20 Mart 2016 Pazar

“ MÜSLÜMANLARIN MASUMİYETİ ” FİLMİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI



“ MÜSLÜMANLARIN MASUMİYETİ ” FİLMİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI


YAZAN 
Özdem SANBERK
2012 Ekim



Amerika’da Mısırlı bir Hristiyan tarafından yapılan İslam karşıtı bir film, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Müslüman kitlelerde kan dökülmesine sebep olan şiddetli tepkiler yarattı. İslam’a karşı korku ve hakaret içeren bu filmin, Arap toplumlarının içinde bulunduğu istikrarsızlık sürecinde ve Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında esasen gerginliklerin canlı olduğu bir uluslararası ortamda açık bir tahrik amacı taşıdığına şüphe yok.

İlk defa olmayan bu tür tahriklere gösterilen ölümcül tepkilerin olumsuz sonuçlarından birini de Müslümanların şiddetle özdeşleştirilmesi ve Batı dünyasında İslam’a karşı mevcut peşin hükümlerin ve husumet duygularının pekiştirilmesi oluşturuyor. Buna, Müslümanların İslami kuralları Müslüman olmayan toplumlara zorla kabul ettirmeye teşebbüs eden insanlar oldukları yolunda algıların yaygınlaştırılması amacını da ilave edebiliriz. Esasen bu amaç, söz konusu filmin yapıcılarının da nihai amaçlarını oluşturduğu için bu durum son gösterileri yapanlarla onları yönlendirenlerin içine düştükleri tuzağı da ortaya koyuyor.

Bu film İslamofobi, nefret söylemleri, ırkçılık ve ifade özgürlüğü gibi kavramları dünyanın gündemine bir kere daha tüm sıcaklığı ile taşıdı. Batı medyası, yine daha önceki olaylardaki gibi, söz konusu filmin aslında ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini tekrarladı.

Özgürlüğün sınırları,

İfade özgürlüğüne herhangi bir sınırlama getirilmeli mi? Bu konudaki tartışmalar uzun yıllardır sürüyor. Kuşaklar değiştikçe bu konudaki görüşler de değişiyor. Ne var ki bu özgürlük her hâlükârda bazı kurallara saygı çerçevesinde kullanılmadığı takdirde, farklı etnik ve dini topluluklar arasında barış içinde bir arada yaşama olanağının ortadan kalktığı da bir gerçek. İfade özgürlüğünü bir film, resim, bir edebiyat veya sanat eseri kisvesi altında bir inancı veya bir toplumun kutsal addettiği değerleri alaya alacak şekilde kullanmak aslında ırkçı bir davranıştan başka bir şey değil. Temel mesele dönüp dolaşıp bir Fransız düşünürünün sorduğu şu soruda düğümleniyor: Mutlak ifade özgürlüğü mümkün mü? Yani bir bireyin şiddet içermeyen tüm davranışları için “neden olmasın” diyebilir miyiz? Şiddet içermeyen her türlü davranışı, her türlü yasaklardan ve her türlü sınırlamalardan geri tutabilir miyiz? Örneğin ensest ilişki için “olabilir” denilebilir mi? Bu konuda çizilecek bir alt çizgi yok mu?
Demokratik bir toplumun uygarca ve ahenkli yaşamasının ancak o topluma mensup bireylerin temel haklarını makul sorumluluk duygusuyla kullanmaları halinde mümkün olabileceği açık. Ama sorun bu sorumluluk duygusunun bir müeyyideye bağlanıp bağlanmamasında. Bu sorunun yanıtı her ne kadar tartışma kaldırır nitelikte görünse de burada tayin edici faktör, sorumluluk gösterilmediği takdirde ödenecek bedelin ağırlığı olacaktır. Eğer bütün hukuki ve demokratik mülahazaların merkezine insanı yerleştirecek olursak, şiddet içermese de ifade özgürlüğünün sorumsuzca kullanılması insan hayatını tehlikeye atacaksa, bu özgürlüğün kullanılmasının bazı kurallara bağlanması da hukuk ve demokrasi ile çelişmeyecektir.

Radikalleşen dini refleksler,

Tabii meselenin bir de şiddet yoluyla tepki gösteren kitlesel hareketler yönü var. Olivier Roy, bugün yaşadığımız dünyada küreselleşmenin ve yaygınlaşan sekülerleşmenin bir yandan kültürleri standartlaştırırken bir yandan da dinleri kültürel köklerinden süratle ayırdığını ve kendi içine kapattığını söylüyor. Kültürel ortamlarından uzaklaşan dinler içinde radikal akımlar keskinleşiyor, kitlesel tepkiler güç kazanıyor. Kültürel boyutunu kaybeden inançlar kolayca şiddete dönüşüyor. Bu suretle tahriklere açık hale geliyor.
İşte bir tarafta insanları şiddet dışı bütün yasaklardan ve sınırlamalardan azade tutmak isteyen aşırı liberal görüşler, öte taraftan dinler içinde küreselleşmenin kültürel ortamından koparttığı ve militanlaştırdığı radikal akımlar, farklı toplumlar arasındaki barış köprülerini berhava ediyor ve çatışma ortamını tehlikeli bir şekilde besliyor.

Doğu-Batı veya İslam-Hıristiyan çatışmasının bir nevi öncülü niteliğindeki bu çatışmanın fay hattı, alt kıtadan ve Afganistan’dan geçiyor. 20 yıl kadar önce Salman Rüştü olayının da merkezinde olan bu devasa bölge, geleneksel olarak dini konularda şiddetin ve kitlesel hareketlerin, çatışmaların ve ölümlerin vuku bulduğu yer. Bu bölgedeki bir ülkenin bir bakanı, biri büyükelçi 20 kadar kişinin ölümüyle sonuçlanan son şiddet olaylarından sonra bir başka ülkenin vatandaş ının başına ödül koyabiliyor. Uygarlıklar ve kültürler arası ilişkilerin bu bölgeden yönlendirilmesine göz yumulabilir mi?

Doğuyla Batı ve Müslüman ülkelerle Hıristiyan ülkeler arasında büyüyen ihtilaf, artan gerilim uluslararası barış ve güvenliği ilgilendirmekte ve her iki taraf için de pahalıya mâl olacak bir mecraya doğru savrulmakta. Bu gerginliklerin Huntington’ın öngörülerini doğrulayan yöne doğru evrilmesi ise özellikle en az gelişmiş Pakistan, Bangladeş, Afganistan ve bazı Ortadoğu ve birçok Afrika ülkesini uzun süreli yalnızlığa ve yoksulluğa mahkum edebilir. Ancak Müslüman dünyasının büyük çoğunluğunu oluşturan halklar bunu istemiyor. Ne var ki uluslararası kamuoyunun dikkatini mutedil çoğunluk değil, azınlıkta da olsa şiddet taraftarı aşırı gruplar çekiyor, bu gruplar da İslam’ın imajını lekeliyor.
İnsanlık, dünyaya hâkim olmaya başlayan bu karamsar tabloyu değiştirebilecek mi? Bu sorunun yanıtını şüphesiz ancak gelecekteki tarihçiler verecek.

Bize düşen görev...

Muhakkak ki bu ülkelerdeki dini liderlere ve ulemaya bu konular üzerinde düşünmek ve mahrum ve mazlum kitlelere doğru mesajlar vermek ve onları itidal ve sağduyuya yönlendirmek konusunda büyük sorumluluklar düşüyor. İslam’ın bir barış ve yüksek moral değerler taşıyan bir inanç olduğunu dünyaya anlatabilmenin yolu, kışkırtmalara teslim olmaktan değil bunları boşa çıkartmaktan geçiyor.

Ancak muhakkak olan bir şey varsa o da bizim, kendi ülkemizde, en azından bu son olayda şiddet içeren kitlesel tepkilere tanık olmamamız. Sebebi ne olursa olsun, bu gözlemin dikkat çekici bir gelişme olduğu açık. Ama bu durumdan bir rehavet çıkarımı yapılmasının bir gaflet olacağı da açık.
Tam tersine, Türkiye’nin bu iklimden yararlanarak, en başta kendi mevzuatında ve tatbikatında vatandaşları arasında ötekileştirmelere yol açacak uygulamalara izin vermemesi ve insanlara etnik aidiyetlerinden, dinlerinden, mezheplerinden ve inançlarından veya inançsızlıklarından ötürü nefret söylemini yeni Anayasasında sarih ifadelerle temel hakların ihlali kapsamına alması ve uluslararası hukukta da, İslamofobinin aynen anti-semitizm gibi din ve ırk ayırımcılığına dâhil edilmesi için Medeniyetler Buluşması projesi faaliyetlerinin ötesinde, uluslararası alanda diplomatik atılımlar yapması insanlığa hizmet olacaktır.


http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/10/-muslumanlarin-masumiyeti-filmi-ve-ifade-ozgurlugunun-sinirlari


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder