13 Mayıs 2020 Çarşamba

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 2

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 2




Bununla birlikte, birçok feminist kuramcı, hem ahlaki talepler hem de hukuki hedefler olarak hakların, tamamen terk edilmesi gerektiğini ileri sürmemektedir. Yani, hakları dilde, hukukta ve toplumda ataerkil yapıların kurumsallaşması olarak tahlil ettikten sonra, birçok feminist kuramcının görevi, haklar konusunu kadınların deneyimlerini ve perspektiflerini göz önünde bulunduracak şekilde yeniden yapılandırmaktır. Bununla birlikte, doğru bir şekilde anlaşıldığında, haklar söylemi her türlü siyası ve hukuki değişim stratejisinin çok önemli bir
veçhesini meydana getirmektedir.

Charlotte Bunch 10, insan haklarını ve kadınların deneyimlerini birbirine bağlamak için dört yaklaşım önermiştir. Bunlardan birincisi, genel insan hakları ihlallerine uğrayan kadınların görünürlüğünü artırarak kadın haklarının siyası ve sivil haklar olarak tanımlanmasıdır. İkincisi, kadınların ekonomik güçsüzlüğünün, kadınların şiddete karşı savunmasızlığının anahtarı olmasına odaklanarak, kadın haklarının sosyoekonomik haklar olarak kavramsallaştırılması dır. Üçüncü olarak Bunch, cinsiyet ayrımcılığına karşı koyacak, mevcut hukuki ve siyasi kurumları kadınlar için kullanacak, ve devletin, kadınların insan haklarının ihlaliyle ilgili sorumluluğunu genişletecek yeni hukuki mekanizmaların yaratılmasını savunmaktadır. Son olarak da insan haklarının, kadınların hayatlarını daha fazla
göz önünde bulunduracak ve onların ihtiyaçlarına karşı daha duyarlı olacak şekilde dönüştürülmesini önermektedir.

Esas olarak bu dördüncü öneri, ilk üçünü içinde barındırmaktadır. Gerçekten de, bu yaklaşımları birbirinden ayırmak tutarlı olmazdı, zira Bunch’ın da gözlemlediği üzere “Kadın haklarının bazı önemli yönleri sivil özgürlükler çerçevesine uymaktadır, ama kadınlara yönelik ihlallerin büyük bir bölümü, kadınları kapana sıkıştıran ve böylece onları özellikle siyası olarak ya da sadece devletlerin neden olduğu şeklinde tanımlanamayan ihlallere karşı daha zayıf konuma getiren daha büyük bir sosyoekonomik ağın bir parçasıdır”.11

Kadınların Deneyimlerinin Göz Ardı Edilmesi.

Kadınların sorunlarının ve haklarının ihlallerinin insan hakları gündeminin ihmal
edilen bir yönü olmasının temel nedenlerinden biri, uluslararası insan hakları hukukunun kadınlardan ziyade erkeklerin deneyimlerini ağırlıkla yansıtması ve erkeklerin sorunlarını çözmeye yönelik bir çerçevede biçim almış olmasıdır. İnsan hakları tanımları ve bu hakların kanunla korunmasını sağlayan mekanizmalar, tarihsel olarak, insan hakları kavramını formüle eden erkek bireylere ve vatandaşlara en çok endişe veren hak ihlalleriyle, bireye bırakılan
serbestlik alanı içinde devletin bireyin medeni ve siyasal haklarını ihlal etmesiyle ilgilidir.12

   Kadınların insan hakları hareketi mevcut insan hakları tanımları ve uygulama mekanizmaları ardında yatan erkek deneyimine dayalı kavramsallaştırmaların yanı sıra, mevcut insan hakları hukukunun işleyişinin toplumsal cinsiyet ayrımı üzerinden şekillendiğine de dikkat çekmiştir.

Bu bağlamda, hareket, uluslararası yasal sistemin kanun yapıcı organlarında erkeklerin egemen olduğunun altını çizmiştir. Harekete göre, mevcut insan hakları mekanizmalarının içeriğinin ve işleyişinin erkek egemen nitelikte olması uluslararası insan hakları hukukunun evrenselliğine ve tarafsızlığına gölge düşürmektedir.13 Bu nedenle, kadınların insan hakları hareketi, mevcut insan hakları çerçevesinde yetersiz temsil edilen ve ihmal edilen kadın  deneyimlerin den özellikle cinsel saldırı, polis gözetiminde tecavüz, aile-içi şiddet, zoraki
fahişelik, eş dövme, üreme özgürlüğünün ihlali, kız bebek cinayeti ve sağlık hizmetlerine yeterli erişime sahip olamamayı ilgi ve mücadele odağı yapmıştır.

Kadınların insan hakları hareketi, insan hakları hukukunun işleyişinin ağırlıkla
devletin bireye karşı işlediği hak ihlallerine odaklanması sonucunda medeni ve siyasal hakların korunmasının baskın ve merkezi olmasıdır. Medeni ve siyasal haklar, insan hakları hukuku içinde imtiyazlı bir pozisyondadır ve bu olgu uluslararası topluluğun ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve siyasal hakların birbirlerine bağlılığını ve bölünmezliğini kabul etmiş olmasına tezat bir durum yaratmaktadır. Medeni ve siyasal hakların baskın ve imtiyazlı konumu, devletlerin iktidarlarının kısıtlanmasına yönelik kaygı ortaya koymakta ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin öncelikli olarak insan hakları çerçevesinde değil de gelişme politikası çerçevesinde ele alınmasına neden olmaktadır.14 Kadınların insan hakları hareketi, kadınların medeni, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlardaki haklarının onların günlük yaşamlarının gerçekleri içinde birbirlerinden ayrılmaz olduğunu ve bu nedenle de medeni ve siyasal hakların diğer haklar pahasına hukuki korumaya tabii olmasının yetersiz olduğunu savunmuştur. Ağırlıkla kamusal alanda devlet ve birey arasındaki ilişkileri düzenleyen ve
birinci nesil haklar olarak da adlandırılan medeni ve siyasal haklar kadınların insan haklarının yoğunlukla ihlal edildiği özel alandaki bireyler-arası ilişkileri yeterince konu edinmemekte dir.
Özellikle bireyin şiddetten korunmasıyla ilgili olan medeni ve siyasal hakların tanımları kadınların en çok korunmaya ihtiyaç duyduğu özel alanda gerçekleşen insan hakları ihlallerinin gereğince ele alınmamasına neden olmaktadır.15

Feminist eleştirinin büyük bir bölümünün de işaret ettiği gibi, kadınlarla ilgili insan hakları ihlalleri geleneksel olarak kadınların medeni ve siyasi haklarını kullanıp kullanamadıklarını incelemektedir. Bu yaklaşım, özellikle devlet yetkilileri tarafından işlenen, kişinin bedensel bütünlüğüyle ilgili ihlallere odaklanmaktadır. Diğer yandan feminist eleştiri, devlet temsilcilerinin gerçekleştirdiği ihlallerin kamusal alanının ötesine bakmayı ve kadınlara
yönelik “gizli yapısal şiddeti”, geleneksel insan hakları düşüncesinin uğraşamadığı ve uğraşmak istemediği şiddeti ortaya çıkarmak için özel alandaki davranışı incelemeyi önermektedir. Bunch, “cinsiyetçiliğin öldürdüğü” birçok mekanizma tanımlamaktadır.
Doğumdan önce, cinsiyetin seçilmesi için kullanılan amniyosentezler, dişi fetüslerin daha fazla kürtaja uğramasına yol açmaktadır. Bu oran bazı bölgelerde %99’a kadar çıkmaktadır.
Birçok ülkede çocukluk çağında kızlar erkeklerden daha az beslenmektedir, daha kısa bir süre için anne sütü emmektedir, daha seyrek tıbbi bakım ve kontrol almaktadır, ve kötü beslenmeden dolayı erkek çocuklardan daha yüksek oranlarda ölmekte ya da bedensel veya zihinsel olarak sakatlanmaktadır. Kadınlara yönelik suistimaller kadın dayağı, ensest, tecavüz, çeyiz ölümü, kadın sünneti, ve cinsel köleliği de içermektedir.16 Ayrıca, sığınmacı topluluklarının büyük bir bölümü kadınlardan ve çocuklardan meydana gelmekte, bu da
barınak, yiyecek, tıbbi tedavi merkezi ve bazı durumlarda da uyruk hakkı meselelerini doğurmaktadır.

Kamusal Alan / Özel Alan Ayrımı

Toplumsal cinsiyet ile ilgili meseleleri insan hakları söylemi içerisinde anlamlı bir
şekilde ele almak için, bir dizi temel kuramsal meselenin tartışılması gerekmektedir.

Uluslararası insan hakları hukuku, bireyler arasındaki kişisel ilişkilere ne kadar girmelidir?
Farklı bir şekilde dile getirecek olursak, insan hakları kaygıları, geleneksel olarak devlet düzenlemesinin kapsamı dışında yer almış özel alanı ne kadar kapsamalıdır? Vatandaşların özel alan içindeki eylemlerinde ve insan hakları ihlallerinde devletin sorumluluğu nedir? Bu konuları ele almak için, feminist kuramın merkezinde yer alan “kamusal” ve “özel” kavramları arasındaki ayrımı incelemeliyiz.

Tarihsel olarak, “kamusal” ile “özel” arasındaki bölünme, ekonomik ve sosyal
ilişkilerin “kamusal” dünyası ile aile ve ev hayatının “özel” dünyası arasındaki ayrıma dayanmaktadır. Bu iki alan kavramsal olarak sırasıyla erkek ve kadın cinsiyetleri ile ilişkilendirilmiştir. Bu ayrım cinsiyete dayalı iş bölümünü açıklamak için kullanılmakta ve kadınların “kamusal” alana katılımına kısıtlama getirmektedir. Bu iki alanla bağlantılı olarak erkek dünyasına öncelik tanıyan ve erkek egemenliği meşrulaştıran asimetrik değerler ortaya çıkmaktadır.17

Liberalizmin feminist eleştirisine göre, kamusal ve özel alanlar arasındaki kavramsal ayrım, liberal kuramın merkezinde yer almaktadır ve liberal toplumlardaki erkek sesinin baskınlığını açıklamaktadır. Liberalizmin kuramsal sınırları içerisinde, bir şeyin “özel” olarak görülmesi, onu düzeltmek için hiçbir toplumsal sorumluluğun bulunmadığına işaret etmektedir. Bu nedenle “özel” olan, liberal devletin erişiminin dışına konulmaktadır. Feminist perspektife göre, “mahremiyet, ailenin “özel” alanında meydana geldiği ve bu nedenle de
yasal yaptırımın dışında kaldığı sürece, kadınlara karşı şiddeti alttan alta destekleyen bir mekanizma” haline gelmektedir.18 Yasal olarak meşrulaştırılmış mahremiyet kavramı, bir baskı kaynağı, kadınların ailedeki ikincil konumunu devam ettiren bir sosyal yapı olarak görülmektedir. Bu nedenle bölünme, cinsiyetler arası eşitsizliği kurumsallaştırmak tadır.
Feminist kuram, “kişisel olan politiktir” cümlesinde ifade edildiği gibi, bu ayırıma
karşıdır. Feminist kuram erkekler ile kadınlar arasında sözde “özel (mahrem) alanda” yaşanan ilişkilerin politik olduğunu, çünkü bunların egemen olma ve boyun eğme yapılarını somutlaştırdığını ileri sürmektedir.19 Feministler, liberal devletin en azından kuramsal olarak bu iki alanı birbirinden ayırmasına karşın, gerçekte bu iki alan arasında keskin bir ayrım olmadığını iddia etmektedir. 

Uygulamada, devlet otoritesi, “özel alan”ın sözde ayrı tutulmuş alanına etki eden birçok konuda (örn. eğitim, vergi, miras, sosyal güvenlik, ve cenin korunması) uygulanmaktadır.

Eisler, bu bölünmeyi yorumlarken, mahremiyet hakkının, ya da “mahremiyet hakkı (özel hayatın gizliliği) ile devlet müdahalesinden korunma hakkının”, özellikle de kadınlar için temel bir insan hakkı olduğunu ve kolayca terk edilmemesi gerektiğini ileri sürmektedir.

Eisler, feminist bir bakış açısından kavramsal sorunun “özel (mahrem) alan” “aile alanı” ve “mahremiyet hakkı (özel hayatın gizliliği)” terimlerinin normal söylemde birbirlerinin yerine kullanılması olduğunu söylemektedir.20

Özel alan terimi genel olarak, devletin müdahale edememesinin gerektiği kişisel
seçim, eylem ve kişilerarası ilişkiler alanları için kullanılmaktadır. Ama bu terim aynı zamanda ev içi veya aile içi alanla ilgili olarak da kullanılmaktadır. 

   Bu nedenle mesele, kişisel mahremiyet hakkına bir müdahale olup olmadığından çok, aile alanına devletin müdahale edip etmediği haline gelmektedir.

Soruyu farklı bir şekilde sorarak, bu kavramsal kargaşanın bir bölümünden kurtulmak ve kamusal alan ile özel alan arasında geleneksel olarak yapılan ayrımın, görünüşte insanların mahremiyetini korurken, gelişen insan hakları standartlarının, erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkilere uygulanmasını engellemek için bir araç olarak kullanıldığını görmek mümkündür.

   Bunun yerine Eisler, kişinin kiminle ilişkide bulunacağını, kiminle yakın veya
ekonomik bağlantılarının olup olmayacağını, ve hamile kalıp kalmamayı ve bir hamileliği sonuna kadar götürüp götürmemeyi özgürce seçme hakkını da içerecek, yeniden kavramsallaştırılmış bir mahremiyet hakkı (özel hayatın gizliliği) kavramı önermektedir. Bu nedenle mahremiyet hakkı, evin (erkek) reisinin, devletin müdahalesi olmadan özgürce hüküm sürmesi hakkı olarak anlaşılmamalıdır.21

Kamusal / özel alan ayırımına karşı çıkmak, kadınlar için mahremiyet düşüncesini reddetmek ve devlet müdahalesini tercih etmek değildir. Feminist eleştiri, sınırların nerede çizileceğine dair daha karmaşık bir kuram ve kadınlara eşit derecede yetki veren bir mahremiyet anlayışı geliştirmeyi savunmaktadır. Kamusal/özel alan bölünmesinin feminist eleştirisi, cinsiyete karşı hassasiyete dayanan yeniden inşa edilmiş ve kadınların deneyimlerine dayanan bir mahremiyet kuramına doğru ilerlemelidir. Schneider, özgürlük, eşitlik, beden bütünlüğü özgürlüğü ve özerkliği kapsayan “pozitif mahremiyet kuramı”nı
savunmaktadır. Schneider, kişisel özgürlüğün çeşitli yönleriyle bağlantılı olan bir özel alan görüşünü savunmaktadır. Schneider “Eşitliğe dayanan ve özerkliğin bir veçhesi olarak görülen, beden bütünlüğünü koruyan ve suiistimale izin vermeyen, bireyliğin önemini gerçekten tanıyan bir mahremiyeti” savunmaktadır.22

   İlk bakışta, bu yeniden inşa edilmiş mahremiyet düşüncesi, geleneksel liberal negatif özgürlük (yani devlet müdahalesinin olmaması) kavramından çok da uzak değildir. Ama burada bu kavram, erkeklere olduğu kadar kadınlara da uygulanmaktadır. Bir başka açıdan bakıldığında, mesele, kadınlar için bu alanda devlet müdahalesinden uzak olmak değildir, ama erkeklerin kadınların temel insan haklarına müdahalesinden uzak olmaktır. Kaldı ki, liberal devletin en azından haklarla ilgili rolü, bireylerin haklarını korumak ve böylece, hakların bazı
kişiler tarafından kullanılmasının, başkalarının haklarına gereksiz yere tecavüz etmemesini sağlamaktır. 

   Bu nedenle konu, devletin, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olduğunu
tanımasını ve onlarla aynı ölçüde korumasını garanti etmesini sağlamak meselesidir. Eğer bu sürekli olarak başarılabilirse, insan haklarının her iki cins için ifadesi ve uygulanmasını arasındaki uçurumun ortadan kalkması mümkün olacaktır.

Kadınların insan hakları hareketi, kadınların haklarının insan hakları çerçevesinin
ihmal edilen bir yönü olmasına neden olarak kamusal ve özel alan ayrımına dikkat çekmiştir.

İnsan haklarının kavramsallaştırılması ve işleyişi, geleneksel olarak, devletin yaptırımlarıyla veya devletin göz yumması sonucunda gerçekleşen baskı biçimleriyle ilgilenmektedir. Bir başka deyişle, uluslararası hukuk, tarihsel olarak, devletin bireye karşı işlediği hak ihlallerine odaklanmıştır. Bu bağlamda, kadınların insan hakları hareketi, devletler arasındaki ilişkileri düzenlemek amacıyla formüle edilmiş olan uluslararası hukukun devlet-merkezli kalmaya
devam ettiğini belirtmiştir.23 Kadınların insan haklarının ihlalinin en ağır biçimlerinin genellikle kamusal alanda değil özel alanda meydana gelmesi devlet-merkezli bakış açısıyla düzenlenmiş insan hakları hukukunu ve mekanizmalarını kadınlara karşı taraflı hale getirmektedir. İnsan haklarının ağırlıklı ve öncelikli olarak hükümet, siyaset, ekonomi ve iş yeri dünyası olan kamusal alanda işlemesi kadınların insan haklarının toplumsal cinsiyet
temelli şiddet ve istismar yoluyla yoğunlukla ihlal edildiği alan olan özel alanı, yani ailenin ve evin dünyasını dışarıda bırakmaktadır.

Kadınların insan haklarının ihlali en yaygın ve şiddetli biçimde özel alanda
gerçekleşen bir olgudur.24 

Bu nedenle, kadınların insan haklarının ihlal edilmesi devletin fail olduğu durumların yanı sıra  yoğunlukla ve sıklıkla özel kişilerin fail olduğu durumlarda meydana gelen bir olgudur. 

Kadınların insan haklarını ihlal eden özel kişiler kadınların içinde yer aldığı cemaatlerin,  iş yerlerinin ve ailelerin mensuplarıdır. Bu bağlamda, kadınların insan haklarının mücadelesini verenler, devletlerin özel kişilerin faili olduğu insan hakları ihlallerinden doğrudan sorumlu olmasalar da bu ihlallere göz yumdukları için sorumlu tutulabilecekleri ne dikkat çekmişlerdir. Örneğin, erkeğin eşini suistimal etmesi ve baskı altında tutmasının, cinsel tacizin ve tecavüzün yetersiz biçimde soruşturulması ve yargılanmasında devletin sorumluluğu iddia edilmektedir.25

Sonuç Yerine: Feminist Hareketin Kazanımları

Son yirmi yılda, Uluslararası İnsan Hakları Hukuku feminist çalışmalara konu olmuş, Uluslararası Hukuk’un hem kurgulanışını hem de işleyişini eleştiren uluslararası kadın hareketi, kadınların insan haklarının uluslararasılaşması için mücadele etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin bir ürünü olan İnsan Hakları Hukuku, devletlerin temel aktör olarak tanımlandığı ve devlet dışı aktörlerin göz ardı edildiği bir uluslararası sistemde bireylerin ve çeşitli grupların uluslararası hukuk sistemine erişimini sağlamış, ulusal sınırları aşan standartlar getirmiş, bu sayede önceden sadece sınırları içinde işlendikleri devleti ilgilendir diği düşünülen zulüm uluslararası incelemeye açılmıştır. Böylece bireyin devletten korunması ve vatandaşı oldukları devlet içinde haklarının tesisi uluslararası bir meseleye dönüşmüştür. Bu başarıyı referans kabul eden feminist insan hakları mücadelesinin temel araştırma konusunu ise uluslararası hukuk sistemi içinde kadınların yüz yüze olduğu eşitsizliğe ve ayrımcılığa çare bulmak ile kadınların insan haklarını kullanmalarını sağlayabilmek için farkındalık yaratmak oluşturmaktadır.

Bu bağlamda uluslararası insan hakları hukukunda kadınların insan haklarının
sağlanması için iki strateji izlenmiştir 26: 

Bunların ilki, özellikle ve sadece kadınların bir takım haklarına ilişkin uluslararası 
sözleşmeler hazırlamaktır. Bu sözleşmelere örnek olarak Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda  1952 yılında kabul edilen Kadınların Siyasal Haklarına İlişkin Sözleşme ve BM Genel Kurulu’nda  1979’da kabul edilen Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)  sayılabilir. 

İkinci strateji ise varolan insan hakları hukukunun kadınların deneyimlerini de içerecek şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Bu stratejiyi izleyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çeşitli kararlarında yaşam hakkı, işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muameleye ve cezaya uğramama hakkı ile ayrımcılık yasağını yeniden yorumlamış ve uluslararası insan hakları hukukuna bu haklar temelinde bir kadınların insan hakkı perspektifi kazandırmıştır. 

Bu iki strateji de uluslararası insan hakları hukukunun kadınları da kapsayacak şekilde uygulanması için önemlidir. Ancak iki yöntemin de kendilerine has zayıflıkları vardır. Örneğin kadınları ilgilendiren spesifik uluslararası sözleşmeler yapılması ve uluslararası hukuk mekanizmaları oluşturulması, kadınların insan hakları mücadelesinin marjinal ve sanki insan hakları mücadelesinin dışında ek talepler miş gibi görülme riskini içermektedir.27 Uluslararası insan hakları hukukunun kadınların deneyimlerin içerecek şekilde yeniden yorumlanması stratejisi ise kadınların insan hakları sisteminden faydalanan eşit bireyler olarak değil sanki geleneksel insan hakları korumasından bir sapmaymış veya bir istisnaymış gibi algılanmalarına sebep olmaktadır. Kadınlar, kendi haklarının ihlalinin de bir insan hakları ihlali olduğuna uluslararası hukuk kurumlarını inandırmaları için ek bir çaba sarf etmek zorunda kalmaktadırlar 28. 

Bunun en acı örneği, Bosna ve Ruanda’da yaşanan kitle tecavüzlerinin  değerlendirilmesinde görülmüştür. 1949 Cenevre Sözleşmeleri’ nin dördüncüsü olan Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ nin 27. maddesi, silahlı çatışmalarda tecavüzü ve kadınların fuhşa zorlanmasını men etmekteyse de, kadınlara karşı cinsel şiddet ve tecavüz, sivil halk üzerinde terör estirmek için rutin bir savaş aracı olarak kullanılmış, silahlı çatışmalarda kadınlara yönelik cinsel şiddet ve tecavüz yıllar boyunca savaşın talihsiz bir sonucu olarak görülmüştür. Ancak Bosna ve Ruanda’da on binlerce kadının kitle tecavüzüne uğradığı, hamile kaldıkları kesinleşene kadar zorla alıkonulduğu ve
seks kölesi yapıldıkları ortaya çıkınca, silahlı çatışmalarda kadınlara yönelik şiddet uluslararası hukukun gündemine gelmiştir. 

Bu başarıda uluslararası kadın hareketinin söz konusu yerlerde kadınlara yönelik cinsel şiddet ve tecavüze ısrarla dikkat çekmesi, feminist hukukçuların talebi ile Eski Yugoslavya ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nde kadın hakimlerin görev yapması ve tecavüz öykülerini alan BM görevlilerinin kadın olmasının  önemi ise yadsınamaz. Uluslararası İlişkiler disiplinine ve Uluslararası Hukuk’a yönelik feminist eleştirilerin dikkat çektiği ‘kadınların uluslararası mekanizmalara katılımındaki eksikliğin’ giderilmesi ile, Bosna, Ruanda ve gelecekte yaşana bilecek savaş ve silahlı çatışmalarda kadınların korunması için önemli bir kazanım sağlanmıştır.


DİPNOTLAR;

1 The World’s Women 2010: Trends and Statistics, 
   https://unstats.un.org/unsd/demographic/products/Worldswomen/WW2010pub.htm (Çevirimiçi: 08.09.2013) 
2 Amartya Sen (1990). “More than 100 Million Women are Missing.” New York Review of Books, ss. 61-66 
3 Charlotte Bunch (1990). “Women’s Rights as Human Rights: Toward a Re-Vision of Human Rights”. Human Rights Quarterly. Vol. 12: 486-498 
4 Hillary Charlesworth (1995), “Human Rights as Men‟s Rights”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York, s. 105 
5 Catherine Hawkins,(2012) “Women’s Human Rights: The Global Intersection of Gender Equality, Sexual and  Reproductive Justice, and Health Care”, JournalofResearch onWomen and Gender, Vol. 4, s.159 
6 Bunch, a.g.e., s.13 
7 Bunch, a.g.e., s.12 
8 Felice Gaer (1989). "Human Rights at the UN: Women's Rights are Human Rights," In Brief, No. 14, November 1989 
9 Catharine A. Mackinnon (2003). Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru. çev. : Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, ss. 248-249. 
10 Bunch, a.g.e, 492-498. 
11 Bunch, a.g.e., 488. 
12 Charlesworth, a.g.e., 102 
13 Charlesworth, a.g.e., 103 
14 Elisabeth Friedman (1995), “Women‟s Human Rights: Emergence of a Movement”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York, s. 26. 
15 Charlesworth, a.g.e., 106. 
16 Bunch, a.g.e., 488-489. 
17 Hilary Charlesworth, Christine Chinkin, Shelley Wright (1991). “Feminist Approaches to International Law”. American Journal of International Law. Vol. 85 No. 4, s.626-627. 
18 Elizabeth M. Schneider (1991). "The Violence of Privacy," Connecticut Law Review, Vol. 23, ss.975-984. 
19 Schneider, a.g.e., s. 977. 
20 Riane Eisler (1987) "Human Rights: Toward and Integrated Theory for Action," Human Rights Quarterly, VoL 9, No. 3, s.292. 
21 Eisler, a.g.e, ss. 292-293. 
22 Schneider, a.g.e., 975. 
23 Hillary Charlesworth (1994). “What are ‘Women’s International Human Rights?” Human Rights ofWomen: NationalandInternationalPerspectives. Ed. Rebecca J. Cook. Pennsylvania: University of Pennsylvania Press, s.70. 
24 Charlesworth, 1994, s. 72. 
25 Friedman, a.g.e., s.21. 
26 Alice Edwards (2012) Violence Against Women Under International Human Rights Law, 3rd Printing. Cambridge University Press, New York, s.2. 
27 Charlesworth, 1994, s. 66 
28 Edwards, a.g.e, s.5. 


Kaynakça

Bunch, Charlotte (1990). “Women’s Rights as Human Rights: Toward a Re-Vision of Human Rights”. Human Rights Quarterly. Vol. 12: 486-498

Charlesworth, Hilary, Christine Chinkin, Shelley Wright (1991). “Feminist Approaches to International Law”. American Journal of International Law. Vol. 85 No. 4: 613-645.

Charlesworth, Hillary (1994). “What are ‘Women’s International Human Rights?” Human Rights of Women: National and International Perspectives. Ed. Rebecca J. Cook. Pennsylvania: University of Pennsylvania Press

Charlesworth, Hillary (1995). “Human Rights as Men‟s Rights”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York

Edwards, Alice. (2012) Violence Against Women Under International Human Rights Law, 3rd Printing. Cambridge University Press, New York

Eisler, Riane (1987) "Human Rights: Toward and Integrated Theory for Action," Human Rights Quarterly, Vol 9, No. 3: 975-984.

Elisabeth Friedman (1995), “Women‟s Human Rights: Emergence of a Movement”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York

Felice Gaer (1989). "Human Rights at the UN: Women's Rights are Human Rights," In Brief, No. 14, November 1989

Hawkins, Catherine (2012) “Women’s Human Rights: The Global Intersection of Gender Equality, Sexual and Reproductive Justice, and Health Care”, Journal of Research on Women and Gender, Vol. 4: 154-184

Mackinnon, Catharine A. (2003). Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru. çev. : Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul.

Schneider, Elizabeth M. (1991). "The Violence of Privacy," Connecticut Law Review, Vol. 23.

Sen, Amartya (1990). “More than 100 Million Women are Missing.” New York Review of Books, ss. 61-66

The World’s Women 2010: Trends and Statistics,
https://unstats.un.org/unsd/demographic/products/Worldswomen/WW2010pub.htm (Çevirimiçi: 08.09.2013)


***

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 1

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 1


ULUSLAR ARASI GÜVENLİK KONGRESİ 
8-9 Ekim 2013 
Bildiriler Kitabı 
Editör Editor 
Prof.Dr.Hasret ÇOMAK 
Ayşegül GÖKALPKUTLU 

Nisan 2014 Kocaeli 
ULUSLAR ARASI GÜVENLİK KONGRESİ 
(INTERNATIONAL SECURITY CONGRESS ) 

Editör:Hasret ÇOMAK 

Baskı : Kocaeli Üniversitesi Yayınları; No
1.Baskı (1stEdition): Nisan2014/ April 2014; Kocaeli 



ÖNSÖZ 

8-9 Ekim 2013 tarihleri arasında Kocaeli Üniversitesi’nde Uluslararası Güvenlik Kongresi gerçekleştirilmiştir. 

Uluslararası Güvenlik Kongresi’nde yeni güvenlik politika ve stratejileri çok yönlü olarak ele alınmıştır. 

Güvenlik, günümüzde uluslararası düzeydeki ilişkileri belirleyen temel unsurların başında gelmektedir. Ülkeler açısından sürekli olarak güvenliğin sağlanması ve geliştirilmesi temel amaçtır. Küreselleşme ile yeniden tanımlanan yeni güvenlik ortamı, “güvenliğin bölünmezliği” ilkesini daha önemli hale getirmiştir. 

Uluslararası barış ve istikrarın korunması ile sürdürülebilir kalkınma için ihtiyaç duyulan güvenlik ve huzur ortamının tesis edilmesi gerekmektedir. Bu hedefe ulaşılmasında, ülkelerin toprak bütünlüğünün korunması, kriz yönetimi operasyonlarına katkıda bulunulması (barışı koruma ve insani yardım), Kitle İmha Silahları (KİS) ve bunların fırlatma vasıtalarının yayılmasının önlenmesi ve silahsızlanmanın teşvik edilmesidir. 

İstikrara katkı sağlamak amacıyla uluslararası işbirliğinin küresel ve bölgesel ölçekte artırılması, ortaklığa, diyaloga ve yumuşak güce dayalı güvenlik anlayışı giderek ön plana çıkmakta ve önem kazanmaktadır. 

Küresel terörizm, organize suç, yasa dışı göç, temel kaynakların azalması ve / veya tehdit edilmesi, silahlı çatışmalar sonucu insanların kontrol dışı kitlesel hareketleri ve siber saldırılar 21'inci yüzyılda uluslararası güvenlik konusunda ortak girişimleri ve işbirliğini zorunlu kılmaktadır. 

Tüm bu gelişmelerden dolayı dünyada güvenlik ve istikrarın geliştirilmesi, yeni güvenlik anlayışlarının ve yaklaşımlarının belirlenmesi, benimsenmesi, yaygınlaştırılması ve güvenlikle ilgili yeni yönelimlerin ortaya konması amacına uygun olarak; Kocaeli Üniversitesi’nin ev sahipliğinde, Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi -TDİK), T.C. Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırma Merkezi, Astana L.N. Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi, Priştine Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversite si,Trakya Üniversitesi ve Bilgesam ortaklığı ile IV. Uluslararası İlişkiler (Uluslararası Güvenlik) Kongresi düzenlenmiştir. 

08 -09 Ekim 2013 tarihlerinde, Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Yerleşkesi Prof. Dr. Baki Komşuoğlu Uluslararası Kültür ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen Kongre; bölgesel ve küresel güvenliğin yeni yönelimleri, yeni güvenlik politika ve stratejilerinin belirlenmesi ve uygulanmasında önemli rol üstlenmiştir. 

Bu yönüyle Kongre, güvenlik politikalarındaki yeni gelişmeler ile bu gelişmelere yönelik stratejilerin oluşturulmasına katkı sağlamış ve bilimsel bir bakış açısı ile değerlendirebilme olanağı verebilmiştir. Kongre, yeni işbirliği ve yatırım olanaklarının yaratılmasına ve geliştirilmesine katkı ve destek verebilmiştir. 

8-9 Ekim 2013 tarihlerinde Üniversitemizin Umuttepe Yerleşkesinde düzenlenen Uluslararası Güvenlik Kongresi’nde Uluslararası işbirliğinin küresel ve bölgesel ölçekte artırılması, ortaklığa, diyaloğa ve yumuşak güce dayalı güvenlik anlayışı ve Kriz yönetim operasyonlarına katkıda bulunulması (barışı koruma, insani yardım ve polis görevleri) konuları öncelikli olarak incelenmiştir. 

Kongrede; Sorunlu bölgelerde güncel güvenlik sorunlarının tespiti ve analiz edilmesi, Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği’nin bu bölgelere yönelik güvenlik yaklaşımları ve bunların bölgelerin güvenliğine etkileri değerlendirilmiş tir. 

Sürdürülebilir güvenliğin, barış ve istikrarın tesisi konusunda Türkiye’nin rolünün analiz edilmesi ve bu konuda uygulanabilir stratejilerin geliştirilmesi Kongrede ayrıntılı irdelenmiştir. Kitle İmha Silahlarının (KİS) yayılmasının önlenmesi, organize suçlar, yasa dışı göç, terör gibi güvenliği, barışı ve istikrarı bozan unsurlara karşı ortak mücadele stratejilerinin geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. 

Kongrede silahlı çatışmalarda uygulanacak çatışma analizinin yapılması ve çözüm önerilerinin belirlenmesi ile ilgili bildiriler sunulmuştur. NATO ve AB’nin diyalog ve işbirliği süreçleri incelenmiştir. 

Ülkelerin güvenlik politikaları kapsamında; ABD’nin güvenlik politikasındaki son gelişmelerin incelenmesi ve değerlendirilmesi, Rusya Federasyonu’nun güvenlik politikasının incelenmesi ve değerlendirilmesi, Çin’in güvenlik politikasının incelenmesi ve değerlendirilmesi, İran’ın güvenlik politikasının incelenmesi ve 
değerlendirilmesi yapılmıştır. 

Bölgelerdeki BM Barış Güçlerinin konumu ve görevleri uluslararası hukuk çerçevesinde incelenmiş ve değerlendirilmiştir. 

Küresel ve bölgesel güvenliği etkileyen; nüfus artışı, iklim değişikliği, hızlı şehirleşme ve sanayileşmenin yol açtığı sorunlar ve çözüm önerileri üzerinde durulmuştur. 

Petrol ve doğalgaz kaynaklarının dünya enerji arzı yönünden incelenmesi ve değerlendirilmesi, enerji nakil hatlarının ve bu hatların güvenliğinin dünya enerji arzı açısından incelenmesi özel oturumlarda sağlanmıştır. 

Kongremizde; etnik yapılar ve bunun bölgesel güvenliği etkileri ile dil çeşitliliği ve bunun bölgesel ve küresel güvenliğe etkileri üzerinde özellikle durulmuştur. 

Bölgesel ve küresel güvenliği etkileyen önemli konular kapsamında; Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve Teşkilatın Güvenlik Politikaları ve Yeni Açılımları incelenmiştir. İç ve dış göçlerin, nüfus hareketlerinin politik ve ekonomik analizinin yapılması, kültür ve tabiat varlıklarının korunması ve güvenliğe etkileri, uluslararası hukuk ve küresel güvenlik konuları, silahların kontrolünün uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi yapılmıştır. 

Küresel terörizm ve insan hakları, Afrika’nın barış ve güvenliğinin geliştirilmesi, silahlı çatışma hukuku konuları, küresel güvenliği etkileyen sağlık sorunları ile çözüm önerileri Kongre’de incelenmiştir. Kitle iletişim araçlarının güvenliği ile iletişim araçlarının güvenlik politikalarına etkileri ayrıntılı değerlendirilmiştir. 

Kongrenin planlanmasında ve uygulanmasında yardım ve desteğinden dolayı Genel Sekreterim Öğretim Görevlisi Dr. Ayşegül Gökalp Kutlu’ya, Başkan Yardımcılarım Doç. Dr. Aigerim Shilibekova ve Doç. Dr. Atilla Sandıklı’ya çok teşekkür ederim. Eserin bilim alanına katkı sağlamasını yürekten dilerim. 

Engin Saygılarımla. 

Prof. Dr. Hasret ÇOMAK 
Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı 
İİBF Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı 
Ve Uluslararası Güvenlik Kongresi Başkanı 

*****************

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI 

Ayşegül Gökalp Kutlu
* Öğretim Görevlisi, Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü


Özet

İnsan hakları, klasik tanımıyla bireylerin yalnızca insan olmalarından dolayı sahip
oldukları haklar olarak tanımlandığında ve uluslararası hukuk tarafından korunduğunda, bu hakların ve onlara bağlı koruma mekanizmalarının ırk, din, milliyet, cinsiyet, ekonomik, toplumsal veya siyasi konum gözetmeksizin bütün insanları kapsaması gerekir. Bu durumda, insan hakları kavramı kadınların insan haklarını da doğal olarak içermektedir. Ancak, bakış açımızı netleştirmek adına bir soru daha sormak yerinde olacaktır: Uluslararası insan hakları belgelerinde ve mahkemelerin bu belgeleri yorumladıkları kararlarında kadınların sadece
kadın oldukları için karşılaştıkları insan hakları ihlalleri ne kadar yer bulabilmektedir?
Uluslararası insan hakları hukukuna yöneltilen bu en temel feminist eleştiri, insan haklarının evrenselliği ile uygulamadaki ayrımcılığı sorgulamaktadır.

GİRİŞ

Her yıl dünyada önemli sayıda insan - sadece kadın oldukları için - rutin olarak
işkence görmekte, açlığa, korkuya ve aşağılanmaya mahkum edilmekte, cinsel sömürüye maruz kalmakta, sakatlanmakta ve hatta öldürülmektedir. 1995 yılında toplanan Dördüncü Dünya Kadınlar Konferansı’nda kabul edilen Pekin Deklarasyonu ile, Konferans’a katılan hükümetler “ Bütün insanlığın yararı için her yerdeki bütün kadınlar adına eşitlik, kalkınma ve barış hedeflerini ileri götürmeye kararlı” olduklarını taahhüt etmiş olsalar da, kadınların durumunu izlemek için yayınlanan The World’s Women raporlarının sonuncusu tüm dünyada kadınların erkeklere göre daha az eğitim alabildiğini, sağlık hizmetleri ne önemli ölçüde daha az ulaşılabildiklerini, kız bebeklere yaşam hakkı verilmediğini ve kadınların ucuz iş gücü olarak görüldüğünü ortaya koymakta dır.1 Bu rapordan 20 yıl önce ise Amartya Sen, 100 milyondan fazla kadının kayıp olduğunu belirtmiştir.2 Özellikle Asya’da artan bu rakam, Sen’e göre beslenme ve temel sağlık hizmetlerine eksikliği sebebiyle kadın ölümlerinin
yüksek olmasının bir sonucudur. Üstelik, Sen’e göre, bu eşitsizlik Doğu ve Batı kültürlerinin arasındaki farklarla veya ekonomik gelişme aşamaları ile açıklanamaz. Sen, bunun yerine, kadınların hayatta kalma beklentilerini etkileyen faktörlerin eğitim, istihdam, mülk sahipliği, bağımsızlık, özel ve kamusal alandaki güç ilişkileri ve cinsiyet eşitsizliğini devam ettiren kültürel ve dini inanışlar gibi daha karmaşık sosyo-kültürel eşitsizlikler bağlamında
incelenmesi gerektiğini belirtmiştir.

Kadınlarla ilgili yukarıda bahsi geçen veriler herhangi başka bir grup – örneğin ırksal veya etnik bir grup – hakkında elde edilseydi, kuşkusuz o grubun insan haklarının açıkça ihlal edildiği sonucunda varılırdı. Ancak, kadınların insan hakları ihlallerinin ölümlere ve istismara yol açtığı bilinmesine rağmen, uluslararası hukuk kadınların cinsiyet temelinde karşılaştıkları ayrımcılığı insan hakları ihlali olarak sınıflandırmakta oldukça gönülsüz davranmaktadır. Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na yönelik feminist eleştiriler, kadınların insan hakları ihlallerinin ciddi bir sorun olarak uluslararası hukuk tarafından ele alınmamasını, ataerkil
toplumsal yapıların ve uluslararası ilişkilerin erkek egemen yapısının bir sonucu olduğunu belirtmektedirler. Ancak, kadınların yaşamlarını etkileyen temel konuların Uluslararası İnsan Hakları Hukuku tarafından ele alınmaması, kadınlar açısından hayati sonuçlar doğurmakta  olduğu için sorunlu bir yaklaşımdır.3 

Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na feminist bakış, insan hakları kuramının söylemi ve uygulanması arasında kadınlar açısından bir eksiklik olduğunu ve bu nedenle kadınların insan haklarına vurgu yapılmasının hukuksal ve politik alanlarda gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Bu durumda, insan haklarının cinsiyetsiz bir şekilde uygulanmasına yol açabilecek cinsiyetsiz bir söylem ve anlayış geliştirme gereği ortaya çıkmaktadır. İnsan hakları hukukunun feminist eleştirisi, insan haklarının evrensel olduğu ifadesi ile bu hakların korunmasındaki cinsiyet temelli ayrımcılığın nedenlerini anlamak ve açıklamak amacındadır.
Feminist bakış açısı, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunun neden ve nasıl cinsiyetler arası ayrımı engelleyici bir şekilde anlaşılması ve ayrımcı olmayan bir şekilde uygulanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Feminist eleştiri cinsiyete dayalı iktidar ilişkilerini, ayrımın mekanizmalarını ve içerimlerini anlamak için kavramsal bir araç sunmaktadır. İnsan haklarının feminist bir bakış açısıyla incelenmesi, kadınların farklı deneyimlerini aydınlığa kavuşturabilir ve genel insan hakları normlarının nasıl anlaşılması ve kadınların deneyimlerine nasıl uygulanması gerektiğini gösterebilir. Feminizm, insan hakları kuramı için
çağdaş bir meydan okuma sunmakta ve bu kuramın cinsiyet hatları boyunca daha kapsayıcı hale gelmesini talep etmektedir. İnsan hakları düşüncesine yönelik feminist meydan okuma, insan haklarının genel olarak kadınların deneyimleri ışığında yeniden inşa edilmesi gerektiğini savunur.

Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na Yönelik Feminist Eleştiriler

Kadınların haklarını insanlığın yarısının hakları olarak insan hakları genel çerçevesi içinde savunmayı, geliştirmeyi ve kadınlara bu konuda ihtiyaç duydukları kaynak ve olanakları sağlamayı amaçlayan kadınların insan hakları hareketi, belirli sorunlar ve sorular merkezinde gelişmiştir. Hareket öncelikle kadınların sorunlarının insan hakları ve gelişme ile ilgili küresel gündemlerden ayrı değil, bu gündemlerin ihmal edilen bir yönü olduğu savına dayanmaktadır. Bu bağlamda, hareket, kadınların çeşitli alanlarda erkeklerle eşit statüye sahip
olmalarını (kadınların eşitliği) temel bir insan hakkı olarak savunmaktadır. İnsanlığın yarısını oluşturan kadınların eşitliği çoğu zaman bir özel çıkar meselesi olarak değerlendirilirken, görece çok daha az sayıda insanı etkileyen sorunlar genel meseleler olarak değerlendirilmektedir.4 Bu nedenle, kadınların haklarının insan hakları çerçevesinden ayrı değerlendirilmesi kadınların küresel ölçekte ikinci sınıf insan muamelesi görmelerini devam ettirmektedir.

İnsan hakları ile kadınların hakları arasında somut ve doğrudan bir bağlantı
kurulmasına ihtiyaç duyulması her ne kadar ironik olsa da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin günümüzde en acil çözüm bekleyen insan hakları sorunu olması kendiliğinden apaçık bir olgunun (kadınların insan olmaları hasebiyle insan hakları olması) kökleşmiş ve devam ettirilmiş fikirlerin ve pratiklerin çemberinde kolayca gözden kaçırılabileceğini göstermektedir.5 Bu bağlamda, kadınların insan hakları hareketi özellikle toplumsal cinsiyet ayrımı kaynaklı insan hakları istismarları üzerinde yoğunlaşmıştır. Kadınların kadın oldukları için maruz kaldıkları bu istismarlar hareketin başa çıkması gereken en belirgin ve büyük
mesele olmuştur.6 Kadınların insan hakları ihlallerinin de büyük çoğunluğu toplumsal cinsiyet ayrımı temellidir. Birçok halde kadınların insan haklarını hiçe sayan ayrımcılık biçimleri ve istismarlar mağdur kişi kadın olduğu için gerçekleşmektedir.7

Haklara Feminist Yaklaşım 

Uluslararası insan hakları standartlarının feminist eleştirisi genel olarak uluslararası insan hakları hareketinin erkeklerin haklarına odaklandığı, hareketin bu hakların özü ve konuları ile ilgili anlayışının, bu haklara sahip olan kişilerin erkek olduğu varsayımına dayandığı pozisyonundan hareket etmektedir. İnsan hakları kuramları genel olarak kamusal alan konusunu (bu nedenle de feminist argümana göre, erkekler arasındaki ilişkileri) ele almaktadır. Bu odaklanmayı açıklamak ya da mazur göstermek için çeşitli polemik argümanları ileri sürülmüştür: Bu argümanlar cinsiyet ayrımcılığının önemsiz ya da ikincil bir
konu olduğu; kadınların suistimalinin kültürel, özel ya da kişisel bir mesele olup devlet müdahalesini gerektiren siyasi bir mesele olmadığı; ve kadınların suistimali tanındığında bile bunun kaçınılmaz ve çok yaygın olduğu ve bu nedenle de göz önünde bulundurulmasının sonuçsuz olacağı veya diğer insan hakları meselelerini gölgede bırakacağı şeklindedir.

Feminist eleştiriye göre, insan hakları kavramsallaştırılırken, örfi hukuktan, geleneksel uygulamalardan, veya diğer tahakküm biçimlerinden kaynaklanan kadınlara yönelik ayrımcılık, özellikle tanımlanamamakta ve genellikle de ihmal edilmektedir. Ayrıca, kadınların hukuktaki durumunun incelenmesi, kadınları insan haklarından ziyade aile hakları ve oy kullanma hakkı gibi “kadın hakları” olarak kabul edilen belirli alanlar ile sınırlandırmaktadır.

   Örneğin Felice Gaer, BM insan hakları mekanizmalarının, kadın meselelerinin insan hakları topluluğunda neden yer etmediğini açıklarken BM’nin yapısına dikkat çekmiştir.8 

   İlk olarak Gaer, BM kurumlarındaki delegelerden bir çoğunun hukukçu olduğuna ve kanuni ve geleneksel formel prosedürlere odaklanma yönünde baskın bir eğilim bulunduğuna işaret etmektedir. 

   İkinci olarak, Gaer bütün insan hakları kurumlarının, sosyoekonomik haklardan çok sivil ve siyasi haklara odaklanma eğiliminde olduğunu belirtmektedir. Sosyoekonomik haklar ele alındığında bile, bu genelde kalkınma meseleleri merceğinden ele alınmaktadır.

   Üçüncü olarak Gaer, insan hakları örgütleri arasında toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda bir bilinç eksikliği olduğunu ileri sürmektedir. 

   Son olarak da, cinsiyet ayrımcılığının özel bir konu olduğu ve devletlerin sorumlulukları dışında yer aldığı konusunda yaygın bir anlayış olduğunu ifade etmektedir.

Kadınların insan haklarının korunmasındaki temel bir eksiklik, bunları incelemekle görevli birbirinden ayrı BM kurumlarının olmasıdır. Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığı Önleme Komisyonu (CEDAW), diğer BM toplumsal kalkına kurumları ile birlikte Viyana’da toplanmaktadır. Oysa BM “insan hakları” kurumları ve insan hakları sekretaryası Cenevre’de bulunmakta dır. Bunun neticesinde bu kurumlar arasındaki iletişim de az olmaktadır.

Kadın haklarının kadınların insan hakları olarak algılanmaması, kadın haklarının
“erkek” (insan) haklarından farklı ya da daha aşağı olduğu düşüncesini devam ettirmektir. Bir başka deyişle, “kadın haklarının” erkek haklarından ayrılması, kadın haklarının ihlalinin hukukun ya da geleneğin ihlali olmadığı gelenekleri yansıtmakta ve pekiştirmektedir. İnsan hakları kuramının feminist eleştirisinin büyük bir bölümünün altında yatan argüman, insan hakları ihlalini tanımlamak ve ölçmek için geliştirilen ölçütün erkek normu üzerine kurulu olduğudur. 
Bu durumda, yeni bir insan hakları kuramının geliştirilmesi gerekmektedir. İnsan
hakların standartlarının seçici bir şekilde kamusal veya politik alan ile sınırlandırılması ve “kadın hakları” ve “insan hakları” arasındaki ayrım ile tanımlanan, kadınlar ve erkekler için çifte standart uygulanması, kadınların insan hakkı ihlallerini önleyememektedir.

Özetle, feminist hukuk kuramı, uluslararası insan haklarını ataerkil, formel ve
hiyerarşik bir şey olarak görmektedir. Yani genel olarak hukuk, özelde de haklar, nesnellik, mesafe ve soyutlama ile karakterize bir “erkek” bakış açısını yansıtmaktadır. Feminist kuram cinsiyetleri toplumsal olarak, nesnellik – öznellik, akıl – duygu, kültür – doğa, benlik – öteki gibi bir dizi karşıtlıklar ile bağlantılı bir şekilde inşa edilmiş kategoriler olarak nitelendirmektedir. Her ne kadar bu kategoriler stereotipik olarak kabul edilseler de, erkeksilik toplumsal olarak yukarıda yer alan ikili grupların ilk bileşeni ile, kadınsılık ise ikincisi ile ilişkilendirilmektedir. Bu nedenle, liberal anlayış cinsiyetçi bir hukuk sistemi  oluşturmaktadır. Böylece, “soyut haklar dünyanın erkekçe deneyimlenmesine (dünyayı erkeklerin deneyimlemesine) izin vermektedir”.9


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

12 Mayıs 2020 Salı

AZERBAYCAN’IN DENGE SİYASETİ

AZERBAYCAN ’IN DENGE SİYASETİ 




Sinem Karadağ 



Referans için: 
Karadağ, Sinem. “Azerbaycan’ın Denge Siyaseti”, 
İNSAMER, 

17.06.2019. 
Analiz 

Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla 1990’lı yıllarda Avrasya coğrafyasında 
güç boşluğu ortaya çıkmış ve bölgenin kaynaklarından faydalanmak isteyen Batı, söz konusu güç boşluğunu doldurmak için bağımsızlığını kazanan bu yeni devletlere yönelik politikalar geliştirmeye başlamıştır. 

Azerbaycan’ın onu eşsiz kılan coğrafi konumu ve Güney Kafkasya’nın doğal kaynaklar bakımından en zengin ülkesi oluşu da bu dönemde ABD’nin ve Batı’nın dikkatini Azerbaycan’a yönlendirmesinde belirleyici faktör olmuştur. 

Nitekim ülkenin sahip olduğu bu özellikleri, 1991 yılına kadar bu bölgeyi doğrudan yöneten Rusya ile bölgenin kaynaklarından faydalanmak isteyen Batı dünyasını karşı karşıya getirmiştir. Azerbaycan ise stratejik çıkarları olduğu Rusya ve Batı ile ilişkilerinde büyük bir denge arayışına girişmiştir. 

Dönemin SSCB lideri M. Gorbaçov tarafından başlatılan Glastnost (açıklık) ve Perestroika (yeniden yapılanma) politikaları, reform olmaktan çıkıp SSCB’nin dağılma sürecine dönüşünce, birçok bölge ülkesiyle birlikte Azerbaycan da Ekim 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Bölge ülkeleriyle ilişkilerini eskisi gibi 
sürdüremeyeceğini anlayan Rusya Federasyonu, Avrasya coğrafyasındaki güç boşluğunu ABD ve Batı’nın doldurmasından endişe ettiğinden Azerbaycan dâhil, bağımsızlığını kazanan Orta Asya ve Kafkasya ülkelerine yönelik “Yakın Çevre” (nearabroad) doktrinini geliştirmiştir. 1993 yılında ortaya konan bu anlayışa göre, eski Sovyet coğrafyası, ekonomi ve güvenlik açılarından yaşamsal çıkar alanı ilan edilerek yeni dönemde bu coğrafyanın yeni ülkeleriyle özellikli ilişkiler geliştirilmesi hedeflenmiştir.1 

Bağımsız Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı Ayaz Mutellibov döneminde Azerbaycan-Rusya ilişkileri önemli ölçüde Rusya lehine unsurlar barındırmaya devam ederken Ebulfeyz Elçibey döneminde iki ülke ilişkileri giderek zayıflamış 
ve Bakü yönetimi, Batı ile ilişkilere ağırlık veren yeni bir denge arayışına girişmiştir. 1993 - 2003 yılları arasında iktidarda olan Haydar Aliyev de benzer bir denge arayışı yürütmüş, bu çerçevede bir yandan Rusya ile ilişkileri sağlam 
tutmaya çalışırken bir yandan da Batı dünyası ile ilişkilerin geliştirilmesine önem vermiştir. 


2003 yılında iktidara gelen İlham Aliyev döneminde daha aktif bir dış politika benimseyen Azerbaycan, Rusya-ABD ilişkilerinde denge siyasetini dış politikasının merkezine koymuştur. Bu dönemde Rusya, Azerbaycan ile  süregelen diplomatik ilişkilerini geliştirirken ABD, Kafkasya bölgesinde etkinliğini 
artırmak için “demokrasini inşası” ve “serbest piyasa ekonomisine geçiş” konusunda destek olma söylemiyle Azerbaycan’la ilişkilerin geliştirilmesine önem vermiştir. 

Aynı dönemde Rusya’da iktidar değişmiş ve Azerbaycan’ın Batı’ya kaymasından 
endişelenen yeni başkan Vlademir Putin, Bakü yönetimi ile yakınlaşma siyasetine yönelmiştir. 
Bu dönemde Azerbaycan’ı Rusya için cazip kılan jeopolitik nedenler arasında şu başlıklar öne çıkmaktadır: 

1) Azerbaycan’ı etki alanında tutarak Yakın Doğu’ya ve Ortadoğu’ya Rusya’nın etkisini yayma imkânı elde etme, 

2) Azerbaycan’ı kendisine yakın tutarak stratejik hava kuvvetleri için ileri üs olarak yararlanma imkânı bulma, 

3) Azerbaycan’ın zengin doğal kaynakları konusunda yapılacak iş birliği sayesinde Rusya’nın küresel gücünü artırma, 

4) Azerbaycan’da etki alanını genişleterek Türkiye’nin ve ABD’nin Orta Asya, Kuzey Kafkasya ve Volga Nehri Havzası’na yayılmasını 
engelleme.2 

   Bunlara karşın Azerbaycan’ı ABD için önemli kılan etkenlerin bir bölümü de tıpkı Rusya’nın gerekçelerine benzemektedir: 

1) Bölge coğrafyasında Rusya’ya karşı stratejik bir konum elde etme konusunda Azerbaycan’la iş birliği yapma, 

2) Azerbaycan’da yoğunlaşmış enerji kaynakları konusunda avantaj elde etme, 

3) Avrasya’daki güç mücadelesinde Rusya’ya karşı Azerbaycan’ı yanına alma ve Orta Asya’ya açılımda sıçrama tahtası olarak kullanma, 

4) İran’a karşı kuzeyden kuşatma siyaseti. 3 ABD ve Rusya’nın bu gerekçelerinin yanı sıra Azerbaycan açısından da hem tarihî bağları olduğu Rusya ile hem de ABD ve Batı ile olan ilişkilerini dengede tutma isteğinin belli sebepleri vardır. 

Bunlar arasında en öncelikli sebeplerden biri Ermenistan ile bir türlü çözülemeyen Dağlık Karabağ sorunudur. Bu sorun, Azerbaycan’ın gerek Rusya gerekse ABD-Batı kurumlarıyla ve ayrıca Türkiye ve İran ile ilişkilerini geliştirmesini zorunlu kılmaktadır. Rusya’nın Dağlık Karabağ sorununda Ermenistan yanlısı tutumuna karşın Azerbaycan, ABD ve Batı ile ilişkilerini geliştirerek sorunun çözümü için destek aramaktadır. Ancak ABD’de ciddi 
bir Ermeni lobisi olduğu hesaba katıldığında, Dağlık Karabağ sorununda ABD’nin barış için etkin olamayacağı kesindir. 


Azerbaycan açısından en güncel konulardan bir diğeri de kuşkusuz, sahip olduğu enerji kaynaklarının uluslararası pazarlarda satışı ve bu pazarlara ulaştırılması konusudur. Enerji hatlarının güvenliğini içeren bu husus, Rusya ve ABD arasındaki denge siyasetinin en hassas unsurudur. 1990’lı yılların çalkantılı siyasi koşullarında, Azeri petrolünün uluslararası pazarlara ulaştırılması konusunda onlarca proje tartışılmış ve bu mesele çeşitli spekülasyonlara 
konu olmuştur. Bakü yönetimi bu konuda Rusya ve ABD arasındaki dengeyi korumak adına bir yandan Rusya’dan geçen Bakü-Novorossiysk boru hattı ile petrol ihracatını sürdürürken bir yandan da ABD’nin desteklediği Türkiye’den 
geçen Bakü-Ceyhan hattını inşa etmiştir. 

Böylece, bölgesel gerilim faktörü durumundaki enerji kaynakları, Bakü yönetimi nin denge siyaseti sayesinde önemli bir iş birliği alanına dönüşmüştür. 

Azerbaycan’ın denge arayışında en kritik müttefiklerinden biri olarak Türkiye ön plana çıkmaktadır. 1991-1993 döneminde Türkiye, yeni bağımsız olan Türk devletlerini tanıyan ilk ülke olarak bölgede model ve lider olma çabaları  sergilemiş ve bölgedeki Rus etkisini kırmaya yönelik aktif bir politika izlemiştir.4 Buna karşın Azerbaycan açısından Türkiye ile kurulan ilişkilerin önemi, Türkiye’nin sadece ortak tarihi paylaştığı bir ülke olması ötesinde, ABD ve Batı 
ile ilişkilerin kuvvetlendirilmesinde Türkiye’nin üstlendiği aracı rolden kaynaklanmaktadır. 

Azerbaycan’ın sahip olduğu enerji kaynaklarının boru hattı projeleri ile Türkiye üzerinden Batı’ya ulaştırılması her ne kadar Rusya’yı rahatsız etse de bu projeler Azerbaycan’ın Batı dünyası ile ilişkilerinin gelişmesine katkı sağlamıştır. Nitekim hem Dağlık Karabağ politikasında önemli bir destekçisi olan Türkiye’nin bu sorunun çözümünde etkin rol üstlenmesi hem de iki ülke arasında gelişen ekonomik faaliyetler ve enerji anlaşmaları, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini her 
iki taraf için de zaruri kılmaktadır. 

Dolayısıyla Türkiye’nin hem çözülemeyen Ermenistan-Azerbaycan sorununda üstlendiği rol hem de Doğu-Batı enerji koridorundaki stratejik konumu nedeniyle Azerbaycan’ın Rusya ve ABD arasında izlediği denge siyasetinde kritik etkisi devam etmektedir. 

Azerbaycan, sahip olduğu jeopolitik konumu ve zengin enerji kaynakları sebebiyle Avrasya coğrafyasındaki etkinliğini arttırmak isteyen Rusya, ABD, Türkiye ve İran gibi ülkeler için stratejik öneme sahip bir ülkedir. Dolaysıyla 
Azerbaycan’ın bu stratejik konumunu etkili bir şekilde kullanabilmesi ve Dağlık Karabağ sorunun çözülebilmesi için hem Rusya, ABD, 

Avrupa Birliği gibi güçlerin desteğini alması hem de Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlerle ilişkilerini yapıcı bir şekilde sürdürebilmesi gerekmektedir. Bu ise izlediği denge siyasetini etkin bir dış politika aracı olarak kullanmasına bağlıdır. 

Son Notlar 

1 Mehmet Seyfettin Erol, Amirbek Aidarbek, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Rusya’nın Dış Politikasında Yakın Çevre ve Orta Asya” Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi/Journal of Turkish World Studies, XIV/1 (Yaz 2014), s. 155-178; Giray Saynur Derman (Aktaran), “Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) Dönemi Rus Dış Politikası Paradigmaları”, Akademik Bakış, c. 10, S. 19,Kış 2016, s. 288. 

2 Nazim Cefarsoy, “Bağımsızlığın Onuncu Yılında Azerbaycan-Rusya İlişkileri (1991-2001)”, Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, İlkbahar 2001, c. 7, S. 1, s. 287-288. 

3 Angeliki Spatharou, “Geopolitics of Caspian Oil: The Role of The Integration of The Caspian Region into World Economy in Maintaining Stability in The Caucasu”, Bülent Gökay (Ed.), The Politics Of Caspian Oil, New York: Palgrave, 2001, s. 21. 

4 Mustafa Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Baskın Oran (Ed.), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar (Cilt 2 1980-2001), İstanbul: İletişim Yayınları, 12. Baskı 2010, s. 371. 

Kaynakça 

Aydın, Mustafa. “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”,Baskın Oran (Ed.), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar (Cilt 2 1980-2001). İstanbul: İletişim Yayınları, 12. Baskı, 2010. 

Cefarsoy, Nazim. “Bağımsızlığın Onuncu Yılında Azerbaycan-Rusya İlişkileri (1991-2001)”, Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, c. 7, S. 1, İlkbahar 2001. 

Derman, Giray Saynur (Aktaran). “Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) Dönemi Rus Dış Politikası Paradigmaları”, Akademik Bakış. c. 10, S. 19, Kış 2016. 

Erol, Mehmet Seyfettin, Amirbek Aidarbek. “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Rusya’nın Dış Politikasında Yakın Çevre ve Orta Asya”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi/Journal of Turkish World Studies. XIV/1 (Yaz 2014), s. 155-178. 

Guliyev, Samir. ‘’Bağımsızlıktan Sonra Azerbaycan – ABD İlişkileri’’, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2004. 

Mammadov, Novruz. “About the main directions in the foreign polict of Azerbaijan”, Gunduz Sahabanov (Ed.), 

Azerbaijan Focus Journal of International Affairs. SAM Strateji Araştırmaları Merkezi, 2010. 

Sander, Oral. Siyasi Tarih 1919-1994, İstanbul: İmge Kitapevi, 18. Baskı. 

Spatharou, Angeliki. “Geopolitics of Caspian Oil: The Role of The Integration of The Caspian Region into World Economy in Maintaining Stability in The Caucasus”, Bülent Gökay (Ed.), The Politics Of Caspian Oil. New York: Palgrave, 2001. 

Yapıcı, Merve İrem, “1990’lar Boyunca Türkiye-Rusya İlişkileri: İstikrarsızlık İçinde İstikrar”, Uluslararası Hukuk ve Politika. c. 10, S. 40, 2014. 

Yılmaz, Zafer. “U.S. Foreign Policy towards Azerbaijan: From ‘Alliance’ to ‘Strategic Partnership’”, Alternatives Turkish Journal of International Relations. Vol. 11, No. 4, Winter 2012. 

“Amerika Azerbaycan İlişkileri”, 
https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-2010-03-02voa33-88922437/881602.html    (22.05.2019). 


***

Türk Dış Politikasının Kavramsal ve Kuramsal Temellerini Yeniden Tartışmak

Türk Dış Politikasının Kavramsal ve Kuramsal Temellerini Yeniden Tartışmak 


Prof. Dr. Tayyar ARI,
14 EKİM 2019 PAZARTESİ 



    Bu çalışmada Türkiye’nin dış politikasının hangi kavramsal temellere dayandığı ve hangi teorik çerçeveye oturduğu tartışılacaktır. 

Bu konuda akademik alanda yapılan tartışmaların  iki farklı  eksende  yoğunlaştığı  dikkati  çekmektedir. Çalışmaların  bir kısmı Türk dış politikasını 
daha ziyade soft power kavramı üzerinden analiz ederek Türk  dış  politikasını  liberal  bir  çerçeveye  oturturken,  diğer  birçok  çalışmada  dış politika  güvenlik  teorileri  bağlamında  analiz  edilmekte  ve  realist  bir  söylemle ilişkilendirilmektedir.  Bu alandaki çalışmalarda soft power-hard power tartışmaları, güvenlikçi dış politika, çok  yönlülük  veya  Batıdan  uzaklaşma,  yalnızlaşma,  realist  ve  liberal  söylemler arasında denge arayışı silahlanma ve yayılma, bölgesel aktörlük ve küresel rol arayışı gibi söylem ve eylemler sıkça gündeme gelen tartışmalar olmuştur. 

Bu bağlamda 2000 sonrası döneme bakıldığında 2003-2010 arası döneme hâkim olan soft power, insani diplomasi ve sıfır sorun ve Türkiye merkezlilik söyleminin çevresinde oluşturulan dış politika neoliberal ve neoidealist bir temele oturtulmuştur. Ancak 2011 sonrasında dış politika  Arap  Baharı,  NATO  çerçevesinde  füze  savunma  sistemine  dâhil olma  ve Euro- Atlantik merkezliliğin egemen olduğu bir söyleme dönüşmüştür.   Ancak  Washington-Brüksel  hattına  dayalı  ittifak  siyaseti  aslında  Türkiye’nin  dış politikada  geleneksel  dış  politikasına  radikal  bir  dönüş  anlamına  gelmekteydi  ve kısaca yeni gelenekselcilik olarak kavramsallaştırabileceğim (iz) ve ne iç politikada ne de dış politikada hiçbir sorununun çözümüne izin  vermeyen  bir  özelliğe  sahipti.  

    Bu  dönemde  iç politikada  gezi olayları,  17/25  Aralık yargı  darbesi girişimi, 2014 Kobani  olayları  ve  2015  hendek  operasyonları  gibi  gelişmeler  yaşanırken,  dış politikada  Suriye  krizi  üzerinden  yalnızlaşması  ve  yalnızlaştırılması  söz  konusu olmaktaydı. 2016 sonrasında özellikle Davutoğlu’nun Başbakanlıktan ayrılması ve 15 Temmuz darbe  girişimi sonrasında Türkiye’nin kendisini çevreleyen tehditlerle baş etmek için ciddi bir güvenlik açığının söz konusu olduğu fark edilmiştir. 

Bu bağlamda uzun yıllar sadece soft power merkezli bir politikanın başarı şansının oldukça sınırlı olduğu gözlemlenmiştir. 

Hard power (sert  güç)  unsurlarına gereksinimi olduğunun anlaşılmasıyla  insani  diplomasinin  ve  soft  powerın  (yumuşak  gücün)  hard  power unsurlarıyla birlikte uygulanmaya koyulduğu görülmüştür. Bu aslında aynı dönemde uluslararası  ilişkiler  literatüründe  söz  konusu  olan  smart  power  (akıllı  güç) tartışmalarına da karşılık gelmekteydi.   Türkiye, bu yeni dönemde Euro-Atlantik merkezli dış politika yerine çok yönlü/ çok taraflı bir dış politikaya yönelmiştir. Bu bağlamda 2016 Aralığında Astana süreci ile başlayan çok taraflılık  ve güç dengesi siyaseti Soçi süreci olarak da adlandırılan ve ilki 22 Kasım 2017’de Soçi’de ve beşincisi  16  Eylül’de  Ankara’da gerçekleştirilen üçlü zirvelerle devam etmiştir. 

   Bu dönemde bir taraftan çok taraflı diplomasiye ağırlık verilirken  diğer taraftan  insani  diplomasi bağlamında  Türkiye,  ABD’yi  de geride bırakarak dünyada  en  fazla  insani yardım  yapan  ülke konumuna  yükselmiştir.  

Bu arada  3,6  milyonu  Suriyeli  olmak üzere  yaklaşık  5 milyon mülteciye  ev  sahipliği yaparak  sadece  güvenlikçi,  realist,  yabancı  ve  göçmen  düşmanı  bir  politika izlemekten  sakınmıştır.  

Dolayısıyla  yalnız  güvenlik  politikalarını  önceleyen  ve dolayısıyla  kurumsal  mekanizmaları  ve  diplomasiyi  önemsizleştiren  bir  realist anlayışın  dış  politikaya  hâkim  olması  söz  konusu  olmamıştır.  Bu  genel  çerçeve bağlamında  özellikle  2016  sonrası  dönemde  Türkiye, realist  ve  liberal unsurların birlikte uygulandığı ve bu bağlamada idealist realizm diye kavramlaştırabileceğimiz bir dış politika çizgisini benimsemiştir.  2003 -2010 arası Dış Politikada Neoliberal/İdealist  Dönem 11 Eylül 2001 ve 2003 Körfez krizi ile beraber ABD’nin öncülük ettiği ve dünyaya egemen olan güvenlikçi dış politika 2005 sonrasında hızını kaybetmiş ve daha liberal bir söyleme evrilmeye başlamıştır. 

Bu yıllarda uluslararası ilişkilerde sıkça gündeme gelen  tartışma  soft  power  tartışması  olmuştur.  Türkiye  ise  2003’den  itibaren güvenlikçi  dış  politika  yerine  soft  power  merkezli  bir  dış  politika  bağlamında etrafımızı düşmanlar la çevrili paradigması yerine komşularla sıfır sorun politikasına odaklanan ve bu bağlamda çok yönlü bir dış politikayı benimsemiştir. Bu dış politika bütün aktörlere eşit yakınlıkta olan ve kendini merkeze alan bir dış politika olmuş ve özellikle  de  Irak’ın  işgaline  dâhil  olmayarak  ve  2005  Hariri  suikastı  üzerinden Suriye’ye baskı uygulandığı bir dönemde bu ülkenin yanında durarak Orta Doğu’da ve dünyada  saygınlıkla  karşılanan bir  politika  yürütmüştür. 

Ancak  2006’da  Hamas liderinin  Türkiye’ye  gelmesi  ve  Türkiye’nin  yoğun  olarak  içerde  ve  dışarıda eleştirilmesine  yol  açmıştır.    

Bu  dönemde  Orta  Asya  ve  Kafkaslara  yeterince odaklanmaması  ve  Orta  Doğu  ve  İslam  dünyasını  sadece  İran-Suriye-Hamas üçgeninden  ibaret  görmesi ciddi  eleştiri konusu  olmuştur.  2009  Davos  zirvesi  ile beraber  Türkiye’nin dış  politikası  Arap  ve İslam dünyasında  en popüler  noktasına ulaşırken Batı dünyasında eleştirilmeye devam etmiştir. Ancak bu eleştiri Türkiye’nin onurlu ve bağımsız  bir dış politika izlediği ve potansiyeline uygun bir rol talebinde bulunduğu şeklinde değerlendirmeleri gölgelememiştir.   

Ancak 2010’da  İran  ile Batı arasında  nükleer  soruna çözüm  bulmak  için 17 Mayıs 2010’da  Türkiye  ve  Brezilya’nın  aracılık  ettiği  ve  1200  kg  düşük  yoğunluklu uranyuma  karşılık  nükleer  reaktörlerde  kullanılmak  için  gerekli  120  kg  yakıtın (uranyumun)  sağlanmasını  öngören  Tahran  deklerasyonu  ve  bunun  p5+1  ülkeleri tarafından kabul edilmemesi üzerine sorunun BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a geniş yaptırımları gündeme getiren 9 Haziran 2010’da oylanan 1929 sayılı karara olumsuz oy vermesi ile bir anda eksen kayması 
tartışması ve Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı şeklindeki eleştiriler yoğunlaşmış tır. 

Buraya kadar Türk dış politikasının Batı’da bazı eleştiriler söz konusu olsa da genel olarak hem uluslararası toplum tarafından hem de Orta Doğu ve İslam ülkeleri tarafından başarılı bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu arada 2009 Mayısında dışişleri bakanlığına  getirilen  Davutoğlu’nun dış politika perspektifi ilk sonucunu Tahran deklerasyonu ve BM’deki İran’a yaptırım kararının uygulanması ile vermişti. Her iki adımda aslında kendi içinde problemleri barındıran süreçlerdi. Bu durum hem Orta Doğu’da hem de Batı dünyasında ciddi endişelere yol açmıştı.  2011-2016 Dönemi ve Dış Politikada Yeni Gelenekselcilik 2010  Kasımındaki  NATO’nun  Lizbon  zirvesi  dış  politikada  bir  dönüm  noktası olmuştur. 

Davutoğlu son dönemdeki hatalarını telafi etmek hem de Batı’nın güvenini kazanmak  adına  yeni  bir  dış  politika  anlayışına  yönelmiştir.  

Bu  aynı  zamanda Davutoğlu’nun o güne kadar savunmuş olduğu değerlere ve dış politika perspektifine de tamamen aykırıydı. Bu yeni dönemin adı yeni gelenekselciliktir.    Dış  politikada bazı yeni liberal unsurlar söz konusu  olsa  da  esas  itibariyle  Batı  merkezlilik  olarak tanımlanan  Türkiye’nin  geleneksel  dış  politikasına  kararlı  bir  dönüş  anlamına gelmekteydi.  Türkiye’nin  NATO’nun  füze  savunma  sistemine  dâhil  olması  ve  Malatya’da (Kürecik’te) bir radar üssü kurulmasının kabul etmesi, çok taraflı diplomasiyi radikal biçimde  terk  ederek  Avrupa-Atlantik  merkezli  geleneksel  dış  politikaya  geri dönmesiydi.  Bu  adımdan  sonra  Türkiye’nin  Rusya  ve  İran’la  ilişkileri  hızla 
bozulmuştur. Aslında Türkiye Arap baharına bu dış politika değişikliğiyle girdiği için bölgedeki gelişmelere de ABD ve Batı’nın gözünden bakmış ve özellikle Suriye ve Libya’daki manipülasyonları görememiştir. Sonuçta Batı ile ittifak ilişkisine o kadar güvenmiştir ki Orta Doğu’da Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesine izin vereceklerine ve bölgenin Türkiye’nin arzusu yönünde değişeceği düşüncesine kapılmıştır. 

Bu dış politika perspektifi Suriye krizinin ilerleyen aşamalarında değişmemiş, sorunun Batı ve ABD ile işbirliği yapılarak çözülebileceğine olan inanç Davutoğlu’nun başbakan olarak kaldığı  sürece devam  etmiştir.  Bu dönemde  dış politika  her  ne kadar insani diplomasi  kavramı  ve  soft  power  merkezli  görünse  de  çok  yönlülük  ve  Türkiye merkezlilik  yerine  Avrupa-Atlantik  merkezli  geleneksel  dış  politikaya  geri dönülmüştür.  Yeni  diyebileceğimiz  kısmı  yumuşak  güce  odaklanması  ve  dış politikanın  insani  diplomasi  kavramı  etrafında  şekillenmesiydi.  Ancak  güvenlik problemlerini ve Türkiye’nin  hard power konusunda  yetersizliğini gidermek yerine sorunları  
Batı ittifakının  güvenlik yapılanması  çerçevesinde çözmeye  çalışmasıyla gelenekselcilik  daha  ağır basmaktaydı  ve Türkiye’nin hareket  alanını  
olabildiğince sınırlamıştı. Kaldı ki  sözde  yeni dış politika 80 yıldır Türkiye’nin içeride ve dışarda hiçbir sorunu çözmesine izin vermemişti. 

Aslında bu dış politika Batı’nın sadık bir müttefiki olma ve istenileni yapma anlayışına dayanırken  içeride istikrarsız bir ülke olmasına  yol  açmaktaydı.  Türkiye,  Suriye  sorununda  bütün  iç  ve  dış  aktörlerin tavrında sürekli yeni değişimler olurken, özellikle ABD ve Batı’nın Esad’ı düşürme amacının  olmadığı  daha  2012  ortasında  anlaşılmışken,  bu  değişimi  görmek istememiştir. 

Suriyeli muhaliflere ciddi bir Askeri destekte bulunmayan ve Eğit Donat politikası çerçevesinde sadece hafif silahların teminine izin veren ve muhaliflere ağır silahlar verilmesine kesinlikle karşı çıkan ABD’nin Esad’ın düşmesi yerine bu savaşın sürmesini istediği görülememiştir. 

İşte tam bu dönemde 2013 başında bazı El-Kaide unsurlarını  Irak’tan  Suriye’ye  geçtiği  haberleri  medyanın  gündemine  düşmüştür. 

Nitekim El  Kaide’nin  Irak kolu  olan Irak  İslam  devleti ile  Suriye  kolu olan Nusra cephesinin 2013 Şubatında tek çatı altında birleştikleri ancak bunun uzun sürmediği ve Nisan ayında iki örgütün bağımsız olarak yollarına devam edeceği El Kaide lideri Eyman El Zevahiri tarafından açıklanmıştır. Bu gelişme ile beraber tüm dünya Esad’ı bırakıp DEAŞ’la ilgilenmeye başlamıştır. Bu dönemde 2012 Haziranında bir Türk uçağı Lazkiye yakınlarında Suriye hava sahası dışında düşürülmüş olmasına rağmen Türkiye  buna  karşı  misilleme hakkını  kullanmamıştır. Türkiye  bu dönemde,  2012 Şubatında MİT krizini, 2013 Aralığında yargı darbe girişimini, 2014 Ocağında MİT tırlarına  operasyon  girişimini, 2014  Ekiminde Kobani  olaylarını, 2015 Eylülünden 2016 Haziranına kadar devam eden hendek operasyonlarını ve nihayet 2015 Ekimi ve 2016 Şubat-Mart aylarında Ankara’daki terör saldırılarını ve 2015 Kasımındaki Rus uçağının  düşürülmesini  yaşadı.  Türkiye  bu  dönemde  AB  ile  2015’te  geri  kabul anlaşmasını  ve  2016  Martında  da  göçmen  anlaşmasını  imzalamıştır.  Özellikle göçmen anlaşması ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya göç engellenirken, Türkiye hızla Suriyeli göçmen deposu haline gelmiştir. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin  sayısı 2014’ten  500,000  iken  2015’de yani  bir yıl  içinde  2,4  milyona çıkmıştı. Tüm bu gelişmeler Batı ile işbirliğinin içerde ve dışarıda 
yol açtığı sorunlardı veya sorunlara doğru yaklaşmanızı engellemekteydi. Türkiye bu karanlık dönemi 2014 Ağustosunda başbakanlığa getirilen  Davutoğlu’nun  darbeden birkaç  ay  önce 2016 Mayısında bu  görevden  alınması ve  Haziran  ayında  Rusya  ile temasa  geçilmesi  ile  tersine çevirecekti. Türkiye’deki bu değişiminin önü darbe girişimiyle kesilmek istenmiştir. 2016 sonrası: 

< İdealist Realizm ve Gücün Akıllı Kullanımı   2016  Aralığında  başlayan  Astana  süreci  ile  Türkiye,  Rusya  ve  İran’la  bölgesel sorunların  çözümü  konusunda  çok  yönlü  bölgesel  diplomasiyi  hayata  geçirmiştir. Ancak  Suriye’de  dengeler  oldukça  değişmişti.  2014  Ağustosuna  kadar  Suriye rejimine  dolaylı destek  veren  Rusya bu  tarihten  itibaren  elde ettiği  askeri  üslerle Suriye’de  Türkiye’nin  olası  askeri  hareketini  önleyebilecek  bir  konumda bulunuyordu. Bu  arada  Suriye’de İran’ın askeri varlığı daha görünür hale gelirken, Hizbullah da Esad yönetimi lehine Suriye’deki savaşa doğrudan dâhil olmuştu. Ayrıca Suriye’de Daeş’le  mücadele daha öncelikli görünmektey di. Dolayısıyla Suriye’deki durum 2014  öncesine göre  çok  daha  karmaşık bir  hale gelmiş,  Batı  ise kesinlikle soruna  Türkiye  ile aynı  perspektiften bakmıyor;  hatta  yoğun  şekilde  Türkiye’nin DAEŞ’e  yardım  ettiği  propagandasını  yaymaktaydı.  >

Türkiye’nin Batı  ve ABD  ile ilişkilerini  yeniden  gözden  geçirmesi  ve İran  ve  Rusya  ile yeni bir yol arayışına girmesi gerekmekteydi ve yapılan da buydu. 

Bir anlamda Türkiye yeniden çok yönlü ve  çok  taraflı  dış  politikaya  geri  dönerken  bu  yeni  politika  içerde  tüm  kesimler tarafından olumlu karşılanmaktaydı.

   Bu  dönemde iki  tane  fotoğrafa  birlikte odaklanmak  gerekir.  Silahlanmaya  ağırlık veren, Rusya’dan füze savunma sistemi satın alan, Doğu Akdeniz’de askeri varlığını daha  görünür hale  getiren, sondaj  faaliyetlerini  sürdürürken  Güney Kıbrıs’ın  bazı ülkelerle  beraber  yürüttüğü  enerji  politikasının  önünü  kesmeye  çalışan,  Katar  ve Somali’de  askeri  üsler  kuran  ayrıca  hem  yurt  içinde  hem de  sınırlarımız  dışında özellikle  Irak  ve  Suriye’de  terör  unsurlarına  karşı  askeri  operasyonlar  yürüten Türkiye’nin güvenlik merkezli realist bir politika izlediği söylenebilir ve bu anlamda Türkiye’nin soft powerdan ziyade hard powera öncelik verdiği ileri sürülebilir.  

Ancak Türkiye bir taraftan bunu yaparken diğer taraftan, 3,6 milyonu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 5 milyon mülteciye ev sahipliği yapmasıyla ve  sınırlarının dışında yaptığı 8 milyar dolarlık insani yardımlarla, kendisinden yirmi kat daha büyük bir ekonomiye  sahip  olan ve  6,5  milyar dolar insani  yardım yapan  ABD’yi de  geride bırakarak bu alanda dünyada en fazla insani yardım yapan ülke konumuna yükselmiş ve  insani  diplomasiden  vaz  geçmediğini  ve  soft  powera  ilişkin  duruşunda  bir değişiklik  olmadığını  göstermiştir.  Türkiye aynı  zamanda Filistin  politikasında  bir değişiklik  yapmamış  ve  2017  ve  2018’de  özellikle  ABD’nin  Kudüs’ü  İsrail’in başkenti  olarak  tanıması  ve  Gazze’de  
yürüttüğü  katliamlara  karşı  İslam  İşbirliği Teşkilatı  dönem  başkanı  olarak  iki  defa  olağanüstü  toplantı  düzenlemiş  ve  bu gelişmelere en sert tepki veren ülke olmuştur. Aynı şekilde 2017’de Myanmar’da ve 2019’da Keşmir’deki  gelişmelere  en net  tepkiyi veren ülke  yine  Türkiye olmuştur. Özellikle  Myanmar’da  2017  Ağustos  ve  Eylül  aylarında  katliama  uğrayan  ve Bangladeş’e sığınan Arakan Müslümanlarının bu ülke tarafından kabul edilmesinde Türkiye’nin çok önemli rolü olmuştur.  

Bunların yanında Türkiye kurumsal ve diplomatik unsurları olabildiğince kullanmaya çalışmış  ve  tek  yanlı  politikalardan  çok  yönlü  diplomasiye  ağırlık  vermiştir.  Bu bağlamda Türkiye ve Rusya’nın öncülüğünde İran’ın sürece dâhil edilmesiyle üçlü hale gelen yeni süreci başlatmıştır. 2016 Aralığında başlayan Astana Süreci, Suriye sorununa taraf olan diğer aktörlerin de doğrudan veya dolaylı katılımıyla çok taraflı müzakerelerde ele alınmış ve sonuç vermeyen Cenevre görüşmelerine göre daha etkili hale gelmiştir.  Bu yeni politikanın  sonucunda 2016 ve 2018’de Türkiye Fırat  Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtını 
düzenleyerek güney sınırının bir terör koridoru olmasını bir ölçüde engellemiştir. 

Yine bu politikanın bir sonucu olarak 2018 Eylülünde sağlanan İdlib Mutabakatı ile büyük  bir  insani felaketin  yaşanması engellenirken, Türkiye’ye  yeni bir göç dalgasının söz konusu olmasının da önüne geçilmiştir. 

Türkiye ile Rusya ve İran’ın liderlik ettiği Astana süreci 2017 Ocağında İlki 
1. Yapılan konferanslarla devam etmiş 
2. Astana Konferansı 2017 Şubatında, 
3. Astana Konferansı 2017 Martında, 
4. Astana  Konferansı  2017  Mayısında, 
5.  Astana Konferansı  2017  Temmuzunda,  
6. Astana Konferansı 2017 Eylülünde, 
7. Astana Konferansı 2017 Ekiminde, 
8. Astana Konferansı 2017 Aralığında, 
9. Astana Konferansı 2018 Mayısında, 
10. Astana (Soçi) Konferansı 2018 Temmuzunda, 
11. Astana Konferansı 2018 Kasımında, 
12. Astana konferansı  ise  2019  Nisanında  gerçekleştirilmiştir.  

    Bunlardan  2017  Mayısında gerçekleştirilen dördüncüsü Astana Konferansında İdlib’in de aralarında bulunduğu dört bölge gerginliği 
azaltma bölgeleri olarak belirlenmişti. Diğer taraftan Türkiye, Rusya  ve  İran  arasında liderler  bazında gerçekleştirilen  üçlü zirvelerin  ise ilki  22 Kasım  2017’de  Soçi’de,  ikincisi  4  Nisan  2018’de  Ankara’da,  üçüncüsü  7  Eylül 2018’de  Tahran’da,  dördüncüsü  14  Şubat  2019’da  Soçi’de  ve  beşincisi 6 Eylül 2019’da Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Tahran zirvesinden 10 gün sonra Soçi’de bir araya  gelen  Türkiye  ve  Rusya  İdlib’te  çatışmasızlık  bölgeleri  oluşturulması konusunda mutabık kalmışlardı. Türkiye 2016 sonrası izlemiş olduğu politika genel özellikleri itibariyle, gücün akıllı kullanımı anlamına gelen smart power merkezli bir dış politika izlediği  ileri  sürülebilir  ve bu yönüyle teorik bağlamda  idealist  realizm olarak kavramlaştırılabilir. Sonuç Sonuç olarak Türkiye’nin 2003 sonrası dış politikasının kendi içinde farklı özellikler taşıyan  farklı  evrelerden  oluştuğunu  bazı  dönemlerde  yumuşak  gücün  daha  öne çıktığını  bazı  dönemlerde  ise  sert  gücün  daha  ağırlıklı  olduğunu  ifade  etmek mümkündür.  Bununla  beraber  son  zamanlarda  özellikle  2016  darbe  girişimi sonrasında Türkiye’nin dış politikasının gücün akıllı kullanımı ya da  (akıllı güç) ya da  smart  power  merkezli  bir  dış  politika  izlendiğini  söylemek  daha  doğru  bir tanımlama olabilir. Bu dönemin bir başka özelliği çok yönlü diplomasiye ağırlık veren değişen dengelere göre hızlı intibak sağlayan ve 
uluslararası kurumsal işbirliğini göz ardı etmeyen, müttefiklerle işbirliği bağlamında  taahhütlerine  bağlılığı sürdüren bir dış politika  anlayışına  sahip olmasıdır.  Bu dönem  teorik  bağlamda idealist  realizm olarak tanımlanabilir. Çünkü, sadece güvenlikçi bir  yaklaşımın benimsendiği (Bush ve Trump  dönemi  ABD dış  politikası) ya  da sadece  idealist liberal  unsurların öne çıktığı, güvenliğin  ve askeri  unsurların göz  ardı  edildiği (Obama dönemi  ABD dış politikası) bir dış politikadan ziyade her iki unsurun da içinde yer aldığı pragmanik bir dış politikaya odaklanıldığı görülmektedir.

Academia Sayfası;

https://uludag.academia.edu/tayyarar%C4%B1


" Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası: Türkiye Orta Doğu İlişkileri: 1990-2000", Türk Dış Politikası: 1918-2008, 
Der. Haydar Çakmak, Ankara: Barış-Platin Yayınevi, 2008.

http://www.tayyarari.com/eser.html

***

Yapay Zekâ ve Sosyal Bilimler

Yapay Zekâ ve Sosyal Bilimler 





Prof. Dr. Alaeddin YALÇINKAYA, 
Marmara Üniversitesi 
Siyasal Bilimler ve Yapay Zeka 
Prof. Dr. Alaeddin YALÇINKAYA 
alakaya@yahoo.com 
29 Mayıs 2019, 


Yapay Zekâ ve Sosyal Bilimler., 

Prof. Dr. Alaeddin YALÇINKAYA 
Marmara Üniversitesi 


Sanayi devrimi ile başlayan teknolojik gelişmenin günümüzdeki aşaması 
durumundaki “ Yapay Zeka ” çağı, daha çok teknik bilimlerin konusu olarak 
görülmektedir. Tıptan mühendisliğe, doğa bilimlerinden robot teknolojilerine 
kartopu hızıyla büyüyen bu alana sosyal bilimlerin, gereken ilgiyi gösterdiği 
söylenemez. Özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından geçerli olan bu gerçek, 
gelişmiş ülkelerle veya bu alana yatırım yapanlarla aradaki makasın gittikçe 
açılacağını göstermektedir. Bu anlamda başta Siyaset Bilimi, Hukuk Bilimleri, 
Sosyoloji, Psikoloji, Eğitim ve Dil bilimleri olmak üzere bütün sosyal bilimlerin 
yapay zeka kapsamındaki sorunlarla ilgisi, yerine göre kuşatılmışlığı söz konusudur. 

Her bir bilim dalındaki eğitim, araştırma ve değerlendirme süreçlerinin yapay zeka teknolojileri ile geliştirilmesi, desteklenmesi, yeni yöntemlerin oluşturulması gibi hususlar bu tebliğin konusu dışındadır. Fakat bu tebliğde yapay zeka sorunları, politikaları, uygulamaları konusunda sosyal bilimleri bekleyen, özellikle az gelişmiş ülkeler açısından ihmal edilmemesi gereken yeni alanlara, yeni tehlikelere işaret edilmektedir. 

Az gelişmiş / gelişmekte olan ülkelerde sözkonusu olan hazırı tüketme, gelişmeleri geriden takip etme sorunu, yapay zeka konusunda da önemli ölçüde geçerlidir. Bu kapsamda ihmali olanlar, örneğin bilgisayar oyunları ve programları konusunda daha çok tüketici olarak sadece ekonomik olarak kaybetmemektedir ler . Bunun yanında söz konusu ürünlerin olumsuz / yönlendirici / belirleyici etkilerine maruz kalan kitleler bir aşama sonra düşünme, geliştirme, üretme ile birlikte sorgulama ve sorun çözme yeteneklerini kaybetmekte, programlanmış bir oyunun figüranı haline gelmektedir. 

Başta yazılım programları olmak üzere yapay zeka kapsamında ülkemizde önemli araştırma, üretim, hatta ihracat kapasitesine sahip birimler ve kuruluşlar bulunduğu halde bu konunun sosyal bilimlerin öncelikleri arasında yer aldığını, hatta gündem maddeleri arasında kendisine yer bulabildiğini söylemek mümkün değildir. Bu tebliğde, yapay zeka konusunun eğitimin her aşamasında ve her alanında gerekli ilgiyi görmesi, her seviyede programların oluşturulması, sosyal 
bilimler alanında da bu kapsamda mevcut ve muhtemel sorunlar dikkate alınarak tezler hazırlanması, teoriler geliştirilmesi üzerinde durulmaktadır. 

   Bu kongre  kapsamında öncelikle yapay zekanın siyaset, uluslararası ilişkiler ve hukuk bilimleri açısından önemi ele alınmakta, bu bağlamda öneriler sunulmaktadır. 

Giriş.

      Yapay zeka, buharlı motorlardan günümüze sanayi devriminin son istasyonu dur. Bilgisayar-bilişim alanındaki kazanımların bileşkesi durumunda ki bu aşamanın kapsamı, etkisi her alan için farklıdır. Yapay zeka ürünlerinin ilk bakışta ilgisiz sektörler arasındaki etkileşimi, işbirliği dahi bambaşka ufuklara yol açabilmektedir. Bu alanda kıran kırana rekabet sözkonusudur. ABD-Çin savaşının temelinde de bu alandaki yarışlar bulunmaktadır. Soğuk Savaş dönemi uluslararası politikalarının temelinde nükleer füze başlıkları, menzilleri, rampaları, yakıtları gibi her gün yeni bir buluşun sözkonusu olduğu teknolojiler bulunmaktaydı. O dönem Uluslararası İlişkiler araştırmalarının da temelinde bu gelişmeler bulunmaktaydı. Bununla beraber her ülkenin kapasitesi, buluşları, hedefleri, diğer ülkelerin de dış politikasından ekonomisine, hukuk sisteminden güvenlik sorunlarına genel politikalarını etkilemekte, yönlendirmekteydi. 

      Siyasal bilimler, bu gerçeği dikkate alarak durum tespiti, felaket senaryoları na karşı çözüm önerileri, işbirliği planları gibi alanlarda araştırmalar yapmış, yöneticileri yönlendirmiştir. Siyasal bilimlerle (diğer sosyal bilimlerle birlikte) siyaset arasındaki ilişki ayrı bir konudur. 

Siyasetten bağımsız, fakat siyasetin bîgâne kalmadığı sosyal bilimlerin gelişmişlik derecesi ile ülkenin huzur, refah ve güvenliği arasında doğrusal ilişki vardır. Sovyetler Birliği’nde müspet bilimler açısından yetersizlik sözkonusu değildi. Bilakis bazı alanlarda Rus bilginler bir adım öndeydiler. Onlarda olmayan, daha doğrusu ideolojinin esiri olan alan, sosyal bilimlerdi. Sovyetlerin dağılma sebeplerinden biri de bu alandaki eksikliktir. Genel olarak azgelişmiş ülkelerde birçok nedenden dolayı batıya bağımlılık söz konusudur. Özellikle sosyal bilimlerde Oryantalist baskı her alanda varlığını sürdürmektedir. Dış tehditler ve olağanüstü şartlar altındaki siyasetin etkisindeki sosyal bilimler, iç politikada olduğu gibi dış politikada da yetersiz kalmıştır. Bu yetersizlik, nice kumpasların, aldatılmaların menbaını oluşturmuştur. 2019 şartlarında ABD-İsrail’in Ortadoğu’yu yeniden kurma, hatta Türkiye’yi parçalama stratejileri ortada iken akademik alanda bu ülkeler kaynaklı bulgu ve teorilerin bilim 
olarak kabul edilmesinin çelişkilerini her fırsatta görmekteyiz. İstila ve sömürü girişimlerini, Washington, Londra, Paris penceresinden güvenlik sorunu olarak görmek, bütün saldırganlıkları terörle mücadele kapsamında analiz etmek sömürge aydını boyunduruğundan kurtulamamak demektir. 

Olayları Türkiye veya bölge halklarının güvenliği, hakları, çıkarları açısından ele alan, dolayısıyla yeni sömürgecilerin hoşlanmayacağı analizlerin çok indeksli dergilerde yayınlanma şansı azdır. Batılı üniversitelere gönderdiğimiz üstün beyinlerin dahi ancak onların izin verdiği alanlarda tezlerini yazabildiğini her fırsatta görüyoruz. Belirlenmiş sınırlılıkları aşabilen araştırmacı veya kurumlaşmaları da takdir ediyoruz. 

Türkiye’de yapay zeka teknikleri, mühendisliği, sağlık ve teknik alanlarda uygulanması konusunda önemli başarılar söz konusudur. 

   Aselsan, Havelsan gibi kuruluşlarımızı özellikle belirtelim. 

Zaen sanayi devrimin her aşamasında önemli buluşların temelini savaş sanayii 
oluşturmuştur. Nice başarılara imza atmış, ödüllendirilmesi gereken akademisyen veya kuruluşlar ise sanki yok sayılmakta, bir türlü gündemde yer bulamamaktadırlar. Bunların ürünlerinin önemli bir kısmı ancak dış ülkelere pazarlana bilmektedir. Nükleer fizik, Soğuk Savaş dönemi politikalarının temelini oluştururken günümüzde bunun yerini yapay zeka teknolojileri almıştır. Esasen bu teknolojilerle nükleer kazanımlar çok daha etkin hale gelmiştir. Batı veya yükselen güçler akademiyası, teknolojik gelişmeler yanında yapay zekanın siyasal anlamı konusunda kafa yormakta, öncelikle durum tespiti yaparak geleceği tahmin etmekte, senaryolar ve planlar hazırlamaktadır. 

    Bu bağlamda “siyasal”ın desteğini alamayan teknoloji ancak başkalarına hizmet ettiği gerçeği görülmektedir. 

12 Nisan 2019’da Şanghay’da düzenlenen “Yapay Zeka ve Uluslararası İlişkiler” konferansının panel ve tebliğ başlıkları fikir verebilir: 

<Yapay Zeka, Toplum ve Politikalar: Yapay Zeka Felsefesi; Yapay Zekanın Feminizasyonu ve Aletleri; Politik Ekonomi ve Robotlar; Yapay Zeka ve Geleceğin Güç Dengesi. Yapay Zeka ve Teori: Yapay Zeka ve Ellul’un Teknik Teorisi Eleştirisi; Centaur'ların (Sentorların?) Yükselişi: İstihbaratın Artırılması ve Nesnelerin İnterneti; Yapay Zeka ve Uluslararası Güvenlik; Yapay Zeka Üzerine İslam ve Konfüçyüs Perspektifi.>

Yapay Zeka ve Çin: Değişen Yönüyle Çin ve Otomasyon; Yapay Zeka, Sosyalizm ve Çin; Çin ve Hindistan’ın Yeni Bir Sosyal Düzen Kurma Fırsatı Olarak Yapay Zeka.  Yapay Zeka ve Toplum: Yapay Zeka ve Kamu Eğitimi; Yapay Zeka Geleceğinde İnsan Olmanın Anlamı; 

Ulusal Yapay Zeka Stratejik Politikaları ve Önceliklerinin Karşılaştırılması; Yapay Zeka, Dış Politika ve Veri İşlemenin Zorlukları; Yapay Zeka ve İslam. Kaşılaştıralı Siyaset ve Yapay Zeka: Sürdürülebilir Kalkınmanın İtici Güçleri Açısından Afrika’da Yapay Zeka ve Uluslararası Politika; Yapay Zeka ve Nükleer Silahlar; Latin Amerika’da Yabancı Yapay Zeka ile Uluslararası Şirketler İlişkilerinin 
Yeni Gelişme Kalıpları; Yapay Zeka ve Avrupa Politikaları Çerçevesinde Yasal ve Kurumsal Sorunlar. Yapay Zeka ve Şehir: 

Kamu Güvenliği Açısından Yapay Zeka Etiği Üzerine Sosyolojik Bir Yaklaşım; Bilgi ve İletişim Teknolojileri Işığında “Akıllı Şehir”, Şanghay ve Meksiko’ da Mekansal Yönetişimin Yeniden Yapılandırılması; “İki Ateş Arasında”, Demokratikleşmiş Yapay Zeka Tehdidi; Yapay Zeka ile Yumuşak Gücün Yeniden Kazanımı. Bu başlıklara ülkemiz şartlarında çok daha farklı temalar eklenebilir. Üstün teknolojik silahlarla donatılmış terör örgütleriyle mücadele eden Türkiye’ nin  başta İHA veya SİHA’lar olmak üzere önemli başarıları söz konusudur. Bununla beraber konunun sosyal ve siyasal bilimler ayağı topal kalmıştır. 

   Söz konusu eksikliği eleştirmek yerine çözüm bulma sorumluluğumuzun gereği olarak bu fotoğrafı sunuyorum. 

Ancak bunları sadece yazmak yetmez, kurumsallaşma, konuyla alakalı genç beyinlere fırsat sunma, imkan hazırlama, çağını doldurmuş engelleri aşma konusunda görev bilincimizi güçlendirmemiz gerekmektedir.

Önce Vatan Gazetesi

https://www.oncevatan.com.tr/siyasal-bilimler-ve-yapay-zeka-makale,45224.html



***

AB Raporlarında Fırat-Dicle ve İsrail

AB Raporlarında Fırat-Dicle ve İsrail



Prof. Dr. Alaeddin YALÇINKAYA 
alakaya@yahoo.com 
24 Mart 2006, 00:00

     Aralık 2004 AB Zirve Toplantısı'ndan önce, Komisyonu raporlarında Türkiye'nin sınırı aşan suları ile ilgili düzenlemeler yayınlanmıştır. 

Bunlardan "Türkiye'nin Üyeliği Perspektifi'nden Kaynaklanan Hususlar"da, Türkiye'nin üyelik sürecinde Fırat ve Dicle suları ile bu sular üzerindeki 
tesislerin, başta İsrail olmak üzere bölge ülkeleri ile ortak kullanımı önerilmekte dir. Karşılıklılık ve eşitlik esasına dayanması gereken Türkiye'nin AB ile üyelik sürecinde, egemenlik haklarını bir üçüncü ülke ile paylaşması anlamına gelecek olan bu düzenlemenin, belgenin özelliği gereği bağlayıcı olmadığı, ancak önemli siyasal anlamları olduğu açıktır. Öte yandan, Türkiye gerekli girişimlerde bulunmadığı takdirde, bu tür bağlayıcı olmayan metinler, daha güçlü ve bağlayıcı belgelere aktarılabilecektir. Devletlerin ve halkların direnme ihtimali olan düzenlemeler, genellikle önce kesin olmayan ifadelerle raporlarda veya "soft law" olarak kabul edilen belgelerde yer alır, kamuoyu tepkisi "aşındıktan" ve 
kamuoyu hazırlandıktan sonra zorunlu düzenlemeler haline gelir. Nitekim 17 Aralık Zirve Bildirisi, doğrudan konuya değinmediği halde şöyle der: 

"AB Konseyi, Komisyon tarafından 6.10.2004'de Konseye ve Avrupa Parlamento suna sunulan ... ve Türkiye'nin Üyeliği Perspektifi'nden Kaynaklanan Hususlar'daki öneri ve bulguları memnuniyetle karşılar." Böylece AB'nin en önemli karar organı zirve bildirisinin atıfta bulunduğu komisyon raporunda, özenle seçilmiş ifadelerle egemenlik haklarına karşı kesin bir hükme yer verilmediği halde, Türkiye'nin egemenlik hakları ile ilgili bir alan olan barajlar, sulama tesisleri ve suyun kullanımında ortak yönetim gündeme getirilirken bir üçüncü devlet ile işbirliğinden öteye "ortak yönetim" önerisi gündeme gelmiştir. Bir uluslararası hukuk kuralı, kural haline gelirken, düzenlemenin ortaya çıkması konusunda hukuk sujelerinin ortak ihtiyacı ile bunun karşılanmasında izlenen biçimsel süreçten geçer. Sözkonusu düzenlemenin hangi devletlerin hangi 
ihtiyaçlarından kaynaklandığı ve hangi ortamda kural haline geldiği üzerinde durulması gereken bir noktadır. AB'ye üyelik sürecinde, örgütün halen üyesi olan Yunanistan'ın Türkiye'nin uluslararası hukuktan doğan haklarını yok sayması yönünde örgüt kararlarını etkilemesi, daha önceki adaylardan istenmeyen tavizlerin Türkiye'den istenmesinin bir dereceye kadar siyasi açıklaması vardır: Yunanistan, AB'ye halen üye olduğu için, pazarlık masasının karşı tarafında, çıkarlarını azamiye çıkaracak politika gütmektedir. Daha önce Fransa, mesela İngiltere ve İspanya'nın üyelik sürecinde bir takım zorluklar öne sürmüş, mevcut üye olarak çıkarlarını azamiye yükseltmek istemiştir. Ancak Fırat ve Dicle ile ilgili paragrafta ismi açıkça zikredilen İsrail olup, işaret edilen iki devletten biri Suriye diğeri ise Irak'tır. Bu durumda, AB müzakereleri çerçevesinde sınır ötesi sular konusunda önemli muhataplarımız İsrail, Suriye ve fiilen Irak'ı yöneten ABD'dir ki bunların hiçbiri AB üyesi değildir. 

   MGK'nın Ekim 2005 toplantısında konu gündeme gelmiş ve basın bildirisinde AB ile ilişkiler ve su kaynakları hakkında şu ifadeler yer almıştır: 

< "Toplantıda; 

   A. Avrupa Birliği ile müzakerelerin başlama tarihi olan 03 Ekim 2005'e uzanan süreç ile sonraki gelişmelerin bir değerlendirilmesi yapılmış; yeni bir aşamaya girilmiş olan bu dönemde, ülkemizin AB'ye üyelik istenç ve kararlılığı yinelenerek, görüşmelerde ulusal yararlarımızın gözetilmesinin önemi vurgulanmış; 

   B. Su kaynaklarımızın etkin kullanılması amacıyla; tarım alanlarının sulanması, şehirlerin ve sanayinin su gereksiniminin karşılanması, hidroelektrik üretiminde teknik ve ekonomik potansiyelin tümünün 2023 yılına kadar kullanılması için alınması gereken önlemlerle sınır aşan sular üzerindeki barajların bir önce tamamlanması üzerinde durulmuş..." >

   Böylece MGK bildirisinde, AB'ye üyelik sürecine atıfta bulunduktan sonra su sorununun, egemenlik, hukuk ve siyaset alanlarının yanında 
Türkiye açısından kullanımına işaret edilmiş, konunun öncelikle ekonomik yönü üzerinde durulmuştur ki bu sonuç alınabilecek bir stratejidir. 
AB raporlarının tavsiye niteliğinde olması veya taleplerin yerine getirilmesinin hukuken zorunlu olmaması, ilişkilerin dinamik karakteri göz önüne 
alındığında, Türkiye'nin sessiz kalmasını gerektirmez. Bir ülkenin egemenlik haklarının, mütekabiliyet olmadan üçüncü ülkelerle paylaştırılması 
demek olan bu taleplerin raporlarda yer alabilmesi, ülkemizin dış politikada ve diplomaside gelişmelerin gerisinde kaldığını göstermektedir. 

Bu başarısızlığı telafi etmek, bundan sonra daha ağır taleplerle karşılaşmamak ve ilişkileri kopma noktasına getirmemek için konu bilimsel 
ve ekonomik yönleriyle ayrıntılı olarak ele alınarak her zeminde işlenmelidir. Ortaya çıkan bulgularla, başta AB zeminleri olmak üzere, komşu 
ülkelerin bilim ve medya kuruluşları yoğun bir şekilde beslenmelidir. "Toplumsal dayatma düzeyi"nin böylece yükseltilmesi ile yönetimin doğru 
kararlar almasını, stratejik yanlışlar yüzünden ülkenin geleceğinin tehlikeye atılmamasını sağlamak için protesto, lobi, eleştiri vb. yöntemler 
kullanılmalıdır ki bunlar üyesi olmak istenilen AB kültüründe çok daha itibarlı yöntem ve araçlardandır.

Kaynak: https://www.oncevatan.com.tr/ab-raporlarinda-firat-dicle-ve-israil-makale,20079.html

Önce Vatan Gazetesi
Kaynak: https://www.oncevatan.com.tr/ab-raporlarinda-firat-dicle-ve-israil-makale,20079.html


https://www.oncevatan.com.tr/ab-raporlarinda-firat-dicle-ve-israil-makale,20079.html

***

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..



9 Mayıs 2020 


Felâket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1920)

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..

– ÇÜNKÜ SU KAYNAKLARIMIZ ALARM VERİYOR

– ÇÜNKÜ, CANLILARA YAŞAM KAYNAĞI OLAN VE HER DAMLASI PAHA BİÇİLEMEZ BİR HAZİNE OLAN SUYUMUZ AZALIYOR.

– SUYUMUZA SAHİP ÇIKMAK İÇİN YENİ BARAJ YAPMAYA DEĞİL, DİPLERİ ALÜVYONLARLA DOLARAK SU HACMİ SIFIRLANAN MEVCUT BARAJLARIMIZIN TEMİZLENMEYE İHTİYACI VARDIR.

– KORONOVİRÜSTEN SONRA ARTACAK SU İHTİYACIMIZ İÇİN SU KAYNAKLARIMIZI KORUMA SEFERBERLİĞİ BAŞLATILMALIDIR.

Dört aya yakın süredir ülke ve dünya gündemini işgal eden koronavirüs salgını haberlerini ikinci plana atarak en az onun kadar önemli olan mevcut su kaynaklarımızın korunması konusunu gündeme taşıyorum. İlgilileri göreve ve halkımızı da yaşamları için temel ihtiyaç maddesi suyun korunması konusunda duyarlı olmaya davet ediyorum.

12 yıldır ülkemin cennet köşesi Edremit/Akçayda yaşıyorum. Kaz Dağları ve Madra Dağları arasında kalan Edremit/Burhaniye ovası bir metre kazınca fışkıran tatlı suları, bölgenin her yanına yayılmış zengin mineralli kaplıca suları ve nihayet denizi ile tam bir su cennetidir.

Birbirine 300 metre mesafede deniz ile buluşan Akçay ve Zeytinli derelerinin kenarında kurulmuş Akçay beldesinde her sokak başında kurulu hayrat çeşmelerinden doya doya buz gibi suları içerken güldür güldür akan derelerin inanılmaz güzelliğini görür ve suya doyarsınız. Ne yazık ki bugün Akçay ve çevresi susuzdur. Aşağıdaki Zeytinli Deresi fotoğrafı Kasım 2019’da çekilmiştir. Sonbahar yağmurları bitmiştir ve derede bir damla su yoktur. Üzerinden kış geçmiş ilkbahar yağmurları yağmış ve bu Mayıs 2020’de bu manzara hiç değişmemiştir.

Aklıma gelen ilk soru şudur. Burası böyle ise susuz bölgeler ne durumdadır? Oysa bizim yaşanan koronavirüs salgınında gördüğümüz gibi önümüzdeki dönemlerde yaşamamız için her zamankinden fazla temiz suya ihtiyacımız vardır.

Öyle ise su kaynaklarımızın en uygun kullanılması için çok dikkatli bir planlamaya ihtiyacımız vardır. Yöneticilerimizin bu konuda ne kadar duyarlı oldukları ve ne yaptıkları hakkında yeterli bilgimiz yoktur.

20’nci asrın stratejik enerji kaynağı petrol ve türevleri idi. Emperyal güçler küreselleşme adı altında dünyanın petrol çıkan bölgelerindeki halkı birbirine kırdırarak bu önemli enerji kaynağının kontrolunu ellerine aldılar. 21’inci asırda ise artan dünya nüfusunu doyuracak, hayvan ve bitki örtüsünü yaşatacak tek ihtiyaç maddesi sudur. Ve kıtalar su kaynakları açısından yeterince zengin değildir. Dünya insanlığı 21’inci yüzyılda kaçınılmaz su savaşlarına hazır olmalıdır.

Günümüzde suya sahip ülkeler stratejik ülke olarak küresel güçlerin ilgi odağına otomatik olarak girmişlerdir. Gizli kapılar ardında su kaynaklarının kontroluna ilişkin operasyon planları hazırlanmaktadır.

Bu genel bilgiden sonra ülkemizin su kaynakları durumunu görelim;

Dünyanın geometrik merkezinde yer alan Ortadoğu dünyanın bilinen petrol rezevlerinin %60’ına sahiptir. Bunun pratikteki anlamı yürüyen her aracın uçan her uçağın ve yüzen her geminin % 60’ı Ortadoğu petrolüne muhtaçtır. İşte bu yüzden Ortadoğu halkları bir asırdır anarşi, kaos ve kargaşadan kurtulamamaktadır.

Ve tüm Petrol zenginliklerine rağmen Tarihi Mezopotamya havzasındaki insanların yaşaması da ancak Türkiye’den gelen Dicle ve Fırat Nehirlerinden taşınan tatlı suya bağlıdır.Yani Ortadoğu’nun yaşam iksiri olan su bizim elimizdedir. Ve bu suyun tek damlası petrolün tek varilinden daha pahalıdır.

Türkiye bölgede en önemli stratejik madde olan suya sahip olan tek ülkedir. Ve bu yüzden küresel güçlerin doğrudan hedefi durumundadır.

Hatırlayalım meşhur GAP planlaması ile Dicle ve Fırat suları tam kontrol altında tutulacak, Güneydoğu Anadolu’nun çorak toprakları 500 milyonu doyuracak sulu tarıma elverişli hale getirilecek ve Türkiye dünyanın tarım mahsulleri ambarı olacaktı. Bunun için yolun yarısına gelinmişti. Sadece 10 Milyar dolara proje tamamlanacaktı. Peki ne oldu ? Küresel güçler PKK canavarını yarattılar ve ülkemizi bu canavarla 40 yıldır süren savaşa soktular. Sonunda ne GAP tamamlandı ve nede sularımızın gerçek hakimiyeti sağlanabildi.

Fakat asıl konumuz GAP değildir. Mevcut barajlarımız ve bu barajlarda biriktirebileceğimiz suların durumudur.

Bilindiği gibi su kaynakları baraj ve göletlerle kontrol altına alınmadığı takdirde boşa akarak denize ulaşıp kaybolurlar. Sadece kenarında piknik yapmaya yarayan manzaralı arazi modellerine dönüşürler. Oysa akan suyun her damlası ülkemizdeki insan, hayvan ve bitki örtüsü için hayati önemi haizdir. Pek çoğu elektrik enerjisi elde etmede de kullanılan ve çevresini sulayarak bereket veren barajlarımızla sularımız kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.

Barajlar mevcut akarsuların önüne kalın ve yüksek duvarlar örülerek inşa edilirler. Bu baraj duvarlarının arkasında toplanan suların hacmi çok değişik teknik usullerle ölçülerek bu havzada biriken su miktarı belirlenir. İşte biriken bu suyun hacmi barajda su toplanmaya başladığı andan itibaren giderek azalır. Çünkü akarsular alüvyon taşırlar. Alüvyon, gerek akarsunun aşındırdığı yatağına, gerekse akarsu havzasında yağmur sularının ve heyelanların yatağa bıraktığı topraklardan oluşur. Bu toprak partikülleri doğal olarak bu akarsunun beslediği baraja kadar taşınır ve setin yakınlarında çöker. Bu doğal olayın oluşumunu teknolojik olarak önlemek mümkün değildir. Ama barajın su toplama havzasında yapılacak bazı küçük operasyonlarla alüvyon dolum hızı yavaşlatılabilir.

Uzmanlar arazi yapısına göre baraj ömürlerinin 30-50 yıl arasında olduğunu, elli yıl içinde tamamen alüvyonlarla dolarak baraj gövdesinin su toplama özelliğini kaybettiğini belirtiyorlar.

Nitekim bugüne kadar yapılan teknik çalışmalar hep bu geciktirme işi ile ilgili olmuştur. Henüz hiç kimse biriken faydalı alüvyonları çıkartarak çorak tarım alanlarında faydalı tarım toprağı olarak kullanmayı düşünmemiştir. İşte benim burada vurgulamak istediğim proje bu alüvyonların çıkarılarak barajlarımızdaki su kapasitesinin kısa sürede 2-3 katına çıkarılmasıdır.

Su kaynaklarımızı kontrol altına almak üzere Devlet Su İşleri nezaretinde bugün pek çok baraj yapım halindedir. Her yıl yeni baraj inşaatı yapılmak üzere arazi istimlaki yapılmakta ve bu iş için çok büyük bir bütçe ayrılmaktadır. Bu konuda eski Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, 11 kasım 2017’de AA muhabirine yaptığı açıklamada şunları söylemiştir.

“..Yakın bir gelecekte dünyadaki en önemli sektör gıda güvenliği ve gıda arzı olacaktır. Bu sebeple Türkiye’yi dünyanın gıda üretim ve ihracat merkezi haline getirmek istiyoruz. Yeter ki biz sulama projelerimizi, barajlarımızı, göletlerimizi yapalım. Bu maksatla bir seferberlik başlattık. Ekonomik sulanabilir bütün zirai alanlarımızı suya kavuşturmakta kararlıyız.” Bakan ayrıca şu teknik bilgileri de vermiştir. “ Türkiye’de DSİ tarafından yapımı gerçekleştirilen ve halihazırda işletmede olan 504 adet baraj olup, bunların işletmedeki 203 adeti, büyük çaplı baraj diğerleri ise gölet şeklindedir. 1954-2002 yılları arasında 276 baraj inşa edildi, 2002-2017 yılları arasında ise 451 baraj tamamlandı. Planlama, proje ve inşaat aşamasında bulunan 727 baraj ise 2018-2023 yılları arasında tamamlanacak. Sulama, içme suyu, enerji ve taşkın koruma maksatlı olarak inşa edilen baraj sayımızı 2023 yılında 1454’e yükselterek aziz milletimizin hizmetine sunacağız. Bu sayede 1053 Sayılı Kanun kapsamındaki bütün yerleşim yerlerinin 2040 yılına kadar ihtiyacı olan içme-kullanma ve sanayi suyu temin edilecek. Ekonomik olarak sulanabilir 8,5 milyon hektar alan sulu ziraata kavuşacak. Ayrıca binlerce yerleşim yeri ile milyonlarca dekar arazi taşkın zararlarından korunarak bu barajların bazılarına kurulacak santraller ile yerli ve yenilenebilir enerji üretilecek.”

Ben diyorum ki Türkiye sularının kontrolü için yeni baraja ihtiyacımız yoktur. Çünkü yeteri kadar barajımız vardır. Ama bu barajların gövdeleri alüvyonlarla dolarak su toplama kapasitesi sıfırlanmış ve kullanılamaz hale gelmiştir.
Misal olarak Ankara Çubuk Barajını verebiliriz. Bu baraj; Ankara’nın 11 km kuzeyinde Çubuk Çayı üzerinde 1930-1936 yılları arasında inşa edilmiş içme-kullanma ve sanayi suyu temini ve taşkın kontrolü amaçlı olup Cumhuriyet döneminin ilk barajıdır. Bugün 85 yaşında olan bu baraj görevini başarı ile icra etmiştir. Şimdi sadece Ankara’nın önemli mesire yerlerinden biri olarak işlevini sürdürmektedir. Ve bunun gidi pek çok barajımız mevcuttur.

Sonuç olarak ben iddia ediyorum ki; sorunumuz barajların sayısında değil, barajların geçen yıllar içinde tabanlarının alüvyonla dolarak baraj su toplama hacminin büyük bir kısmının atıl hale gelmesidir. O halde çare yeni yatırımlar yapmak ve büyük paralar ödeyerek yeni barajlar inşa etmek değil, mevcut barajların temizlenerek su hacimlerinin arttırılmasında düğümlenmektedir.

Aslında bu gerçekleştiği takdirde bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır. Çünkü bu alüvyonlar kaliteli tarım için en önemli malzeme olarak kullanılabilecektir.

Kanal İstanbul gibi çok önemli bir projeyi gerçekleştirecek bir malzeme parkına ve bilgi birikimine sahip Türkiye’nin bu alüvyonları çıkararak çorak tarım arazilerini mümbit tarım vahalarına çevirmeleri çok zor olmayacaktır.

İktidara ve muhalefete açık çağrımdır. İşte size mega proje. Sahiplenin .Ve insanlarımızı, hayvanlarımızı, bitki örtümüzü ve vatanımızı koronavirüs sonrası beklenen susuzluk tehlikesinden acilen kurtarın.

Hem paradan hem zamandan kazanacağız. Yeni barajlar yaparak halkın kullanımındaki araziyi israf etmeyeceğiz. Açılacak yeni tarım alanları ile halkımızı en ucuz ve sağlıklı şekilde doyurabileceğiz.

Sesimi duyan olacak mı? Bunu bilemiyorum ama ben ilgilileri uyarmayı bir vatandaş olarak milli görev kabul ediyorum. Bu konuda milletimizi bu seferberliğe katkıda bulunmaya davet ediyorum.


https://kumkale.wordpress.com/2020/05/09/dikkat-koronavirus-gundemini-degistiriyorum/

***