savaşı ve mülteci krizi olmuştur. 

Türkiye-Almanya İlişkilerini Pragmatizme Yönelten Üç Boyut 

Türkiye ile Almanya ilişkileri 2000’li yıllar itibariyle çeşitli gerginlikleri içinde barındırmıştır. Bu gerginlikler ilişkilerin pragmatizm zemininde kalmasını desteklemiştir. Alman hükümetinin Almanya’daki Türklerin konumunu etkileyen vatandaşlık düzenlemeleri bu gerginliklerin başında gelmiştir. Bir diğer gerginlik konusu Almanya’da yaşayan Türklere yönelik ırkçı saldırılar ve bu saldırılar hakkında yürütülen soruşturmalardır. 

Son gerginliklerden biri de Suriye iç savaşına tepki bağlamında olmuştur. Türkiye Suriye’ye yönelik askeri müdahaleyi desteklerken, Almanya savaşın diplomatik yollarla sonlandırılması gerektiğine işaret etmiştir. 2013 ve 2014’te bu gibi konular üzerinden yaşanan gerginlikler 2015’de adeta geride bırakılmış gibi görünmüş, 2016’da da bu anlamda yakınlaşmanın devamı sinyalleri verilmiştir. 

Mevcut koşullar içinde Alman vatandaşlığının doğumla, seçme yoluyla, yabancılar yasası gereğince ve takdir yoluyla kazanılması gibi haklar 
bulunmaktadır. 1990’da Almanya’da vatandaşlığa alma ile ilgili liberalleştirici düzenlemeler yapılmıştır. Almanya’da büyümüş, eğitim almış veya 15 yıldan fazla süredir ülkede ikamet etmiş kişilere vatandaşlığın verilmesi öngörülmüş tür. 

Bu yıllarda ve sonrasında Almanya’daki göçmenler için asıl mesele, ‘vatandaşlık topluluğu’na katılma sıkıntısı yaşamaları olmuştur. 
Bir başka deyişle, vatandaşlık için göçmenlerin kökenlerinden vazgeçmelerinin beklenmesi sorun olmuştur. Bu durum da göçmenler için vatandaşlıktan kaçış ya da bulundukları toplumla bütünleşememe sonucunu doğurmuştur.1 

Türklerin sadece yaklaşık yüzde 15-20’sinin Almanya’yı yurt olarak görmesi bunun somut yansımalarından biridir. Bu bütünleşme sorunları tartışılırken, paralelinde de ırkçılık iki ülke gündeminde yer almaya devam etmiştir.

1993’teki Solingen saldırılarının ardından, 2000-2007 arasında 8 Türk’ün ölümünden sorumlu olan Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU) ile ilgili hukuki süreç, ülkede içten içe varolmaya devam eden ırkçılıkla ilgili yeni tartışmaları körüklemiştir. Bu dönemde Alman iç istihbaratı zafiyet gösterdiği gerekçesiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Zafiyet konusu aşırı sağı temsil eden örgütlerle ilgili bilgilerin imha edildiği iddiasından çıkmıştır. Bu konunun açığa çıkmasıyla Berlin Eyaleti’nin İç İstihbarat Teşkilatı Başkanı Claudia Schmid başta olmak üzere 
çeşitli eyaletlerdeki teşkilat başkanları görevlerinden ayrılmak durumunda kalmıştı. NSU’nun güvenlik birimlerince takip edilmesine rağmen, şüphelilerin yakalanamaması ve istihbarat birimlerinin etkisizliği durumu daha da vahim bir hale sürüklemişti. Bunun üzerinde Alman hükümeti araştırma komisyonunun kurulmasından federal başsavcılığın konumunun güçlendirilmesine kadar uzanan bir yelpazede girişimlerde bulunarak incelemeyi derinleştirmişti. 

Bu noktada, gerek vatandaşlık meselesi gerekse de ırkçılık üzerinden varılması gereken klasik husus kimlik tartışmalarıdır. Bu kimlik tartışmalarının Almanya ve Türk göçmenler özelinde bir boyutu varken, bir de Avrupa’nın niteliği ile ilgili genel bir boyutu vardır. Ancak bu nitelik klasik kültürel ve dini temele dayanmak zorunda değildir. Dış politikaya da dayandırılabilir. 

Bir başka deyişle, Türkiye’nin Avrupa’nın niteliğiyle ilişkilendirilirken uluslararası politikada hangi yöntem ve araçlarla yer edindiği de belirleyici olabilir. Bu nokta, ilişkilerin pragmatizm zeminine kaydığı bir kavşaktır. 

Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan askeri deneyimini tersine çevirecek şekilde ve kendini sivil güç zemininde tanımlayarak, Avrupa’nın uluslararası alanda sivil güç olma rolüne atıf yapmaktadır. Sivil güç Avrupa’nın yanında da ‘askeri’yi temsil eden ABD’yi konumlandırmaktadır. Türkiye, NATO ile AB arasında askeri ve sivil ayrımına istinaden, güvenlik rolleri üzerinden adeta farklılaştırılan bir konuma sürüklenmektedir.2 
Halbuki, Türkiye’nin askeri gücüyle NATO’ya olduğu gibi AB’ye de katkı sağladığı önermesi, Türkiye ile AB ve üye ülke ilişkilerinin pekiştirilmesinde önemli bir araç olarak konumlandırılmakta dır. Hatta Türkiye’nin, üyelik tartışmaları kapsamın da, AB’nin uluslararası ve bölgesel etkinliğine askeri destek sağlaması gibi sektörel alanlar üzerinden bir işbirliği ve ortaklık zeminine kaydırılması gerektiği vurğulanabilmektedir. 

