2 Mart 2016 Çarşamba

Yargının; Yürütme ve Yasamanın Buyruğunda olduğu yerlerde Adalet Yoktur..,



Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur



Yekta Güngör Özden: “Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur”

yekta-gungor-ozden-yarginin-yurutme-ve-yasamanin-buyrugunda-oldugu-yerlerde-adalet-yoktur

Savcılar görevini yapmıştır ve yapacaktır
TÜRKSOLU: 

Sayın Başkanım, Türkiye’nin bu yoğun gündeminin en önemli meseleleri hep hukuk alanında düğümleniyor. Yargının savunma ve karar yanlarında görev yapmış ve Türkiye’de yargının en üst kurumunun, Anayasa Mahkemesi’nin Başkanlığı görevinde bulunmuş bir kişi olarak size öncelikle bu güncel konuları sormak isteriz. Türkiye’yi sarsan 17 Aralık operasyonunu başlatan Cumhuriyet Savcıları sizce doğru mu yapmıştır? Bir savcının iktidara yönelik operasyon yapma hakkı var mıdır? Süreç hukuksal mıdır?
Yekta Güngör Özden: 

Sorunuza hemen yanıt vereyim. Mustafa Kemal Atatürk’ün 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Okulu’nu açarken yaptığı konuşmanın sonunda; “Cumhuriyet’in kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılışından duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım.” demiştir, güçlü bir sesle. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’un Cumhuriyet Savcılarına kapsamlı, övgülü ve önemli seslenişi unutulmamalıdır. Kamu savunmanlarıdır. Sanıkların lehine olan durumları da gözetip belirtmek zorundadırlar. Bizim hukuk devleti olarak kurduğumuz ve Lozan’da bağımsız niteliğine, kurumsal yapısına çok önem verdiğimiz Cumhuriyet’in çok önemli bir öğesidir Cumhuriyet Savcıları. Hepimizin anımsayacağı gibi başka hiçbir mesleğin adında, meslek adamının görevsel adında da “Cumhuriyet” sözcüğü yoktur. Bu bakımdan hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirecek olan kamusal otoriteyi ve ağırlığı çok önemli biçimde başarması gereken savcılarımızın devlet adına yasaların öngördüğü yetkileri kullanmasından daha doğal bir şey yoktur. “17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” denilen gelişmelerde bugünün iktidarının, tamamen Cemaat’e karşı, Cemaat’in yandaşı olduğunu ileri sürdüğü, hattâ mafya tipi davranışlarla suçladığı yargıç ve savcılara karşı bir insafsızlık ve merhametsizlik yaptığı kanısındayım. Savcılar doğal görevlerini yapmışlardır, doğru yapmışlardır.
TÜRKSOLU:

 Peki buna karşılık olarak savcıların görevden el çektirilmeleri, yer değiştirilmeleri normal midir?
Yekta Güngör Özden: 

“Savcılar iktidara karşı gelir mi?” gibi bir soru bile bana göre fazladır. Çünkü savcılar kim olursa olsun işlemleri yürüteceklerdir. Ancak yasalarda işlemlerin başlaması hariç yürütülmesi ve sonuçlanması için “izin” yani “olur” alınması gereken durumlar varsa ona dikkat edeceklerdir. MİT Müsteşarı hakkında Oslo görüşmeleri nedeniyle başlatılan soruşturmayı yasa çıkararak günümüz iktidarı engellemişti. Böyle durumlarda savcıların davranışını iktidara karşı olarak tanımlamak da yanlıştır. Savcılar görevini yapmıştır ve yapacaktır. Günümüz iktidarının baskıya, dayatmaya, sansüre yönelik davranışları her gün birbirine eklenmektedir. Bu bağlamda; Cumhuriyet Savcılarıyla, Cumhuriyet Savcılarının isteklerini uygun bularak arama kararı veren yargıçların yerlerinin değiştirilmesi, dosyaların ellerinden alınması, her zaman söylediğim gibi gerçek demokrasilerde görülmüş ve görülecek şeyler değildir. Ben altmış yıla yaklaşan hukukçuluk yaşamımda böyle bir olaya hiç rastlamadım. Bunlar çok çirkin örneklerdir. Bunlar demokrasimizi tartıştıran, sulandıran olumsuz yaklaşımlardır. Yasama, yürütme, yargı organları bağımsızlığının, birbirinden ayrılığının, özgürlüğünün tam olarak çiğnenmesidir. Bu noktada adaletten beklenen güveni ulusa veremezseniz yurttaşların devlete olan saygıları ve güven duyguları da azalır. Bunun çok önemli ve kötü uygulamaları var. Bunlara girişerek Cumhuriyet Savcılarının çalışmalarını engellemek bana göre öncelikle ve en hafifiyle birer anayasal suçtur. Yasalarımızın verdiği yetkileri Cumhuriyet Savcıları kullanacaklardır. Bu, hukuk devleti olmanın ve yargı bağımsızlığının çok doğal ve çok zorunlu koşuludur. Bunu böylece söylemek isterim.
yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj2











Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin, yargıyı siyasallaştırmamak hukukçuların işidir
Bu savcıların içinde yan tutanlar varsa, duygusal hareket ediyorlarsa, siyasal amaçla hukuku, benim kınadığım gibi, siyasallaştırıyorlarsa bu başka bir konudur. Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin işidir, yargıyı siyasallaştırmamak da hukukçuların işidir. Tersine bir şey yapıyorlarsa onlar için de gerekli yollar zaten var. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu var. Bunlar gerekli incelemeyi yaparlar, o Kurulun da Cemaatçilerin elinde olduğu da söylenemez ya. Söylenemeyeceği de şuradan bellidir ki bu olaylardan sonra iktidara uygun atamaları, görevden el çektirmeleri, yer değiştirmeleri kim yaptı? Bugünkü Kurul yaptı. Mızrak çuvala sığmaz. Bana göre iktidarın ve iktidarı tutanların 17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet olaylarına ilişkin soruşturmaları geçersiz kılmaya çalışmaları, üstünü örtme, karartma ve kapatma çabaları boşunadır, sakıncalıdır ve geleceğimiz için de çok zararlıdır.
TÜRKSOLU: 

Bu bağlamda HSYK düzenlemesi ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
HSYK’nın yapısını değiştirme çabası, ele geçirme amacından başka bir şey değildir
Yekta Güngör Özden: 

HSYK düzenlemesinin içtenlikli bir yaklaşım olduğu kanısında değilim. Bana göre, bugünkü HSYK iktidarın kendi isteklerini tamamen yerine getiren bir organ durumundadır. Bu istekleri yerine getirdiğine göre bunun biraz daha iktidar lehinde düzenlenmesi için 17 Aralık 2013 operasyonlarını bahane yapmışlardır. Yapılması gereken şey aslında HSYK’yı iki ayrı bölüm olarak, yani hâkimler için ayrı, savcılar için ayrı olarak çalıştırmak, oraya da meslekten insanları getirmektir. Oysaki bunlar HSYK’yı Meclis çoğunluğunun verdiği yetkiyle tam ele geçirmek için Meclis’in, Cumhurbaşkanı’nın, çeşitli kuruluşların seçtiği kişilerle siyasal bir organa çevireceklerdir.
Bağımsız olması gereken organların içinde herhangi bir yanın ağırlığı zaten tehlikeli ve sakıncalıdır. Örneğin yargıda yürütmenin ağırlığı, yürütmede yargının ağırlığı diye bir şey olmaz. Yasamada yürütmenin, yürütmede yasamanın ağırlığı diye bir şey olmaz. Ama Türkiye’nin gerçeklerinde bugün yasama organı tamamen yürütmenin etkisi ve egemenliği altındadır. Muhalefet partilerinin sözcülerinin konuşmalarından başka herhangi bir aykırı sese rastlanmamaktadır. Anayasa değişikliğinin gerektirdiği nitelikli çoğunluk dışında her yasa için çoğunlukla karar alabilmektedirler. O nedenle bana göre HSYK’ya ilişkin değişikliğin amacı onu daha çok siyasi iktidara bağlamak oyunudur. Nitekim bu nedenle anayasa tartışmaları gündeme gelince HSYK düzenlemesini durdurmuşlardır, ara vermişlerdir. Bu ara vermenin nedeni de yapılacak görüşmelerde uzlaşma olursa Anayasa’nın 159. maddesiyle ilgili yani HSYK’yı düzenleyen maddesinde iktidarın beklediği değişiklikler olursa gündemdeki HSYK önerisine gerek kalmayacak olmasıdır. Olmazsa yine bu yürütülecektir. Zaten Adalet Bakanı da “Seçimlerden önce biz bunu gerçekleştiririz.” demiştir. Onun için HSYK’nın yapısını değiştirmek çabası bana göre orayı daha çok bugünün iktidarının eline geçirme amacından başka bir şey değildir. Bu nedenle de içtenlikli bulmuyorum.
TÜRKSOLU: 

Aslında HSYK 12 Eylül 2010 Referandumu’ndan önce hükümetin eleştirdiği bir yapıdaydı. Referandumla müdahale ederek, değiştirdiler, dönüştürdüler ve şimdi tekrar müdahale ediliyor. Bu durum nasıl açıklanabilir?
Yekta Güngör Özden: 

1961 Anayasası ilk yürürlüğe girdiğinde Yüksek Hâkimler Kurulu da ilk defa oluşturuldu. Başkanı da kendi aralarından seçiliyordu. Daha sonra Adalet Bakanı’nın toplantılara katıldığı zaman başkanlık edeceği bir duruma getirdiler. 1971 değişikliğinden sonra Adalet Bakanlarının saygılı davranarak toplantılara gitmemesi üzerine bağımsız bir şekilde kurum işledi. 1980’den sonra 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle kurulun başkanlığı Adalet Bakanına verildi. Adalet Bakanı’nın Müsteşarı da Bakanın isteğine göre seçildiğinden (Adalet Bakanı’nın değil Adalet Bakanlığı’nın Müsteşarıdır yasalara göre) bütün ağırlık iktidarlarda olmuştur. Bu nedenle de Kurul bağımsız bir yargı organı değil de siyaset organı gibi çalışmaya başladı. Sakıncaları böyle görüldü.
Yargının; yürütme ve yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur
yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj1









