Ulus-Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ulus-Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı BÖLÜM 2

Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı 
BÖLÜM 2



Toplumsal Hafıza 

Mübadiller yaşamlarını zorlaştıran devlet politikalarına karşı, toplumsal hafızalarını koruyarak tepki vermiş ve ayakta durmaya çalışmıştır. Bu anlamda 
toplumsal hafıza, evlerinden zorla koparılmış iki milyon insan için zorunlu bir dayanak olmuştur. 

Hafızayı çok çeşitli disiplinler, çok çeşitli konular açısından incelemişlerdir. Bireysel hafızanın varlığı konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamakla birlikte, “kolektif hafıza” kavramı belli bir süre kabul görmemiş ancak Durkheım’ın öğrencilerinden ünlü Fransız sosyolog Maurice Halbwacs “Hafızanın Toplumsal Çerçevesi ve Kolektif Hafıza” adlı eseriyle kolektif hafızanın varlığı konusundaki tartışmaları büyük ölçüde sonlandırmış, 1920’li yıllarda “toplumsal hafıza” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavramsallaştırmaya göre algılar ne kadar kişisel olursa olsun, anılar toplumsal değerler çerçevesinde kaydedilir. Toplumsal olan, sosyal bir olgu olarak toplumsal hafızayı etkileyen hatırlama ve unutma mekanizmaları ile toplumsal hafızayı biçimlendirmektedir. Bu noktada Halbwahcs toplumsal hafızayı, bireysel hafızadan ayrı tutmaz çünkü bireyin hafızası soysal alanda şekillenir. Sosyal çerçevenin dışında toplumda yaşayan insanların hatıralarını sabitleştirecekleri ve yeniden bulabilecekleri bir başka bellek olmaz.(Halbwachs, 1992). 

Toplum üyelerinin sosyalizasyon sürecinde belirlenmiş bellekleri toplumsal hafızayı oluşturur.(Assman, 2001). Halbwachs çeşitli sosyal gruplar 
içinde bireylerin hafıza ve hatırlama biçimlerini incelediğinde, hatırlamanın doğası itibariyle toplumsal bir nitelik taşıdığı ve ortak geçmişin bir grubun iletişimsel ve duygusal harcını oluşturduğu sonucuna ulaşmıştır. Hafıza tıpkı dil gibi iletişimsel süreçlerde örneğin hatıraların anlatılması, alımlanması ve sahiplenilmesi yoluyla ortaya çıkar. Çünkü korunmaya çalışılan bellek ancak başkalarına aktarım ile var olabilir. İnsan bir sosyal çevre içinde, bir ailede, bir okulda, bir etnik köken içinde alışveriş içinde olduğu çeşitli sosyal gruplar içinde bu gruplar için önem atfedilen konuları hatırlar ve geçmişi sürekli yeniden inşa ederken, bu çerçeve dışında kalanları unutur.(Assman, 2001). Böylece hatırlama ve unutma ile bir toplumsal hafıza belirir. Toplumsal hafıza iletişim süreçlerinde yeniden üretildiği için, aslında onu taşıyanlarla birlikte şu anda var olacaktır. Bu nedenle toplumsal hafıza somut zaman ve mekanla ilişkilidir ve her şeyden önce grup üyelerinin kimlikleriyle ilgili olacaktır. 

Toplumsal hafızanın yaşamsal önemi, her türlü başlangıcın içinde bir “hatırlama” eylemi olmasından kaynaklanır. Hatırlama ve belleğin hayatımızda yaşamsal 
kıymeti vardır çünkü şu anın dünyasını geçmişin olayları ve nesneleriyle neden-sonuç ilişkisi bağlamında yaşarız.(Connerton,1999) Geçmişin hangi anını 
ya da hangi bölümünü hatırlamak istersek onunla yaşarız bu da şimdiki zamanı, çeşitli geçmiş yaşantılarımızın hangisiyle bağlantı kuruyorsak ona göre 
yaşayacağımızı gösterir. Yaşamımızın en ince ayrıntıları ve günlük hayatımızın tekrarları aslında geçmiş deneyimlerimizle ilgilidir. Yani bugünü yaşamak, 
geçmişin bir uzantısı sonucu ya da sebebidir. Bugünün anlamıdır. Günlük yaşam deneyimlerimizin akla uygunluğundan emin olabilmek için onu daha önce 
yaptıklarımızın oluşturduğu bağlama dayandırmak zorundayızdır çünkü zihnimiz geçmiş deneyimlerin genel çerçevesine ihtiyaç duyar. Geçmişle ilişki “hatırlama” 
üzerinden bir “hatırlama kültürü” biçiminde kurulabileceği gibi “unutma” aracılığıyla bir “unutma kültürü şeklinde de kurulabilir.(Sancar, 2010) 

Antony D.Smith Ulusların Etnik Kökeni adlı kitabında geçmişe karşı olan nostaljik bağlılığın sebebini dört unsura bağlamaktadır: İlk olarak kapitalizmin güçlü 
bir yabancılaşma ve yurtsuzluk duygusu ortaya çıkardığını ve insanların nereden gelip nereye gittiklerini anlamlandırmak için geçmişe başvurduklarını söyler. 

İkinci olarak; insanı herhangi bir sosyal çevreye entegre etmenin yolunun köklü bir geçmişi paylaşmak olduğunu savunur. Yani modern toplumla toplumsal 
düzenin kolektif geleneklerle de yerel alışkınlıkların kaynaştırılmasıdır. Tarihsel bağlar toplumsal gruplara bir anlam ve bağlam yaratır. 

Diğer bir sebep; tüm faniler için ortak bir özellikten oluşur. Bütün zamanlarda ve bütün topraklarda ölüm ve beyhudelik aşılmaya çalışılır. 
Bireyler kendilerini bağlı hissettikleri topluluğun tarihi ve kaderi ile kişiliklerini koruyup unutulmamalarını sağlayacak bir ölümsüzlük vasıtası bulmaya çalışırlar. Toplumda bir kişinin hayat tarzını ve isteklerini ortak geleneklere uydurması beklenir böylece bu yapı süregelir ve kişiler kendilerini güvende hissederler. En son sebep ise; modern zamanların bir sonucu olarak dinsel ve geleneksel kuruluşların zayıflamasına bağlı bir geçmişe özlem duygusudur. 
Bu anlamda etnik milliyetçilik bir “dine” dönüşür. Böylece bireyler soy-anılar-kimlikler zinciri ile çözülmeyen bağlar oluşturur ve topluluğa dönüşürler. 
Bu noktada söylenmesi gereken şey ise bir toplum olmak adına sonradan icat edilmiş geleneklerin her zaman var olduğudur. Seçici hafıza geçmişi yeniden 
keşfeder ya da su üstüne çıkarılan motif ve mitlerle geçmiş yeniden inşa edilir. (Smith, 2002) Smith’e göre geçmiş bir var olma meselesidir. 

Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi’nde göçmenler toplumsal hafızalarını korumak için direnmişlerdir. Bir dönemin gereği olarak görülen “ulus-devlet”in 
politikaları, her ne kadar bazı insanları yurtlarından zoraki olarak ayırsa da, göçmenlerin yaşadığı deneyimler bizlere toplumsal hafızalarını korumak adına 
mübadillerin yoğun bir çabaya giriştiğini göstermektedir. Türk mübadillerin çoğu, kendilerine gösterilen boş Rum köylerini bir türlü benimseyememişlerdir. 
Yunanistan’da ise zaten yeteri kadar yerleşme alanı oluşturulamamıştır. Yerleştirildikleri bölgede sıkışıp kalan göçmenler “kendi bildikleri tarzda” yeni yaşamlar kurmak için çabalamışlardır. Yerleşilen ilk köyler terk edilip, yeni köyler kurmuşlar ve geldikleri yerde kalmış kasabalarının isimlerini yeni kasabalarına vermişlerdir. Yanlarında taşıdıkları “ata mezarları” için de yeni topraklar bulmuşlardır.( NTV Tarih Dergisi, Ocak 2012, Sayı:36 ss:28-47) Türkiye’den Yunanistan’a gidenler yerleşilen yere “Yeni İzmir” (Neo Smyrna) adını vermişlerdir Buna benzer şekilde “Yeni Kayseri” (Neo Kesseria) gibi “Yeni İyonya” gibi yerleşim alanları oluşturmuşlardır.(Holst;1993). Mübadiller yerleşim alanı olarak Atina ya da daha iç bölgeleri değil tıpkı geldikleri yerde olduğu gibi deniz kenarını tercih etmişlerdir. 

Uzak yerleri kendi ülkelerindeki mekanların “yeni” biçimleri diye adlandırmak onları “eski” kılmaktır. Bu adlandırmada “yeni” olan değişmez bir şekilde yitip 
gitmiş olanın “halefi” “varisi” anlamına gelmektedir. 

Göç toplumsal-ekonomik etkilerinin yanı sıra sanatta da kendini göstermiştir. “Savaş-esaret-kovulma-göçmenlerin sorunları” konuları edebiyatta ele alınmıştır. 

Yunanistan’da Anadolu doğumlu olan ünlü edebiyatçılara rastlayabiliriz. Örneğin Sefeis- İzmir doğumlu ve Nobel ödüllü-Didou Sotiriyu “Benden Selam 
Söyle Anadolu’ya” kitabında Anadolu’da başlayan gençlik yıllarını ve sonrasında savaş yıllarıyla birlikte gelen göç hareketini kendi dünyasından yansıtmıştır. 
Mübadeleden hemen sonra Yunanistan’da birçok roman yazılmıştır. Bu romanların ortak teması geride bırakılan vatan ve mübadillerin yeni vatanlarında yaşadıklarıdır. Türkiye’de yıllarca bu konuyla ilgili eserlere rastlanmaz. Yunan edebiyatından farklı olarak Türk edebiyatında mübadele çok sınırlı olarak yer alır.(Milas, 2007) Müzik mirasın en önemli unsurlarından biri olarak göze çarpmaktadır. Anadolulu göçmenler Anadolu’ya has ezgileri Yunanistan’a götürmüşlerdir. Bu müzik tüm alt sınıfın-dışlanmışların müziği olarak görülmüş ve orada tepkiyle karşılanmıştır. 

Mübadillerin gündelik yaşam pratiklerini yanlarında taşıyarak geçmiş yaşamlarını sürdürme çabalarına en güzel örneklerden biri de gittikleri yerlere “limon 
ağacı” dikmeleri olmuştur. Geldikleri yerin coğrafi özelliklerini gittiklere yerlere taşımışlardır. Giritli mübadiller, kimliklerini gündelik hayat pratiklerini 
koruyarak kazanmaya çalışmışlardır Girit’i hatırlamanın simgesi ise limon ağacıdır. 

Ağaç, köklerini toprağa salmasıyla “yerleşikliği” ifade eder. Limon ağacı kök saldığı yerin, kapladığı coğrafyanın, ağacı ekenle birlikte büyüyen, değişen 
mevsimlerin, geçen zamanın simgesidir.”(Böke, 2007) Bu ağacın geçmiş yaşantının parçalarını taşıyor olması mübadiller için geldikleri yerlerden taşınmalarını gerekli kılmıştır. 

Mübadiller görüldüğü gibi kendilerine ait ne varsa peşlerinden getirmişler, çocuklarına aktarmışlar ve bildikleri gibi yaşamak konusunda ısrarcı olarak 
bunun hem bir tercih hem de bir ihtiyaç olduğunu göstermişlerdir. Akılda tutma, unutmaya direnmedir. Geçmişlerine ait olanı korumak, ulus-devlet politikalarına 
bir nevi ayak diremedir Zaman zaman devlet, kimliği belirleyici olan bu pratikleri bastırma yoluna gitse de, toplumsal hafıza üyelerini hayata adapte edebilmek 
için geçmişin izlerini bırakmaz ve üzerinde kurulmaya çalışılan her türlü iktidarı ve zoru reddeder. 

Toplumsal Hafızanın Taşıyıcısı Olarak Rembetiko 

Mübadiller topraklarından koparılmanın ve yıllarca emek vererek kurdukları hayatları terk etmek zorunda olmanın acısını bir müzik türüyle ifade etmişler, 
bunu bir “hatırlama” aracı olarak görmüşlerdir. Çünkü müzik büyüleyici, coşturucu ve etkileyici niteliğiyle mübadillerin üzüntülerini dile getirdiği gibi, diğer yandan geçmişlerinin bir parçası olarak vazgeçmedikleri, kısıtlamalara rağmen dinlemeye, söylemeye, geliştirmeye devam ettikleri, dönemin uluslaştırma politikalarına karşı kendi hayatlarını ve kimliklerini korumak için gösterdikleri hayati önem taşıyan bir “direnç” olarak işlev görmüştür. 
Rembetikonun “direnç” olarak algılamamıza yol açan etmenler arasında bu müzik türünün ortaya çıkışı ve tarihsel gelişimi gözümüze çarpmaktadır zira 
rembetikonun gelişimi Türk-Yunan göçüne paraleldir. Diğer taraftan “rembetiko” kelimesi etimolojik olarak incelendiğinde “isyan” anlamın temelini oluşturmak tadır. Bu kelimenin Sırpça “rebenak (isyan)” kelimesinden türediğini iddia edenler olduğu gibi Türkçede düzensiz birlikler için kullanılan “rebet asker 
(otoriteye uymayan asker)” kullanımından kaynaklandığını iddia edenler de bulunmaktadır.(Petrepoulos). Slav dilindeki “reberoc(delikanlı)” , 
İtalyanca “rembelos(devrimci)” Yunanca’da “rembeme (başıboş gezmek)” kelimeleri gibi alternatiflerin ortak özelliği bu kelimelerin “isyan-başkaldırı” 
anlamını barındırmasıdır 

Rembetiko olarak bilinen müzik türünün Türk-Yunan göçü esnasında ya da sonucunda ortaya çıktığını söylemek yanlıştır. Bugüne kadar yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkan arşiv, belge, plak ve kayıtlardan bu müzik türünün 1850’lerde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Tarihte ilk olarak bu tarz müziklerin ağırlıklı olarak görüldüğü bölgeler Yunan diasporasının toplu olarak şehir hayatını benimsediği bir dizi yerleşim merkezidir.(Holst, 1993) Bu bölgenin gerek Osmanlı döneminde gerekse Osmanlı sonrası dönemde coğrafi olarak hareketliliğe sahip olması bu müzik türünün köklerinin belirginleşmesine ve netleşmesine engel olmuştur. Bir diğer etmen ise, bu sanatsal faaliyeti yaratan ve tüketen toplumsal bağlamlardaki benzerliklerdir. Bu yerleşim yerleri İzmir, İstanbul, Selanik gibi liman şehirlerinin yanı sıra Pire Atina gibi Yunan şehirlerini de kapsamaktadır. 

1922 Mübadelesi’ne kadar İzmir ve İstanbul, ticari ve sosyokültürel yükseliş içerisinde olan şehirlerdir. Bu büyük şehirlerde birlikte yaşayan Türkler ve Rumlar her alanda birbirlerinden etkilenmişler, dönemin “cafe amanlarında (müzikli semai kahveler)” her dinden ve her dilden müzikler icra etmişlerdir. İşte bu müzikli kahvelerde çalınıp söylenen müzik “rembetiko”dur.(Holst,1993) Bu kahveler o dönemde “amane kahvesi” olarak adlandırılmakta olup, amane kahveleri Türk mahalle kahvelerinin düşük düzeydeki birer taklidi gibidirler. 20.yüzyılın başlarında özellikle tiyatro oyunlarında yeni yeni belirginleşen bu müzik bir dış olayla gelişerek yayılmıştır. Lozan Anlaşması ile şartları belirlenen Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi’nde yaklaşık 2 milyon insanın yer değiştirmesi, bu müzik türünün çeşitli şehirlere taşınmasını ve bilinirliğinin artmasını sağlamıştır. Mübadeleyle birlikte bütün kültürel birikim Yunanistan’ın yeni gelişen şehirlerine taşınmış ve bu bölgelere zenginlik kazandırmıştır. Mübadiller, geldikleri toplumun beceri, incelik ve yaşam pratiklerini beraberinde getirmişlerdir. Rembetikonun ünlü müzisyenleri Sotiria Bellu, Yorgos Rovertakis ise küçük yaşlarında İzmir’den Yunanistan’a göçen mübadillerdir. Rembetiko sanatçılarının yüzde kırkının mübadil olduğu söylenmektedir. (Theodorelisrigas) Mübadillerin beraberinde getirdikleri müzik tavrı amane kahvelerinde el üstünde tutulan bir tür olmuştur. Rembetikonun iki temel tarzından biri olan “İzmir Ekolu” daha çok mübadillerin Anadolulu öğeler barındıran, mübadiller tarafından söylenen bestelenen şarkılardan oluşurken, diğer tarz olan “Pire Ekolu” daha çok Yunanistan’da bulunan yerleşiklerin rembetikoyu yorumlama biçimidir. Rembetiko müzisyenleri, İzmirli meslektaşlarının müzikal yeteneklerinden büyülenmişlerdir 

Rembet müziğin ulus-devlet uygulamaları karşısındaki görünümü iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki bu dönem politikalarının insanlar üzerinde bıraktığı yıkıcı etkinin dile getirilmesi ve müzikle kendini ifade etmedir. Diğeri ise geçmiş dönem yaşantının bir uzantısı olarak müziğin çalınıp söylenmeye devam 
etmesi böylece geçmişin bir parçası olarak tarihi yaşatmak şeklinde zuhur etmiştir. İlk duruma örnekleri ulus-devlet uygulamalarının her iki taraf için de en görünür şekli olan göç esnasında fazlaca görmekteyiz. Hatta çok ünlü bir film olan 1983 yapımı Kostas Ferris yönetimindeki “Rembetiko” adlı film tam da bu 
durumu yansıtmaktadır. 1922’de Türk-Yunan Göçünün hızlanmasıyla birlikte göç etmiş insanların bir taraftan fakirlik ve ekonomik sıkıntılarla boğuşurken diğer 
taraftan yerleşikler tarafından dışlanmalarını ve yeni yerleşimlerdeki sorunlarını ele almaktadır. Filmin başkahramanı “Marika” tıpkı ailesi gibi, yaşamlarında 
çektikleri acılardan dolayı müziğe tutunurlar ve aile boyu rembetiko çalıp söyleyerek acılarını ifade ederler. Marika’nın ailesi gibi göç yıllarında Yunanistan’da umduklarını bulamayan beş yüz bin kadar mübadil Amerika’ya göç etmiş, derin gurbet acısı çeken kişiler kederli şarkılarını plaklara kaydetmişlerdir. 

Rembetiko şarkıları vasıfsız, yarı zamanlı işçiler, kent yoksulları ve toplumun alt kesimleri gibi marjinal grupların kendi adlarına konuşma, kişisel ve müşterek 
öykülerini aracı olmadan anlatabilme imkanı sunmuştur. Rembetiko şarkıları bu anlamda aşırı yoksulluk, umutlar ve korkulara dair zengin bir birikimdir. 
Zaten özellikle göç döneminde okunup söylenen çoğu rembet şarkının teması: göç, dışlayan coğrafya, polis hapishane.. gibi konulardır. Rembet müziğine ait 
şarkı sözlerine baktığımızda, aslında göç edenlerin göç nedeniyle yaşamları kötüleşenlerin, savaş yıllarının neden olduğu karmaşanın dili olduğu görülmektedir. Müziğin dili bize yaşananlar hakkında ipucu verebilmektedir. 

Göç sırasında gemilerle taşınmış olan mübadiller çok kötü koşullarda yolculuk yapmışlardır. Bu yolculuklar esnasında pek çok kişinin yaşamını kaybettiği, 
ağır bulaşıcı hastalıklar yaşandığı ve bu durum nedeniyle limanlarda karantina bölgeleri oluşturulduğu kayıtlarda belirtilmektedir. Rembet şarkılarında da bu 
yolculuk karamsar bir dille anlatılmış gemiye binmek ölümle bağdaştırılmıştır: 

“Ah, gemide ölürsem eğer ne derler ki? 
Genç bir çocuk öldü, 
Yaşam dolu bir levent.(aman,aman) 
Ah, gemide ölürsem eğer, 
Denize atın beni 
Kara balıklar, tuzlu sular yutsun.(aman, aman)”

( “Gemide Ölürsem Eğer”, “a History of Rembetika” adlı plak 1920 kaydı ) 

Rembet şarkı sözleri incelendiğinde “ayrılık acısı” en genel tema olarak göze çarpmaktadır. Geldikleri topraklara duyulan özlem, İstanbul’un güzelliği Anadolu’nun bereketli toprakları, İzmir’in büyülü havası şarkılarda birçok kez yerini bulmuştur. (Bkz: Şarkı: Göçmen Kızı) 

Rembet şarkılarının yukarıda örneklerle anlatıldığı gibi duyguların dışa vurumu olmasının yanı sıra tarihin bir taşıyıcısı olduğundan da bahsetmiştik. 
Bu fonksiyonu ile müzik bir yaşam pratiği olarak geçmişin devam ettirilmesinin bir yöntemidir. Yaşam sürülen mekanlar değişse de günlük hayatı sürdürme 
biçimleri devam etmektedir. Rembetiko müziğinin en ünlü temsilcileri Türk-Yunan Mübadelesini bizzat yaşamış olanlardır. Rembetikonun bir yaşam pratiği 
olarak taşınmasının ve gidilen yerlere götürülmesinin diğer bir kanıtı da rembet müziğinin içinde barındırdığı Anadolulu ezgilerdir. 

Yunanistan’da “İzmir ekolu” şeklinde gelişim gösteren rembet müziği çeşitli siyasal iktidarlar tarafından sansüre uğramıştır. Bunun altında bu müziğin 
“Al’a turca” olarak görülmesi yatmaktadır. Göçmenlerin söylediği rembetiko şarkıları makamla söylenen müzikleri, zeybekiko, kasapiko, çiftetelli gibi oyun 
ritimleriyle ya da ud, santur, kemençe gibi enstrümanlarla bariz biçimde Şarklı, Şark’a aittirler.(Gauntlett , 2005) Batılılaşma yolundaki Yunanlılar rembet 
şarkılarını kendilerine hakaret olarak görmekte ve bu şarkılardan utanç duymaktadırlar. Hatta bu bakış açısı Zacharias Papantonıu ‘nun şu sözleri ile özetlenebilir: 
“ Tutkularının anlatımını böyle içten içe kaynayan bir müziğe havale eden bir millet, bizim Avrupa’da söylendiği gibi, medeniyet sınırlarının haricine düşer.”( 
Eleftron Vima, Atina Gazetesi 3 Temmuz 1938 ). Bu bakış açısına paralel olarak göçmenler bu müzik türünün kendilerine ait olmadığını savunma yarışına bile 
girişmişlerdir. Yazar Dimitris Liatros Doğu Trakya’dan göçmek zorunda kalan ailesine ithaf ettiği kitabında, buzuki ve kendi düşüncesine göre Yunan popüler 
müziğinin en “sefil” örneğini teşkil eden rembetiko şarkılarıyla mübadilleri ilişkilendirmenin kendilerinin sürekli aşağılanmasına yol açtığından bahseder. 
Yazar bu kitabında bu lekeden kurtulmanın yollarını aramakta verdiği örneklerle kendini temize çıkarmaya çalışmaktadır.( Gauntlett, 2005) Şarklı yapısı ile 
rembetiko Yunan toplumunda damgalı ve marjinal bir konuma itilmiştir. Modern Yunanistan ulus-devleti kendini, hüküm sürdüğü coğrafyada batı değerlerinin ve 
nüfusunun temsilcisi ve Avrupa’nın demokratik gelişiminin temel esin kaynağı olan Antik Yunan kültürünün mirasçısı ve devamı olarak görmektedir. Yunanlılar 
itibarlı bir geçmişin ayrıcalıklı sahipleridirler. Bu ideolojik bakış ülkenin yakın Osmanlı geçmişini reddederek, yıllardır iç içe yaşamanın vermiş olduğu kültürel 
etkileşimin “olumsuz” algılanmasına ve bu kültürü “unutma” yoluna gidilmesinin gerekliliğine inandırmıştır. Helen kültürünü ortaya çıkarmak, geliştirmek ve 
bu kutlu mirası korumak Yunan ulus-devletinin temel problemi haline gelmiştir. 

Bu durum Yunan edebiyatında, gazetecilikte, tarih yazımında ve kültürel eleştirinin her türünde kendini göstermiştir. Yunan müziği de bu söylemden payını almıştır. Yakın geçmişten bir örnek verecek olursak Ağustos 1990 tarihli Olimpic Havayollarının Motion Dergisi’nin yayınladığı “Yunan müziği” adlı uzun makaleye bakabiliriz. Bu yazıya göre Yunan müziği binlerce yıl içinde, hemen hemen hiçbir dış etki altında kalmadan bugüne varmış ve bütün dünyayı etkilemiştir. Yine yazıda Yunan çalgılarının içinde keman, zurna, kemençe, gitar, tambur gibi çalgıların da olduğu iddia edilmiştir. Hatta dergide yayınlanan fotoğraflarda Antik Apollon Tapınakları’nın kalıntıları önünde zurna ve tambur çalan çalgıcılar görülmektedir. Yunan müziğine dair bu iddiaların doğruluğu tartışılmamakla birlikte Yunanistan’da müziğin bir milliyetçilik argümanı olarak kullanıldığı görülmektedir. Özellikle Lozan Anlaşması’ndan sonra bu söylem, Yunanistan içinde hakim olan grubun, kültürel, sosyal ve siyasi açıdan Doğu’dan gelen göçmenleri aşağılamasına hizmet etmiştir. 

Metaksas hükümeti rembetikonun, yeni filizlenmekte olan kayıt endüstrisine en baştan sansür uygulamıştır.( Gauntlett, 2005) Eylül 1937’den beri kaydedilecek 
olan her parça öncesinde Devlet Sansür Kurulu tarafından söz ve müzikleri incelenerek kayda girmesi kararlaştırılmış, bu sansür kurulu Hariklaki, Hasapiko, Katife ve Zeybekika türündeki tüm şarkıları reddetmiş ve kaydına izin vermemiştir. Rembet şarkıları söyleyenlerin yaşam tarzı da Metaksas hükümetinin sansürüne konu olmuştur. 1937 yılında ticari plak şirketleri tarafından popüler müziğin yayılması karlı ve saygın bir yol iken, “İzmir ekolu” rembet şarkıların ve amanelerin bu endüstriden dışlanması muhakkak ki bu müziğe büyük bir darbe olmuştur. Rembetikonun tehlikeli görüldüğü yıllarda polis tarafından buzuki ve bağlama gibi müzik aletleri toplatılmış ve tahrip edilmiştir. Hatta kalabalık Yunan şehirlerinde bu durum o kadar çekilmez bir hal almıştır ki, rembet şarkıcılar zaman zaman yaşadıkları şehirleri terk etmek zorunda kalmışlardır.(Holst,1993) Hükümetin bu müzik türüne olan baskısı, rembet şarkıların şarkı sözlerinin daha üstü kapalı bir hale getirmiştir. Bir kısım göçmen besteci ise rembetikoya yapılan baskılar sonucu, baskı altına alınmış temalardan farklı olarak (göç, özlem, acı, uyuşturucu) içeriği erotik ilişkilere, şenlikli gürültülü yaşama kaydırmıştır. 

Rembetiko müziğinin kökleri yukarda belirtmiş olduğum gibi Türk-Yunan mübadelesinden yaklaşık 50 yıl öncesine dayanmaktadır. Ancak doğulu özellikleriyle rembetiko dışlanma ve baskı görmekten kaçamamıştır. Doğu, Batı’nın ilerlemesinin, girişimciliğinin, temiz bir yaşamın antitezi olarak görülmektedir. Tüm bunlara rağmen göç dalgasının büyük etkisiyle rembet şarkılar, 20.yüzyılın başından itibaren Türkiye’deki kahvelerden gezici sanatçılar vasıtasıyla Yanya’dan başlayıp İstanbul ve İzmir’e kadar uzanmış ve Yunancanın konuşulduğu tüm anakarayı etkisi altına almıştır. Mübadillerin yeşerttiği müzik türü, 1930’lardan itibaren Yunan müziğinin diğer tüm çeşitlerine oranla en fazla dinlenen ve en karlı müzik endüstrisi haline gelmiştir. Birçok yayından da anlaşılacağı üzere, rembetikonun bu noktaya gelmesinde mübadillerin rolü çok büyüktür. 

Görüldüğü gibi rembetiko milliyetçilik ideolojisinden kaynaklanan uygulamalardan yara alsa da ayakta kalmayı becerebilmiş ve günümüzde bile hala dinlenen bir müzik türü olmayı başarmıştır. Bu yönüyle rembetiko toplumsal hafızanın bir taşıyıcı olarak yıllardır çalınıp söylenen, tekrar tekrar canlanan ve gelişen bir direniş müziğidir. Rembetikonun etimolojik incelemesinde de görüldüğü gibi bu müzik türüne “direniş, isyan” anlamlarına gelen isimlerin verilmesi bu anlamda bir tesadüf olarak görünmemektedir. 

SONUÇ 

Gündelik yaşamın her alanında karşımıza çıkabilecek bir sanat dalı olarak müzik, iyi bir bellek taşıyıcı ve iyi bir aktarım mekanizmasıdır. Müzik toplumda 
ortak duygu ve düşüncenin dilidir Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi pek çok sanat dalına ilham verebilecek olaylara sebebiyet vermiştir. Başlı başına alıştığı yerden başka bir yere göç etmek zorunda kalmak yeterince trajikken, buna bir de yolculuk sırasında yakınlarını kaybeden, gittiği yerde yaşam alanı bulamayan, dışlanan, yoksulluk çeken, işini kaybeden binlerce insanın acısı eklenmiştir. Rembetiko acı çekenlerin müziğidir. Kökleri geçmişe dayansa da mübadele sırasında Anadolu ve Rum topraklarına aynı anda gelişim göstermiş, özellikle göçmenlerin kendilerini ifade ettiği coşkulu bir dil olmuştur. Rembetikonun gelişim sürecini incelediğimizde zorunlu göçün bir dönüm noktası olduğu anlaşılmaktadır. Mübadillerle birlikte kalabalık şehirlere taşınmış ve popülaritesi artmıştır. Rembetiko kullanılan çalgılar, kullanılan makamlar, icra eden şarkıcılar ele alındığında “şarklı” bir müzikal özellik göstermektedir. Türk ve Yunan milliyetçiliğinin ortak özelliği olan homojenleştirme politikasının sonucunda yaşananlarla birlikte gelişim gösteren rembetiko, icra edildiği topraklarda yine milliyetçi düşünce biçimi nedeniyle engellenmeye çalışılan, yasaklanan ve hor görülen bir müzik türü olmuştur. Yunan milliyetçiliği rembetikonun doğulu özelikler göstermesi sebebiyle kendi kültüründen silmek ister ve aşağılar. Siyasi olarak hemen hemen her dönem sansüre uğrar ve her zaman siyasi bir malzeme olarak kullanılır. Özellikle Yunanistan’ın kurulmasından hemen sonraki yıllara tekabül eden Metaxas hükümeti, rembetikoya yoğun sansür uygulamıştır. Ancak rembetiko çalınıp söylenmeye devam etmiş, günümüzde bile varlığını sürdüren bir müzik olarak toplumsal hafızanın direnişinin güzel bir simgesi olmuştur. Rembetikonun kelime anlamına da uygun şeklide bir direniş olarak algılanmasının temelinde bu müzik türünün geçmişin izlerini barındıran doğduğu toprakların kültürünü aktaran, bunun yanında yaşanan acıları dile getiren ve kendini ifade etme biçimi olan bir sanatsal duruş olması yatmaktadır. Rembetiko bir direnişin müziğidir. Çünkü her türlü engellemelere karşı varlığını sürdürmüş, köklerini kopmak zorunda olduğu “ev”lerine dayandırmıştır. Rembetiko toplumsal hafızanın bir taşıyıcısıdır çünkü müziğin büyülü sesiyle nesilden nesile aktarılan bir hikayesi vardır. 

Her iki ülkenin de milliyetçi politikaları kendi ulus-devletlerini yaratırken bir taraftan da halkların barış içinde bir arada yaşaması ihtimalini şiddet yoluyla 
darmadağın etmiştir. Bir yandan çok kutsal sayılan millet olmak için çabalamış, diğer taraftan birbiriyle çatışma haline sokmuş, milleti oluşturan bireyleri arada 
bırakmış, tarafını seçmeye zorlamış ve hayatlarını belli bir kalıba sokmaya uğraşmıştır. Günümüzde dünyanın “doğal düzeni” olarak algılanan ulus-devletler bu algının arkasına saklanarak zaman zaman halka şiddet uygulamaktan geri kalmamışlardır. Bir ulusu başka bir ulustan üstün kılan ve onun ezelden beri var olduğunu savunan, bu ulusun asli özelliklerini sürekli vurgulayan abartılı bir anlatımın hayatımızı bu denli etkilemeye hakkının olup olmadığı sorgulanmalıdır. 

Yunan ve Türk ulus-devletlerinin şanlı anlatılarının gölgesinde üzülen, hor görülen, ötekileştirilen ve hayatları kötüleştirilen insanlar yatmaktadırlar. Milliyetçiliğin ayrıştırıcı söylemlerinin gölgesinde var olma mücadelesi veren belleklerin ve karşı kutuplara yerleştirilen insan manzaralarının aslında birbirinden farklı olmadığı görülmektedir. 


KAYNAKÇA 

ANDERSON, Benedict (1993), Hayali Cemaatler Milliyetçiğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları 
ALİ, Sabahattin (2003), Sırça Köşk, Yapı Kredi Yayınları,İstanbul 
ASSMAN, Jan (2001), Kültürel Bellek, Çev: Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, 1.Basım, İstanbul 
CLARK, Bruce (2008), İki Kere Yabancı. Çev: Müfide Pekin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008, s.109 
CONNERTON, Paul (1999), Toplumlar Nasıl Hatırlar, Çev: Alaeddin Şenel, Ayrıntı Yayınları, 1.Basım İstanbul 
DURGUN, Şenol (2005), Modernleşme, Demokrasi, İslam, Ankara, Alter Yayıncılık, 
ERDOĞAN, Mustafa (1999), Milliyetçilik İdeolojisine Dair, Liberal Düşünce, Sayı 15, Yaz. 
GAUNTLETT, Stathis (2005), Şarkiyatçılık ve Garbiyatçılık Arasında Küçük Asya Göçmenlerinin Yunan Populer Müziğine Katkısı ve bu Katkının Onaylanması, 
Egeyi Geçerken, Der: Renee Hırschon, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 
GELLNER, Ernest (2008), Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayın, 2.Baskı, İstanbul 
HOBSWAN, E.J.(1993), 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları 
HOLST, Gail (1993), Rembetika, Çev: V.Çelik Akpınar, Pan Yayıncılık, 1.Baskı, İstanbul 
MİLAS, Herkül (2007), ”Türk Edebiyatında Nüfus Mübadelesi Metinleri Arkasındaki 
Fısıltı”, Egeyi Geçerken Der: Renee Hırchon, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
SANCAR, Mithat(2010), Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları,3. Baskı İstanbul 
SANTAMARİA, Yves (1998), “Ulus-Devlet: Bir Modelin Tarihi”, Uluslar ve Milliyetci-likler, Çev: Siren İdemen Haz: Jean Leca, Metis Yayınları, İstanbul 
SMITH, Anthony D.(2002), Ulusların Etnik Kökeni,, Çev: Bahadır Sina Şener, İstanbul, Dost Kitapevi Yayınları 
ÖZKIRIMLI, Umut (2008), 21. Yüzyılda Milliyetçilik, Der: Umut Özkırımlı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 
ÖZSOY, İskender(2007), Mübadelenin Öksüz Çocukları, Bağlam Yayıncılık 
YALÇIN, Kemal(1998), Emanet Çeyiz&Mübadele İnsanları, Bir Zamanlar Yayıncılık 
YILDIRIM, Onur (2006), Diploması ve Göç Türk-Yunan Mübadelesinin Öteki Yüzü, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 
NTV Tarih Dergisi, Ocak 2012, Sayı:36 ss:28-47 Pelin Böke, “ İzmir’de Giriti Hatırlamak”, 
http://www.lozanmubadilleri.org.tr/arastirma_pelinboke.htm, E.T. 04.03.2014 
Elias Petrepoulos, “Rebetoloji”, 
http://www.muammerketencoglu.com/imgs/Rebetika_Sarkilari.pdf E.T: 04.03.2014 
Haris Theodorelisrigas,”Marjinalleşme sesleri: Rembetiko Şarkıları Üzerinden Mübadele 
Deneyiminin Yunanistan’daki Yönleri” 
http://www.karalahana.com/makaleler/tarih/mubadeleden-sonra-rembetiko-sarkilari.htm, .E.T. 05.03.2014 


***

Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı BÖLÜM 1




Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı BÖLÜM 1

Didem GÜNGÖR FIRAT1
1 Gazi Üniversitesi Siyaset Bilimi Yüksek Lisans Öğrencisi 


Bu çalışmanın konusu uluslaşma sürecinin bir sonucu olarak meydana gelen zorunlu göçün toplumlar üzerindeki etkileridir. Modernleşmeyle birlikte ortaya 
çıkan ulus-devletlerin en fazla 300 yıllık bir geçmişi olsa da, uluslar yalnızca devletin örgütlenme şeklini değiştirmekle kalmayıp toplumsal ve bireysel yaşamın tümüne yayılan yeni bir bakış açısı sunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından, Türkiye ve Yunanistan da ulus-devlet olma sürecine girmiş ve birbirine birçok yönden benzeyen deneyimler yaşamışlardır. Bu dönemde tek bir doğru olarak algılanan milliyetçi bakış açısıyla uygulanan politikalar, “milletler” yarattığı gibi “düşmanlar” da yaratmış ve zaman zaman toplumsal trajedilere yol açmıştır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren, uzun yıllar boyunca aynı yönetim altında var olan iki farklı topluluk olarak “Türkler” ve “Yunanlılar” milli siyasal varlıklarını ve kimliklerini birbirinden arındırmaya uğraşmışlardır. Türk –Yunan Zorunlu Mübadelesi işte böyle bir ayrıştırma/ belirginleşme çabasının sonucudur. 1922-1924 yılları arasında Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1.200.000 Anadolu Rum’unun ve Yunanistan’da yaşayan yaklaşık 400.000 Rumeli Müslüman’ın yerinden yurdundan edilmesi, göç edenler açısından kargaşa ve umutsuzluk kaynağı olmuş, bunun yanı sıra her iki ülkenin toplumsal, kültürel dokusunda ve siyasal ilişkilerinde temelli dönüşümler ortaya çıkarmıştır. Farklı grupların bir arada barış içinde yaşamalarını destekleyecek siyasal ve yasal düzenlemeler hayata geçirmek yerine seçilen bu yöntem dönemin bir gereği olarak savunulsa da, mübadelenin sosyal sonuçları değerlendirilmemiştir. Ünlü bir mübadil yazar olan Dido Sotiriyou, Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı kitabında bu uluslaşma sürecinde yaşanan kanlı çatışmaları ve düşmanlıkları anlatır ve kitabının sonunda “bunlara sebep olanlara lanet olsun” diyerek sözlerini bitirir. Ünlü yazarın bu 
tepkisi, mübadele sırasında “belli bir kimliğe ait belli sayıdaki insan” olarak görülen mübadiller için ortak bir serzenişin ifadesidir.. Göç etmek zorunda bırakılanlar bu uygulamalara karşı pasif aktörler olarak değerlendirilmişse de kendilerine has biçimlerle tepkilerini ifade etmişleridir. Toplumsal hafıza bir “var olma biçimi” olarak mübadiller tarafından bir direniş aracı olmuştur İnsanın yaşamını anlamlandıran ve bugunü anlamasını sağlayan “hafıza” topluluklar için de hayati bir önem taşımakta ve ne olursa olsun korunmaktadır. Hafıza pek çok şekilde nesilden nesile aktarılabileceği gibi duyguların coşkulu ve akıcı bir dille anlatımı olan müzik yoluyla da aktarılmıştır. Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi’nde toplumsal hafızanın taşıyıcısı olarak rembetiko böyle bir işlev gömüştür. 

Ulus-Devlet ve Ulusun İnşası 

Ulusun modern bir kavram ve düşünce olarak bugünkü anlamıyla kullanımına 18.yüzyıldan önceki yazılı kaynaklarda rastlanmamaktadır. 18.yy’dan önce 
modern anlamıyla ulus kavramının kullanılmaması ulusun modernleşmeyle birlikte şekillendiği ve ortaya çıktığının bir kanıtı olarak görülebilir. Gellner, ulusun moderniteyle birlikte var olan, modern devletle birlikte oluşan, sanayi toplumuna geçişin nedenlerinden ve bu toplumun kendi nesnel koşullarından 
kaynaklanarak şekillenen bir sürecin ifadesi olduğunu söylemektedir.(Gellner,2008) Modernleşme, beraberinde getirdiği ekonomik, kültürel, sosyal değişikliklerle birlikte “devlet”in örgütlenme biçiminde de farklılık yaratmış ve “ulus-devlet”ler ortaya çıkmaya başlamıştır. “Ulus-devlet” modernliğin siyasal tezahürü durumundadır. 
Modern ulus kavramı daha çok devletle ilintilendirilir çünkü modernleşmeyle birlikte bu kavram politik bir hal kazanmış ve devletle bütünleşmiştir. Modern 
ulus-devletler, Avrupa’da Ortaçağ gibi erken bir dönemde filizlenen ancak Fransız Devrimiyle itici bir güç kazanan belli bir toprak parçasına yerleşmiş olan ayrı halkların tek millete mensup insanlar haline dönüştürülmesi sürecidir. Modernliğin toplumsal yapının tüm katmanlarında oluşturduğu bu köklü ve hızlı değişim var olan tüm kurum ve kavramların da bu yeni düzene uyarlanmasını gerektirmiştir. Modernleşen toplumda “geleneksel” olanın var olma şansı azalırken toplum farklı örgütlenmeler ve yeni kavramlar oluşturmaya başlamıştır. Ulus-devlet ve modern devlet birbirlerine çok kolay adapte olmuş, toplumsal ekonomik ve kültürel modernleşmenin işlevsel yansımaları diğer sistemlerden çok daha fazla uyum kapasitesi göstermiştir. Her şeyden önce toprak çok kıymetli bir konuma yerleşmiştir. Ulus-devletle birlikte devletin “sınır”ları kesin olarak belirlenmiş ve bu belirlenmiş toprak üzerinde yaşayan insanların ortak bir kimliklerinin oluşturulmasına, kimliklerin ise kalıplaşmasına yol açmıştır. Belirli bir toprak parçasında ancak belirli bir kimliğe sahip olanların faydalanabileceği haklar ortaya konmuştur. (Teritoryal devlet) Bu bağlamda ulus-devlet, ortaçağ devletlerinden ve monarşik-oligarşik devletlerden farklı olarak, başlıca yürütme, yasama ve yargı işlevlerinin ulusal bir hükümetin elinde merkezileştiği ve ilke olarak bütün yetkilerin yurttaşların formel eşitliğine dayalı siyasal katılımına olanak tanıyan bir siyasi sistemdir.( Santamaria, 1998) Ulus-devletler, 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren küresel ölçekte yaygınlık kazanmıştır. 
Dönemin genel siyasi akımları ise kendi ulus-devletini oluşturmak isteyenlerin siyasal bağımsızlık mücadelelerinden oluşmaktadır. Ulusçuluk toplumsal ve 
siyasal dünyanın başlıca aktörlerinden biri ve gündelik hayatlarımızın dokusunun asli bir parçası haline gelmiştir.(Özkırımlı, 2008) Bir kaç yüz yıllık geçmişi 
olan bu sistem hayatımızın o kadar parçasıdır ki başka bir devlet sisteminin var olabileceğini bile düşünmek şu an için kolay görünmemektedir. 

Modernleşme ve ulus-devlet arasındaki tarihsel ilişki modernleşme mi ulusu yaratmıştır yoksa ulus daha önceden var olagelen bir kavram mıdır tartışmasını 
beraberinde getirmiştir. Ulus-devletlerin ortaya çıkışı ve kökenlerine dair yapılan tartışmalar, ulusların toplumsal olarak kurgulandığını, suni olarak 
oluşturulduğunu çoğunlukla ortaya koymaktadır. Ulusun doğal bir şey olduğu zaman ve mekan içinde insanlık tarihi boyunca bozulmadan devam ettiği, 
Tanrı tarafından verilmiş doğal bir insan ırkı bölünmesi olduğu düşüncesi 20.yüzyılın ikinci yarısına kadar popülaritesini korumuştur. Ancak böyle bir durumda ulusların insanlık tarihi boyunca var olması gerekirdi. Uluslar konusunda daha sonra yapılan kapsamlı araştırmalarda ulusların sonradan toplumsal proje olarak üretilen, hayal edilmiş, oluşturulmuş topluluklar olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. 

Ulusların oluşumunu aydınlatacak ve ne zaman nasıl tarih sahnesine çıktığını anlatacak tek bir model yoktur. Ulusların ortaya çıkışı ile temel tartışmalar 
iki temel düşünce etrafında gelişmektedir. Bunlardan ilki bir ulusun bağımsız bir devlete dönüşmesini anlatırken, diğeri var olan devletin bir ulusa dönüşme 
çabasını anlatmaktadır. İlk durumda devletin varlığı öncesinde ulus zaten varlığını sürdürmekte, ikincisi ise devlet bilinçli olarak vatandaşlarını özel bir 
yurttaşlık modeline göre şekillendirmektedir. Devletin bu iki çeşidi ulus-devleti oluşturan iki farklı yolu temsil etmektedir.(Hobsbawn, 1993) 
Buradan ulus-devlete giden iki yolu, ideal tiplemelerle ortaya koyacak olursak devlet olmaya başlayan en iyi ulusa örnek İsrail verilebilecekken, Polonya ve 
Almanya uygulamaları da bu gruba dahil edilebilir. İkinci oluşuma örnek olabilecek en belirgin örnek ise Fransa’dır.(Durgun, 2005) Fransa bir devletin sistematik bir biçimde ulusu oluşturmasına örnektir. Almanya örneğindeki gibi bir harekette ise, etnokültürel temele vurgu yapılarak ulus-devlet olmaya başlanmış tersi durumda da “ulus inşa etme” mekanizması devreye sokulmuştur. 

Ulus-devletlerin şekillendirilmesi “milliyetçilik” ideolojisi ile gerçekleşmiştir. Milliyetçiliğin tanımlarında ortak olarak kullanılan unsur milliyetçiliğin bir 
“inşa etme” amacının olduğudur. Modern devlet hükmettiği insanlar arasındaki farklılıkları törpülemeyi ve onlardan bir ulus ve birlik yaratmayı hedefler. 
Milliyetçilik bir ulus kurgular ve ulusu oluşturmak için çeşitli mekanizmalardan faydalanır. 

Bunun için devletin sınırlarının belirlenmiş olması hem ulusun devlet olmadaki en önemli adımı olmakta hem de kendini ulus olarak tanımlayanların 
kendine ait bir toprak parçasında bir devlet kurması gerektiğini söylemektedir. Devletin temelini ise bir ulusun kimliği oluşturmaktadır. Her ulus kendi sınırları 
içinde kendi geleceğini tayin edebilecek ve sonsuza dek bu devlet şeklini sürdürecektir. Bir bütün olarak ulus-devleti oluşturmak “ortak kültür” “ortak dil” 
,”tarih gelenek”, “etnisite” gibi unsurların “ortaklığı” ve “paylaşımı” ile mümkün olacaktır. Tüm bu unsurlar ulus olmanın ve ortak bir kara parçası ile ortak 
bir kaderi paylaşanların aidiyet duygusunu sağlamlaştıracaktır. Kültür, dil, tarih, gelenek etnisite gibi ortak özellikleri çeşitli kamusal mekanizma ve süreçlerde 
işleyip bilinçli bir şekilde ulusal kimlik yaratma çabaları ulus oluşturma-inşa olarak adlandırılır.(Erdoğan, 1999) Ulus inşa sürecinin temel koşulu ortak bir kimliğin varlığıdır. Tek bir ulusal kimliğin olmaması ulus-devletin istikrarını sarsarak, uzun vadede başarılı olmasını engelleyecektir. Dağınık şekilde olan toplulukların belirli bir ulusa aidiyetleri sahip oldukları yurttaşlık bilinci ve kimlikleriyle sağlanacaktır. 

Birbirine sıkı bağlarla yaklaşmış bu toplumun geleceği için tüm bunları kontrol edebilen işlevsel bir devlet aygıtı geliştirilmelidir. Yurttaşlık bağının kurulması, yurttaşı devlete karşı bir takım yükümlülükler altına sokarak, kişiyi devlete ve millete sadakatle, itaatle görevli kılar. Devlet ise kendisine bağlı olan yurttaşı koruma altına alma, adaletli davranma ve refah içinde bir hayat sürmesini sağlamakla görevlidir. Yurttaşlar ulusal kimliğin faydalarını yaşar ve yurttaşlık  bilinciyle bu kimliğe sarılırlar. Diğer yandan ise yurttaş kimliğine dahil olmayanlar avantajları yaşayabilmek adına bu kimliğe dahil olmak isterler, bu iki durum da ulusal kimliği güçlendirmektedir. Ortak bir dilin kullanılması, örgün eğitim, zorunlu eğitim, zorunlu askerlik , ortak bir din ..vb gibi unsurlar bu birlikteliği sağlamaya katkıda bulunur. 

Özellikle Avrupa örneklerine baktığımızda ulus-inşasında tipik bir süreç yaşanmıştır. Bir topluluk milli aydınlanma yoluna girdiği zaman önce kendi milli 
şuurunu idrak etmeye yönelik bir başlangıç aşamasından geçer. Ulus olma isteği ve bilinci devreye girdikten sonra bir kurtuluş mücadelesine girişilir. Ulusal soy 
kütükleri oluşturulur. Daha sonra bu “suni” akrabalık ilişkileri dışında kalanlar topluluktan bir şeklide ihraç edilirler. Ulusal ideoloji belli gruba mensup olmakta 
başarı göstermeyenleri belirlenen kriterleri yerine getirmeyenleri ötekileştirir. Milli bilinci tehdit eden tüm unsurlar bazen ikna yoluyla bazen sert yöntemler 
kullanılarak “unutulmaya” çalışılır bir ulus olma hedefine hizmet eden tüm toplumsal özellikler yüceltilirken, diğerleri görmezden gelinir. Buradan hareketle 
milliyetçilik ideolojisi eski gelenekleri ve kimlikleri “hatırlar” , yeniden biçimlendirir ve kimi zaman yeniden yaratır. Ulus-devletlerin oluşumu bu haliyle 
değerlendirildiğinde siyasilerin ve entelektüellerin bilinçli gayreti ve hevesli çalışmalarının ürünüdür. Aydınlar millet olma sürecinde çok etkin rol oynamışlardır. 
Milliyetçilerin zihinlerini milli vatanın tahayyülü ve oluşumu çok derinden meşgul etmiştir. 

Türk ve Yunan milliyetçiliği tipik uluslaşma süreçlerini yaşamış birbirine çok benzeyen ancak ısrarla farklılıkları vurgulanan Umut Özkırımlı’nın deyimiyle 
“paralel monologlardır”. Kuruluşlarından bu yana her iki ülke de milliyetçi tahayyüllerinde birbirlerini ötekileştirmiş ve bir tehdit olarak görmüştür. 
Bir zamanlar aynı coğrafyayı paylaşmış birkaç yüzyıl kader birliği yapmış ve aynı yönetim altında bulunmuş bu topluluklar iki farklı “halk”a dönüşmüştür. 
Yunan ve Türk milliyetçiliği, Avrupa’da esen modernleşme ve uluslaşma rüzgarları içinde Osmanlı topraklarının geniş tebaasının geçirmiş olduğu bir nevi 
mecburi değişim süreci sonucunda ortaya çıkmıştır. O dönemde Balkanlar ve Anadolu, etnik toplulukların geçirdiği hızlı kültürel canlanmaya ve milliyetçiliğin 
yayılmasına tanık olmuştur. Kurulan yeni dünyada ayakta kalmayı sağlayacak strateji, genellikle uluslaşma şeklinde ortaya çıkmıştır. Bundan sonrası uzun ve 
sancılı bir “milli uyanış” dönemine tekabül etmekte, uzun entelektüel ve siyasi tartışmalara konu olmakta ve en nihayetinde ne pahasına olursa olsun 
uygulanan bir politikaya dönüşmektedir. 

Osmanlı İmparatorluğu, uluslaşma döneminde pek çok etnik kökenden tebayı barındırmaktadır. Yeni dünya düzeni Osmanlı’nın geleneksel siyasetini çökertmiş 
Yunanlıların, Sırpların, Ermenilerin, Kürtlerin Arnavutların ve Arapların yaşadığı etnik seferberlik ayrılıkçı eğilimleri beslemiş ve Osmanlı’dan kopmalar 
yaşanmıştır. Osmanlı imparatorluğu bu gidişe dur demek amacıyla çeşitli atılımlar yapmıştır. İlk etapta otaya çıkan fikir akımları “İmparatorluk nasıl kurtulur?” sorusu üzerine yoğunlaşmıştır. Bu dönemde etkili olan Osmanlı birliği ya da İslam birliği oluşturma çabaları, daha sonra yeni bir devletin tohumlarını atan Batılı bir Türk Birliği oluşturma fikrine yenik düşmüştür. Türkçülük fikrini benimseyen Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi dönemin aydınları fikirlerin olgunlaşmasında önemli etkiye sahip olmuşlardır. Osmanlının son dönemlerinde filizlenen ve gelişen yeni ulusçuluk akımı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti için temel teşkil etmiştir. Dönemin hakim görüşü çok uluslu, çok kültürlü devletin birliğinin sağlanabilmesi için, merkeziyetçi ve farklılıklara izin vermeyen resmi bir milliyetçi ideoloji geliştirilmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yönetici seçkinler günümüzde bile devletin kontrolünde olan resmi bir milliyetçilik oluşturmuşlardır. “Atatürk milliyetçiliği” adı verilen bu resmi ideoloji, herkesi kucaklayan, “yurttaşı” esas alan, kendini “Türk” olarak gören herkese kapılarını açan bir milliyetçilik görünümündedir. Ancak herkesi kucakladığını söylese de pek çok yazar tarafından da dile getirilen “etnik” yönü baskın “Türk” unsuruna ayrıcalık tanımış ve “Türk” olmayı yüceltmiştir. Çünkü ulusal benliği ayırt edici kılan tam da budur. Ulustan olanları-Türk olanları- merkeze oturturken, “öteki” olmayı da böylece tanımlar. Milliyetçiliğin ötekisi hep olmak zorundadır çünkü ulusal geçmişin yeniden icadını mümkün kılan, ulusun ortak olduğu üstün özellikler kadar ötekinin varlığıdır. Ötekinin oluşumuna zemin hazırlayan bir diğer önemli unsur dindir. Özellikle cumhuriyetin ilanına kadar Müslüman olmak Türk olmakla birlikte sık sık anılmıştır. Bu dönemde Türklerin kendilerini her şeyden önce “Müslüman” olarak tanımlamaları Türk kimliğinin dini kimliği de içinde barındırdığı algısı oluşmuştur. 

Türk milliyetçiliği yeni kurulan devlette pek çok uygulama yaparak, Türk olmayı yüceltmiştir. İlk olarak Türk Tarih Tezinin oluşumu ve Türk Tarih Kurumu’nun 
kurulması resmi bir tarihin temellerin atmış, bu tarih teziyle Anadolu’nun ilk ve gerçek sahiplerinin Türkler olduğu ortaya konmuştur. Bu tarihi çalışma “Türk” olmaktan gurur duymayı amaçlamıştır. Türk tarih teziyle Anadolu’ya ezeli ve ebedi olarak sahip olan Türklerin bu şanlı geçmişi kanıtlarla ortaya konulmuş ve itibari düzeltilmiştir. Bu tarih tezini içeren kitaplar küçük yaşlardan itibaren okullarda okutulmuştur. Bir ulus olma adına atılması gereken önemli adımlardan biri de dilde birliğin sağlanmasıdır. Osmanlı’dan beri kullanılan dilde Farsça ve Arapça öğeler fazlasıyla yer almaktadır. Resmi dilin bu yabancı unsurlardan temizlenmesi ve ari bir dil oluşumunun sağlanması görevi Türk Dil Kurumuna verilmiştir. 1928 yılında dil inkılabı yapılarak Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmiştir. Reformların gerekçesi Batıya yaklaşmak ve Osmanlı’nın geri kalmış izlerini silmektir. Dil milli bilinci oluşturmada en önemli unsurlardan biri olarak görüldüğü için sıkı tedbirlerle Türkçenin yaygınlaştırılması sağlanmıştır. Türkçenin kamuya açık yerlerde konuşulan tek dil olması İçin çaba harcanmıştır. Bunların yanında Türk olmaktan kaynaklanan bazı karakter özellikleri tanımlanmış, Türk milletinin zeki, çalışkan ve güvenilir olduğu söylenmiştir. 
“Damarlarında güç ve kudret hazinesi barındıran olağanüstü bir ırk” olarak üstesinden gelinemeyecek hiçbir zorluk bulunmamaktadır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türklerin karakter analizleri yapılmakta ve Türklerin bağımsızlığına çok önem veren ve milletini çok seven insanlar olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü gibi ulus-inşa süreci ortak bir kimlik oluşturmakta ve bu kimliği yüceltmektedir. 

Türk kimliğinin yüceltilmesi daha önce de belirttiğimiz gibi Türk olmayanın dışlanmasına ve düşman algılanmasına yol açmıştır. Buradan yola çıkarak 
cumhuriyetin kuruluş döneminde gerçekleşen zoraki göçlerin sebebi anlaşılabilir. Modern Türk toplumunun Türk soyundan gelen Müslümanların çoğunluktan 
oluştuğuna dayanan görüş Müslüman olmayan Rumların Anadolu’yu terk etmesini bunun yanında Türkiye topraklarında henüz yaşamayan Müslüman Türklerin de ülkeye taşınmasını öngörmüştür. Lozan Anlaşmasıyla kanunlaşan zorunlu göç, suyun iki yakasından iki milyon insanı doğduğu topraklardan etmiştir. 

Yunan milliyetçiliğinin serüveni de Türk milliyetçiliğine paralel özellikler göstermektedir. Osmanlı’nın Avrupa’da yaşanan gelişmelerden dolayı giderek 
kan kaybetmesinden faydalanarak kopuş gösteren Yunanistan, Türkiye’den daha önce ulus-devlet olma yoluna girmiştir. Yunan milliyetçiliğinin devlet 
kurmadaki temel argümanı, klasik döneme yapılan göndermedir. Buna göre Avrupa’nın bugün geldiği noktaya ilham veren Antik Yunan’ın günümüzdeki 
temsilcileri olan Yunanlılar, geçmişin yeniden canlandırılmasıyla ayrıcalıklı bir konuma sahip olacaklardır. Geri kalmış ve Şarklı olarak gördükleri Osmanlı 
karşısında kültürel bir üstünlüğe sahip olduklarını düşünmüşler ve Bizanslı geçmişi bile reddetmişlerdir. Helen geçmişine sarılarak uluslaşma serüvenine 
girişen entelektüeller Yunanlı olma bilincinin yerleştirilmesi için gereken adımları atmışlardır. Döneme damgasını vuran ünlü tarihçi Konstantinos 
Paparrigopoulos Yunan milletinin tarihi ve manevi sürekliliği tezini geliştirmiştir. Bu tez, klasik ve Helen tarihini modern Yunan devletine eklemlemekte ve 
geçmişle bugün arasındaki bağı kopmadan süregeldiğini ifade etmektedir. Bu bağlamda klasik dönemi överken, “kayda değer” görmediği Bizans ve Osmanlı 
mirasını göz ardı etmiştir. Bundan itibaren Yunanistan, Avrupalı kimliğiyle anılmak istenmiştir. Türk Tarih Tezine benzer bir çalışma olan çeşitli “hatırlama” 
ve “unutma” larla vücut bulan yeni tarih anlayışı milliyetçi ülkülerle paralellik göstermektedir. Yeni nesillere aktarılmak üzere bu tarih kitapları ilkokullarda ve 
üniversitelerde yalnızca Antik dönemi kapsayacak şekilde okutulmuştur. Ulusal tarih yazıcılığının yanı sıra bir diğer uluslaşma adımı da Yunan dilinin bütün 
sözcüklerini klasik Yunancadan türemiş olduğu, yabancı sözcüklerin ise dile sonradan yapılan ilaveler olduğunu öne sürmek olmuştur. 

Yunanlı aydınlar Yunancanın yabancı unsurlardan arındırılması gerektiğini düşünmüşlerdir. Yunancadan farklı bir dilin kamusal alanda kullanımı polis cezasına çarptırılmayı gerekli kılmıştır. Bunun yanında “halkbilimi” adı ile ortaya çıkan çalışma alanı milliyetçi amaçlara ulaşmada kullanılan bilimsel verileri 
toplamaya yardımcı olmuştur. 

Yunan milliyetçiliği Türk milliyetçiliğinden farklı olarak yayılmacı bir politika izlemiştir. Hayal edilen toprakların var olan milli topraklardan farklı olması 
İstanbul ve İzmir gibi şehirlerin “kurtarılması” hedefi modern Yunan Devletinin yeni kurulan dönemlerinde temel hedefi konumundadır. “Megalı idea” olarak 
adlandırılan bu düşünce sistemi Anadolu’nun işgal edilmesi ile sonuçlanmıştır. Ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yunan Taarruzu’nun 
Anadolu’daki başarısızlığının ardından Nüfus Mübadelesi Anlaşması imzalanması, bölgede yeniden bir nüfus karmaşasına yol açmıştır. 

Bölgede yaşayan Müslüman halk “ait olduklara yere” gönderilirken, karşı kıyıdaki Rum vatandaşlar da Yunan topraklarına çağırılmıştır. Bölgede pek çok savaş 
yaşanmış ve milliyetçi tartışmalar neticesinde kimin Bulgar, kimin Makedon, kimin Yunan halkına dahil olduğu çeşitli kıstaslarla belirlenmeye çalışılmıştır. 
Ancak her şeklide karışık toplulukları barındıran bu coğrafyanın Yunanlı olması için çeşitli adımlar atılmıştır. Yer isimlerini Helenleştirilmesi, ibadet yerlerinin 
dönüştürülmesi, istimlak edilmeyen her ne varsa imha edilmesi, böylelikle ötekine ait kültürel mirasın ihtilaflı topraklardan silinmesi, mübadillere uygulanan olumsuz iskan ve toprak rejimleri bunlara örnek olarak verilebilir. 

Uluslaşma Yolunda Bir Adım: Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi 

Yunan ve Türk milliyetçilikleri, uluslaşmak adına zaman zaman işbirliği yapmışlar, Lozan Anlaşması’nda öngörülen Nüfus Mübadelesi’nde olduğu gibi 
ortak hareket etmişlerdir. Yunan ve Türk milliyetçilikleri, aynı dönemde gelişen diğer milliyetçilikler gibi, homojen olmaktan uzak halklarını “Yunanlılara” ya da 
“Türklere” dönüştürmeye çalışmıştır. Bünyelerinde barındırdıkları farklılıklarla baş etme yöntemleri ise yukarıda da değindiğimiz gibi oldukça benzerdir. 
Benimsenen bu yöntemler maddi baskı şeklinde gerçekleşmekte bunun yetersiz kaldığı noktada da fiziksel şiddete başvurulmaktadır. 

Zorunlu nüfus mübadelesi fiziksel şiddetin en temel şeklidir. 

Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilk nüfus mübadelesi 1914 yılında Yunan Komutan Venizelos tarafından ortaya çıkan zorlukları çözümlemek adına önerilmiştir. 
Milletlr Cemiyeti’nin Yunanistan ve Anadolu’da nüfus boşalması sonucu ortaya çıkan durumu değerlendirmek amacıyla görevlendirdiği Norveçli Dr.Nansen, 
sunduğu raporda aslında herkesin istediği fakat dile getiremediği çözüm yolunu. “nüfusları birbirinden ayırmak”ın gereğini dile getirmiştir.(Clark, 2008) 
Rapora göre Anadolu’da zaten en zor koşullarda gerçekleşmekte olan Rumların göçü bir şekilde düzene sokulup resmi bir konum kazanmalı diğer yanda 
Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar Türkiye’ye gönderilerek Yunanistan’a akın eden mültecilere yer açılmalıdır. Protokolün içeriği, her iki tarafın da politik 
istikrarsızlığa son verme çabasının sonucu olarak, göçmenlerin barınma beslenme giyim konaklama, mülkiyet hakları..vb pek çok temel sorun için çözüm üretmekten uzak bir yapı arz etmekte ve aynı zamanda protokolün dili net ifadeleri barındırmamaktadır.(Yıldırım 2006) 

Lozan görüşmelerinin sona ermesinden yaklaşık bir yıl sonra, bu anlaşma uyarınca yaklaşık 700.000 kişi anayurdundan koparılarak göçmen konumuna getirilmiştir. Bu değişim sürecinin tamamlanması 10 yıl zaman almıştır. (Yıldırım, 2006) Hem Yunanistan hem Türkiye için, 1923–1933 yılları arası binlerce evsiz-işsiz ve aç göçmenin ortasında bulunduğu bir “ulusal yeniden inşa” sürecinin yaşandığı dönemdir. 

Türk-Yunan Nüfus Mübadelesine dair çalışmalarda mübadelenin ve onu somutlaştıran anlaşmanın iki önemli kusuruna değinilmektedir. İlk olarak etnik 
homojenliği sağlama amacı güden bu anlaşma aslında Anadolu Rumları ve Yunanistan’da yaşayan Türk-Müslüman nüfusun birbirine etnik bir şiddet uygulaya geldiği ön kabulüne dayanmaktadır. Halbuki o döneme kadar böyle bir anlaşmazlık görülmemiştir. Ayrıca Mübadele Anlaşması’nın koşulları yerine getirilirken, mülklerin dağıtılması, tasfiyesi, göçmenlerin tazmini konularında öngörülenlerin tam olarak uygulandığı varsayılmaktadır ancak uygulama ev ve arazilerin paylaştırılması konusu Anlaşma’da yazıldığı şekilde gerçekleştirilememiştir. (Yıldırım, 2006) Göçmenler ulus-devletin uygulamaları karşısında pasif aktörler olarak kalmışlardır. 

Yunan ve Türkler Anlaşma’yla ezeli birer düşman olarak addedilmiş, varlıkları ile birbirini tehdit eder sayılmıştır. Halkların düşmanlaştırılması yanında 
çok zor şartlar altında göçe zorlanmışlardır. Bir diğer önemli eleştiri bu göçün “zorunlu” olmasıdır. 

Lozan Anlaşması uyarınca kurulan “Karma Komisyon” mübadillerin gelmekte oldukları ülkeden bir alacak talep edebilmesi amacıyla taşınabilir ve taşınmaz 
malların değerinin saptanması ve malların tasfiyesini etkin biçimde gerçekleştirememiştir. 

Genellikle ailelerin geçmişteki özel birikimlerinin karşılığı yeni yerleşim alanlarında verilememiştir. Bunun yanında bundan sonraki geçimlerini 
sağlayacak olan ekonomik faaliyetleri Komisyon belirlemiş, ancak bu belirleme esnasında kişilerin yetenekleri ve bilgileri göz önünde bulundurulmamıştır. 
Toprak dağıtımı, besili hayvan dağıtımı, ev verilmesi gibi pek çok hususta adil davranılmamış, kısıtlı bir zaman diliminde mübadillere ancak hayatlarını idame 
ettirebilecek bir yaşam standardı sunulmuştur. İskender Özsoy’un hayatta kalan mübadillerle gerçekleştirdiği röportajlardan oluşan Mübadelenin Öksüz Çocukları 
adlı kitapta mübadillerin mal varlıklarının dağıtımıyla ilgili gerçek anlatımlara rastlamak mümkündür. Bu kitabın kahramanlarından Girit’te yaşayan Hasan 
Hulki Bey ve eşi Kemal Hanım mübadele anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Mersin’e göçmek zorunda kalmışlardır. Bu ailenin kızı olan İkbal Hanım yaşadıklarını şu şekilde dile getirmiştir: 

“Babam Girit’te bıraktığımız ve haksız olarak 200 bin altın değer biçilen mal varlığımıza karşılık burada neler verileceğini öğrenmek için iskân memuruna gitmiş. Memur “Hulki Bey Girit’te bıraktığınız mala karşılık size Mersin’i vermek lazım ama bu imkansız. O yüzden size bir simitçi fırınıyla ortak sekiz dönüm 
bahçe verebiliriz” cevabını vermiş. Babacığım “ben fırıncı değilim kimseyle de ortak malım olmadı. Biz eşimle Girit’te kaç çiftlik kaç zeytinlik bağ bahçe 
bıraktık biliyor musunuz? Sekiz kişilik aileyiz altı çocuğum var. Bizi sokakta bırakıyorsunuz diye çıkışmış ve oracıkta üzüntüden felç geçirmiş.”(Özsoy, 2007) 

Kastor’da doğmuş olan Mustafa Akın da aynı durumu şöyle dile getirmiştir: 

“Yunanistan’daki mallarımızın mübadilinin verileceğini söylemişlerdi. Hiç uygulanmadı bu. Getirdiğimiz mal beyannameleri geçersiz sayıldı hükümet bir 
kanun çıkardı. Yunanistan’da ne kadar malı olursa olsun, burada herkes eşit sayılarak nüfus başına toprak dağıtılacaktı nüfus başına beşer dönüm tarla, 
hane başına dokuz dönüm bahçe..Honaz’ın yerli eşrafından bir iskan komisyonu kurulmuş. Onlar kendi bildikleri gibi dağıttı. Bazı tarlaların yarısına bu 
komisyondaki kimi kişiler el koymuş.30 dönüm diye verilen, 15-20 dönüm kadardı. 1937 yılında kadastro geldi ölçüp biçtiler arazileri, bize dokuz dönüm 
diye verilen bahçe iki dönüm çıktı! Haksızlığı biliyor ve görüyorduk. Ama hakkımızı arayacak kimsemiz yoktu! Dil bilmediğimizden muhacir olduğumuzdan horlanıyorduk.”(Yalçın, 1998) 

Benzer bir hikayeyi Mehmet Reşid Ağa ve ailesi anlatmaktadır. Girit’in Yerapetra Kenti’nde zengin hayatları mübadele ile sıfırlanmıştır. Girit’ten Marmara 
adasına göçtüklerinde Girit’te bıraktıkları büyük bir ev, büyük zeytinlikler ve pahalı mücevherler yerine adada iki katlı ahşap bir ev vermişler, bunu dışında 
nüfus başına 20 zeytin ağacı, üçer dönüm de arazi verilmiştir.(Özsoy, 2007). Kitapta yer alan onlarca gerçek mübadele öykülerinde hep aynı sorunlardan dem vurulmaktadır. Bu hikayeler Yunanistan’a göç edenler için de Türkiye’ye göç edenler için de benzer nitelikler taşımaktadır. Genel olarak mübadiller mal varlığının gerektiği gibi adil paylaştırılamadığı gerçeğinden söz etmekte, bunun yanı sıra insanların yıllarca emek harcadığı birikimlerini bir anlaşma gereğince terk etmek zorunda olmalarına anlam verememektedir. Bu durum Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk adlı eserinde de anlatılır. Romanda birkaç yıl arayla İzmir’e yakın bir kasaba olan Çirkince’yi(bugünkü Şirince) ziyaret eden öykünün kahramanı, ilk gidişinde kasabayı Rumların yaşadığı tertemiz sokaklar, güzel giyimli eğlenceli ve çalışkan kasaba sakinleri, dört tane ilkokulu iki lisesi olan bir cennet olarak resmeder. İkinci gidişinde ise virane olmuş evler, sokaklarda çöp ve hayvan pisliği dolu olan bir kasabaya dönüşmüştür. Buraya İskeçe’den göçen köylüler tütün ektikleri için incir ve zeytinden anlamamışlar ve toprakları viraneye çevirmişler dir.(Ali, 2003) 

Mübadiller gittikleri bölgelerde nüfusu arttırmışlardır. Özellikle Yunanistan’a göç o kadar yoğundur ki, mübadiller burada yerleşecek alan bile bulmakta 
zorlanmışlardır. Lozan Anlaşması’nın uygulanması neticesinde, mülteciler Selanik ve Atina’ya akın etmişler, kiliselere, okullara, kraliyet saraylarına, tiyatrolara, 
çadırlara, derme çatma binalara sığınmışlardır. Ayrıca Atina’da 200 bin kişi açıktadır. Selanik de aynı şekilde Rum göçmenlerle dolup taşmıştır. Açıkta kalan 
göçmenler Müslümanlara ait arazilere, camilere, okullara evlere yerleşmişlerdir. 

Mübadillere ödenecek bireysel tazminatların ise 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi büyük çaplı ve önemli çatışmaların ardından adaletle dağıtılması 
teknik olarak da çok mümkün görünmemektedir. Lozan Sözleşmesi teoride mübadele edilebilir kişilerin hakları bakımından son derece titizdir, fakat iş 
uygulamaya gelince verilen hakların bir değeri yoktur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci,

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Sürecini Dayatan Tarih Algısı Üzerine Bazı Düşünceler, 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 


Globalizasyon ve/veya küreselleşme sürecinin etki ve yansımalarını derinden yaşadığımız gelişmelerin başlangıcı olarak Post-Sovyet süreç anlaşılmalıdır. Sovyetlerin çöküşünü beraberinde getiren küreselleşmeyle birlikte, bilgisayar teknolojisinin gündelik hayatımıza girmesiyle tüm dünyada eğitim sistemleri, programları, eğitim teknolojileri konusunda değişim ihtiyacı doğdu. Bütün 
eğitim ve bilim alanlarında olduğu gibi, bilgi küreselleşti. Ülkeler ve kurumlar, kendilerini yeni duruma ve gelişmelere adapte etme gereği duydular ve birbirine daha fazla yaklaşmanın kaçınılmazlığını fark ettiler. Tarih eğitimi ve yazımı da bu etkiden nasibini aldı. Ülkeler, eğitim teknolojilerindeki gelişim ve değişime uygun olarak tüm eğitim kurumlarında Tarih eğitimi ve öğretimi konusunda ciddi yenilenme ihtiyacı hissedildi. Devletin ve hükûmetlerin dışında sivil toplum örgütlerinin inisiyatif üstlenmeleri yanında, insan hakları, demokrasi ve kadın 
hareketlerindeki gelişmeler ve ihtiyaçlar, bireyi ve toplumu derinden etkiledi. Ders kitaplarındaki bilgilerin sıkı bir biçimde sorgulanması bu süreçte oldu. Birey ve toplum olarak ülkemizde ve dünyada bu gelişim, değişim ve dönüşümler devam etmektedir. Bu süreçte, ciddi tarihçilerin de uyarıları sonucu, tarihçinin, tarihin öznesi olduğunun bilinciyle eğitim sorununa yaklaşıldı. Yaklaşık 
son yirmi beş yıllık bir süreçte çok sayıda tarih eğitimi ve yazımı konusunda makaleler, kitaplar yazıldı. Örgün ve yaygın eğitim yoluyla ve yazılı ve görsel basınla bu bilgiler, ilgililerin ve toplumun dikkatine sunuldu. Arayış devam etmektedir. 


Dünyada ve Türkiye’de modern tarih, kısmen geçmişte de böyleydi, bir bakıma çağımızda yaşayan tarihçinin eliyle inşa edilişin tarihidir. İnsanların eylemlerinin, yapıp etmelerinin daha bilinen şekliyle olay ve olguların bir sonucudur; ama bundan da öte aynı zamanda olay ve olgular hakkındaki söylemlerinin de bir sonucudur. Özne olan tarihçi, tarihin inşacısıdır ve aynı zamanda tarihçi zihniyet 
ve eylem olarak tarihin içinde sürekli gezinir. Tarihin bilgisi ile nesnesi bu bakımdan kategorik olarak birbirinden ayrılamaz. 

Tarih, aslında, tarihçinin eliyle gelecekten şimdiki zamana gönderilen bir uyarı olmuştur. Bu uyarı geçmişe kadar gidip tarihçiler üzerinde de etkisini hissettir miştir. Köklerini Eski çağa kadar götürdüğümüz tarih, özellikle Rönesans döneminde önemli bir gelişme gösterdi. Burada geçmiş taklit edildi ve Antik çağ, Hıristiyanlığı eleştirmek için kullanıldı. Nitekim Ortadoğu toplumlarından 
Araplar, Osmanlılar karşısında İslâm tarihinin erken dönemlerine yönelmeyi yeğlediler. Mısırlılar, Firavunlara sarıldılar. Lübnanlı Hristiyanlar da Fenikelilere... Bu destek arayışını abartılı bulsak bile, makûl de karşılamak gerekir. Zira uluslaşmak için geçmişi yeniden keşfetme içgüdüsüydü bu. Hem Batı Avrupa toplumları da Ortaçağ'a meydan okumaya soyunurken Eski Yunan ve Roma'ya 
yönelmemişler miydi?1 

19. Yüzyıl Avrupa’sında geliştirilen Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü hakkındaki tarih yorumu, bir diğer söylemle Oryantalist bakış açısı, gerçekte, aynı yüzyılda icat ve inşa edilmiş bir tarih projesiydi. Batı kendinin olanı Roma ve Helen kaynaklı Avrupa uygarlığını dünyanın öteki tarihi uygarlıklarına egemen kılmayı amaçlamıştı. Bu Avrupa merkezci tarih projesine kapsamlı bir tepki olarak Martin Bernal’in Kara Atena başlıklı bir kitabı en kapsamlı bir bilimsel çalışma niteliği taşımaktadır. Kitapta, Antik Yunan ve dolayısıyla Avrupa Uygarlığı’nın kültürel kökeninin Afro-Asyatik Antik Mısır ve Finike kültürlerine dayandığı tezi ağırlıklı olarak işlenmektedir. Batı medeniyetinin kökeninin Avrupa'daki 18 ve 19. yüzyıl ideolojik akımlarının etkisinde, bilimsel nesnellikten uzak olarak imal 
edildiğini ve özgün Avrupa medeniyetinin kaynağının Yunanistan olduğu tezine karşı bir karşı koyuş olarak Kara Atena kitabı değerlendirilebilir. İdeolojik ve ırkçı öğelere sahip tarih yazımına göre 

Avrupa, Yunanistan ve Ariler dışında kalan Afrika ve Asya köklerin Yunan kültüründeki büyük etkisinin Batılı akademisyenler tarafından bilinçli bir şekilde tekrar tekrar görmezden gelinip inkar edildiğini ve zamanla silindiği tezini savunmaktadır.2 

Bilindiği gibi modern zamanlar değerlendirilirken, genelde Rönesans'a mutlaka gönderme yapılır; çünkü Rönesans, geçmişin yeniden inşa edilmesiydi. Bir diğer etken de 19. yüzyıl genelde Ortadoğu toplumları için "modernleşme" yüzyılı oldu. 19. yüzyıl Avrupa’sında meydana gelen milliyetçilik hareketleri yaygınlık kazanarak tüm Ortadoğu toplumlarını etkiledi. Bu nedenle 19. yüzyıl ulus-
devletleri inşa yüzyılı oldu. Bir başka deyişle, "insanın, kendi sosyal dünyasını kurmak ve yeniden şekillenmek için özgür olmalı" anlayışına uygun inkılâpçı düşüncelerle harmanlanan uzak geçmiş kültü yeniden yorumlandı. 

Tarih geçmişin öyküsü olarak da bilinir. Bu tanım yanlış değildir; fakat eksik bir tanımdır. Sosyolojinin sadece hâlihazırı, yâni, bugünü olmadığı gibi tarihin de yalnızca geçmişi yoktur. Bu konu ister istemez tarih felsefesini ilgilendirir. Felsefenin, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yeni kurulan ulus-devlet eliyle yapılandırılmasından bahsettiğimizde bazı sorularla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu sorulardan biri ulus-devleti inşa edenlerin nasıl bir devlet-toplum modeliyle yetiştikleri, kısaca önder kadronun toplumun geçmişten geleceğe yönelik nasıl bir kültür mirasından beslendiğini bilmek gerekmektedir.3 

Modern Türkiye'yi inşa edenler de Osmanlı'dan önceki dönemlere Asya bozkırlarına yöneldiler. İranlılar, kendi emperyal geçmişlerine, Dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler ise Filistin'deki kadim tarihlerine döndüler. Toplumlar neden böyle bir düşünceye yöneldiler?4 

Türkiye'de tarih genel olarak bir "a priori/ön kabul" biçiminde yaklaşımı vurgulamak gerekirse, tarihsel bilinç/tarihi şuur oluşturmak adına yapılan vurgulama geçmişi geri kalınışlık olarak belirleyen ve geleceğe ileri gitmeyi hedef olarak koyan çizgisel bir tarih perspektifiyle yaklaşır. Bu yaklaşımda ileri gitmek Avrupa merkezci bir yeniliği çağrıştırmaktan çok geçmişe meydan okumayla yeni keşfedilmek istenir gözükmektedir. Batılı anlamda yeni, geçmişin yeniden inşası ile mümkün olduğu için modern Türk tarihi düşüncesindeki yeni geçmişi Türk uygarlığını en eski dönemlerinden günümüze ele almayı metodik olarak öngörmektedir. Böyle bir kurgulamada başlangıç noktası yani sıfır nokta, geçmişin geleceği değildir; bir başka deyişle bu geçmiş geleceğin geçmişidir. İster istemez bu yaklaşım dinamizmi içermesi yanında, dayatmacılığı ve indirgemeciliği de bünyesinde barındırma riski taşımış olabilir. 

Günümüzde, Türkiye’de modernleşme sürecini değerlendirirken, akademisyen lerimizin önemli bir kısmı AB'ye girmeyi, modernleşmenin ve hatta Atatürkçülüğün olmazsa olmaz bir sonucu olarak görmektedirler ki, söz konusu yaklaşımı paylaşmada ulusal devlet ve toplumun bekası adına ciddi sorunların yattığını gözden ırak tutmamaktadır; çünkü Türk modernleşmesinde öngörülen amaç, her ne pahasına olursa olsun AB'ye girişi değil, fakat, ulusal bir çağdaşlaşma projesiyle çağdaş uygarlığa katkı sağlamayı öngörür. 

Cumhuriyet Türkiye’si kuruluşu itibariyle, tarihin akışına ve geçmişin tarihsel algısına karşı bir makas değişimi süreci olarak da pekâla değerlendirilebilir. Tarihin inşası da Türk toplumuna yeni bir tarih perspektifi kazandırmak açısından 1930 başlarında kurgulanmaya başlanan Türk Tarih Tezi geleceğe göre geçmişi anlamlandırma kaygısı taşır. İnşayı gerçekleştirenler tarihi kurgularken aynı zamanda gelecek kuşaklara ağır sorumluluklar yükler. Çepeçevre kuşatılmış Türkiye ve Türk insanı, her zaman her yerde ve herkesle boğuşmak gibi bir misyon yüklenmiştir. Üstlenilen misyon Batıdan gelen ışıkla iyimserliği vaz eden gelecek; bastırılmış olan geçmişin geri döneceği tehdidine karşı uyanık olmayı dayatır.5 

Sosyal bilimler perspektifinden bakınca bu yaklaşımların elbette, mutlak doğruları yansıttığı iddia edilemez. Kabul edilmelidir ki geçmişin bilgisi ve bugünün bilimi olan tarihi inşa edenler tarihçilerdir? Öyleyse tarihçi, uçsuz bucaksız gezindiği tarih dünyasında, gençlerimizle ve toplumla ilgili olarak zamana, mekâna ve olaylara karşı adil bir mesafeyle yaklaşım becerisini nasıl 
kazandırmalıyız? sorusunu göz ardı etmemelidir. 

Çağımızı Nasıl Bir Tarih Perspektifiyle Yorumlamalıyız? 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir tür Yeni Dünya Düzeni oluşturulduğunda ana hatları Winston Churchill tarafından şöyle ortaya konuldu: 

"Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için bir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç ulusların eline geçerse, tehlike her zaman kapısıurda olur. Oysa hiçbirimizin daha fazlasının peşinde koşmak gibi bir nedeni yok. Barış kendi hâlinde yaşayan ve hırslı olmayan uluslar tarafından korunabilir. Gücümüz, bizi ötekilerin üzerine yerleştirdi. Kendi malikânesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz."6 

Churchill'in tanımına uygun şekilde bir gelişim çizgisi gösteren yirminci yüzyıl, küstah ve tepeden bakan; ama hemen hemen tamamı da yalanlanan öngörülerin yüzyılı oldu. Yirmi birinci yüzyıl ise belirsizliğin, yâni bloklar arası dengenin sona ermesiyle etnik, dini ve mezhepsel çatışmaların öne çıkarıldığı ve dolayısıyla sürekli çatışma ve savaş doktrinini egemen olduğu gelecekle ilgili 
öngörülerin kolaylıkla kestirilemediği bir yüzyıl olacak gibi görünmektedir. Sadece tarihi olay ve olgularla ilgili değil zaman algısı konusunda da ciddi farklılıklar yaşanmaktadır. Bu algıdan hareketle hangi zamanı yaşayacak olduğumuzu önceden kestirebilmemiz artık kesinlikle imkânsızdır. Zamanın bilimsel kavranışıyla çok önemli bir devrimin meydana geldiği doğrudur; zira Newton'un klasik teorisine göre zaman tek boyutluydu ve hep aynı hızda akıyordu; zaman evrensel, mutlak ve objektifti. Bu anlamda geçmiş ve gelecek özdeştı.7 

Günümüzde şimdiki zamanın tarihi tanımlamasıyla yeni bir zaman anlayışı gündeme gelmiştir. François Hartog, şimdiki zamanın tarihi konusunda 20. yüzyıldan Eski Mezopotamya'ya ve daha gerilere iki yönlü bir geziyi önermektedir: Yapılacak bu iki yönlü gezinin çok uzun ve çok kısa olacağını belirtir. O'na göre şu an yaptığımız benzer şeyleri, yolcular, hem de belirgin farklılıkları görsünler diye sadece birkaç yerde durmayı salık verir. Daha açık ifade etmek gerekirse, tarihi yazarken; şimdiki zamanı, geleceği ve geçmişi birbirine bağlama biçimlerinin nasıl yapılacağı üzerinde durmaktadır. Bu anlamda zaman tarihçinin her günkü hayatıdır. François Hartog’un, Tarih Başkalık Zamansallık, başlıklı kitabında yer alan bir değerlendirmeye göre, tarihçi artık, homojen ve boş bir doğrusal zamanla ilgilenmese de, zamanı basit bir araç olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyadır.8 

Einstein'in formüle ettiği modern izafiyet teorisiyle birlikte zaman kavramının derin bir değişime uğradığını bilmekteyiz. Uzam-zaman kavramı kabul görmüş ve birbirlerinden ayrı olan uzam (bir nesnenin uzayda kapladığı yer) ve zaman kavramlarının yerine geçmiştir. Einstein'le birlikte zaman, Newton'cu ve fiziksel ideal1iğini yitirmiştir. Işık hızından daha hızlı gidilemeyeceğine göre, geçmişe 
yolculuk da yapılamayacaktır. 

Zamanın geleceği hakkında soru sorulan Uya Prigogine, zaman fikrine belirsizlik fikrini de dahil ederek daha öteye gitmeyi denedi.9 Bu belirsizlik, belki de, yirmi birinci yüzyılın belirleyici olgusudur. Uya Progogine, Newton'un tersinir yasalarının [doğa olaylarında sonsuz küçük bir değişikliğin etkisiyle anlık fiziksel, kimyasal ve mekanik dönüşüm] içinde yaşadığımız dünyanın küçük bir bölümün de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu yasaların, gezegenlerin hareketlerini tarif etmeyi sağladığı doğrudur; ama gezegende jeoloji, iklim ve yaşam gibi tersinmez fenomenlerle ilgili yasaların formüle edilmesini gerektirmektedir. 

Bu keşiflerle birlikte zaman kavramında yaşanan devrimin önemini yeterince ölçebiliyor muyuz? Günümüzde kesinliklere hiç yer yok artık; çünkü zamanın tek bir geleceği değil, birden çok geleceği vardır; çünkü doğa artık öngörülemezdir, doğa, tarihtir. Bu epistemolojik (bilgi teorisi) devrimde, zamanın geleceğine ve tarihe dair hangi kavrayış gün ışığına çıkmaktadır? 

Bu kavrayış elbette, özgürlük kavrayışı olacaktır. Robert Musil'e göre, tarihin yörüngesi, bir kez harekete geçtiğinde, belirli bir yolu kat eden bilardo topunun yörüngesine benzemez; tarihin hareketi daha ziyade, bulutların hareketine benzer; sokaklarda rasgele dolaşan bir insanın çıktığı gezintiye benzer. Kimi yerde o kişiyi bir karaltı yolundan saptırır. Başka bir yerde aylak aylak dolaşan başka insanlar ya da yolunu kesen ev cepheleri gibi tuhaf bileşenler onu yolundan alı koyar ve nihayet varmayı hayâl bile etmediği meçhul bir yerde kendini buluverir. Tarihin yolu. Çoğunlukla yanılgıya çıkar. Şimdiki zamana, bir şehrin son evinde rastlanılır daima; ev yığınlarının uzağında kalmış, ıssızlığın ortasındaki bir evdir bu. Tıpkı her yeni kuşağın, şaşkın bir hâlde, ben kimim?, benim seleflerim kimlerdi? diye kendi kendine sorması gibi.10 

O kişi şu soruyu da mutlaka sormalıdır kendine: Ben neredeyim?. Her yeni kuşak, seleflerinin de kendilerinden başka şey olmadıklarını, tek farklarının başka yerde ve zamanda olmak olduğunu 
varsaysa iyi ederdi. 

Bu devrimin kozları ve hedefleri hem müsbet bilimler hem de sosyal bilimler için çok önemlidir. Uya Progogine, bilgi alanındaki alt üst oluşun kapsamını şöyle belirler: “Yirmi birinci yüzyıl hangi branşa dahil olacaktır? Gelecek zaman için nasıl bir gelecek zaman vardır? (... ) Olasılık kavramıyla' birlikte mikroskobik dünyanın bilimine bile belirsizlik ve çoklu gelecek zaman fikri girer. (...) Bizler, kesinliklerin dünyasından olasılıkların dünyasına ilerliyoruz. Yabancılaştırıcı bir determinizm ile tesadüfün yönettiği ve bu nedenle de aklımızın ermediği bir evren arasındaki dar yolu bulmamız gerekir.” 

Zaman kavrayışımızdaki bu devasa alt üst oluş karşısında toplumsal ve kültürel zamanda da kriz yaşıyor olmamız şaşırtıcı mıdır? Bu soruya en doğru cevabı tarih verir; tarih, Benedetto Croke'nin dediği gibi her zaman çağdaştır. 

Bu nedenle zaman, büzüldükçe küreselleşir ve tarih şimdiki zamana indirgendikçe çağdaşlaşır. Zaman, ne kadar kornprime, sıkıştırılmış bir hâl alırsa rekabet de o ölçüde keskinleşir. Zaman giderek en yetkin stratejik koz hâlini alır. Aynı zamanda da insanlığın gecikmiş modernliğinin hayaleti olur. (...) küreselleşme ve yeni teknolojilerin ortaya çıkışı, kısa vade ufkunu ve gerçek zaman mantığını, yâni an bu an ve ne koparabilirsen kârdır misali mali ve medyatik mantığın hegemonyasını toplumlara dayatmaktadır. 

Mesela demokratik toplumlarda politik kararların bir sonraki seçim ufkuna göre uyarlanması gibi. Hükümdarlar ve krallar, benden sonra tufan diyerek tiranlıklarını meşrulaştırmak istemişlerdi. Günümüzde ise aciliyetin tiranlığı söz konusudur. Bu durum kollektif proje fikrine yapılan referansların hızla silinmesine yol açar. Bu durumda kendimizi, uzun zamana yayılmış bir perspektife yerleştirenleyiz. İşte böyle bir bakış açısında aciliyet, zamanın yapısını bozar ve ütopyayı gayr-ı meşru ilan eder. Sanki an zamanı ortadan kaldırmış gibidir. Bugünün insanı her yerde yarının insanının haklarını, haksız yere kendine mal etmektedir; onun mutluluğunu, dengesini, hattâ kimi zaman yaşamını bile tehdit etmektedir. Yazık ki aciliyet mantığı, geçici düzenleme olmak bir yana-belki öyle olsa maruz görülebilirdi-kalıcılaşmaktadır. Bu yaklaşımın özeti, amaç için her yol mubahtır. Birileri aciliyeti; inancı, ideolojiyi, siyasal eğilimleri, kurumu, çıkarı, aşireti için öngörmekte ve uygulamaktadırlar. Demokratik ve istikrarlı arayışlara, yazık ki, böyle bir zihniyette yer olmayacak tır. 

Maalesef bu mantık, toplumlara nüfuz etmektedir; gidişat dünyada da bu şekilde toplumların ilmiklerine kadar işlemektedir. 

ABD'nin, AB'nin, IMF'nin ve Dünya Bankası'nın aciliyetten doğan dayatmalarına, herkesin gerekçeleri farklı olsa bile dünyanın dört bir köşesinden cılız tepkiler gelmektedir. Öyleyse küreselleşme çağında zamanı nasıl yeniden inşa edebiliriz? Uzun zamanı nasıl güçlendirebilir ve saygınlığına kavuşturabiliriz? Günümüz insanı, an bu an dediği ve geçmişle ilgili hafıza kaybına uğradığı için 
kendisini gelecekle bütünleştirememektedir.11 

Yanlışları önlemenin bir yolu, belki de en önemli yolu, öngörmektir. Bu bilinç ise insana ve toplumlara ancak ciddi bir tarih perspektifiyle kazandırılabilir. Geçmişten geleceğe, uygarlık yaratımı ve ütopya kazandırma bilinciyle olacaktır bu. Ulusal tarihimizi evrensel boyutta anlayarak ve anlamlandırarak. İşte en önemli soru da tam bu sırada geliyor; bunu kim yapacak? Tarihçiler elbette; ama hangi tarihçiler? sorusunu da buradan sormak gerekir! 

Tarihsel bir perspektif olarak günümüz Yeni Dünya Düzeni de eskisinden pek farklı görüntü vermemektedir; sadece eskisinin yeni bir kisvesidir. Özellikle ekonomi, artan bir şekilde uluslararası hâle geldi. Yoksul kesimlerle, zenginler arasındaki uçurum daha da keskinleşti. Zannedilmesin ki yaşananlar uluslararası rekabetin bir sonucudur: Uluslararası arenanın aktörleri artık uluslar değil, 
petrol ve silah üretim kontrol ve dağıtımını tekellerine geçiren-ayrıca diğer ekonomik alanlar da dalıil-çokuluslu şirketlerdir. Zengin toplumların zenginleri, onlara taşeronluk yapan yoksul ulusların zenginleriyle birlikte karşılarına çıkan her şeyi yerle bir ederek dünyayı yönetmek amacındadırlar. Kanaatimce olan biteni kavramak için yeni paradigmaalara ihtiyaç yoktur. Dünya düzeninin kuralları her zamanki gibi sürmektedir: Zayıflar için hukukun üstünlüğü. Güçlüler için kuvvetin üstünlüğü, zayıflar için ekonomik rasyonalite. Güçlüler için devlet erki ve müdahalesi.12 

Geçmişte de olduğu gibi, imtiyaz ve iktidar, halkın kontrolüne ya da piyasa disiplinine isteyerek boyun eğmez; bu nedenle anlamlı demokrasiyi baltalamak suretiyle piyasa ilkelerini kendi özel ihtiyaçları doğrultusunda eğip bükmeye uğraşır. Saygınlık kültürü içinde geriye sadece geleneksel ödevler kalır: Geçmişin ve bugünün tarihini -çok yönlü-iktidarların çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek. 

Tüm dünyada liderlerimizin ve bizim kendimizi adadığımız yüce ilkeleri göklere çıkarmak ve sicilimizdeki kusurları, yanlış yönlendirilmiş iyi niyetler, bazı kötü düşmanların bizi zorladığı güç seçimler ve bu işin eğitimini almış olanlara yabancı gelmeyecek bahanelerle geçiştirmek. 

Özellikle günümüzde, dünya devletleri ve toplumları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bilinen tüm paradigmaları değiştirecek yeni bir sürece sürükleniyorlar. Bunun başlıca nedeni gelişmiş ülkelerin aç gözlülüğü ve paylaşıma yanaşmamalarıdır. Ülkelerde de iktidarlar ister demokratik ister otokratik olsunlar yetkileri daha fazla merkezileştirme eğilimi taşımaktadırlar. Onaylamasak dahi bu durumu, dünyanın genel gidişatının, öncelikli olarak, ülkeleri daha fazla güvenliğe yöneltmesi, tüm dünyada genel kaotik bir sürecin başladığının habercisidir. Uzun dönemde bireyin ve toplumun sahip olduğu 
tarihsel düşüncenin ve tarih eğitiminin ne denli önemli olduğunu ve güncelden kopulmadan zamanı okumanın vazgeçilemez bir enstrümanı olarak değerlen dirmek mümkündür. Tüm bu zorlamalar, eğitim düzeyi yüksek ve sıkı bir tarih eğitimi ile donatılmış bireyi ve toplumu öngörmektedir. Uygarlığın akışı yönünde, başta ilgililer ve toplum kapsayıcı bir ilerlemeciliğin ve gelişmeciliğin 
arayışında olmalıdır. 

 Dipnotlar;

1 Bayram Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum ve Üniversite”, Baltam Türklük Bilgisi 3, Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Prizren 2005, s. 66-78. 
2 Martin Bernal, Kara Athena: Klasik Medeniyet'in Afro-Asyatik Kökleri/ Black Athena: The Afroasiatic Roots of Classical Civilization, 
   (Çev.; Özcan Buze), Kaynak yayınları, İstanbul 1998;Ayrıca Bkz., Samuel Noah Kramer, Tarih Sümerde Başlar,(Çev.;Hamide Koyukan) ,İstanbul 1999. 
3 Teorik arka plan için Bkz., Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı, (Çev.; Mehmet Murat Şahin), Agora Kitaplığı, İstanbul 2006. 
4 Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Ufuk Yayınları, İstanbul 2001, s. 93-94. 
5 Zeynep Direk, "Türkiye'de Felsefenin Kuruluşu", Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, İstanbul-Ankara 2001, s. 69. 
6 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd.; Noam Chomsky, 11 Eylül, (Türkçesi: Dost Körpe), OM Yayınevi, İstanbul 2002, s. 73-76. 
7 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd. 
8 François Hartog, Tarih Başkalık Zamansallık, Dost Kitabevı, Ankara 2000, s. 201 vd.; Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 72-73. 
9 Jerome Binde, "Zamanın Geleceği", Le Monde Diplomauque, (Çev.; Işık Ergüden), Nisan 2002, s. 24-25. 
10 Binde, "Zamanın Geleceği", s. 24. 
11 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 75. 
12 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 76. 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 

***