Ancak, Almanya’nın tutumunda görüldüğü gibi bu husus ille de bütünleştirici bir etki yaratmak zorunda değildir; ayrıştırıcı da olabilmektedir. Bunun en iyi örneğini, Türkiye ile Almanya ve AB geneli arasında Suriye iç savaşına müdahalenin nasıl olacağı ile ilgili anlaşmazlık oluşturmuştur. 

Hatırlanacağı üzere, 21 Ağustos 2013’te Suriye’de kimyasal silah kullanımı yoluyla saldırı yapılmış ve sorumluluk atfedilen Esed yönetimi tüm dikkatleri üzerine çekmişti. ABD öncülüğündeki Batı ülkeleri bu gerekçeden hareketle Suriye’ye yönelik askeri operasyon düzenleme olasılığını gündemlerine almıştı. Hatta yoğun şekilde askeri hazırlık ve planlamalar yapılmıştı. 

Bu ülkelerden biri de Türkiye idi. Fakat, Suriye’de kimyasal silah kullanımıyla ilgili olarak AB’nin önde gelen ülkeleri İngiltere, Almanya ve İtalya askeri bir müdahale seçeneğine olumsuz yaklaşmıştı. Bu ülkeler Suriye’de incelemeler yapan BM denetçilerinin hazırlayacağı raporun beklenmesi gerektiğini ve olası bir operasyonun BM raporunda ulaşılan sonuçlara göre şekillendirilmesi gerektiğini vurgulamışlardı. 
Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Suriye krizine yönelik askeri müdahalenin krizin çözümü için atılacak en uygun adım olduğunu söyleyenleri, bunun tüm bölgeye yayılacak bir tehlike içerdiğinin farkına varmaya davet etmişti. Suriye krizinin etkilerinin sadece Lübnan’a değil, diğer komşu ülkelere de sıçrama potansiyeline sahip olduğuna dikkat çekmiş ve bunun önlenmesi gerektiğini belirtmişti.3

Almanya’nın bu tutumunun ilk işaretleri aslında 2013’ün Mayıs ayında görülmüştü. Basına yansıdığı şekliyle, Almanya Gizli Haber Alma Teşkilatı Başkanı Gerhard Schindler aynı ay Almanya ile Suriye arasında iletişimi sağlayacak şekilde Suriye Gizli Servisi yetkilileri ile temasa geçmişti. Bu sayede, iki ülkenin gizli servisleri arasında ortak çalışma alanının yaratılması beklentisi nin hayata geçirilmeye çalışıldığı vurgulanmıştı. Hatta aynı yıl, daha öncesinde 

Esed yönetiminin yıkılacağına dair öngörüsü de değişmişti.4 Türkiye ise bu esnada Suriye’ye askeri müdahale seçeneğini desteklemekte, bunu da kendisine yönelik güvenlik tehditlerine bağlamaktaydı. Güvenlik tehditlerinin başında terör ve Suriye’den Türkiye’ye yönelik yoğun bir göçmen akını gelmekteydi. Ekim 2013’te Türkiye’de bulunan Suriyeli göçmenlerin sayısı 504.415 idi. Şubat 2016 itibariyle Türkiye’de bulunan Suriyeli göçmenlerin sayısının 2.503.549 olduğu göz önünde tutulduğunda tehdit algısının oldukça yerinde olduğu belirtilmelidir. 

Bu koşullar içinde Türkiye Esed yönetimi ile diplomatik ilişkilerini kesip askeri müdahale odaklı bir politika takip etmiş ve bunu da kronik bir niteliğe büründürmüştür. Batı ülkeleri ise askeri müdahale seçeneğini önce canlı tutmuş, sonra ise yeniden diplomasiye yönelmişlerdir. 

Bu noktada AB ve Almanya aslında Suriye’ye yönelik sivilleşen bir politika takip etmiş, Türkiye ise özellikle terörle (PKK ve IŞİD) mücadele kapsamında operasyonlara varan politikasıyla askerileşen bir yolda hızla ilerlemiştir. Böylece de Türkiye ile AB arasında askeri işbirliğinin birleştirici değil, adeta ayrıştırıcı etki yarattığı bir sonuç ortaya çıkmıştır. Almanya Türkiye’nin askerileşmesi karşısında mesafeli, sivilleşmesi karşısında da işbirliğine yakın bir tutum sergilemiştir. NATO üzerinden Türkiye’de füze savunma sistemlerinin kurulması yanıltıcı olmamalıdır. 

Almanya’da füze sistemlerinin Türkiye’de konuşlandırılmasının gerekli olup olmadığı, füzelerin Suriye’yi kışkırtarak daha da tehdit yaratabileceği ile ilgili tartışmalar ülkede askerileşmenin değil, sivilleşmenin önemsendiğinin somut göstergeleri olmuştur. 2015 yazında Patriot sistemlerinin ve Alman askerlerinin çekileceği ile ilgili haberler bunu, Türkiye’nin Suriye konusunda Almanya ve ABD gibi düşünmediğiyle gerekçelendirmiştir.5 

“ Almanya Türkiye’nin askerileşmesi karşısında mesafeli, sivilleşmesi karşısında da işbirliğine yakın bir tutum sergilemiştir.”

Günümüz koşullarında Türkiye ile ABD ve Avrupa ülkeleri arasında Suriye’deki aktörlerin konumları ve kategorileri ile ilgili anlaşmazlığın sürdüğü göz önünde tutulduğunda bu gerekçe belirgin bir hal almaktadır. Bu analizin hedefi, bahsedilen görüş ayrılıklarını değil, bu ayrılıkların sonuç itibariyle Türkiye ile Almanya ilişkilerine yansımalarını değerlendirmek olduğundan, ayrışmanın iki taraf arasında yeniden uzlaşma zemini yarattığına odaklanmak gerekmektedir. 

Bu uzlaşma da ancak sivilleşme paydasında olabilmektedir. Bir başka deyişle, sivilleşme pragmatik ilişki geleneğini sürdürmenin dayanağı olmaktadır. Alman hükümeti özellikle son iki yıl içinde Almanya’nın uluslararası rolünü artıracak girişimlerde bulunmakta, aktif ve misyon yüklenen politikalar izlemektedir. Askeri bir güç olma ve silahlanma isteğini pek de sergilememektedir. 
Bu olduğu takdirde uluslararası alanda düşmanlıkların yaratılıp, ülkede varolan aşırı sağ unsurların daha da kışkırtılabileceği düşünülmüyor değildir. 
Almanya’nın askeri güç olma isteği taşımadığının ya da askeri gücüyle öne çıkmak istemediğinin akla ilk gelebilecek örnekleri, Fransa’nın 2011’de Libya’ya, 
2013’te de Mali’ye operasyon düzenlerken askeri destek vermemesidir.6 Bu tutumun Almanya’nın AB’deki liderliğine yansıdığı nokta, sivil inisiyatifler üzerinde işbirliği kurma açısından Türkiye için önemsenmesi gereken niteliktedir. Bu inisiyatiflerin başında ekonomik ilişkiler ve diplomatik girişimler gelmektedir. 

Merkel’in kısa süre önce Türkiye’yi ziyareti, inisiyatif alımının gerçekleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Mülteci sorununun çözümü için 
Türk ve Alman hükümetleri arasında 10 maddelik eylem planına geçilmiştir. Suriye’de BM kararlarının önemsenmesine yönelik diplomatik 
inisiyatif; Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ve Almanya yardım kuruluşlarının mültecilere yönelik ortak çalışması; insan kaçakçılarına ve kaçakçılık ağına karşı kolluk kuvvetlerinin işbirliği yapması; iki ülkenin sınır güvenliği için ortak hareket etmesi; sınır gözetim ve denetimi için NATO’ya işlev yüklenmesi; 

Suriyeli olmayan mültecilerin tespiti ve ülkelerine gönderilmesi için ortak çalışma yapılması; Suriyelilerin yeniden yerleştirilmelerine ve 
AB’ye alınmalarına olanak sağlayacak mekanizmanın kurulması; AB’den gelecek olan 3 milyar avronun kullanımını sağlayacak projelerin yürütülmesi; 
Yunanistan ile ortak hareket edilip, geri kabul anlaşmasına göre ilerleme kaydedilmesi 

“ Türkiye ile Almanya ilişkilerinde ayrışmanın iki taraf arasında yeniden uzlaşma zemini yarattığına odaklanmak gerekmektedir. 
Bu uzlaşma da ancak sivilleşme paydasında olabilmektedir.”

Sonuç 

Türkiye, hem AB üyeliği hem de etnik ve kültürel referanslarıyla Almanya’yı, özellikle de Hıristiyan demokratları şüphelendirmektedir. 
Mülteci krizi ve terörle mücadele, Alman hükümeti için bu kronik şüpheleri ortadan kaldırmasa da, en azından öteleme işlevini yüklenmiştir. 
Eylem planı bu ötelemenin gündemdeki önemli bir aracıdır. Aynı zamanda, işbirliğinin vaka odaklı olması anlamında bir pragmatizme kayış, reelpolitiğe kayışı da yansıtmaktadır. Türkiye ile Almanya ilişkilerindeki bu kayış, Türkiye ile AB ilişkilerinin de pragmatizme ve reelpolitiğe kayışına işaret etmektedir. Siyasi reformlar, vize, hareket serbestliği, göç, enerji, terörizme karşı mücadele konularında daha fazla işbirliği ve AB’nin, göç gibi, kendi güvenliğini zorlaştıracak  sorunlarındır. Türkiye üzerindeki kontrolü 2012’den itibaren ‘Pozitif Gündem’ ile sağlamaya çalışmasını barındıran Türkiye-AB ilişkileri, adeta ülkeler arasında ya da uluslararası politikada iç ve dış güvenliği sağlamayı, sınır kontrollerini artırmayı, yasadışı göçü engellemeyi gerektiren reelpolitiğin iki taraf arasında hissedildiği bir doğaya sahip olmuştur. Gelecek dönemde izlenmesi 
gereken husus, Türkiye ile Almanya ve AB ilişkilerinin norm ve değerler ile reelpolitik karşısındaki duruşu olmalıdır. 
Unutulmamalıdır ki, norm ve değerler üzerinden kurulan siyasi ilişkilerin sürdürülebilirliği fazlayken, anlık ya da geçici ve süreli vaka işbirliklerinin 
sürdürülebilirliği değişken koşulların elverdiği ölçülere dayalıdır. 


www.bilgesam.org
BİLGESAM Hakkında
BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 
Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların 
katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. 
Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Yrd. Doç. Dr. Sezgin Mercan Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. 
Çalışma alanları Avrupa Siyasi Tarihi, Avrupa’da Siyasi, Ekonomik, Sosyal ve Askeri Bütünleşme, Bütünleşme Kuramları, AB Ortak Dış, Güvenlik ve Savunma 
Politikası, AB Genişlemesi, AB’nin Küresel ve Bölgesel Politikaları, AB’deki Ayrılıkçı Hareketler, AB-Orta Doğu ilişkileri ve Türkiye-AB İlişkileridir. 

Dr. Mercan lisans çalışmalarını Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlamıştır. Başkent Üniversitesi, Avrupa Birliği alanından yüksek lisans, Dokuz Eylül Üniversitesi Avrupa Çalışmaları alanından doktora derecelerine sahiptir. 
Çeşitli dergi, kitap ve yayın kuruluşlarında makaleleri ve röportajları bulunmaktadır. 


DİPNOTLAR;


1 Rogers Brubaker, Fransa ve Almanya’da Vatandaşlık ve Ulus Ruhu, Dost Yayınları, Ankara, 2009, s. 214.
2 Senem Aydın-Düzgit, Türklük, Müslümanlık, Doğululuk AB’nin Türkiye Söylemleri, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015, ss. 52, 53. 
3 Guido Westerwelle, “No way back for Assad Regime”, 
http://www.auswaertigesamt.de/EN/Infoservice/Presse/Interview/2012/120610_BM_WAMS_Syrien.html.
4 “Esad’ın birlikleri güçlendi”, DW, 22.05.2013, 
http://www.dw.com/tr/esad%C4%B1n-birlikleri-g%C3%BC%C3%A7lendi/a-16829134. 
5 “Almanya’nın Patriot’ları geri çekmesi tartışılıyor:Alman siyaseti Patriot kararından memnun”, 16.08.2015, AB Haber, 
http://www.abhaber.com/almanyanin-patriotlari-geri-cekmesi-tartisiliyoralman-siyaseti-patriot-kararindan-memnun/. 
6 George Friedman, Avrupa Krizi,Pegasus Yayınları, İstanbul, 2015, s. 256. 



***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci,

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Sürecini Dayatan Tarih Algısı Üzerine Bazı Düşünceler, 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 


Globalizasyon ve/veya küreselleşme sürecinin etki ve yansımalarını derinden yaşadığımız gelişmelerin başlangıcı olarak Post-Sovyet süreç anlaşılmalıdır. Sovyetlerin çöküşünü beraberinde getiren küreselleşmeyle birlikte, bilgisayar teknolojisinin gündelik hayatımıza girmesiyle tüm dünyada eğitim sistemleri, programları, eğitim teknolojileri konusunda değişim ihtiyacı doğdu. Bütün 
eğitim ve bilim alanlarında olduğu gibi, bilgi küreselleşti. Ülkeler ve kurumlar, kendilerini yeni duruma ve gelişmelere adapte etme gereği duydular ve birbirine daha fazla yaklaşmanın kaçınılmazlığını fark ettiler. Tarih eğitimi ve yazımı da bu etkiden nasibini aldı. Ülkeler, eğitim teknolojilerindeki gelişim ve değişime uygun olarak tüm eğitim kurumlarında Tarih eğitimi ve öğretimi konusunda ciddi yenilenme ihtiyacı hissedildi. Devletin ve hükûmetlerin dışında sivil toplum örgütlerinin inisiyatif üstlenmeleri yanında, insan hakları, demokrasi ve kadın 
hareketlerindeki gelişmeler ve ihtiyaçlar, bireyi ve toplumu derinden etkiledi. Ders kitaplarındaki bilgilerin sıkı bir biçimde sorgulanması bu süreçte oldu. Birey ve toplum olarak ülkemizde ve dünyada bu gelişim, değişim ve dönüşümler devam etmektedir. Bu süreçte, ciddi tarihçilerin de uyarıları sonucu, tarihçinin, tarihin öznesi olduğunun bilinciyle eğitim sorununa yaklaşıldı. Yaklaşık 
son yirmi beş yıllık bir süreçte çok sayıda tarih eğitimi ve yazımı konusunda makaleler, kitaplar yazıldı. Örgün ve yaygın eğitim yoluyla ve yazılı ve görsel basınla bu bilgiler, ilgililerin ve toplumun dikkatine sunuldu. Arayış devam etmektedir. 


Dünyada ve Türkiye’de modern tarih, kısmen geçmişte de böyleydi, bir bakıma çağımızda yaşayan tarihçinin eliyle inşa edilişin tarihidir. İnsanların eylemlerinin, yapıp etmelerinin daha bilinen şekliyle olay ve olguların bir sonucudur; ama bundan da öte aynı zamanda olay ve olgular hakkındaki söylemlerinin de bir sonucudur. Özne olan tarihçi, tarihin inşacısıdır ve aynı zamanda tarihçi zihniyet 
ve eylem olarak tarihin içinde sürekli gezinir. Tarihin bilgisi ile nesnesi bu bakımdan kategorik olarak birbirinden ayrılamaz. 

Tarih, aslında, tarihçinin eliyle gelecekten şimdiki zamana gönderilen bir uyarı olmuştur. Bu uyarı geçmişe kadar gidip tarihçiler üzerinde de etkisini hissettir miştir. Köklerini Eski çağa kadar götürdüğümüz tarih, özellikle Rönesans döneminde önemli bir gelişme gösterdi. Burada geçmiş taklit edildi ve Antik çağ, Hıristiyanlığı eleştirmek için kullanıldı. Nitekim Ortadoğu toplumlarından 
Araplar, Osmanlılar karşısında İslâm tarihinin erken dönemlerine yönelmeyi yeğlediler. Mısırlılar, Firavunlara sarıldılar. Lübnanlı Hristiyanlar da Fenikelilere... Bu destek arayışını abartılı bulsak bile, makûl de karşılamak gerekir. Zira uluslaşmak için geçmişi yeniden keşfetme içgüdüsüydü bu. Hem Batı Avrupa toplumları da Ortaçağ'a meydan okumaya soyunurken Eski Yunan ve Roma'ya 
yönelmemişler miydi?1 