Onun için zaten 12 Eylül 2010 halkoylamasından geçen anayasa değişikliğinin 26 maddesinin 24 maddesi bana göre dolgu maddesiydi. Onlar seçmenlerin yani halkoylamasına katılacak olan yurttaşların oy vermesini sağlayacak aldatmaya yönelik sempati maddeleriydi. Sanmıyorum ki onlardan bir maddeyi hatırlayasınız. Hiçbirimizin yaşamına olumlu bir etkisi olmadığı için. Bütün amaç HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmeye yönelikti. Sonuç istedikleri gibi de olmuştu. Peki, şimdi ne yapıyorlar? Buna bile, en küçük eleştiriye bile katlanamıyorlar. En küçük doğruya çekme, en küçük yanlışlığı önleme çabalarına karşı çıkıyorlar. İktidar, “ben ne dersem o olsun, o yapılsın” diyor. Hâlbuki yargının; yürütme ve yasamanın etkisinde ve buyruğunda olduğu yerlerde hiçbir zaman adalet olmamıştır. Adaletin olmadığı hiçbir toplumda da güvenlikten, barıştan, geleceği ilişkin umuttan söz edilemez.
TÜRKSOLU: 

Bununla bağlantılı olarak, Başbakan sık sık yargı darbesi yapılmaya çalışıldığından, yargının iktidara rakip olduğundan, bahsediyor ve yargıya bile sandığı gösteriyor. Yargının karşılığı sandık mıdır?

Demokrasi Sandığa İndirgenemez

Yekta Güngör Özden: 

Sandık her şeyi çözmez. Sandığı önermesinin nedeni bugünün Başbakanının, bana göre, eskiden milli hâkimiyet dediğimiz ulusal egemenlikle, milli irade dediğimiz ulusal istenç arasındaki farkı bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Sandık, belirli bir süre için yürütmede yetkili kılınacak insanları seçme işlemidir. Sandık her şey değildir. Sandıktan her çıkma demokrasi olmaz ki. Demokrasiyi sandığa bağlamak basite indirgemek demektir. Demokrasiyi bilmemek, tanımamak demektir. Demokrasinin yaşama geçmesi için sandıktan çıkan yasama organının ve onun belirleyeceği yürütme organının kendi alanlarında bağımsız olmaları kadar yargı bağımsızlığına herkesten çok önem göstermeleri gerekir. Yasama ile yürütmenin birbirinin içinde olduğu bellidir. Çoğunluk yasamada olunca yürütmeyi o seçer. Böylece yürütme yasamanın emrine giriyor. Öyle görünüyor. Yani yürütme öyle egemen oluyor ki partinin genel başkanı Başbakan olduğu için yasama organı da tamamen yürütmenin etkisinde kalıyor. Yasamadan bir ses çıkmamaktadır. Nitekim geçenlerde Meclis Başkanı Anayasa’nın 138. maddesinin ölü olduğunu söyledi. 138. maddeyi vatandaş öldürmedi ki. İktidarlar öldürdü. Yasama organı kendi öldürdü. Yanlış işlemler yaparak, iktidara ayak uydurarak, her dediğini yapmayı görev bilerek öldürmüştür.
O bakımdan bu konu hakkındaki konuşmaların çoğu yanlıştır. Yargı darbe yapmıyor. Onlar yargı organlarının işlerine gelmeyen kararlar vermesini bahane ederek, bunu başkalarının üzerine yükleyerek, sorumluluğu onların üzerine atarak ve yargının terazisinin tarafsız tartmasından duydukları rahatsızlıktan kurtulmaya çalışarak “darbe” diyorlar. Böyle ise sorumlularını tek tek tutup yaptırım uygulasınlar. İşlerine gelmeyen kanun ve işlemler nedeniyle “darbe” demesinler.

TÜRKSOLU: 

Bakanlarla ilgili hazırlanmış fezlekeler var. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de savcılığa iade edildiğini söyledi. Bunun işleyişi nedir?
Yekta Güngör Özden: 

Fezlekeler Cumhuriyet Savcılarının sorumlular hakkında hazırladığı, gereğinin yapılması için, yasama organından dokunulmazlık gereği geçtiği için, Meclis’e gereği yapılmak üzere gönderilen yazılardır. Dokunulmazlığın kaldırılması içindir. Savcının muhatabı Bakanlıktır. Doğrudan doğruya Başbakanlık ya da Meclis Başkanlığı değildir. Bakanlığın muhatabı Meclis Başkanlığı değildir, Başbakanlıktır. Savcı, Adalet Bakanlığı’na, Adalet Bakanlığı Başbakanlığa, Başbakanlık da Meclis Başkanlığına gönderecektir. Bu, normal işleyiş merdivenidir. Birer birer bu adımlarla merdivenin geçilmesi gerekmektedir. Yeni bir yönetmelik çıkarmışlar. İçeriğini henüz bilmiyorum. O yönetmeliğe göre güya savcılar fezlekeleri doğrudan Meclise gönderecekmiş. Bunu benim aklım almadı. Usul ve yazışma nezaketinin gereği olarak Adalet Bakanlığının Başbakanlığa, Başbakanlığın da Meclis’e göndermesi gerekmektedir. Geçenlerde bir fezlekeyi Meclis’e göndermişler. Meclis Başkanlığı da “Bize değil Bakanlığa gönderin.” diyerek iade etmiş. Ardından da tersine Bakanlık, “Bana değil Meclis’e gönderin.” diyor.
Fezlekelerle ilgili zaman kazanma oyunu oynanıyor
Ben bir oyun oynandığı kanısındayım. Böylelikle seçimlerden önce Bakanların yaptığı eylemlerin kötü taraflarının halk tarafından bilinmesini önlemek istemektedirler. Bakanların eylemleri de Başbakanın ve diğer Bakanların bilgileri dışında olmayacağından ve ilişkiler ortaya çıkacağından “iktidar güç durumda kalmasın” diye bunun soruşturmasını seçimlerin sonuna ertelemek için fezlekeler tenis topu gibi karşılıklı gönderilmeye başlanmıştır. Sonucun ne olacağını bilmiyorum. Bu konuda muhalefet partilerinin tepkilerini çok haklı buluyorum. Bunu belirteyim.
Burada bir şey daha vardır. Bülent Arınç gündeme getirdi. “Meclis İç Tüzüğü’ne göre 55 imzayla bir komisyon kurulsun ve fezlekeler buraya verilsin.” deniyor. Fezleke gelmeden sadece muhalefet partilerinin şikâyeti gelecek buraya. Meclis çoğunluğuyla bunlardan soruşturma açılmaz diyecekler. O zaman fezlekelerin gelmesinin de gereği kalmayacaktır. Bu oyalama, zaman kazanma oyunudur.
TÜRKSOLU: 

Bugün basına yansıyan haberlere göre Meclis Başkanı fezlekelerin savcılıklara geri gönderildiğini söylüyor. Geri gönderme hakkı var mıdır?
Yekta Güngör Özden: 

Evet bugünkü haberlere göre dönmüş. Bir yönetmelikten bahsediliyor. Görmediğim yönetmelik için bir şey diyemem. Bir yönetmelik çıkmış güya, fezlekeler doğrudan gidecekmiş. Peki, madem yönetmelik böyleydi, neden daha öncekilerde Meclis’e gönderilenler “Bakanlığa gönderilsin” diye iade edildi? Bir karışıklık var.
“Yeniden yargılama” değil yargılamanın yenilenmesi olabilir

TÜRKSOLU: 

Bir taraftan da yeniden yargılanma ve uzun tutukluluk süreleri gündeme geliyor. Tutukluluk süresinin yedi buçuk yıldan beş yıla düşürüleceği söyleniyor. Bu Tayyip Erdoğan’ın bir taktiği midir? Bundan bir sonuç çıkması mümkün müdür?
Yekta Güngör Özden: Bu da bir oyundur. İki tane yol var gerçekte. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 308. maddesinde karar düzeltme yolu var. Karar düzeltme yolu biliyorsunuz, mahkemenin verdiği kararların Yargıtay’ca onanmasından sonra Başsavcılara başvurularak, “Bunda yanlışlık vardır ve daire de yanlış onama yapmıştır ya da yanlış bozmuştur.” denilerek düzeltme istenmesidir. Başvuru, Başsavcının takdirine bağlıdır. Başsavcı uygun buluyorsa, o ilgili daireye bir daha bakılması için geri gönderilebilir. Orası da uygun bulmazsa Başsavcı Genel Kurul’a kadar gidebilir.
Öbür yol da yargılamanın yenilenmesidir. Yani “yeniden yargılama” değildir. Yenilenme; bir şeyin elde olan şeklinin yani eskisinin özü yerinde kalarak yenilenmesidir. Yeniden yargılama denildiğinde ise sıfırdan başlayarak yepyeni bir yargılama yapılması gibi anlaşılıyor. Bu kavram yanlış kullanılmaktadır. Bu da aynı yasanın 311. maddesinde vardır. Yargılamanın yenilenmesi için gerekli olan şey konunun tamamen bitmiş, kesinleşmiş olmasıdır. Bunu çoğu kimse yanlış biliyor. Yargıtay’dan geçip onandı. Düzeltme işlemi de bitti. Tüm aşamalar tamamlandı ve dosya kapandı. İşte yargılamanın yenilenmesi için bu durum gereklidir. Yani bitmemiş bir süreç için yargılamanın yenilenmesi olmaz. Yani Ergenekon’da bu olmaz. Balyoz’da ise olur. Balyoz davası bitmiştir ama Ergenekon’un daha kararı bile yazılmamıştır. Yenilenme için yasanın 311. maddesi’nin öngördüğü koşulların gerçekleşmesi gerekir.
Okuyalım: “Kesinleşen bir hükümle sonuçlanmış bir dava aşağıda yazılı hallerde hükümlü lehine olmak üzere yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülür: Duruşmada kullanılan ve hükmü erteleyen bir belgenin sahteliği anlaşılırsa…”; işte bitti. Ama buna rağmen Balyoz’da geri çevirdiler. Orada da bir incelik var. Sahtecilik TÜBİTAK’ın kurum adına kararıyla gitmedi. TÜBİTAK’ın görevlendirdiği bilirkişilerin raporu gitti. “O rapor bağlamaz, kurum adına değildir.” deniyor. Bülent Arınç da bu açıdan yaklaştı; “Durun bakalım, öyle mi değil mi, anlayalım.” dedi. Bir türlü râzı olamadılar.
Burada sahteciliğin bir bilirkişi raporuyla ortada olduğu kesindir. Okumaya devam ediyorum: “Yemin ederek dinlenmiş bir tanık ya da bilirkişinin hükmü etkileyecek biçimde hükümlü aleyhine kasıt ve ihmal ile gerçek dışı tanıklıkta bulunduğu veya oy verdiği anlaşılırsa…”; gizli tanıkların beyanları dosyada var. Devam ediyor; “Hükme katılmış olan hâkimlerden biri…” ama hükmü veren ayrı, bir takım karışıklıklar var dosyada. Ben bizzat kendim görüp incelemediğim için, dışarıdan yakınmaların içeriğinden bunları çıkarmaya çalışıyorum. Tam bir şey söyleyemiyorum ama yargılamanın yenilenmesini gerektiren durumları çarşaf çarşaf, sütun sütun gazeteler yazıyor. Bundan başka daha ne olabilir? Üstelik böyle bir şey duraksamalı olsa bile yargıda kuşkunun ve kuruntunun yeri olmaz. Yargının kaçınmadan el atması gerekir. Öyle bir durum yoksa reddedilir. Sonuçta eski kararda direniyoruz denilir. Onun için ben gene de yargıçların bu konuda gereken duyarlılığı gösterdiği kanısında değilim.

Ergenekon’da yargının yenilenmesi şimdi olmaz, sonra olur

TÜRKSOLU: 

O zaman burada çok ilginç bir durum var. Sizin söyledikleriniz anlatılan sürecin tam tersini işaret ediyor. Kararların alınması ve dosyanın kapanması gerekli dediniz. Balyoz’da olur Ergenekon’da olmaz dediniz. İktidar ise Ergenekon sanıkları için yargılamanın yenilenmesi olur ama Balyoz’da nihai karar olduğu için olmaz diyorlar.
Yekta Güngör Özden: 

Ergenekon’da şimdi olmaz. Sonra olur. Yanlış söylemekteler. Bakın yasada yazılan açıktır: “Kesinleşmiş bir hükümle sonuçlanan bir dava…” diyor. Öbüründe yargı daha bitmemiştir ki yenilensin. Bu yol ancak bitenler için geçerlidir. Gerçekte iktidarın yenilemede içtenlikli olduğu kanısında değilim.
TÜRKSOLU: 

Yine bu konuyla ilgili olarak bunun siyasi bir yaklaşım olarak geldiğini görüyoruz. “Biz sizin yargılamanızı yenileyeceğiz.” deniliyor. İnsanlar da dışarı çıkacağını, yargılamasının yenileneceğini ve artık hep serbest kalacağını düşünüyor. Bunun garantisi var mıdır? Tekrar yargılandığı zaman daha ağır bir cezayı ya da aynı cezayı yeniden alma ihtimali yok mu?
Yekta Güngör Özden: 

Sanıkların lehine olacağı için daha ağır bir ceza olmaz. Fakat burada başka bir incelik var. Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesinde tutuklamaların on yıla kadar sürebileceği yazılıdır. Anayasa Mahkemesi ise bunu bozmuştur. O nedenle uzun süreli tutuklular Mustafa Balbay olayında olduğu gibi tahliye oldular.
Tutukluluk süresinin beş yıla düşmesi iktidarın armağanı değil, zorunluluk
Yine Ceza Yasası’nda tutukluluk için asliye ceza için şu kadar, ağır ceza için bu kadar derler. Bana göre o süre üç yıldır. Fakat yargıçlarımız Yargıtay içtihatlarına bakarak beş yıl olarak götürüyorlar. Terörle Mücadele Yasası, hükümetin dediği gibi buna ilişkin mahkemelerin kapatılmasıyla ortadan kalkacağına göre otomatikman şimdiki beş yıla inecektir. Başbakan’ın “Beş yıla çekeceğiz.” demesi budur. Yani gerçekte beş yıla indirecek bir düzenleme yapmayacaklar. Aslında olmayan bir şeyi veriyormuş gibi davranmaktadırlar. Bir nevi armağan veriliyormuş gibi konuşulmaktadır. Aslında böyle bir durum da yoktur. Kamuoyu da bu incelikleri bilmediği için böyle algılamaktadır.
Bakın Ceza Yargılaması Kanunu’ndan okuyorum: “Madde 102. Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre zorunlu hallerde gerekçeler gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.” Yani Asliye Ceza, Sulh Ceza mahkemeleri için böyledir. “Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine giren işlerde tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilir. Uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.” Burada “toplam” ifadesi olmasa idi, uzatma süresi üç artı iki beş olurdu. Ama burada “uzatma süresi toplam üç yılı geçmez” deyince iki artı bir üç olmaktadır. Az önce ifade ettiğim yanlış anlama da buradan kaynaklanmaktadır.
Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesine göre olan on yıl da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği için geriye ancak buradaki en çok beş yıllık süre kalmaktadır. O zaman ne indirilmiş oluyor? Aslında hiçbir şey yapılmamış oluyor. İnsanları nasıl kandırdıklarını görüyorsunuz.
TÜRKSOLU: 

Önceki Ergenekon hâkimi, 2500 sayfalık iddianameyi on beş günde okumamız imkânsızdı biz de davayı açtık dedi. Bu açıklamanın sonuçları ne olur?
Yekta Güngör Özden: Bu bile yenileme nedeni olabilir. Tam okunmamıştır, tam okunmayan delil yeterli delil değildir. Yetersiz delille karar vermek de yenileme nedenidir.
TÜRKSOLU: 

Yargının genel durumu açısından neler söyleyebilirsiniz? Siz Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptınız. O dönemden bu döneme yargıdaki olumsuz anlamdaki değişiklikleri nasıl yorumlarsınız?
Yargı bağımsızlığında gölgeler koyulaştı, bulutlar karardı


Yekta Güngör Özden: 

Mustafa Kemal Atatürk’ün çok güzel bir sözü vardır: “Yargı hakkı ulusal egemenliğin temel koşulu olup yargısı bağımsız olmayan ulusların devlet olarak kabulü olanaksızdır.” der. Bir de benim Baro Başkanlığı yaptığım zamanda İsmet İnönü’den rica edip aldığım ve Ankara Barosu’nun 1973’ün 29 Ekiminde çıkan Cumhuriyet’in 50. Yılı özel sayısında yayımlanan bir yazısı vardır. Diyor ki: “Biz Lozan’da kapitülasyonlar kadar mücadeleyi bağımsız hukuk devleti için verdik.” Çok önemlidir. O zaman bu iki büyük insanın dile getirdiği öngörüleri, yapılanmayı düşünüp ondan sonraki aşamalarda yargıya ilişkin düzenlemeleri dikkate alırsanız gitgide yargının bağımsızlığı konusundaki gölgelerin koyulaştığını, bulutların karardığını siz de kabul edersiniz. Demokrat Partililer iktidara geldiğinde 5434 sayılı Emekli Sandığı Yasası’nın bir maddesini kullanarak 28 tane yüksek yargı üyesini emekliye sevk ettiler. Bugün herkesin üzerinde durduğu bu kötü yaklaşım ve uygulama emin olun ki yine de şimdikinden iyiydi. Onlar hiç değilse insanların görev yapmasını engelleyerek tamamen uzaklaştırdılar. Şimdikiler ise görev yapılmasını kendileri doğrultusunda yürütmek için savcılarla ve yargıçlarla oynuyorlar. Aradaki fark budur. Yargının bağımsızlığı konusunda kimsenin özel bir isteminin ya da beklentisinin olduğunu sanmıyorum. Özlenen, bağımsızlıktır. Dikkat ederseniz yeni Bakan’ın da konuşma yaptığı son savcı ve yargıç atamalarında, avukatlıktan yargıçlığa geçenlerin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hangi yönetim kurullarından ve başkanlıklarından geldiği ortaya çıktı.
Benim başkanlığım zamanında Anayasa Mahkemesi mülâkatları yargı konusunda iptal etmişti. Sonra yeniden getirmişler. Bu konularda dışarıdan aldığım duyumlara göre yazılı sınavdan 100 alan kişiler sözlüde kazanamamaktadır. Bu olacak şey değildir. Daha zayıf puan alanların sözlüde geçirildikleri görülmektedir. Bunların hepsi kayırmadır. Bunlar iktidara yönelik olunca iktidar bunlardan kendisinin sorumlu olmadığını söyleyebilmek için topu cemaate atmaktadır. “Bu onların yargı darbesidir.” diyor. Böyle bir şey varsa bunu rastgele konuşmak doğru değildir. Darbeyi hangi yargıç veya savcı yapmışsa, onu da yargının önüne çıkarıp işlemini uygularsın. Dikkat ederseniz böyle bir sorunun gündeme getirilmediğini görürsünüz. Kuşkulandıkları herkesi görevden alıyorlar. Öyle görülüyor ki iktidar kendisine karşı saydığı tarafsız ya da başka yanda gördüğü yargıç ve savcıları görev değişimliğiyle dosyaları ellerinden alarak uzaklaştırıyor ve kendine yakın olanları göreve getiriyor. Benim görüşüm budur.