19. Yüzyıl Avrupa’sında geliştirilen Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü hakkındaki tarih yorumu, bir diğer söylemle Oryantalist bakış açısı, gerçekte, aynı yüzyılda icat ve inşa edilmiş bir tarih projesiydi. Batı kendinin olanı Roma ve Helen kaynaklı Avrupa uygarlığını dünyanın öteki tarihi uygarlıklarına egemen kılmayı amaçlamıştı. Bu Avrupa merkezci tarih projesine kapsamlı bir tepki olarak Martin Bernal’in Kara Atena başlıklı bir kitabı en kapsamlı bir bilimsel çalışma niteliği taşımaktadır. Kitapta, Antik Yunan ve dolayısıyla Avrupa Uygarlığı’nın kültürel kökeninin Afro-Asyatik Antik Mısır ve Finike kültürlerine dayandığı tezi ağırlıklı olarak işlenmektedir. Batı medeniyetinin kökeninin Avrupa'daki 18 ve 19. yüzyıl ideolojik akımlarının etkisinde, bilimsel nesnellikten uzak olarak imal 
edildiğini ve özgün Avrupa medeniyetinin kaynağının Yunanistan olduğu tezine karşı bir karşı koyuş olarak Kara Atena kitabı değerlendirilebilir. İdeolojik ve ırkçı öğelere sahip tarih yazımına göre 

Avrupa, Yunanistan ve Ariler dışında kalan Afrika ve Asya köklerin Yunan kültüründeki büyük etkisinin Batılı akademisyenler tarafından bilinçli bir şekilde tekrar tekrar görmezden gelinip inkar edildiğini ve zamanla silindiği tezini savunmaktadır.2 

Bilindiği gibi modern zamanlar değerlendirilirken, genelde Rönesans'a mutlaka gönderme yapılır; çünkü Rönesans, geçmişin yeniden inşa edilmesiydi. Bir diğer etken de 19. yüzyıl genelde Ortadoğu toplumları için "modernleşme" yüzyılı oldu. 19. yüzyıl Avrupa’sında meydana gelen milliyetçilik hareketleri yaygınlık kazanarak tüm Ortadoğu toplumlarını etkiledi. Bu nedenle 19. yüzyıl ulus-
devletleri inşa yüzyılı oldu. Bir başka deyişle, "insanın, kendi sosyal dünyasını kurmak ve yeniden şekillenmek için özgür olmalı" anlayışına uygun inkılâpçı düşüncelerle harmanlanan uzak geçmiş kültü yeniden yorumlandı. 

Tarih geçmişin öyküsü olarak da bilinir. Bu tanım yanlış değildir; fakat eksik bir tanımdır. Sosyolojinin sadece hâlihazırı, yâni, bugünü olmadığı gibi tarihin de yalnızca geçmişi yoktur. Bu konu ister istemez tarih felsefesini ilgilendirir. Felsefenin, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yeni kurulan ulus-devlet eliyle yapılandırılmasından bahsettiğimizde bazı sorularla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu sorulardan biri ulus-devleti inşa edenlerin nasıl bir devlet-toplum modeliyle yetiştikleri, kısaca önder kadronun toplumun geçmişten geleceğe yönelik nasıl bir kültür mirasından beslendiğini bilmek gerekmektedir.3 

Modern Türkiye'yi inşa edenler de Osmanlı'dan önceki dönemlere Asya bozkırlarına yöneldiler. İranlılar, kendi emperyal geçmişlerine, Dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler ise Filistin'deki kadim tarihlerine döndüler. Toplumlar neden böyle bir düşünceye yöneldiler?4 

Türkiye'de tarih genel olarak bir "a priori/ön kabul" biçiminde yaklaşımı vurgulamak gerekirse, tarihsel bilinç/tarihi şuur oluşturmak adına yapılan vurgulama geçmişi geri kalınışlık olarak belirleyen ve geleceğe ileri gitmeyi hedef olarak koyan çizgisel bir tarih perspektifiyle yaklaşır. Bu yaklaşımda ileri gitmek Avrupa merkezci bir yeniliği çağrıştırmaktan çok geçmişe meydan okumayla yeni keşfedilmek istenir gözükmektedir. Batılı anlamda yeni, geçmişin yeniden inşası ile mümkün olduğu için modern Türk tarihi düşüncesindeki yeni geçmişi Türk uygarlığını en eski dönemlerinden günümüze ele almayı metodik olarak öngörmektedir. Böyle bir kurgulamada başlangıç noktası yani sıfır nokta, geçmişin geleceği değildir; bir başka deyişle bu geçmiş geleceğin geçmişidir. İster istemez bu yaklaşım dinamizmi içermesi yanında, dayatmacılığı ve indirgemeciliği de bünyesinde barındırma riski taşımış olabilir. 

Günümüzde, Türkiye’de modernleşme sürecini değerlendirirken, akademisyen lerimizin önemli bir kısmı AB'ye girmeyi, modernleşmenin ve hatta Atatürkçülüğün olmazsa olmaz bir sonucu olarak görmektedirler ki, söz konusu yaklaşımı paylaşmada ulusal devlet ve toplumun bekası adına ciddi sorunların yattığını gözden ırak tutmamaktadır; çünkü Türk modernleşmesinde öngörülen amaç, her ne pahasına olursa olsun AB'ye girişi değil, fakat, ulusal bir çağdaşlaşma projesiyle çağdaş uygarlığa katkı sağlamayı öngörür. 

Cumhuriyet Türkiye’si kuruluşu itibariyle, tarihin akışına ve geçmişin tarihsel algısına karşı bir makas değişimi süreci olarak da pekâla değerlendirilebilir. Tarihin inşası da Türk toplumuna yeni bir tarih perspektifi kazandırmak açısından 1930 başlarında kurgulanmaya başlanan Türk Tarih Tezi geleceğe göre geçmişi anlamlandırma kaygısı taşır. İnşayı gerçekleştirenler tarihi kurgularken aynı zamanda gelecek kuşaklara ağır sorumluluklar yükler. Çepeçevre kuşatılmış Türkiye ve Türk insanı, her zaman her yerde ve herkesle boğuşmak gibi bir misyon yüklenmiştir. Üstlenilen misyon Batıdan gelen ışıkla iyimserliği vaz eden gelecek; bastırılmış olan geçmişin geri döneceği tehdidine karşı uyanık olmayı dayatır.5 

Sosyal bilimler perspektifinden bakınca bu yaklaşımların elbette, mutlak doğruları yansıttığı iddia edilemez. Kabul edilmelidir ki geçmişin bilgisi ve bugünün bilimi olan tarihi inşa edenler tarihçilerdir? Öyleyse tarihçi, uçsuz bucaksız gezindiği tarih dünyasında, gençlerimizle ve toplumla ilgili olarak zamana, mekâna ve olaylara karşı adil bir mesafeyle yaklaşım becerisini nasıl 
kazandırmalıyız? sorusunu göz ardı etmemelidir. 

Çağımızı Nasıl Bir Tarih Perspektifiyle Yorumlamalıyız? 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir tür Yeni Dünya Düzeni oluşturulduğunda ana hatları Winston Churchill tarafından şöyle ortaya konuldu: 

"Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için bir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç ulusların eline geçerse, tehlike her zaman kapısıurda olur. Oysa hiçbirimizin daha fazlasının peşinde koşmak gibi bir nedeni yok. Barış kendi hâlinde yaşayan ve hırslı olmayan uluslar tarafından korunabilir. Gücümüz, bizi ötekilerin üzerine yerleştirdi. Kendi malikânesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz."6 

Churchill'in tanımına uygun şekilde bir gelişim çizgisi gösteren yirminci yüzyıl, küstah ve tepeden bakan; ama hemen hemen tamamı da yalanlanan öngörülerin yüzyılı oldu. Yirmi birinci yüzyıl ise belirsizliğin, yâni bloklar arası dengenin sona ermesiyle etnik, dini ve mezhepsel çatışmaların öne çıkarıldığı ve dolayısıyla sürekli çatışma ve savaş doktrinini egemen olduğu gelecekle ilgili 
öngörülerin kolaylıkla kestirilemediği bir yüzyıl olacak gibi görünmektedir. Sadece tarihi olay ve olgularla ilgili değil zaman algısı konusunda da ciddi farklılıklar yaşanmaktadır. Bu algıdan hareketle hangi zamanı yaşayacak olduğumuzu önceden kestirebilmemiz artık kesinlikle imkânsızdır. Zamanın bilimsel kavranışıyla çok önemli bir devrimin meydana geldiği doğrudur; zira Newton'un klasik teorisine göre zaman tek boyutluydu ve hep aynı hızda akıyordu; zaman evrensel, mutlak ve objektifti. Bu anlamda geçmiş ve gelecek özdeştı.7 

Günümüzde şimdiki zamanın tarihi tanımlamasıyla yeni bir zaman anlayışı gündeme gelmiştir. François Hartog, şimdiki zamanın tarihi konusunda 20. yüzyıldan Eski Mezopotamya'ya ve daha gerilere iki yönlü bir geziyi önermektedir: Yapılacak bu iki yönlü gezinin çok uzun ve çok kısa olacağını belirtir. O'na göre şu an yaptığımız benzer şeyleri, yolcular, hem de belirgin farklılıkları görsünler diye sadece birkaç yerde durmayı salık verir. Daha açık ifade etmek gerekirse, tarihi yazarken; şimdiki zamanı, geleceği ve geçmişi birbirine bağlama biçimlerinin nasıl yapılacağı üzerinde durmaktadır. Bu anlamda zaman tarihçinin her günkü hayatıdır. François Hartog’un, Tarih Başkalık Zamansallık, başlıklı kitabında yer alan bir değerlendirmeye göre, tarihçi artık, homojen ve boş bir doğrusal zamanla ilgilenmese de, zamanı basit bir araç olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyadır.8 

Einstein'in formüle ettiği modern izafiyet teorisiyle birlikte zaman kavramının derin bir değişime uğradığını bilmekteyiz. Uzam-zaman kavramı kabul görmüş ve birbirlerinden ayrı olan uzam (bir nesnenin uzayda kapladığı yer) ve zaman kavramlarının yerine geçmiştir. Einstein'le birlikte zaman, Newton'cu ve fiziksel ideal1iğini yitirmiştir. Işık hızından daha hızlı gidilemeyeceğine göre, geçmişe 
yolculuk da yapılamayacaktır. 

Zamanın geleceği hakkında soru sorulan Uya Prigogine, zaman fikrine belirsizlik fikrini de dahil ederek daha öteye gitmeyi denedi.9 Bu belirsizlik, belki de, yirmi birinci yüzyılın belirleyici olgusudur. Uya Progogine, Newton'un tersinir yasalarının [doğa olaylarında sonsuz küçük bir değişikliğin etkisiyle anlık fiziksel, kimyasal ve mekanik dönüşüm] içinde yaşadığımız dünyanın küçük bir bölümün de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu yasaların, gezegenlerin hareketlerini tarif etmeyi sağladığı doğrudur; ama gezegende jeoloji, iklim ve yaşam gibi tersinmez fenomenlerle ilgili yasaların formüle edilmesini gerektirmektedir. 

Bu keşiflerle birlikte zaman kavramında yaşanan devrimin önemini yeterince ölçebiliyor muyuz? Günümüzde kesinliklere hiç yer yok artık; çünkü zamanın tek bir geleceği değil, birden çok geleceği vardır; çünkü doğa artık öngörülemezdir, doğa, tarihtir. Bu epistemolojik (bilgi teorisi) devrimde, zamanın geleceğine ve tarihe dair hangi kavrayış gün ışığına çıkmaktadır? 

Bu kavrayış elbette, özgürlük kavrayışı olacaktır. Robert Musil'e göre, tarihin yörüngesi, bir kez harekete geçtiğinde, belirli bir yolu kat eden bilardo topunun yörüngesine benzemez; tarihin hareketi daha ziyade, bulutların hareketine benzer; sokaklarda rasgele dolaşan bir insanın çıktığı gezintiye benzer. Kimi yerde o kişiyi bir karaltı yolundan saptırır. Başka bir yerde aylak aylak dolaşan başka insanlar ya da yolunu kesen ev cepheleri gibi tuhaf bileşenler onu yolundan alı koyar ve nihayet varmayı hayâl bile etmediği meçhul bir yerde kendini buluverir. Tarihin yolu. Çoğunlukla yanılgıya çıkar. Şimdiki zamana, bir şehrin son evinde rastlanılır daima; ev yığınlarının uzağında kalmış, ıssızlığın ortasındaki bir evdir bu. Tıpkı her yeni kuşağın, şaşkın bir hâlde, ben kimim?, benim seleflerim kimlerdi? diye kendi kendine sorması gibi.10 

O kişi şu soruyu da mutlaka sormalıdır kendine: Ben neredeyim?. Her yeni kuşak, seleflerinin de kendilerinden başka şey olmadıklarını, tek farklarının başka yerde ve zamanda olmak olduğunu 
varsaysa iyi ederdi. 

Bu devrimin kozları ve hedefleri hem müsbet bilimler hem de sosyal bilimler için çok önemlidir. Uya Progogine, bilgi alanındaki alt üst oluşun kapsamını şöyle belirler: “Yirmi birinci yüzyıl hangi branşa dahil olacaktır? Gelecek zaman için nasıl bir gelecek zaman vardır? (... ) Olasılık kavramıyla' birlikte mikroskobik dünyanın bilimine bile belirsizlik ve çoklu gelecek zaman fikri girer. (...) Bizler, kesinliklerin dünyasından olasılıkların dünyasına ilerliyoruz. Yabancılaştırıcı bir determinizm ile tesadüfün yönettiği ve bu nedenle de aklımızın ermediği bir evren arasındaki dar yolu bulmamız gerekir.” 

Zaman kavrayışımızdaki bu devasa alt üst oluş karşısında toplumsal ve kültürel zamanda da kriz yaşıyor olmamız şaşırtıcı mıdır? Bu soruya en doğru cevabı tarih verir; tarih, Benedetto Croke'nin dediği gibi her zaman çağdaştır. 

Bu nedenle zaman, büzüldükçe küreselleşir ve tarih şimdiki zamana indirgendikçe çağdaşlaşır. Zaman, ne kadar kornprime, sıkıştırılmış bir hâl alırsa rekabet de o ölçüde keskinleşir. Zaman giderek en yetkin stratejik koz hâlini alır. Aynı zamanda da insanlığın gecikmiş modernliğinin hayaleti olur. (...) küreselleşme ve yeni teknolojilerin ortaya çıkışı, kısa vade ufkunu ve gerçek zaman mantığını, yâni an bu an ve ne koparabilirsen kârdır misali mali ve medyatik mantığın hegemonyasını toplumlara dayatmaktadır. 

Mesela demokratik toplumlarda politik kararların bir sonraki seçim ufkuna göre uyarlanması gibi. Hükümdarlar ve krallar, benden sonra tufan diyerek tiranlıklarını meşrulaştırmak istemişlerdi. Günümüzde ise aciliyetin tiranlığı söz konusudur. Bu durum kollektif proje fikrine yapılan referansların hızla silinmesine yol açar. Bu durumda kendimizi, uzun zamana yayılmış bir perspektife yerleştirenleyiz. İşte böyle bir bakış açısında aciliyet, zamanın yapısını bozar ve ütopyayı gayr-ı meşru ilan eder. Sanki an zamanı ortadan kaldırmış gibidir. Bugünün insanı her yerde yarının insanının haklarını, haksız yere kendine mal etmektedir; onun mutluluğunu, dengesini, hattâ kimi zaman yaşamını bile tehdit etmektedir. Yazık ki aciliyet mantığı, geçici düzenleme olmak bir yana-belki öyle olsa maruz görülebilirdi-kalıcılaşmaktadır. Bu yaklaşımın özeti, amaç için her yol mubahtır. Birileri aciliyeti; inancı, ideolojiyi, siyasal eğilimleri, kurumu, çıkarı, aşireti için öngörmekte ve uygulamaktadırlar. Demokratik ve istikrarlı arayışlara, yazık ki, böyle bir zihniyette yer olmayacak tır. 

Maalesef bu mantık, toplumlara nüfuz etmektedir; gidişat dünyada da bu şekilde toplumların ilmiklerine kadar işlemektedir. 

ABD'nin, AB'nin, IMF'nin ve Dünya Bankası'nın aciliyetten doğan dayatmalarına, herkesin gerekçeleri farklı olsa bile dünyanın dört bir köşesinden cılız tepkiler gelmektedir. Öyleyse küreselleşme çağında zamanı nasıl yeniden inşa edebiliriz? Uzun zamanı nasıl güçlendirebilir ve saygınlığına kavuşturabiliriz? Günümüz insanı, an bu an dediği ve geçmişle ilgili hafıza kaybına uğradığı için 
kendisini gelecekle bütünleştirememektedir.11 

Yanlışları önlemenin bir yolu, belki de en önemli yolu, öngörmektir. Bu bilinç ise insana ve toplumlara ancak ciddi bir tarih perspektifiyle kazandırılabilir. Geçmişten geleceğe, uygarlık yaratımı ve ütopya kazandırma bilinciyle olacaktır bu. Ulusal tarihimizi evrensel boyutta anlayarak ve anlamlandırarak. İşte en önemli soru da tam bu sırada geliyor; bunu kim yapacak? Tarihçiler elbette; ama hangi tarihçiler? sorusunu da buradan sormak gerekir! 

Tarihsel bir perspektif olarak günümüz Yeni Dünya Düzeni de eskisinden pek farklı görüntü vermemektedir; sadece eskisinin yeni bir kisvesidir. Özellikle ekonomi, artan bir şekilde uluslararası hâle geldi. Yoksul kesimlerle, zenginler arasındaki uçurum daha da keskinleşti. Zannedilmesin ki yaşananlar uluslararası rekabetin bir sonucudur: Uluslararası arenanın aktörleri artık uluslar değil, 
petrol ve silah üretim kontrol ve dağıtımını tekellerine geçiren-ayrıca diğer ekonomik alanlar da dalıil-çokuluslu şirketlerdir. Zengin toplumların zenginleri, onlara taşeronluk yapan yoksul ulusların zenginleriyle birlikte karşılarına çıkan her şeyi yerle bir ederek dünyayı yönetmek amacındadırlar. Kanaatimce olan biteni kavramak için yeni paradigmaalara ihtiyaç yoktur. Dünya düzeninin kuralları her zamanki gibi sürmektedir: Zayıflar için hukukun üstünlüğü. Güçlüler için kuvvetin üstünlüğü, zayıflar için ekonomik rasyonalite. Güçlüler için devlet erki ve müdahalesi.12 

Geçmişte de olduğu gibi, imtiyaz ve iktidar, halkın kontrolüne ya da piyasa disiplinine isteyerek boyun eğmez; bu nedenle anlamlı demokrasiyi baltalamak suretiyle piyasa ilkelerini kendi özel ihtiyaçları doğrultusunda eğip bükmeye uğraşır. Saygınlık kültürü içinde geriye sadece geleneksel ödevler kalır: Geçmişin ve bugünün tarihini -çok yönlü-iktidarların çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek. 

Tüm dünyada liderlerimizin ve bizim kendimizi adadığımız yüce ilkeleri göklere çıkarmak ve sicilimizdeki kusurları, yanlış yönlendirilmiş iyi niyetler, bazı kötü düşmanların bizi zorladığı güç seçimler ve bu işin eğitimini almış olanlara yabancı gelmeyecek bahanelerle geçiştirmek. 

Özellikle günümüzde, dünya devletleri ve toplumları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bilinen tüm paradigmaları değiştirecek yeni bir sürece sürükleniyorlar. Bunun başlıca nedeni gelişmiş ülkelerin aç gözlülüğü ve paylaşıma yanaşmamalarıdır. Ülkelerde de iktidarlar ister demokratik ister otokratik olsunlar yetkileri daha fazla merkezileştirme eğilimi taşımaktadırlar. Onaylamasak dahi bu durumu, dünyanın genel gidişatının, öncelikli olarak, ülkeleri daha fazla güvenliğe yöneltmesi, tüm dünyada genel kaotik bir sürecin başladığının habercisidir. Uzun dönemde bireyin ve toplumun sahip olduğu 
tarihsel düşüncenin ve tarih eğitiminin ne denli önemli olduğunu ve güncelden kopulmadan zamanı okumanın vazgeçilemez bir enstrümanı olarak değerlen dirmek mümkündür. Tüm bu zorlamalar, eğitim düzeyi yüksek ve sıkı bir tarih eğitimi ile donatılmış bireyi ve toplumu öngörmektedir. Uygarlığın akışı yönünde, başta ilgililer ve toplum kapsayıcı bir ilerlemeciliğin ve gelişmeciliğin 
arayışında olmalıdır. 

 Dipnotlar;

1 Bayram Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum ve Üniversite”, Baltam Türklük Bilgisi 3, Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Prizren 2005, s. 66-78. 
2 Martin Bernal, Kara Athena: Klasik Medeniyet'in Afro-Asyatik Kökleri/ Black Athena: The Afroasiatic Roots of Classical Civilization, 
   (Çev.; Özcan Buze), Kaynak yayınları, İstanbul 1998;Ayrıca Bkz., Samuel Noah Kramer, Tarih Sümerde Başlar,(Çev.;Hamide Koyukan) ,İstanbul 1999. 
3 Teorik arka plan için Bkz., Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı, (Çev.; Mehmet Murat Şahin), Agora Kitaplığı, İstanbul 2006. 
4 Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Ufuk Yayınları, İstanbul 2001, s. 93-94. 
5 Zeynep Direk, "Türkiye'de Felsefenin Kuruluşu", Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, İstanbul-Ankara 2001, s. 69. 
6 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd.; Noam Chomsky, 11 Eylül, (Türkçesi: Dost Körpe), OM Yayınevi, İstanbul 2002, s. 73-76. 
7 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd. 
8 François Hartog, Tarih Başkalık Zamansallık, Dost Kitabevı, Ankara 2000, s. 201 vd.; Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 72-73. 
9 Jerome Binde, "Zamanın Geleceği", Le Monde Diplomauque, (Çev.; Işık Ergüden), Nisan 2002, s. 24-25. 
10 Binde, "Zamanın Geleceği", s. 24. 
11 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 75. 
12 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 76. 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 

***