Yargıdan, hukuk fakültelerinden ses çıkmıyor
TÜRKSOLU: 

Peki yargıya bu kadar müdahale olurken yargının kendini koruma refleksi neden devreye girmiyor?
Yekta Güngör Özden: 

Benim bütün üzüntüm de odur. Bir göreve gelmekten daha anlamlı olan görevden ayrılmayı bilmektir. Emekliliğiniz yaklaşmış. Bir ihtiyacınız yok. İkramiyeni de alacaksın. Daha ne bekliyorsunuz? Niye? Halkımızın yararını ve adaletin onurunu yüceltmek için ki bana göre adalet yalnız devletin değil dünyanın temelidir, kendinize düşenleri yapmıyorsunuz? Neden istifa etmiyorsunuz? Niye açıklamalarda bulunmuyorsunuz?
Bakın İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Baş, Adalet Bakanı Müsteşarı’nın kendisine yaptığı baskıyı tutanağa bağladı ve derhal yerini değiştirdiler. Yer değiştirildiği zaman onun yardımcılarının ve başka başsavcıların da bana göre demokratik tepkilerini ortaya koymaları gerekirdi. Siyasal tepkiden söz etmiyorum. Ben siyaseti sayarım, sevmem. Herkes bunu bilir. Ama ses çıkmıyor.
Bir yerden daha ses çıkmıyor: Üniversitelerden. Bu yasa değişiklikleri oluyor, Anayasa’ya yollama yapıyorlar, HSYK düzenlemesini donduruyorlar fakat bir üniversite de çıkıp doğru dürüst tepki veriyor mu? Veya hukuk fakülteleri bir şey söylüyor mu? Veya hukuk profesörlerinin birkaçının feryadıyla Ankara ve İstanbul Baro Başkanları ile Barolar Birliği Başkanı’nın çıkışlarından başka bir tepkiye rastlayabiliyor muyuz? Bunu da bırakalım, elli tane avukat bir araya gelebilir. Toplu imzaları belli gazetelerde belli eğilimde olanlar yayınlıyorlar da neden onurlu hukukçulardan yüz imzalı bir bildiri çıkmıyor? Paraları mı yok? Adam başı yüz lira verseler ne kaybederler? Bu gidiş kötüyedir. Yargının bağımsızlığını korumak devletin bağımsızlığını korumak kadar önemlidir. Ama günümüz Başbakanı çıkıp “İkinci Istiklâl Mücadelesi”nden bahsediyor bunun da anlamı kalmıyor. Kimse “Bunlar ne anlamsız sözlerdir” demiyor.
Yargı devletine darbe yapar mı? “Kimi savcıların ve yargıçların yeltendikleri darbe” de bari. Bütün yargı neden suçlanıyor? Eskiler “Eline, diline, beline sahip ol” derler. Bunların da önce kendilerini düşünmeleri lâzım. Türkiye’de kavramların ve kurumların değeri bilinmiyor. Atatürk’ün, ilkelerinin ve devrimlerin değeri biliniyor mu? Hayır. Hep inanç sömürüsü yoluyla, çıkarcılıkla, birbirini desteklemekle, gazeteleri dolduran rüşvet olaylarıyla, havuzlarla, yavuzlarla bu iş böyle gidiyor.

Basına ve internete sansürde muhalefet Anayasa Mahkemesi’ne gitmeli
TÜRKSOLU: 

Bugün Sözcü’deki köşenizde de yazdınız. Bizim gazetemiz gibi kimi gazeteler bayilere çıkamıyor. Şimdi internet üzerinden de bir sansür geliyor. Bunun için ne diyeceksiniz?
Yekta Güngör Özden: Bu da yanlıştır. Bugünkü gazetelere göre yasama çoğunluğuyla internette sansür sayılabilecek müdahaleler geçerlilik kazanmış oluyor. Burada muhalefete sorumluluk düşüyor. Bu da konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımaktır. O zaman bu iş Anayasa Mahkemesi’nin sorumluluğu altına girmiş olur.
TÜRKSOLU: 

Son olarak yaklaşmakta olan seçimleri soralım…
Yekta Güngör Özden: 

Aydınların tembellikten kurtulması gerek. Küçük nedenlerle eleştirilerde bulunup “Ben sandığa gitmiyorum” demesini doğru bulmuyorum. Ben de adayların tümünü beğenecek ya da tanıyacak değilim. Ama bugünün iktidarının kötülüklerini, olumsuzluklarını, sakıncalarını ki onlar kendilerine uymayanlar için “ihanet” kelimesini kullanıyorlar ama ben o kelimeyi kullanacak kadar ileri gitmek istemiyorum, bunları önlemek için partilerin gösterdikleri adaylara o partinin sempatizanı ya da üyesi olan kişilerin, tamamen katılmasalar bile, oy vermelerinden yanayım. İkinci olarak bölünmelere karşıyım.
Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar
Daha da ilerisinde ben muhalefetin yerinde olsam belli bölgelerde kuvvetli partilerin adayına oy verip öbür partinin birkaç ismini listeye almak yolunu izlerdim. Böyle bir dayanışmaya giderdim. En önemli ihtiyaç dayanışmadır. Çok küçük meselelerle bölünmenin anlamı yoktur. Mansur Yavaş MHP’den gelmiş demek ne ifade eder? Ön plândaki sorun Melih Gökçek’ten kurtulmak değil midir? Yavaş, CHP’ye gelmiş, sen ona gitmemişsin. O zaman CHP’liler neden itiraz etmektedir? MHP’lilerin itirazını bir parça anlarım. Ama onun gerçekten kişiliğini sevenler parti gözetmezler. Zaten yerel seçimlerde partililik sıfatı değil hizmet etme yeteneği, becerisi, çalışkanlığı gözetilir. Örneğin ben Ankara’yı tanırım ama İstanbul’a gitsem hiçbir şey yapamam. Onun için bu ölçüleri değiştirmek gerekir.
Örneğin Osmaniye’de MHP’li aday desteklenmelidir. CHP’li bir isim de MHP’lilerin listesine konulabilir. Elbet istifa ederek ve hukuka uygun olarak yapılmalıdır. Bunlar hile-i şeriye değildir. Tek çâre budur. Ankara’da ise CHP’yi desteklemek ve MHP’den bazı isimleri koymak gerekir.
Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar.
Yargının bağımsızlığı bir ülkede hukuk devletinin ve demokrasinin gerçek olması için en temel koşuldur. Yargının bağımsızlığı sadece mahkemelerin, yasama ve yürütme organının bağımsızlığı değildir. Mesela İtalya’da Anayasa Mahkemesi kendi bütçesini yapar devlet de uygular. Bizde bu anlamda tam, ideal bağımsızlık yoktur. Fakat bu bağımsızlığın korunması için baroların bağımsızlığı da şarttır. Barolar da halen idari vesayet altındadır. Hukuk soyut bir kavramdır. Hukukun eli kolu yoktur. Hukuku hukuk yapan hukukçulardır. O bakımdan iyi hukukçu yetişmeden de hukuk devleti olmaz. Ahlâken iyi, çalışkan, yürekli ve bilgili hukukçuya ihtiyaç vardır. Bunu yetiştirecek olan da hukuk fakülteleridir. Bugün 185 üniversite var. 120’den fazla da hukuk fakültesinden söz edilmektedir. Ben bunlardan birinin dolaylı olarak içindeyim, diğerinde ise öğretim görevlisi olarak bulunuyorum. Kadroları da, eğitim düzenini de beğenmiyorum. Beni eski bir hukukçu olarak beğenmiyorsam yenilerin hiç beğenmemesi gerekir. İyi hukukçu yetişmemektedir. Stajlar iyi yapılmamaktadır.
Hukukun siyasallaşması değil, siyasetin hukuksallaşması ilke edinilmelidir ülkemizde. Oysa bir gösteri alanı olarak, insanların zayıf yanlarını okşayan bir yapı olarak siyaset yeğleniyor. Paralarını alıp dönemden döneme liderin buyruğuna göre el kaldıran insanlar var. Ben Anayasa Mahkemesi’nde bile çalıştığım yirmi yıla yakın süre içerisinde hiçbir konuşma yapmadan, yalnız evet ya da hayır diyerek emekli olan üyeler biliyorum. Bu böyle olmamalı. Bunlar acı şeylerdir.
Hukuku hukukçular yapmaktadır. Bizim ulusal hukukumuzun kaynağı da Anayasa’dır. Amerikan Anayasası kaç yüz yıldır yürümektedir. Ancak ekler almaktadır. Federal Yüksek Mahkeme içtihatla yasaların anayasaya uygunluğunu yapmaya başladı. Biz neden çağdaş ve doyurucu bir anayasa yapamıyoruz? Bunların hepsi “basiret” dediğimiz iyi düşünme ve iyi karar verme yetisine dayalı özelliklerdir.
Bir gün bir hukukçu arkadaşım, “Birisine beddua etmek istiyorsanız Allah sizi Türk yargısına düşürsün; dua etmek istiyorsan düşürmesin.” dedi. “Güleriz ağlanacak hâlimize” sözünü kanıtlayacak bir şeydir bu. Bunlardan ders çıkarmak gerekir. Bunu söyleyen eski bir hukukçu, bir yurttaştır. Uzayan dâvalar, mahkemelerde yargıçların yanları azarlaması, avukatları konuşturmaması, geç yazılan kararlar, gerekçesiz kararlar… Böyle yargı düzeni ve adalet dağıtım olmaz. Biz zamanında kendimizi beğenmeyip eleştiriyorduk.
Yansızlık yargının mayasıdır
Şimdi olanaklar, aygıtlar, kitaplıklar, yardımcılar, tetkik hâkimleri, raportörler, danışmanlar, AİHM kararlarıyla donanımlı bir yargı var. Daha iyi durum, daha doyurucu adaletle güçlü bir yargı olacakken “Bağımsız yargı istiyoruz!” sesleri meydanları dolduruyor. Yargıdan yakınmalar artıyor ve yayılıyor. Yargısı bağımsız olmayan ülkelerde herkes bağımlıdır.

Bu bakımdan “kişilik” dediğimiz size onur kazandıracak eylemlerin tarafınızdan yapılmasıyla oluşur. Onur kazanmayacağınız eylemler kişiliğinizi gölgeler. Kişilik sözle olmaz. Verilen sözün tutulmasıyla olur. Yansız davranacaksınız, yürekli olacaksınız, korkmayacaksınız. Çıkar için değil özveriyle çalışıp, ülke ve ulusunuza hizmet ederek devletinizi yücelteceksiniz. Önemli olan budur. Yansızlık yargının mayasıdır.


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder