Uluslararası Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mayıs 2020 Çarşamba

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 2

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 2




Bununla birlikte, birçok feminist kuramcı, hem ahlaki talepler hem de hukuki hedefler olarak hakların, tamamen terk edilmesi gerektiğini ileri sürmemektedir. Yani, hakları dilde, hukukta ve toplumda ataerkil yapıların kurumsallaşması olarak tahlil ettikten sonra, birçok feminist kuramcının görevi, haklar konusunu kadınların deneyimlerini ve perspektiflerini göz önünde bulunduracak şekilde yeniden yapılandırmaktır. Bununla birlikte, doğru bir şekilde anlaşıldığında, haklar söylemi her türlü siyası ve hukuki değişim stratejisinin çok önemli bir
veçhesini meydana getirmektedir.

Charlotte Bunch 10, insan haklarını ve kadınların deneyimlerini birbirine bağlamak için dört yaklaşım önermiştir. Bunlardan birincisi, genel insan hakları ihlallerine uğrayan kadınların görünürlüğünü artırarak kadın haklarının siyası ve sivil haklar olarak tanımlanmasıdır. İkincisi, kadınların ekonomik güçsüzlüğünün, kadınların şiddete karşı savunmasızlığının anahtarı olmasına odaklanarak, kadın haklarının sosyoekonomik haklar olarak kavramsallaştırılması dır. Üçüncü olarak Bunch, cinsiyet ayrımcılığına karşı koyacak, mevcut hukuki ve siyasi kurumları kadınlar için kullanacak, ve devletin, kadınların insan haklarının ihlaliyle ilgili sorumluluğunu genişletecek yeni hukuki mekanizmaların yaratılmasını savunmaktadır. Son olarak da insan haklarının, kadınların hayatlarını daha fazla
göz önünde bulunduracak ve onların ihtiyaçlarına karşı daha duyarlı olacak şekilde dönüştürülmesini önermektedir.

Esas olarak bu dördüncü öneri, ilk üçünü içinde barındırmaktadır. Gerçekten de, bu yaklaşımları birbirinden ayırmak tutarlı olmazdı, zira Bunch’ın da gözlemlediği üzere “Kadın haklarının bazı önemli yönleri sivil özgürlükler çerçevesine uymaktadır, ama kadınlara yönelik ihlallerin büyük bir bölümü, kadınları kapana sıkıştıran ve böylece onları özellikle siyası olarak ya da sadece devletlerin neden olduğu şeklinde tanımlanamayan ihlallere karşı daha zayıf konuma getiren daha büyük bir sosyoekonomik ağın bir parçasıdır”.11

Kadınların Deneyimlerinin Göz Ardı Edilmesi.

Kadınların sorunlarının ve haklarının ihlallerinin insan hakları gündeminin ihmal
edilen bir yönü olmasının temel nedenlerinden biri, uluslararası insan hakları hukukunun kadınlardan ziyade erkeklerin deneyimlerini ağırlıkla yansıtması ve erkeklerin sorunlarını çözmeye yönelik bir çerçevede biçim almış olmasıdır. İnsan hakları tanımları ve bu hakların kanunla korunmasını sağlayan mekanizmalar, tarihsel olarak, insan hakları kavramını formüle eden erkek bireylere ve vatandaşlara en çok endişe veren hak ihlalleriyle, bireye bırakılan
serbestlik alanı içinde devletin bireyin medeni ve siyasal haklarını ihlal etmesiyle ilgilidir.12

   Kadınların insan hakları hareketi mevcut insan hakları tanımları ve uygulama mekanizmaları ardında yatan erkek deneyimine dayalı kavramsallaştırmaların yanı sıra, mevcut insan hakları hukukunun işleyişinin toplumsal cinsiyet ayrımı üzerinden şekillendiğine de dikkat çekmiştir.

Bu bağlamda, hareket, uluslararası yasal sistemin kanun yapıcı organlarında erkeklerin egemen olduğunun altını çizmiştir. Harekete göre, mevcut insan hakları mekanizmalarının içeriğinin ve işleyişinin erkek egemen nitelikte olması uluslararası insan hakları hukukunun evrenselliğine ve tarafsızlığına gölge düşürmektedir.13 Bu nedenle, kadınların insan hakları hareketi, mevcut insan hakları çerçevesinde yetersiz temsil edilen ve ihmal edilen kadın  deneyimlerin den özellikle cinsel saldırı, polis gözetiminde tecavüz, aile-içi şiddet, zoraki
fahişelik, eş dövme, üreme özgürlüğünün ihlali, kız bebek cinayeti ve sağlık hizmetlerine yeterli erişime sahip olamamayı ilgi ve mücadele odağı yapmıştır.

Kadınların insan hakları hareketi, insan hakları hukukunun işleyişinin ağırlıkla
devletin bireye karşı işlediği hak ihlallerine odaklanması sonucunda medeni ve siyasal hakların korunmasının baskın ve merkezi olmasıdır. Medeni ve siyasal haklar, insan hakları hukuku içinde imtiyazlı bir pozisyondadır ve bu olgu uluslararası topluluğun ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve siyasal hakların birbirlerine bağlılığını ve bölünmezliğini kabul etmiş olmasına tezat bir durum yaratmaktadır. Medeni ve siyasal hakların baskın ve imtiyazlı konumu, devletlerin iktidarlarının kısıtlanmasına yönelik kaygı ortaya koymakta ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin öncelikli olarak insan hakları çerçevesinde değil de gelişme politikası çerçevesinde ele alınmasına neden olmaktadır.14 Kadınların insan hakları hareketi, kadınların medeni, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlardaki haklarının onların günlük yaşamlarının gerçekleri içinde birbirlerinden ayrılmaz olduğunu ve bu nedenle de medeni ve siyasal hakların diğer haklar pahasına hukuki korumaya tabii olmasının yetersiz olduğunu savunmuştur. Ağırlıkla kamusal alanda devlet ve birey arasındaki ilişkileri düzenleyen ve
birinci nesil haklar olarak da adlandırılan medeni ve siyasal haklar kadınların insan haklarının yoğunlukla ihlal edildiği özel alandaki bireyler-arası ilişkileri yeterince konu edinmemekte dir.
Özellikle bireyin şiddetten korunmasıyla ilgili olan medeni ve siyasal hakların tanımları kadınların en çok korunmaya ihtiyaç duyduğu özel alanda gerçekleşen insan hakları ihlallerinin gereğince ele alınmamasına neden olmaktadır.15

Feminist eleştirinin büyük bir bölümünün de işaret ettiği gibi, kadınlarla ilgili insan hakları ihlalleri geleneksel olarak kadınların medeni ve siyasi haklarını kullanıp kullanamadıklarını incelemektedir. Bu yaklaşım, özellikle devlet yetkilileri tarafından işlenen, kişinin bedensel bütünlüğüyle ilgili ihlallere odaklanmaktadır. Diğer yandan feminist eleştiri, devlet temsilcilerinin gerçekleştirdiği ihlallerin kamusal alanının ötesine bakmayı ve kadınlara
yönelik “gizli yapısal şiddeti”, geleneksel insan hakları düşüncesinin uğraşamadığı ve uğraşmak istemediği şiddeti ortaya çıkarmak için özel alandaki davranışı incelemeyi önermektedir. Bunch, “cinsiyetçiliğin öldürdüğü” birçok mekanizma tanımlamaktadır.
Doğumdan önce, cinsiyetin seçilmesi için kullanılan amniyosentezler, dişi fetüslerin daha fazla kürtaja uğramasına yol açmaktadır. Bu oran bazı bölgelerde %99’a kadar çıkmaktadır.
Birçok ülkede çocukluk çağında kızlar erkeklerden daha az beslenmektedir, daha kısa bir süre için anne sütü emmektedir, daha seyrek tıbbi bakım ve kontrol almaktadır, ve kötü beslenmeden dolayı erkek çocuklardan daha yüksek oranlarda ölmekte ya da bedensel veya zihinsel olarak sakatlanmaktadır. Kadınlara yönelik suistimaller kadın dayağı, ensest, tecavüz, çeyiz ölümü, kadın sünneti, ve cinsel köleliği de içermektedir.16 Ayrıca, sığınmacı topluluklarının büyük bir bölümü kadınlardan ve çocuklardan meydana gelmekte, bu da
barınak, yiyecek, tıbbi tedavi merkezi ve bazı durumlarda da uyruk hakkı meselelerini doğurmaktadır.

Kamusal Alan / Özel Alan Ayrımı

Toplumsal cinsiyet ile ilgili meseleleri insan hakları söylemi içerisinde anlamlı bir
şekilde ele almak için, bir dizi temel kuramsal meselenin tartışılması gerekmektedir.

Uluslararası insan hakları hukuku, bireyler arasındaki kişisel ilişkilere ne kadar girmelidir?
Farklı bir şekilde dile getirecek olursak, insan hakları kaygıları, geleneksel olarak devlet düzenlemesinin kapsamı dışında yer almış özel alanı ne kadar kapsamalıdır? Vatandaşların özel alan içindeki eylemlerinde ve insan hakları ihlallerinde devletin sorumluluğu nedir? Bu konuları ele almak için, feminist kuramın merkezinde yer alan “kamusal” ve “özel” kavramları arasındaki ayrımı incelemeliyiz.

Tarihsel olarak, “kamusal” ile “özel” arasındaki bölünme, ekonomik ve sosyal
ilişkilerin “kamusal” dünyası ile aile ve ev hayatının “özel” dünyası arasındaki ayrıma dayanmaktadır. Bu iki alan kavramsal olarak sırasıyla erkek ve kadın cinsiyetleri ile ilişkilendirilmiştir. Bu ayrım cinsiyete dayalı iş bölümünü açıklamak için kullanılmakta ve kadınların “kamusal” alana katılımına kısıtlama getirmektedir. Bu iki alanla bağlantılı olarak erkek dünyasına öncelik tanıyan ve erkek egemenliği meşrulaştıran asimetrik değerler ortaya çıkmaktadır.17

Liberalizmin feminist eleştirisine göre, kamusal ve özel alanlar arasındaki kavramsal ayrım, liberal kuramın merkezinde yer almaktadır ve liberal toplumlardaki erkek sesinin baskınlığını açıklamaktadır. Liberalizmin kuramsal sınırları içerisinde, bir şeyin “özel” olarak görülmesi, onu düzeltmek için hiçbir toplumsal sorumluluğun bulunmadığına işaret etmektedir. Bu nedenle “özel” olan, liberal devletin erişiminin dışına konulmaktadır. Feminist perspektife göre, “mahremiyet, ailenin “özel” alanında meydana geldiği ve bu nedenle de
yasal yaptırımın dışında kaldığı sürece, kadınlara karşı şiddeti alttan alta destekleyen bir mekanizma” haline gelmektedir.18 Yasal olarak meşrulaştırılmış mahremiyet kavramı, bir baskı kaynağı, kadınların ailedeki ikincil konumunu devam ettiren bir sosyal yapı olarak görülmektedir. Bu nedenle bölünme, cinsiyetler arası eşitsizliği kurumsallaştırmak tadır.
Feminist kuram, “kişisel olan politiktir” cümlesinde ifade edildiği gibi, bu ayırıma
karşıdır. Feminist kuram erkekler ile kadınlar arasında sözde “özel (mahrem) alanda” yaşanan ilişkilerin politik olduğunu, çünkü bunların egemen olma ve boyun eğme yapılarını somutlaştırdığını ileri sürmektedir.19 Feministler, liberal devletin en azından kuramsal olarak bu iki alanı birbirinden ayırmasına karşın, gerçekte bu iki alan arasında keskin bir ayrım olmadığını iddia etmektedir. 

Uygulamada, devlet otoritesi, “özel alan”ın sözde ayrı tutulmuş alanına etki eden birçok konuda (örn. eğitim, vergi, miras, sosyal güvenlik, ve cenin korunması) uygulanmaktadır.

Eisler, bu bölünmeyi yorumlarken, mahremiyet hakkının, ya da “mahremiyet hakkı (özel hayatın gizliliği) ile devlet müdahalesinden korunma hakkının”, özellikle de kadınlar için temel bir insan hakkı olduğunu ve kolayca terk edilmemesi gerektiğini ileri sürmektedir.

Eisler, feminist bir bakış açısından kavramsal sorunun “özel (mahrem) alan” “aile alanı” ve “mahremiyet hakkı (özel hayatın gizliliği)” terimlerinin normal söylemde birbirlerinin yerine kullanılması olduğunu söylemektedir.20

Özel alan terimi genel olarak, devletin müdahale edememesinin gerektiği kişisel
seçim, eylem ve kişilerarası ilişkiler alanları için kullanılmaktadır. Ama bu terim aynı zamanda ev içi veya aile içi alanla ilgili olarak da kullanılmaktadır. 

   Bu nedenle mesele, kişisel mahremiyet hakkına bir müdahale olup olmadığından çok, aile alanına devletin müdahale edip etmediği haline gelmektedir.

Soruyu farklı bir şekilde sorarak, bu kavramsal kargaşanın bir bölümünden kurtulmak ve kamusal alan ile özel alan arasında geleneksel olarak yapılan ayrımın, görünüşte insanların mahremiyetini korurken, gelişen insan hakları standartlarının, erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkilere uygulanmasını engellemek için bir araç olarak kullanıldığını görmek mümkündür.

   Bunun yerine Eisler, kişinin kiminle ilişkide bulunacağını, kiminle yakın veya
ekonomik bağlantılarının olup olmayacağını, ve hamile kalıp kalmamayı ve bir hamileliği sonuna kadar götürüp götürmemeyi özgürce seçme hakkını da içerecek, yeniden kavramsallaştırılmış bir mahremiyet hakkı (özel hayatın gizliliği) kavramı önermektedir. Bu nedenle mahremiyet hakkı, evin (erkek) reisinin, devletin müdahalesi olmadan özgürce hüküm sürmesi hakkı olarak anlaşılmamalıdır.21

Kamusal / özel alan ayırımına karşı çıkmak, kadınlar için mahremiyet düşüncesini reddetmek ve devlet müdahalesini tercih etmek değildir. Feminist eleştiri, sınırların nerede çizileceğine dair daha karmaşık bir kuram ve kadınlara eşit derecede yetki veren bir mahremiyet anlayışı geliştirmeyi savunmaktadır. Kamusal/özel alan bölünmesinin feminist eleştirisi, cinsiyete karşı hassasiyete dayanan yeniden inşa edilmiş ve kadınların deneyimlerine dayanan bir mahremiyet kuramına doğru ilerlemelidir. Schneider, özgürlük, eşitlik, beden bütünlüğü özgürlüğü ve özerkliği kapsayan “pozitif mahremiyet kuramı”nı
savunmaktadır. Schneider, kişisel özgürlüğün çeşitli yönleriyle bağlantılı olan bir özel alan görüşünü savunmaktadır. Schneider “Eşitliğe dayanan ve özerkliğin bir veçhesi olarak görülen, beden bütünlüğünü koruyan ve suiistimale izin vermeyen, bireyliğin önemini gerçekten tanıyan bir mahremiyeti” savunmaktadır.22

   İlk bakışta, bu yeniden inşa edilmiş mahremiyet düşüncesi, geleneksel liberal negatif özgürlük (yani devlet müdahalesinin olmaması) kavramından çok da uzak değildir. Ama burada bu kavram, erkeklere olduğu kadar kadınlara da uygulanmaktadır. Bir başka açıdan bakıldığında, mesele, kadınlar için bu alanda devlet müdahalesinden uzak olmak değildir, ama erkeklerin kadınların temel insan haklarına müdahalesinden uzak olmaktır. Kaldı ki, liberal devletin en azından haklarla ilgili rolü, bireylerin haklarını korumak ve böylece, hakların bazı
kişiler tarafından kullanılmasının, başkalarının haklarına gereksiz yere tecavüz etmemesini sağlamaktır. 

   Bu nedenle konu, devletin, kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olduğunu
tanımasını ve onlarla aynı ölçüde korumasını garanti etmesini sağlamak meselesidir. Eğer bu sürekli olarak başarılabilirse, insan haklarının her iki cins için ifadesi ve uygulanmasını arasındaki uçurumun ortadan kalkması mümkün olacaktır.

Kadınların insan hakları hareketi, kadınların haklarının insan hakları çerçevesinin
ihmal edilen bir yönü olmasına neden olarak kamusal ve özel alan ayrımına dikkat çekmiştir.

İnsan haklarının kavramsallaştırılması ve işleyişi, geleneksel olarak, devletin yaptırımlarıyla veya devletin göz yumması sonucunda gerçekleşen baskı biçimleriyle ilgilenmektedir. Bir başka deyişle, uluslararası hukuk, tarihsel olarak, devletin bireye karşı işlediği hak ihlallerine odaklanmıştır. Bu bağlamda, kadınların insan hakları hareketi, devletler arasındaki ilişkileri düzenlemek amacıyla formüle edilmiş olan uluslararası hukukun devlet-merkezli kalmaya
devam ettiğini belirtmiştir.23 Kadınların insan haklarının ihlalinin en ağır biçimlerinin genellikle kamusal alanda değil özel alanda meydana gelmesi devlet-merkezli bakış açısıyla düzenlenmiş insan hakları hukukunu ve mekanizmalarını kadınlara karşı taraflı hale getirmektedir. İnsan haklarının ağırlıklı ve öncelikli olarak hükümet, siyaset, ekonomi ve iş yeri dünyası olan kamusal alanda işlemesi kadınların insan haklarının toplumsal cinsiyet
temelli şiddet ve istismar yoluyla yoğunlukla ihlal edildiği alan olan özel alanı, yani ailenin ve evin dünyasını dışarıda bırakmaktadır.

Kadınların insan haklarının ihlali en yaygın ve şiddetli biçimde özel alanda
gerçekleşen bir olgudur.24 

Bu nedenle, kadınların insan haklarının ihlal edilmesi devletin fail olduğu durumların yanı sıra  yoğunlukla ve sıklıkla özel kişilerin fail olduğu durumlarda meydana gelen bir olgudur. 

Kadınların insan haklarını ihlal eden özel kişiler kadınların içinde yer aldığı cemaatlerin,  iş yerlerinin ve ailelerin mensuplarıdır. Bu bağlamda, kadınların insan haklarının mücadelesini verenler, devletlerin özel kişilerin faili olduğu insan hakları ihlallerinden doğrudan sorumlu olmasalar da bu ihlallere göz yumdukları için sorumlu tutulabilecekleri ne dikkat çekmişlerdir. Örneğin, erkeğin eşini suistimal etmesi ve baskı altında tutmasının, cinsel tacizin ve tecavüzün yetersiz biçimde soruşturulması ve yargılanmasında devletin sorumluluğu iddia edilmektedir.25

Sonuç Yerine: Feminist Hareketin Kazanımları

Son yirmi yılda, Uluslararası İnsan Hakları Hukuku feminist çalışmalara konu olmuş, Uluslararası Hukuk’un hem kurgulanışını hem de işleyişini eleştiren uluslararası kadın hareketi, kadınların insan haklarının uluslararasılaşması için mücadele etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin bir ürünü olan İnsan Hakları Hukuku, devletlerin temel aktör olarak tanımlandığı ve devlet dışı aktörlerin göz ardı edildiği bir uluslararası sistemde bireylerin ve çeşitli grupların uluslararası hukuk sistemine erişimini sağlamış, ulusal sınırları aşan standartlar getirmiş, bu sayede önceden sadece sınırları içinde işlendikleri devleti ilgilendir diği düşünülen zulüm uluslararası incelemeye açılmıştır. Böylece bireyin devletten korunması ve vatandaşı oldukları devlet içinde haklarının tesisi uluslararası bir meseleye dönüşmüştür. Bu başarıyı referans kabul eden feminist insan hakları mücadelesinin temel araştırma konusunu ise uluslararası hukuk sistemi içinde kadınların yüz yüze olduğu eşitsizliğe ve ayrımcılığa çare bulmak ile kadınların insan haklarını kullanmalarını sağlayabilmek için farkındalık yaratmak oluşturmaktadır.

Bu bağlamda uluslararası insan hakları hukukunda kadınların insan haklarının
sağlanması için iki strateji izlenmiştir 26: 

Bunların ilki, özellikle ve sadece kadınların bir takım haklarına ilişkin uluslararası 
sözleşmeler hazırlamaktır. Bu sözleşmelere örnek olarak Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda  1952 yılında kabul edilen Kadınların Siyasal Haklarına İlişkin Sözleşme ve BM Genel Kurulu’nda  1979’da kabul edilen Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)  sayılabilir. 

İkinci strateji ise varolan insan hakları hukukunun kadınların deneyimlerini de içerecek şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Bu stratejiyi izleyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çeşitli kararlarında yaşam hakkı, işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muameleye ve cezaya uğramama hakkı ile ayrımcılık yasağını yeniden yorumlamış ve uluslararası insan hakları hukukuna bu haklar temelinde bir kadınların insan hakkı perspektifi kazandırmıştır. 

Bu iki strateji de uluslararası insan hakları hukukunun kadınları da kapsayacak şekilde uygulanması için önemlidir. Ancak iki yöntemin de kendilerine has zayıflıkları vardır. Örneğin kadınları ilgilendiren spesifik uluslararası sözleşmeler yapılması ve uluslararası hukuk mekanizmaları oluşturulması, kadınların insan hakları mücadelesinin marjinal ve sanki insan hakları mücadelesinin dışında ek talepler miş gibi görülme riskini içermektedir.27 Uluslararası insan hakları hukukunun kadınların deneyimlerin içerecek şekilde yeniden yorumlanması stratejisi ise kadınların insan hakları sisteminden faydalanan eşit bireyler olarak değil sanki geleneksel insan hakları korumasından bir sapmaymış veya bir istisnaymış gibi algılanmalarına sebep olmaktadır. Kadınlar, kendi haklarının ihlalinin de bir insan hakları ihlali olduğuna uluslararası hukuk kurumlarını inandırmaları için ek bir çaba sarf etmek zorunda kalmaktadırlar 28. 

Bunun en acı örneği, Bosna ve Ruanda’da yaşanan kitle tecavüzlerinin  değerlendirilmesinde görülmüştür. 1949 Cenevre Sözleşmeleri’ nin dördüncüsü olan Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ nin 27. maddesi, silahlı çatışmalarda tecavüzü ve kadınların fuhşa zorlanmasını men etmekteyse de, kadınlara karşı cinsel şiddet ve tecavüz, sivil halk üzerinde terör estirmek için rutin bir savaş aracı olarak kullanılmış, silahlı çatışmalarda kadınlara yönelik cinsel şiddet ve tecavüz yıllar boyunca savaşın talihsiz bir sonucu olarak görülmüştür. Ancak Bosna ve Ruanda’da on binlerce kadının kitle tecavüzüne uğradığı, hamile kaldıkları kesinleşene kadar zorla alıkonulduğu ve
seks kölesi yapıldıkları ortaya çıkınca, silahlı çatışmalarda kadınlara yönelik şiddet uluslararası hukukun gündemine gelmiştir. 

Bu başarıda uluslararası kadın hareketinin söz konusu yerlerde kadınlara yönelik cinsel şiddet ve tecavüze ısrarla dikkat çekmesi, feminist hukukçuların talebi ile Eski Yugoslavya ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nde kadın hakimlerin görev yapması ve tecavüz öykülerini alan BM görevlilerinin kadın olmasının  önemi ise yadsınamaz. Uluslararası İlişkiler disiplinine ve Uluslararası Hukuk’a yönelik feminist eleştirilerin dikkat çektiği ‘kadınların uluslararası mekanizmalara katılımındaki eksikliğin’ giderilmesi ile, Bosna, Ruanda ve gelecekte yaşana bilecek savaş ve silahlı çatışmalarda kadınların korunması için önemli bir kazanım sağlanmıştır.


DİPNOTLAR;

1 The World’s Women 2010: Trends and Statistics, 
   https://unstats.un.org/unsd/demographic/products/Worldswomen/WW2010pub.htm (Çevirimiçi: 08.09.2013) 
2 Amartya Sen (1990). “More than 100 Million Women are Missing.” New York Review of Books, ss. 61-66 
3 Charlotte Bunch (1990). “Women’s Rights as Human Rights: Toward a Re-Vision of Human Rights”. Human Rights Quarterly. Vol. 12: 486-498 
4 Hillary Charlesworth (1995), “Human Rights as Men‟s Rights”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York, s. 105 
5 Catherine Hawkins,(2012) “Women’s Human Rights: The Global Intersection of Gender Equality, Sexual and  Reproductive Justice, and Health Care”, JournalofResearch onWomen and Gender, Vol. 4, s.159 
6 Bunch, a.g.e., s.13 
7 Bunch, a.g.e., s.12 
8 Felice Gaer (1989). "Human Rights at the UN: Women's Rights are Human Rights," In Brief, No. 14, November 1989 
9 Catharine A. Mackinnon (2003). Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru. çev. : Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, ss. 248-249. 
10 Bunch, a.g.e, 492-498. 
11 Bunch, a.g.e., 488. 
12 Charlesworth, a.g.e., 102 
13 Charlesworth, a.g.e., 103 
14 Elisabeth Friedman (1995), “Women‟s Human Rights: Emergence of a Movement”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York, s. 26. 
15 Charlesworth, a.g.e., 106. 
16 Bunch, a.g.e., 488-489. 
17 Hilary Charlesworth, Christine Chinkin, Shelley Wright (1991). “Feminist Approaches to International Law”. American Journal of International Law. Vol. 85 No. 4, s.626-627. 
18 Elizabeth M. Schneider (1991). "The Violence of Privacy," Connecticut Law Review, Vol. 23, ss.975-984. 
19 Schneider, a.g.e., s. 977. 
20 Riane Eisler (1987) "Human Rights: Toward and Integrated Theory for Action," Human Rights Quarterly, VoL 9, No. 3, s.292. 
21 Eisler, a.g.e, ss. 292-293. 
22 Schneider, a.g.e., 975. 
23 Hillary Charlesworth (1994). “What are ‘Women’s International Human Rights?” Human Rights ofWomen: NationalandInternationalPerspectives. Ed. Rebecca J. Cook. Pennsylvania: University of Pennsylvania Press, s.70. 
24 Charlesworth, 1994, s. 72. 
25 Friedman, a.g.e., s.21. 
26 Alice Edwards (2012) Violence Against Women Under International Human Rights Law, 3rd Printing. Cambridge University Press, New York, s.2. 
27 Charlesworth, 1994, s. 66 
28 Edwards, a.g.e, s.5. 


Kaynakça

Bunch, Charlotte (1990). “Women’s Rights as Human Rights: Toward a Re-Vision of Human Rights”. Human Rights Quarterly. Vol. 12: 486-498

Charlesworth, Hilary, Christine Chinkin, Shelley Wright (1991). “Feminist Approaches to International Law”. American Journal of International Law. Vol. 85 No. 4: 613-645.

Charlesworth, Hillary (1994). “What are ‘Women’s International Human Rights?” Human Rights of Women: National and International Perspectives. Ed. Rebecca J. Cook. Pennsylvania: University of Pennsylvania Press

Charlesworth, Hillary (1995). “Human Rights as Men‟s Rights”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York

Edwards, Alice. (2012) Violence Against Women Under International Human Rights Law, 3rd Printing. Cambridge University Press, New York

Eisler, Riane (1987) "Human Rights: Toward and Integrated Theory for Action," Human Rights Quarterly, Vol 9, No. 3: 975-984.

Elisabeth Friedman (1995), “Women‟s Human Rights: Emergence of a Movement”, Women’s Rights, Human Rights: International Feminist Perspectives, (Ed.) Julie Peters and Andrea Wolper, Routledge, New York

Felice Gaer (1989). "Human Rights at the UN: Women's Rights are Human Rights," In Brief, No. 14, November 1989

Hawkins, Catherine (2012) “Women’s Human Rights: The Global Intersection of Gender Equality, Sexual and Reproductive Justice, and Health Care”, Journal of Research on Women and Gender, Vol. 4: 154-184

Mackinnon, Catharine A. (2003). Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru. çev. : Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul.

Schneider, Elizabeth M. (1991). "The Violence of Privacy," Connecticut Law Review, Vol. 23.

Sen, Amartya (1990). “More than 100 Million Women are Missing.” New York Review of Books, ss. 61-66

The World’s Women 2010: Trends and Statistics,
https://unstats.un.org/unsd/demographic/products/Worldswomen/WW2010pub.htm (Çevirimiçi: 08.09.2013)


***

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 1

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI, BÖLÜM 1


ULUSLAR ARASI GÜVENLİK KONGRESİ 
8-9 Ekim 2013 
Bildiriler Kitabı 
Editör Editor 
Prof.Dr.Hasret ÇOMAK 
Ayşegül GÖKALPKUTLU 

Nisan 2014 Kocaeli 
ULUSLAR ARASI GÜVENLİK KONGRESİ 
(INTERNATIONAL SECURITY CONGRESS ) 

Editör:Hasret ÇOMAK 

Baskı : Kocaeli Üniversitesi Yayınları; No
1.Baskı (1stEdition): Nisan2014/ April 2014; Kocaeli 



ÖNSÖZ 

8-9 Ekim 2013 tarihleri arasında Kocaeli Üniversitesi’nde Uluslararası Güvenlik Kongresi gerçekleştirilmiştir. 

Uluslararası Güvenlik Kongresi’nde yeni güvenlik politika ve stratejileri çok yönlü olarak ele alınmıştır. 

Güvenlik, günümüzde uluslararası düzeydeki ilişkileri belirleyen temel unsurların başında gelmektedir. Ülkeler açısından sürekli olarak güvenliğin sağlanması ve geliştirilmesi temel amaçtır. Küreselleşme ile yeniden tanımlanan yeni güvenlik ortamı, “güvenliğin bölünmezliği” ilkesini daha önemli hale getirmiştir. 

Uluslararası barış ve istikrarın korunması ile sürdürülebilir kalkınma için ihtiyaç duyulan güvenlik ve huzur ortamının tesis edilmesi gerekmektedir. Bu hedefe ulaşılmasında, ülkelerin toprak bütünlüğünün korunması, kriz yönetimi operasyonlarına katkıda bulunulması (barışı koruma ve insani yardım), Kitle İmha Silahları (KİS) ve bunların fırlatma vasıtalarının yayılmasının önlenmesi ve silahsızlanmanın teşvik edilmesidir. 

İstikrara katkı sağlamak amacıyla uluslararası işbirliğinin küresel ve bölgesel ölçekte artırılması, ortaklığa, diyaloga ve yumuşak güce dayalı güvenlik anlayışı giderek ön plana çıkmakta ve önem kazanmaktadır. 

Küresel terörizm, organize suç, yasa dışı göç, temel kaynakların azalması ve / veya tehdit edilmesi, silahlı çatışmalar sonucu insanların kontrol dışı kitlesel hareketleri ve siber saldırılar 21'inci yüzyılda uluslararası güvenlik konusunda ortak girişimleri ve işbirliğini zorunlu kılmaktadır. 

Tüm bu gelişmelerden dolayı dünyada güvenlik ve istikrarın geliştirilmesi, yeni güvenlik anlayışlarının ve yaklaşımlarının belirlenmesi, benimsenmesi, yaygınlaştırılması ve güvenlikle ilgili yeni yönelimlerin ortaya konması amacına uygun olarak; Kocaeli Üniversitesi’nin ev sahipliğinde, Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi -TDİK), T.C. Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırma Merkezi, Astana L.N. Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi, Priştine Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversite si,Trakya Üniversitesi ve Bilgesam ortaklığı ile IV. Uluslararası İlişkiler (Uluslararası Güvenlik) Kongresi düzenlenmiştir. 

08 -09 Ekim 2013 tarihlerinde, Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Yerleşkesi Prof. Dr. Baki Komşuoğlu Uluslararası Kültür ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen Kongre; bölgesel ve küresel güvenliğin yeni yönelimleri, yeni güvenlik politika ve stratejilerinin belirlenmesi ve uygulanmasında önemli rol üstlenmiştir. 

Bu yönüyle Kongre, güvenlik politikalarındaki yeni gelişmeler ile bu gelişmelere yönelik stratejilerin oluşturulmasına katkı sağlamış ve bilimsel bir bakış açısı ile değerlendirebilme olanağı verebilmiştir. Kongre, yeni işbirliği ve yatırım olanaklarının yaratılmasına ve geliştirilmesine katkı ve destek verebilmiştir. 

8-9 Ekim 2013 tarihlerinde Üniversitemizin Umuttepe Yerleşkesinde düzenlenen Uluslararası Güvenlik Kongresi’nde Uluslararası işbirliğinin küresel ve bölgesel ölçekte artırılması, ortaklığa, diyaloğa ve yumuşak güce dayalı güvenlik anlayışı ve Kriz yönetim operasyonlarına katkıda bulunulması (barışı koruma, insani yardım ve polis görevleri) konuları öncelikli olarak incelenmiştir. 

Kongrede; Sorunlu bölgelerde güncel güvenlik sorunlarının tespiti ve analiz edilmesi, Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği’nin bu bölgelere yönelik güvenlik yaklaşımları ve bunların bölgelerin güvenliğine etkileri değerlendirilmiş tir. 

Sürdürülebilir güvenliğin, barış ve istikrarın tesisi konusunda Türkiye’nin rolünün analiz edilmesi ve bu konuda uygulanabilir stratejilerin geliştirilmesi Kongrede ayrıntılı irdelenmiştir. Kitle İmha Silahlarının (KİS) yayılmasının önlenmesi, organize suçlar, yasa dışı göç, terör gibi güvenliği, barışı ve istikrarı bozan unsurlara karşı ortak mücadele stratejilerinin geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. 

Kongrede silahlı çatışmalarda uygulanacak çatışma analizinin yapılması ve çözüm önerilerinin belirlenmesi ile ilgili bildiriler sunulmuştur. NATO ve AB’nin diyalog ve işbirliği süreçleri incelenmiştir. 

Ülkelerin güvenlik politikaları kapsamında; ABD’nin güvenlik politikasındaki son gelişmelerin incelenmesi ve değerlendirilmesi, Rusya Federasyonu’nun güvenlik politikasının incelenmesi ve değerlendirilmesi, Çin’in güvenlik politikasının incelenmesi ve değerlendirilmesi, İran’ın güvenlik politikasının incelenmesi ve 
değerlendirilmesi yapılmıştır. 

Bölgelerdeki BM Barış Güçlerinin konumu ve görevleri uluslararası hukuk çerçevesinde incelenmiş ve değerlendirilmiştir. 

Küresel ve bölgesel güvenliği etkileyen; nüfus artışı, iklim değişikliği, hızlı şehirleşme ve sanayileşmenin yol açtığı sorunlar ve çözüm önerileri üzerinde durulmuştur. 

Petrol ve doğalgaz kaynaklarının dünya enerji arzı yönünden incelenmesi ve değerlendirilmesi, enerji nakil hatlarının ve bu hatların güvenliğinin dünya enerji arzı açısından incelenmesi özel oturumlarda sağlanmıştır. 

Kongremizde; etnik yapılar ve bunun bölgesel güvenliği etkileri ile dil çeşitliliği ve bunun bölgesel ve küresel güvenliğe etkileri üzerinde özellikle durulmuştur. 

Bölgesel ve küresel güvenliği etkileyen önemli konular kapsamında; Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve Teşkilatın Güvenlik Politikaları ve Yeni Açılımları incelenmiştir. İç ve dış göçlerin, nüfus hareketlerinin politik ve ekonomik analizinin yapılması, kültür ve tabiat varlıklarının korunması ve güvenliğe etkileri, uluslararası hukuk ve küresel güvenlik konuları, silahların kontrolünün uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi yapılmıştır. 

Küresel terörizm ve insan hakları, Afrika’nın barış ve güvenliğinin geliştirilmesi, silahlı çatışma hukuku konuları, küresel güvenliği etkileyen sağlık sorunları ile çözüm önerileri Kongre’de incelenmiştir. Kitle iletişim araçlarının güvenliği ile iletişim araçlarının güvenlik politikalarına etkileri ayrıntılı değerlendirilmiştir. 

Kongrenin planlanmasında ve uygulanmasında yardım ve desteğinden dolayı Genel Sekreterim Öğretim Görevlisi Dr. Ayşegül Gökalp Kutlu’ya, Başkan Yardımcılarım Doç. Dr. Aigerim Shilibekova ve Doç. Dr. Atilla Sandıklı’ya çok teşekkür ederim. Eserin bilim alanına katkı sağlamasını yürekten dilerim. 

Engin Saygılarımla. 

Prof. Dr. Hasret ÇOMAK 
Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı 
İİBF Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı 
Ve Uluslararası Güvenlik Kongresi Başkanı 

*****************

ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI HUKUKU ve KADINLARIN İNSAN HAKLARI 

Ayşegül Gökalp Kutlu
* Öğretim Görevlisi, Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü


Özet

İnsan hakları, klasik tanımıyla bireylerin yalnızca insan olmalarından dolayı sahip
oldukları haklar olarak tanımlandığında ve uluslararası hukuk tarafından korunduğunda, bu hakların ve onlara bağlı koruma mekanizmalarının ırk, din, milliyet, cinsiyet, ekonomik, toplumsal veya siyasi konum gözetmeksizin bütün insanları kapsaması gerekir. Bu durumda, insan hakları kavramı kadınların insan haklarını da doğal olarak içermektedir. Ancak, bakış açımızı netleştirmek adına bir soru daha sormak yerinde olacaktır: Uluslararası insan hakları belgelerinde ve mahkemelerin bu belgeleri yorumladıkları kararlarında kadınların sadece
kadın oldukları için karşılaştıkları insan hakları ihlalleri ne kadar yer bulabilmektedir?
Uluslararası insan hakları hukukuna yöneltilen bu en temel feminist eleştiri, insan haklarının evrenselliği ile uygulamadaki ayrımcılığı sorgulamaktadır.

GİRİŞ

Her yıl dünyada önemli sayıda insan - sadece kadın oldukları için - rutin olarak
işkence görmekte, açlığa, korkuya ve aşağılanmaya mahkum edilmekte, cinsel sömürüye maruz kalmakta, sakatlanmakta ve hatta öldürülmektedir. 1995 yılında toplanan Dördüncü Dünya Kadınlar Konferansı’nda kabul edilen Pekin Deklarasyonu ile, Konferans’a katılan hükümetler “ Bütün insanlığın yararı için her yerdeki bütün kadınlar adına eşitlik, kalkınma ve barış hedeflerini ileri götürmeye kararlı” olduklarını taahhüt etmiş olsalar da, kadınların durumunu izlemek için yayınlanan The World’s Women raporlarının sonuncusu tüm dünyada kadınların erkeklere göre daha az eğitim alabildiğini, sağlık hizmetleri ne önemli ölçüde daha az ulaşılabildiklerini, kız bebeklere yaşam hakkı verilmediğini ve kadınların ucuz iş gücü olarak görüldüğünü ortaya koymakta dır.1 Bu rapordan 20 yıl önce ise Amartya Sen, 100 milyondan fazla kadının kayıp olduğunu belirtmiştir.2 Özellikle Asya’da artan bu rakam, Sen’e göre beslenme ve temel sağlık hizmetlerine eksikliği sebebiyle kadın ölümlerinin
yüksek olmasının bir sonucudur. Üstelik, Sen’e göre, bu eşitsizlik Doğu ve Batı kültürlerinin arasındaki farklarla veya ekonomik gelişme aşamaları ile açıklanamaz. Sen, bunun yerine, kadınların hayatta kalma beklentilerini etkileyen faktörlerin eğitim, istihdam, mülk sahipliği, bağımsızlık, özel ve kamusal alandaki güç ilişkileri ve cinsiyet eşitsizliğini devam ettiren kültürel ve dini inanışlar gibi daha karmaşık sosyo-kültürel eşitsizlikler bağlamında
incelenmesi gerektiğini belirtmiştir.

Kadınlarla ilgili yukarıda bahsi geçen veriler herhangi başka bir grup – örneğin ırksal veya etnik bir grup – hakkında elde edilseydi, kuşkusuz o grubun insan haklarının açıkça ihlal edildiği sonucunda varılırdı. Ancak, kadınların insan hakları ihlallerinin ölümlere ve istismara yol açtığı bilinmesine rağmen, uluslararası hukuk kadınların cinsiyet temelinde karşılaştıkları ayrımcılığı insan hakları ihlali olarak sınıflandırmakta oldukça gönülsüz davranmaktadır. Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na yönelik feminist eleştiriler, kadınların insan hakları ihlallerinin ciddi bir sorun olarak uluslararası hukuk tarafından ele alınmamasını, ataerkil
toplumsal yapıların ve uluslararası ilişkilerin erkek egemen yapısının bir sonucu olduğunu belirtmektedirler. Ancak, kadınların yaşamlarını etkileyen temel konuların Uluslararası İnsan Hakları Hukuku tarafından ele alınmaması, kadınlar açısından hayati sonuçlar doğurmakta  olduğu için sorunlu bir yaklaşımdır.3 

Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na feminist bakış, insan hakları kuramının söylemi ve uygulanması arasında kadınlar açısından bir eksiklik olduğunu ve bu nedenle kadınların insan haklarına vurgu yapılmasının hukuksal ve politik alanlarda gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Bu durumda, insan haklarının cinsiyetsiz bir şekilde uygulanmasına yol açabilecek cinsiyetsiz bir söylem ve anlayış geliştirme gereği ortaya çıkmaktadır. İnsan hakları hukukunun feminist eleştirisi, insan haklarının evrensel olduğu ifadesi ile bu hakların korunmasındaki cinsiyet temelli ayrımcılığın nedenlerini anlamak ve açıklamak amacındadır.
Feminist bakış açısı, Uluslararası İnsan Hakları Hukukunun neden ve nasıl cinsiyetler arası ayrımı engelleyici bir şekilde anlaşılması ve ayrımcı olmayan bir şekilde uygulanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Feminist eleştiri cinsiyete dayalı iktidar ilişkilerini, ayrımın mekanizmalarını ve içerimlerini anlamak için kavramsal bir araç sunmaktadır. İnsan haklarının feminist bir bakış açısıyla incelenmesi, kadınların farklı deneyimlerini aydınlığa kavuşturabilir ve genel insan hakları normlarının nasıl anlaşılması ve kadınların deneyimlerine nasıl uygulanması gerektiğini gösterebilir. Feminizm, insan hakları kuramı için
çağdaş bir meydan okuma sunmakta ve bu kuramın cinsiyet hatları boyunca daha kapsayıcı hale gelmesini talep etmektedir. İnsan hakları düşüncesine yönelik feminist meydan okuma, insan haklarının genel olarak kadınların deneyimleri ışığında yeniden inşa edilmesi gerektiğini savunur.

Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na Yönelik Feminist Eleştiriler

Kadınların haklarını insanlığın yarısının hakları olarak insan hakları genel çerçevesi içinde savunmayı, geliştirmeyi ve kadınlara bu konuda ihtiyaç duydukları kaynak ve olanakları sağlamayı amaçlayan kadınların insan hakları hareketi, belirli sorunlar ve sorular merkezinde gelişmiştir. Hareket öncelikle kadınların sorunlarının insan hakları ve gelişme ile ilgili küresel gündemlerden ayrı değil, bu gündemlerin ihmal edilen bir yönü olduğu savına dayanmaktadır. Bu bağlamda, hareket, kadınların çeşitli alanlarda erkeklerle eşit statüye sahip
olmalarını (kadınların eşitliği) temel bir insan hakkı olarak savunmaktadır. İnsanlığın yarısını oluşturan kadınların eşitliği çoğu zaman bir özel çıkar meselesi olarak değerlendirilirken, görece çok daha az sayıda insanı etkileyen sorunlar genel meseleler olarak değerlendirilmektedir.4 Bu nedenle, kadınların haklarının insan hakları çerçevesinden ayrı değerlendirilmesi kadınların küresel ölçekte ikinci sınıf insan muamelesi görmelerini devam ettirmektedir.

İnsan hakları ile kadınların hakları arasında somut ve doğrudan bir bağlantı
kurulmasına ihtiyaç duyulması her ne kadar ironik olsa da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin günümüzde en acil çözüm bekleyen insan hakları sorunu olması kendiliğinden apaçık bir olgunun (kadınların insan olmaları hasebiyle insan hakları olması) kökleşmiş ve devam ettirilmiş fikirlerin ve pratiklerin çemberinde kolayca gözden kaçırılabileceğini göstermektedir.5 Bu bağlamda, kadınların insan hakları hareketi özellikle toplumsal cinsiyet ayrımı kaynaklı insan hakları istismarları üzerinde yoğunlaşmıştır. Kadınların kadın oldukları için maruz kaldıkları bu istismarlar hareketin başa çıkması gereken en belirgin ve büyük
mesele olmuştur.6 Kadınların insan hakları ihlallerinin de büyük çoğunluğu toplumsal cinsiyet ayrımı temellidir. Birçok halde kadınların insan haklarını hiçe sayan ayrımcılık biçimleri ve istismarlar mağdur kişi kadın olduğu için gerçekleşmektedir.7

Haklara Feminist Yaklaşım 

Uluslararası insan hakları standartlarının feminist eleştirisi genel olarak uluslararası insan hakları hareketinin erkeklerin haklarına odaklandığı, hareketin bu hakların özü ve konuları ile ilgili anlayışının, bu haklara sahip olan kişilerin erkek olduğu varsayımına dayandığı pozisyonundan hareket etmektedir. İnsan hakları kuramları genel olarak kamusal alan konusunu (bu nedenle de feminist argümana göre, erkekler arasındaki ilişkileri) ele almaktadır. Bu odaklanmayı açıklamak ya da mazur göstermek için çeşitli polemik argümanları ileri sürülmüştür: Bu argümanlar cinsiyet ayrımcılığının önemsiz ya da ikincil bir
konu olduğu; kadınların suistimalinin kültürel, özel ya da kişisel bir mesele olup devlet müdahalesini gerektiren siyasi bir mesele olmadığı; ve kadınların suistimali tanındığında bile bunun kaçınılmaz ve çok yaygın olduğu ve bu nedenle de göz önünde bulundurulmasının sonuçsuz olacağı veya diğer insan hakları meselelerini gölgede bırakacağı şeklindedir.

Feminist eleştiriye göre, insan hakları kavramsallaştırılırken, örfi hukuktan, geleneksel uygulamalardan, veya diğer tahakküm biçimlerinden kaynaklanan kadınlara yönelik ayrımcılık, özellikle tanımlanamamakta ve genellikle de ihmal edilmektedir. Ayrıca, kadınların hukuktaki durumunun incelenmesi, kadınları insan haklarından ziyade aile hakları ve oy kullanma hakkı gibi “kadın hakları” olarak kabul edilen belirli alanlar ile sınırlandırmaktadır.

   Örneğin Felice Gaer, BM insan hakları mekanizmalarının, kadın meselelerinin insan hakları topluluğunda neden yer etmediğini açıklarken BM’nin yapısına dikkat çekmiştir.8 

   İlk olarak Gaer, BM kurumlarındaki delegelerden bir çoğunun hukukçu olduğuna ve kanuni ve geleneksel formel prosedürlere odaklanma yönünde baskın bir eğilim bulunduğuna işaret etmektedir. 

   İkinci olarak, Gaer bütün insan hakları kurumlarının, sosyoekonomik haklardan çok sivil ve siyasi haklara odaklanma eğiliminde olduğunu belirtmektedir. Sosyoekonomik haklar ele alındığında bile, bu genelde kalkınma meseleleri merceğinden ele alınmaktadır.

   Üçüncü olarak Gaer, insan hakları örgütleri arasında toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda bir bilinç eksikliği olduğunu ileri sürmektedir. 

   Son olarak da, cinsiyet ayrımcılığının özel bir konu olduğu ve devletlerin sorumlulukları dışında yer aldığı konusunda yaygın bir anlayış olduğunu ifade etmektedir.

Kadınların insan haklarının korunmasındaki temel bir eksiklik, bunları incelemekle görevli birbirinden ayrı BM kurumlarının olmasıdır. Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığı Önleme Komisyonu (CEDAW), diğer BM toplumsal kalkına kurumları ile birlikte Viyana’da toplanmaktadır. Oysa BM “insan hakları” kurumları ve insan hakları sekretaryası Cenevre’de bulunmakta dır. Bunun neticesinde bu kurumlar arasındaki iletişim de az olmaktadır.

Kadın haklarının kadınların insan hakları olarak algılanmaması, kadın haklarının
“erkek” (insan) haklarından farklı ya da daha aşağı olduğu düşüncesini devam ettirmektir. Bir başka deyişle, “kadın haklarının” erkek haklarından ayrılması, kadın haklarının ihlalinin hukukun ya da geleneğin ihlali olmadığı gelenekleri yansıtmakta ve pekiştirmektedir. İnsan hakları kuramının feminist eleştirisinin büyük bir bölümünün altında yatan argüman, insan hakları ihlalini tanımlamak ve ölçmek için geliştirilen ölçütün erkek normu üzerine kurulu olduğudur. 
Bu durumda, yeni bir insan hakları kuramının geliştirilmesi gerekmektedir. İnsan
hakların standartlarının seçici bir şekilde kamusal veya politik alan ile sınırlandırılması ve “kadın hakları” ve “insan hakları” arasındaki ayrım ile tanımlanan, kadınlar ve erkekler için çifte standart uygulanması, kadınların insan hakkı ihlallerini önleyememektedir.

Özetle, feminist hukuk kuramı, uluslararası insan haklarını ataerkil, formel ve
hiyerarşik bir şey olarak görmektedir. Yani genel olarak hukuk, özelde de haklar, nesnellik, mesafe ve soyutlama ile karakterize bir “erkek” bakış açısını yansıtmaktadır. Feminist kuram cinsiyetleri toplumsal olarak, nesnellik – öznellik, akıl – duygu, kültür – doğa, benlik – öteki gibi bir dizi karşıtlıklar ile bağlantılı bir şekilde inşa edilmiş kategoriler olarak nitelendirmektedir. Her ne kadar bu kategoriler stereotipik olarak kabul edilseler de, erkeksilik toplumsal olarak yukarıda yer alan ikili grupların ilk bileşeni ile, kadınsılık ise ikincisi ile ilişkilendirilmektedir. Bu nedenle, liberal anlayış cinsiyetçi bir hukuk sistemi  oluşturmaktadır. Böylece, “soyut haklar dünyanın erkekçe deneyimlenmesine (dünyayı erkeklerin deneyimlemesine) izin vermektedir”.9


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

19 Ekim 2017 Perşembe

Yeni Savaş ve Siber Güvenlik Arasında NATO’nun Yeniden Doğuşu BÖLÜM 2


Yeni Savaş ve Siber Güvenlik Arasında NATO’nun Yeniden Doğuşu BÖLÜM 2


Bu değerlendirmeden NATO’nun geleneksel savaş üstünlüğünün enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeler neticesinde etkisiz kalabileceğinden şüphelendiği sonucuna varılabilir. NATO’nun yeni güvenlik stratejisinin belirlendiği 1999 zirvesinden hemen sonra, devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla Washington’da düzenlenen “21. Yüzyılda İttifak” başlıklı toplantıda, ittifak iyesi ülkelerin savunma imkân ve kabiliyetlerinin artırılması için stratejik tertiplenebilme ve hareket kabiliyetinin yükseltilmesi gerektiği belirtildi. Bu çerçevede etkili enformasyon sistemlerine sahip olunmasının savunma gücünü arttıracağı vurgulandı.29 Kosova müdahalesinden alınan derslerle bu tarihten sonra yayımlanan resmi NATO belgelerinin neredeyse tamamında siber güvenlik konusuna ve “enformasyon sistemleri”nin önemi ve korunması başlıklarına yer verilmiştir. Ne var ki, enformasyon sistemlerinin kimin için ve nasıl güvenli hale getirileceği, güvenliğin sağlanmasının maliyetinin ne olacağı türünde sorularının cevapları verilmemekteydi. 

11 Eylül 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi Kuleleri başta olmak üzere çeşitli hedeflere yönelik olarak yolcu uçaklarıyla düzenlenen terör saldırıları, bilinen güvenlik tanımlarını alt üst etti. Güvenlik yeniden birçok ülkenin öncelikler listesinde üst sıralara tırmandı ve “terörizmle savaş” sadece saldırıya uğrayan devleti değil, sistemdeki tüm aktörleri ilgilendiren bir konu başlığına dönüştü. ABD önderliğindeki uluslararası koalisyon, saldırıların ve uluslararası terörün kaynağı olarak görülen El Kaide’ye ortadan kaldırmak amacıyla 2001 sonbaharında Afganistan’a girerek Taliban rejimine son verdi. NATO’da Uluslararası Güvenlik Yardım Gücü (International Security Assistance Force-ISAF) adı altında ve müttefik ülkelerin katılımıyla Afganistan’da görev yapmaya başladı. Bu görev, merkez karargâhı ile alandaki muharip güçler arasında güvenli bilgisayar, telefon ağları ve video konferans bağlantılarının kurulabilmesi konusunu NATO’nun siber alandaki önceliklerinden birisini haline getirdi. Stratejik ve gizli bilgileri taşıyacak bu altyapıların kurulması NATO için bilgi güvenliğinin esasını teşkil etmiştir. 

11 Eylül sonrasında tansiyonun yüksek olduğu dönemde üzerinde en çok tartışılan konulardan birisi, NATO’ya ya da üyelerden birine yönelik olarak gerçekleştirilebilecek Dijital Felaket (diğer adıyla dijital 9/11) senaryosudur.30 Bu senaryo çerçevesinde üye devletlerin siber sistemlerine yapılacak herhangi bir saldırının ülkenin kritik alt yapısını etkisiz hale getirmesi ve böylece ülkedeki güvenliği derinden sarsması ele alınmaktaydı. Bu tür endişeler milli güvenlikle kavramıyla yakından ilişkilendirilmekteydi.31 Bu değerlendirmelerin sonuçları 21 Kasım 2002’de düzenlenen Prag Zirvesi’nin gündeminde yansıdı. Zirve’de siber saldırılara karşı savunmanın güçlendirilmesi konusu ele alındı ve NATO’nun gerekli planlamaları yapması karara bağlandı.32 Zirve’de siber güvenlik yapılanması tek başına bir unsur olarak ele alınmamış, askeri kabiliyetlerin arttırılması bağlamında değerlendirilmiştir. 

Zirve’de alanına kararı hayata geçirmek amacıyla NATO Ağ ile Etkinleştirilmiş Güç (Network-Enabled Capability-NNEC)33 programı başlatıldı. 

Programın amacı NATO’nun askeri ve sivil unsurlarının enformasyon altyapısı aracılığıyla birleştirmesiydi. Anlayış, bilginin yeterince hızlı ve güvenle paylaşılmadığı takdirde üye ülkelerin muhtemel NATO harekâtlarına etkin katılımının mümkün olmayacağı üzerine inşa edilmişti.

Üye ülkelerin ağ yapısı ve askeri potansiyeli bu paylaşımı etkilemektedir. Her ülkenin askeri alt yapısı, eğitim durumu veya ağ niteliği NATO planlarının uygulanmasını etkilemektedir. Siber güvenlik açısından bakıldığından, NNEC ve Ağ merkezli Savaş (Network Centric Warfare-NCW) kavramlarından ziyade bu savaş tarzı için gerekli olan bilişim alt yapısının korunması önemlidir. Bu nedenle, Soğuk Savaş döneminde bu amaçla hizmet veren NATO İletişim ve Enformasyon Sistemleri Ajansı (Communications and Information Systems Agency-NACISA) ve Avrupa İttifak Güçleri Büyük Karargâhları (Supreme Headquarters Allied Powers Europe-SHAPE) Teknik Merkezi, yerlerini 1 
Haziran 1996’da kurulan NATO Danışmanlık, Komuta-Kontrol Ajansı’na (NATO Consultation, Command and Control Agency-NC3A)34 bıraktı. Bu ajansın görevi 
teknolojik boyuttaki gelişmeleri takip etmek, bunların NATO bünyesinde işlevsel hale gelmesini sağlamak ve NATO’nun askeri yetkililerinin askeri operasyonlar sırasında duydukları acil ihtiyaçlara cevap vermektedir. NC3A, NATO operasyonlarında araştırmadan takibe, hava komuta-kontrolden füze savunmasına, elektronik harpten erken uyarı ve kontrol sistemlerine, iletişimden bilişim sistemlerine kadar birçok sahada görev yapmaktadır. 11 Eylül sonrasında Hibrit Savaş kavramının daha açık bir biçimde ortaya çıkmasına müteakip, bilgi paylaşımı ve ortak komuta-kontrol fikrinin ne derece fonksiyonel olduğu anlaşılmış ve yapılanma günün şartlarına uyumlu hale getirilmiştir. Ağ 
merkezli savaş fikrini icra ederken siber güvenliğin öneminin artacağı da açıktır. NC3A yapılanması içinde siber güvenlik ve bilgi paylaşımının sağlanması için faaliyet gösteren bir bölüm de bulunmaktadır. Bu gün ağ merkezli savaşın daha ön plana çıkmasıyla NC3A’nın yapılanması daha da detaylandırılmıştır. Bu haliyle ilk yapılanmasından hayli farklı olduğu görülebilmektedir.35 

Aynı dönemde NATO’nun yeni savaş anlayışına uyum sağlamak amacıyla sinyal dinlemek ve işlemek için kurulmuş olan elektronik harp merkezleri de yeniden düzenlendi ve 7 Eylül 2004’te NATO İletişim ve Enformasyon Sistemleri Servisi Ajansı (NATO Communication and Information Systems Services Agency-NCSA) oluşturuldu. 2004 yılında kurulan bu ajans, ağ ile etkinleştirilmiş güç kavramını hayata geçirebilmek için merkez karargâhı ile diğer görev güçleri arasındaki iletişimi sağlamaktadır. Kosova operasyonundan anlaşıldığı üzere siber saldırılar ilk olarak iletişim kanallarına odaklanmaktadır. 

Prag Zirvesi’nde alınan kararlardan bir diğeri de kritik alt yapıların terörizme karşı korunması için NATO siber savunma programının oluşturulmasıdır. Bu 
yüzden NCSA siber saldırılara karşı ilk müdahaleyi yapacak unsur olarak belirlenmiştir. Ajansın içindeki merkezlerden en önemlisi, muharip unsurların bilgi güvenliği ve ittifak genelinde güvenli iletişimi sağlamakla yükümlü NATO Bilgi Güvenliği Teknik Merkezidir (NATO Information Assurance Technical Centre-NIATC). NATO’nun 2007 yılına kadar iletişim, bilgisayar güvenliği ve siber güvenliği aynı kefeye koyduğunu görülmektedir. NIATC, bilgisayar ağlarını Bilgi Güvenliği Operasyon Merkezi ve NATO Bilgisayar Olayları Müdahale Gücü Teknik Merkezi’yle (NATO Computer Incident Response Capability Technical Centre-NCIRC) işbirliği içinde ve 7/24 esasında takip etmektedir. Bu gelişmeye müteakip 2006’da yapılan Riga Zirvesi’nde ağ ile güçlendirilmiş komuta-kontrol kavramı üzerinde durulmuş ve bilişim alt yapısının savunmasının iyileştirilmesi nin gerektiğine vurgu yapılmıştır.36 

Prag Zirvesi’nin NATO’nun siber güvenlik algısı ve strateji mantığının değişiminde bir başlangıç olarak kabul edilmektedir. Ancak bu denli büyük ve köklü alışkanlıklara sahip olan bir kuruluşta değişikliklerin istenilen hızda olmasını beklemek iyimserlik olacaktır. Oysa tehdit olarak tanımlanan asimetrik unsurların kendilerini çabucak güncelledikleri ve hedeflerine düzenli ya da rastgele biçimde sistematik olmayan bir yapıda saldırdıkları görülmektedir. Ayrıca uluslararası sistemde hukukla kayıt altına alınan cezaya tabi fiiller 
(casusluk, endüstriyel hırsızlık, bilgisayar korsanlığı, servis durdurmak, vb.) siber ortamda hiç bir kısıtlama olmadan gerçekleştirilmektedir. Siber saldırganlar çeşitli yöntemler kullanarak saldırılarının kaynağını gizlemeye çalışırlar. Bazı saldırılarda yaptıkları eylemi gizlemek için geride bıraktığı izleri sildikleri de görülmüştür. Devletlerin büyük ve hantal işleyişine karşı siber saldırılar hızlı ve asimetrik olarak ortaya çıkmaktadır. Öte yandan siber alanın zaman zaman devletler tarafından yönetilen siber saldırılar için kullanıldığı tahmin edilmektedir. Bürokrasi’nin hareket hızı ile siber saldırının gerçekleşme hızı arasındaki fark da devletlerin bu konuda kolayca mazeretler üretmesine imkân sağlıyor. Her ne kadar aksini belirtseler de, karanlık taraftaki bu korunmuşluk devletler için de cazip geliyor. 

İspatı bile mümkün olmayacağı için bütün ithamlarda komplodan öte gitmesi mümkün görünmüyordu. Bu yüzden birçok devlet kullanmış ya da kullanmaktadır. NATO karargâhında ve müttefik ülkelerde bu türde sorunlara nasıl yaklaşılacağı ve sorunlarla hangi yöntemlerle başa çıkılacağı konuları tartışılırken Estonya’ya yapılan uzun süreli ve yoğun siber saldırılar gündemi büyük bir hızla değiştirdi. 

Bronz Asker’in Dijital Ordusu 

Estonya internet kullanımının en yüksek düzeyde olduğu ülkelerden birisidir. Her vatandaşın devlet kurumlarına ve bankalarına internet üzerinden bağlanmasına imkân veren bir dijital kimliğe sahip olduğu ülkede, 355 devlet kuruluşu sanal dünyada yer almaktadır. Ernsdorff ve Berbec araştırmalarında Estonya’nın e-devlet yapılanmasında Orta ve Doğu Avrupa’da lider ve dünyada üçüncü sırada yer aldıklarını belirtir.37 

2001 yılında çalışmaya başlayan veri değişim katmanı olan X-Road programı Estonya’daki kurumları ve insanları birbirine bağlamaktadır. Bu E-devlet programı uygulamaları açısından diğer örneklerine nazaran en gelişmiş örnektir. Estonya, dünya üzerinde internet kullanarak yapılmış olan ilk yerel seçimlere de 2005 yılında ev sahipliği yapmıştır.38 2010 yılı verilerine göre, Estonya’nın 1.46 milyonluk nüfusun yüzde 75’i internet kullanıcısıdır. 

Estonya, NATO’nun 2002 Prag Zirvesi sonrasında üyelik görüşmelerine başladı ve Mart 2003’te de üye olarak kabul edildi. Bu süreç ülkenin Rusya’dan zihinsel olarak hızla uzaklaşmasına sebep oldu. Bu çerçevede Estonya’nın başkenti Tallinn’e Kızıl Ordu’nun girişinin ifadesi olarak 1947 yılında yapılmış olan “Tallinn’in Kurtarıcısı Heykeli” ya da popüler adıyla “Bronz Asker” heykeli de bu süreçten nasibini aldı. Heykelin yıkılmasını isteyenler ile yer değiştirmesi gerektiğini savunanlar arasında yürüyen tartışma sonucunda 
heykel, hükümetin kararıyla Tallinn’deki askeri mezarlığa taşındı. Rus kökenli Estonya vatandaşlarının39 protesto gösterileri devam ederken ülkenin siber altyapısını hedef alan saldırılar 27 Nisan gece yarısından sonra başladı ve giderek hız kazandı. Ping yoğunluyla başlayan hareket çok hızlı bir şekilde servis dışı bırakma saldırısına dönüştü.40 Çeşitli Rus internet forumlarında Estonya’daki adresler hedef olarak gösterildi ve teknik bilgisi olmayan sıradan bilgisayar kullanıcılarına kadar ulaşan bir kitleye saldırıyı gerçekleştirmenin 
yöntemleri açıklanarak saldırı yaygınlaştırıldı. Ülkedeki Hansabank ve SEB gibi bankalar siber saldırılara hazırlıklı oldukları için ilk gün yapılan saldırılardan çok zarar görmediler. 

Fakat hazırlıksız olan Estonya hükümet siteleri işlevlerini yerine getiremez hale geldi. 

Başkanlık ve parlamento siteleri, bütün bakanlık siteleri, siyasi partilerin siteleri bu hedefler arasındaydı. Estonya’daki altı büyük medya kuruluşu ve iletişim firmaları da saldırıdan nasibini aldı.41 Ülkede IP’leri kontrol eden ve izleyen sistemlerin olmaması da tehdidi daha hissedilir hale getirdi. Saldırılara tek cevap verecek kurum ülkedeki e-seçimlerin alt yapısını kuran uzmanlardı. 28 Nisan’da zirve noktasına ulaşan saldırılar yavaş yavaş azaldı ve 3 Mayıs’ta aralarında ping taşması şeklinde tanımlanan saldırıların da olduğu kontrol edilebilir seviyedeki saldırılar başladı. Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sını yendiği gün olan 9 Mayıs’ta da botnet saldırıları başladı.42 11 Mayıs’ta yavaşlayan bu saldırılar, 18 Mayıs’ta tekrar başladı ve 23 Mayıs’a kadar devam etti. Çok sayıda Rus sitesinin katıldığı bu saldırılar sırasında Rusya’daki 
http://2ch.ru ve http:// forum.xaker.ru  sitelerinin kullanıcılarını basit programlarla saldırıya katılımı teşvik ettiği bilinmektedir. Özellikle kanal genişliği doldurmak amacıyla ping saldırıları detaylı bir şekilde belirtilmiştir. 
Bir Rus sitesinden alınan ping yaparak bant genişliğini doldurmayı hedefleyen bu saldırı da belirli adresler ve IP numaraları da verilmiştir: 


@echo off 
SET PING_COUNT=50 
SET PING_TOMEOUT=1000 
:PING 
echo Pinguem estonskie servera 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% dns.estpak.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 194.126.115.18 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.eenet.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 193.40.56.245 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.kbfi.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 193.40.133.222 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.online.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 194.106.96.21 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.uninet.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 194.204.0.1 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.ut.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 193.40.5.99 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.uu.net 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 137.39.1.3 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% sunic.sunet.se 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 192.36.125.2 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% muheleja.eenet.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 193.40.0.132 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns2.eenet.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 193.40.0.12 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% kbfi.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 194.204.58.129 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% smtp.uninet.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 194.204.0.4 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ptah.kbfi.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 194.204.58.129 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.gov.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 195.80.106.241 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns.aso.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 195.80.96.222 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% ns2.ut.ee 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% 193.40.5.76 
ping -w %PING_TOMEOUT% -l 1000 -n %PING_COUNT% mail.gov.ee 

GOTO PING43 


İnternet forumundaki mesajda, Estonya’nın Rusları aşağılanmasına son vermek için bu saldırıların yapıldığı ve hükümet sitesinin artık çalışmadığı belirtilmekte dir. Ayrıca başka hedeflere saldırabilmek için sonsuzluk döngüsüyle çalışan yukarıdaki programcığı yazdıkları ve “bat” uzantılı dosya oluşturarak e-posta ve alan adı sunucularını (domain name server-dns) çökertebilecekleri de mesajda yer alıyordu.44 Başka bir sitede de saldırıların 9 Mayıs gece yarısında yapılması tavsiye edilmekteydi.45 X-Road sistemini çökertmek için daha teknik beceri gerektiren esrarengiz veri paketlerinin router’lara gönderildiği de farklı kaynaklarda belirtilmekteydi.46 Dağıtık servis dışı bırakma saldırısı ile ABD, Kanada, Rusya, Türkiye, Almanya, Belçika, Mısır ve Vietnam gibi ülkelerden gelen IP’ler kaydedilmişti. 

Bu kayıtlara bakıldığında Estonya için saldırılarda düşmanın ve saldırganın kim olduğu açık değildir. 

Estonya hükümeti saldırıların etkisini azaltmak için bant genişliğini iki Gbps’ten 8 Gbps’e çıkardı. Özel sektör de sunucuların sayısını ve alan genişliğini arttırdı. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Yeni Savaş ve Siber Güvenlik Arasında NATO’nun Yeniden Doğuşu BÖLÜM 1


 Yeni Savaş ve Siber Güvenlik Arasında NATO’nun Yeniden Doğuşu BÖLÜM 1


Salih BIÇAKCI* 
* Doç. Dr., Uluslararası İlişkiler Bölümü, İİBF, Işık Üniversitesi, İstanbul. 
E-posta: asbicakci@isikun.edu.tr 
Doç. Dr., Işık Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü  

Bu makaleye atıf için: Bıçakcı, Salih, “ Yeni Savaş ve Siber Güvenlik Arasında NATO’nun Yeniden Doğuşu ”, 
Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 34 (Yaz 2012), s. 205-226. 
Bu makalenin tüm hakları Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği’ne aittir. Önceden yazılı izin alınmadan hiç bir iletişim, kopyalama ya da yayın sistemi kullanılarak yeniden yayımlanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, satılamaz veya herhangi bir şekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullanımına sunulamaz. Akademik ve haber amaçlı kısa alıntılar bu kuralın dışındadır. 

Aksi belirtilmediği sürece Uluslararası İlişkiler’de yayınlanan yazılarda belirtilen fikirler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK Derneğini, editörleri ve diğer yazarları bağlamaz. 

Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği | Uluslararası İlişkiler Dergisi 
Web: www.uidergisi.com 
E- Posta: bilgi@uidergisi.com 


ÖZET

Soğuk Savaşın bitişinden sonra uluslararası sistemin güvenlik dinamikleri değişti. Soğuk Savaş tehditlerinin ortadan kalkmasıyla birlikte Kuzey Atlantik Paktı Örgütü (NATO) yeni durumun gereklerine göre yeniden yapılanmak zorunda kaldı. Bu makale NATO’ya karşı siber tehditlerin ortaya çıkışını ve onun bu yeni güvenlik ortamına nasıl tepki vereceğini incelemektedir. 

Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde, geleneksel savaş taktikleri savaş meydanının gereklerini yerine getirmekte yetersiz kalıyordu. Asimetrik savaş diğer yöntemlere göre daha öne çıktı. 

Kosova çatışması sırasında, NATO bombalamasına Sırp bilgisayar korsanları tarafından siber saldırılarla karşılık verilmiştir. Farklı durumlarda da benzer eğilimler görülmüştür. NATO yeni bir siber savunma stratejisi inşa etmeye ve uluslararası sistemdeki güncel tehditleri de kapsayacak bir strateji oluşturmaya başladı. Lizbon Zirvesinde siber savunma ve kritik bilgi altyapısının korunmasını da içeren yeni stratejinin hazırlanmasına onay verildi. NATO, siber savunmayı içeren hibrit savaş stratejisini başlattı ve bu yaklaşımı bütün üyelerinde uygulamaya başladı. 

Anahtar Kelimeler: NATO, Siber Güvenlik, Bilgisayar Korsanlığı, Kritik Bilgi Altyapısı, Estonya, Siber Tehdit, Uluslararası Güvenlik, Hibrit Savaş, Salih BIÇAKCI,Işık Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü,  

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Soğuk Savaş döneminin başlamasıyla birlikte yeni bir güvenlik rejimi ortaya çıktı. Ken Booth, iki kutuplu dünyanın güvenlik algısını “Hepimizin kafasında demir bir perde vardı” şeklinde tanımlar.1 Sıcak savaştan uzak kalınan bu dönemde, tedirginlik ve tansiyon hep yüksekti. 1989 yılında Berlin duvarının yıkılması sonrasında, 25 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, uluslararası sistem için gerilimli bu iki kutuplu dönem yavaş yavaş sona erdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, NATO üyeleri kendilerini bu mücadeleden galip çıkmış, diğer tarafı yenilmiş olarak tanımladılar. Yeni döneme galip gelen gücün gölgesinde başlanıldı. Bu güçlülük durumu aynı zamanda bir muhafazakârlığı da beraberinde getirmekte dir. Güç müdahalelerinde galip gelenlerin durumlarını korumak eğilimleri vardır. Bu tutum, yeniliklere karşı biraz korkuyla yaklaşılmasına sebep olur. 

Bu dönemdeki genel kanı NATO’nun yavaş yavaş daha az görünür olacağı ve zamanla kaybolup gideceği yönündeydi.2 Varoluş sebebi olan tehditler ve düşmanlar ne de olsa ortadan kalkmıştı. Tehditlerin ortadan kalkmasıyla güvenli bir sistemin oluşması bekleniyordu. Bu durumda güvenliğin sağlanması amacıyla kurulmuş olan uluslararası güvenlik ittifaklarının varlığının da fiili olarak (de facto) anlamsız kalması gerekirdi. Bu düşüncelerin geliştiği bir ortamda, ortak tehdidin yokluğu ortak hareket kabiliyetinin geliştirilmesi fikrini de kısıtlamakta idı.3  Bütün bu tartışmaların gölgesinde Soğuk Savaş döneminin güvenlik yapılanması başlıca ürünü olan NATO kendisini yeniden tanımlamaya ve yapılandırma ya, bölgesel oluşumlara uyum sağlayarak varlığını anlamlandırma nın yollarını aramaya başladı. 

NATO’nun 1991 yılında yayınlanan stratejik belgesinin önemli bir kısmında ortadan kalkan tehditler yer almaktadır. NATO bu belgede, birbiri ardına gelen çözülmeler nedeniyle tehditlerin ortadan kalkışının yarattığı güvenlik ortamının sürdürülmesi konusundaki kararlılığını ortaya koymaktaydı.4 Soğuk Savaş sonrası dönemin bu ilk toplantısında NATO için güvenlik öncelikleri karşılıklı diyalogun sağlanması, işbirliği ve ortak güvenlik olarak belirlemiştir. Yeni politik yapılanmaların oluşması sürecinde, Soğuk Savaş’ın dondurduğu anlaşmazlıkların / çatışmaların yeniden ortaya çıkması ihtimali üzerinde de ayrıca durulmaktaydı. Aynı zamanda yeni çatışmaların belirmesi de muhtemeldi. Bu nedenle, kriz yönetimi ve çatışmaların önlenmesi gibi konuların yeni dönemde NATO’nun varlığını anlamlandıracağı değerlendirilmekteydi. Diğer yandan, iki kutuplu uluslararası sistem yapısı etkisini kaybetmiş, buna bağlı olarak uluslararası güvenlik sadece askeri kökenli olmaktan çıkıp enerjiden ekonomiye, iklim değişiminden siber alana yönelik tehditler tartışılmaya başlanmıştır.5 

Bu dönemde, gelişmeleri değerlendiren birçok araştırmacı, Soğuk Savaş sonrası dönemdeki gelişmeleri ve yapısal değişiklikleri tanımlamada “yeni” ifadesini rahatlıkla kullanmaktaydı.6 Yeni olarak tanımlanan gelişme ve değişimleri, tarihsel sürece bakmaksızın “yeni” olarak tanımlayan bu yaklaşım ontolojik
problemlere neden oldu. Yenileşme sadece isimlerin yeniliğinden öteye gitmedi. Araştırmacılar için “yeni” kavramı, genellikle bahsedilen konunun gündelik düzleminde problemleri analiz etmek için kullanılan bir araçtır. Hâlbuki yeni olarak ortaya konan birçok temel kavram esasında tarihin ve uluslararası sistemin geçmiş zamanlarında ortaya çıkmış ve “yenilenmeden” önce birçok 
değişim geçirmiştir. Yakından incelendiğinde, aslında yeni olarak tarif edilen uluslararası sistem, devlet, devlet-altı aktörler, savaş, barış ve milli güvenlik gibi birçok kavramın (eğer hepsi değilse) dönüşümlerinin eski dönemde inşa edildikleri dinamikler üzerinden işlemeye devam ettiği görülecektir.7 Bu olguların esas nitelikleri varlığını korumuşlardır. 

Kısacası bir tür devamlılık söz konusudur. Ne var ki, devamlılığı vurgularken olayların gelişme hızını etkileyen unsurların varlığını da inkâr edemeyiz. 

Yeni Oyunlar ve Yeni Kurallar 

1991 sonrasında sivilleşen ve dünyanın kullanımına açılan internet uluslararası sistemin aktörleri olan devlet, toplum ve bireyleri birbirlerine daha etkin şekilde bağlamıştır. 

Bu noktada, internetin uluslararası sistemdeki olayların katalizörü olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. İnternet, zihinlerdeki Soğuk Savaş tansiyonunun düşmesinde ve farklı kamplardaki insanların arasındaki perdelerin ortadan kalkmasında önemli bir rol oynadı. 1991 Körfez Savaşı’nın detaylarının internet ve medya üzerinden canlı biçimde takip edilmesi yeni dönemin farklı olacağının en büyük göstergesiydi. Körfez Savaşı’nın bir “iletişim savaşı” olduğunun iddia edilmesi bu nedenledir.8 Körfez Savaşı sonrasındaki döneme odaklanarak sunulan diğer bir yaklaşım da Mary Kaldor’un ileri sürdüğü “Yeni Savaş” kavramıydı. Kaldor iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla küçülen dünyamızda 
sığınmacı akımlarının, sistemik tecavüzlerin ve ulus ötesi (transnational) suç örgütlerinin savaş ortamında görülmeye başlamasını yeni bir savaş tipi olarak kavramsallaştırdı. İnsanlık tarihi boyunca “küresel bağlanmışlık” (interconnectedness) internetin sağladığı yoğunluğa hiç ulaşmamıştı.9 

Bu yüzden Yeni Savaş, Kaldor’un küreselleşme üzerinden formüle ettiği 
şekliyle anlaşılabilir bir olgudur. Fakat savaşın dinamikleri, şiddet bağlamında Clausewitz’in ölçütleri açısından herhangi bir değişim göstermemektedir. Kaldor iletişim teknolojisinin genişlemesi ile değişen ve farklılaşan geleneksel savaş kavramını birleştiriyordu. Kaldor’un bu tanımlama çabası bile siber alanı ve iletişim teknolojisini ayrı bir savaş alanı olarak tanımlanmıyordu.

Savaş kavramının çatışmadan hemen önceki teknik kısmını organizasyon ve hazırlık oluşturmaktadır. Organizasyonu sağlayan teknik donanımın gelişmesi ve kolay kullanılır hale gelmesiyle birlikte savaşan tarafların organizasyon kabiliyetleri geçmiş dönemlere göre daha gelişmiştir. Ağ teknolojileri (ya da İnternet) ordu içindeki iletişimin hızlı ve eskisine göre daha nitelikli yapılmasını sağlamıştır. Soğuk Savaş sonrasındaki ilk sıcak savaşta (Irak Savaşı) karşılaştığımız en şaşırtıcı sahne, kaynağını göremediğimiz bir yerden gelen füzelerin “düşman” olarak belirlenen noktayı vurmasıydı. Savaşan orduların ya da insanların fiziksel karşılaşması uzunca bir süre görülemedi. Televizyon ekranlarından seyredilenlerin dünyanın bir noktasında yapılan çatışmadan bir sahne mi yoksa bilgisayar oyunun ekran görüntüsü mü olduğunun anlaşılması kolay olmadı. Açıkçası sanallaşan (virtuous war) bir savaş kavramının olgunlaştığını görmemiz de zaman aldı.10 Der Derian’ın dediği gibi “taklit (imitasyon) ve simülasyona ait yeni teknolojilerinin yanı sıra izleme yetenekleri ve hız; gerçek ve sanal savaş arasındaki alanı (gap), coğrafi mesafeleri ve kronolojik süreyi kısalttı (collapse)”.11 Artık savunma sanayi teknolojileri sayesinde savaşın niteliği ve tanımı değişmeye başlamıştır. 

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte hızla genişleyen pazar ekonomisi, siyasi değişimleri körükleyerek hızlandırdı ve şekillendirdi. Savunma için ayrılan bütçeler azalmaya başladı.12 Aslında değişen teknolojinin artışına paralel biçimde azalan asker ihtiyacıydı. Bugün de devam eden bu değişim sürecinde, geleneksel savaş metodu terk edilerek farklı savunma (ya da saldırı) stratejilerini yöntemleri bir arada kullanabilen ve aynı anda düzenli/düzensiz savaş icra edebilme kabiliyetine sahip olan stratejilere doğru ilerlenmektedir. Orduların sayısal büyüklükleri azalırken vuruş güçleri ve müdahale hızları artmaktadır. Değerlendirmeye alınması gereken diğer bir unsur da, bu dönemde 
savaş alanının ve yenen/yenilen kavramları arasındaki belirsizliğin nispeten artıyor olmasıdır. Öte yandan, internetin sivilleşmesiyle birlikte bütün çatışmalar ya da şiddet eylemleri dünyanın neresinde olursa olsun daha hızlı ve ayrıntılı bir biçimde duyulur hale gelmiştir. Çatışmaların sebep olduğu şiddet duygusu ya da (ve mesajı) internet üzerinden paylaşılmaya başlanınca etkinliği ve bilinirliği daha arttırmıştır. Böylece savaşların temelinde yer alan güç kavramı, medya unsurları sayesinde olduğundan daha büyük bir halde etkisini yaymaya devam etmektedir. 

İletişimin hızlandığı ve yaygınlaştığı bu dönemde NATO’nun kuruluş dönemi aktörlerinin yanı sıra algılanan tehdidin yapısı da değişime uğramaktaydı. 1991 yılında belirlenen stratejik hedeflere bakıldığında, NATO’nun nasıl bir ortam ve tehdit algısı ile karşı karşıya kalacağı konusunda bir belirsizlik yaşandığı görülmektedir. Belgede ifade edildiği gibi “ittifakın başlıca endişesi olan büyük, yekpare ve potansiyel açıdan var olan tehdit ortadan kalkmıştı.”13 Yaşanan gelişmeler, bir anda ortaya çıkan etnik çatışmalar, sınır anlaşmazlıkları, organize suç örgütleri ile değişen savaş yöntemi ve araçları Soğuk Savaş döneminin dinamiklerine cevap vermek üzere kurgulanmış olan NATO’nun değişen 
güvenlik ortamının ihtiyaçlarına cevap verip veremeyeceği tartışmasının doğmasına neden oldu. Bu NATO’nun dönüşümü sürecine işaret etmektedir. Aksi bir durum, NATO’nun fiziki varlığını sürdürse bile işlevsel olarak anlamsızlaşması demekti. Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan çatışmalarda görülen en önemli değişim güvenliğin asimetrikleşmesindeki artıştı.14 Savaş tarihinde daha önce de görülen asimetrik savaş örneklerinin sayısı, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra daha da artmıştır. Özellikle internetin sivilleşmesinden sonra ortaya çıkan siber uzayın oluşturduğu yeni alan, asimetrik mücadeleyi teşvik eden bir alandır. Bilgisayar sahibi olan her birey çatışmalara tuttuğu tarafın lehinde ve çok çabuk bir biçimde dâhil olmaya başlamıştır. Birçok olayda bilgisayar sahibinin müdahalesi olmaksızın bilgisayarının kullanıldığı durumlar dahi söz konusudur. 
İnternetin ve bilişim teknolojilerin hayatımıza girmeye başladığı bu dönemde, Rus birlikleri anayasayı uygulamak ve Rusya’nın toprak bütünlüğünü sağlamak için Aralık 1994’te Çeçenistan’ın başkenti Grozni’ye girdiler. Ağır silahlara sahip olan Rus birlikleri Çeçen direnişinin kısa süreceği zannediyordu. Ancak sahadaki gerçekler beklentilerle uyuşmadı. Silahlı çatışma, Soğuk Savaş sonrasında ilk defa internet ortamına yansıdı. Çeçenler başta internet olmak üzere bütün medya imkânlarını kullanarak, bilgi savaşının (information war) ilk örneklerini verdi.15 En basitinden, Çeçenlerin internete yükledikleri ölü Rus askerlerin resimlerini gören anneler, çocuklarını kurtarmak için harekete geçtiler.16 
Ruslar geleneksel savaşın dışında oluşan bu siber alanın etkisini anlamak geciktiler ise de bir süre sonra saldırılara karşı başka siteler açarak cevap verdiler. Siber alanda gerçekleşen ilk soğuk mücadele günümüzde gerçekleşen siber savaşların öncülüğünü yaptı. 

Fiber Ağlarda Savaşmak 

Siber dünyanın ilk defa bir çatışmayla karşılaşması NATO için çok özel bir örnek oluşturdu. İnternetin Rus-Çeçen çatışmasındaki kullanımı, psikolojik harekât taktiklerine alan açmış oldu. İnternetin iletişimden bilgi paylaşımına kadar birçok sahada etkin olması, onu sadece bir medya aracı olmaktan çıkarıp aynı zamanda rakibe saldırılacak ve alt yapı sistemlerine zarar verilecek bir alan haline getirdi. Bu bakış açısıyla, Rus-Çeçen savaşında hem fiziki hem de sanal ortamda yaşanan mücadeleyi açıklamak için sadece 

“Yeni Savaş” kavramını kullanmak yeterli olmayacaktır. Elektronik savaşın tekniklerinden daha fazlasına ihtiyaç duyulan, geleneksel savaşla birlikte de sürdürülen bu kombine savaş tarzına “Hibrit Savaş” demek daha yerinde olacaktır.17 NATO da, Soğuk Savaş sonrasındaki güvenlik ortamının belirsizliği nedeniyle ve örneklerden çıkarılan dersleri ışığında geleneksel savaş imkânlarını bırakmadan yenilerine sahip olmanın doğru olacağını düşünerek hibrit yöntemi tercih edecektir. Nitekim takip eden dönemde NATO yetkililerinin ortaya çıkması muhtemel hibrit çatışmaların en önemli unsuru olan siber savaş kabiliyetini edinmek üzere toplantılar düzenlemeye ve gelişmelere hazırlanmaya 
başladıkları görülmektedir. İlk aşamada askeri komuta-kontrol ağları ve sistemi siber savaş kavramının gereklerine göre düzenlenmeye başladı. İlk yıllarda bu hazırlıklar sayısal olarak az olsa da zamanla siber savaş18 üzerine yapılan çalışmalar sıklaşmıştır. NATO’nun 1998’de düzenlediği “Harekât Sistemlerine Enformasyon Teknolojilerinin Uygulanması” ve 1999’da düzenlediği “21. Yüzyılda NATO Enformasyon Sistemlerini Korumak” başlıklı toplantıları, NATO’nun yeni döneme uyum sağlama çabasının yansımaları olarak kabul edilebilir. NATO kendisini yeni döneme ve tehditlere karşı hazırlıklı olmaya çalışırken, korkulan (beklenmedik) siber saldırının aslında çok da uzakta olmadığını gösteren bir gelişmeyle karşı karşıya kaldı. 

Dağılma sürecindeki Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ndeki etnik unsurlar arasındaki çatışma literatüre Kosova çatışması olarak kayıt edildi. 30 Ocak 1999 tarihinde NATO’nun yaptığı basın açıklamasında “Genel Sekreterin eski Yugoslavya’daki hedeflere hava saldırısı yapma yetkisine sahip olduğu” belirtildi.19 24 Mart 1999, saat 19.00’da (GMT) NATO Genel Sekreteri Javier Solana’nın direktifi doğrultusunda Sırp hedeflerinin bombalanmaya başlamasıyla birlikte NATO’ya yönelik ilk siber saldırılar başladı. 9 Nisan tarihinde Londra merkezli güvenlik firması Mi2g20, Sırp bilgisayar korsanlarının (hacker) NATO’nun nispeten yeterli hazırlığı bulunan askeri komuta-kontrol ağına değil de üye ülkelerinin ekonomik alt yapılarına saldıracakları konusunda uyarı yaptı.21 Kısa bir süre sonra NATO karargâhına ve üye ülkelerin askeri haberleşme sistemlerine yönelik siber saldırılar yapıldı. En çok kullanılan saldırı yöntemi, Dağıtık Servis Dışı Bırakma saldırısı (Distributed Denial of Service-DDoS) tekniğiyle sunucunun işlemcilerinin taleplere cevap veremez hale getirilmesiydi. NATO’nun uluslararası web sayfasıyla e-posta trafiğini barındıran yaklaşık 100 sunucusu hedef alındı. DDoS’un yanı sıra ping doygunluğu (saturation) saldırısı ve binlerce zararlı bilgisayar virüsünü içeren e-postalar da kullanıldı. Bütün bu saldırılara karşı konulabilmesi için NATO’nun kullandığı Sun Microsystem’in 
SPARC–20 sunucular daha hızlı veri işleme gücü olan Ultra-SPARC’larla değiştirildi. 

Pingler tarafından doldurulan 256K’lık bant genişliğini de T1 bağlantı22 seviyesine yükseltilerek, gerekenin çok üstünde bir bant genişliği sağlandı.23 Öte yandan Melissa, Papa virüsleri ve Happy 1999 makro virüsüyle gönderilmiş e-postaları temizlemek için yapılan işlemler de zaman alıyordu.24 NATO sunucularının yanı sıra ABD Savunma Bakanlığı’nın alt yapısına yönelik saldırılar da düzenlendi. ABD Ordusu ve Hava kuvvetleri sistemlerini virüslerden arındırabilmek için dünyadaki tüm sunucularını bir hafta sonu süreyle hizmete kapattılar. Saldırılar yakından incelendiğinde bazı sitelerde hackerların “Çok Yaşa Büyük Sırbistan” ve “Kara El (Black Hand) bu siteye el koydu”25 benzeri ifadeler yükledikleri görülmüştür. Hackerların gruplarına verdikleri Kara El ismi, Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulmuş olan Sırp’lara ait gizli yer altı örgütünün adıdır. Artan saldırıların izleri araştırıldığında Sırpların yanı sıra Rus ve Çinli hackerların da bu saldırılara destek verdikleri anlaşılmıştır. Bu durum fiziki dünyadaki siyasi ittifakların siber alanda da devam ettiğinin işareti olarak değerlendirilebilir. Saldırıları engellemek amacıyla Pentagon’dan uzmanların müteakip hareketleri izlemek için Sırp bilgisayarlarına sızdıkları ve daha büyük stratejik zararların oluşmasını bu yolla önledikleri iddia edilmiştir.26 Bu gelişmelerin yaşandığı 1999 yılı, NATO’nun güvenlik hedefleri açısından önemli 
bir yıldır. NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönemin yeni hedeflerini belirleyen 1991 tarihli stratejik dokümanı, “o tarihten bu yana siyasette ve güvenlikte dikkate değer gelişmeler oldu[ğu]”27 için 1999’da yenilendi. Belgede işbirliği ve bölgesel güvenlik örgütleriyle bütünleşme yolunda atılması gereken adımlardan bahsedilerek, AB’ye özel bir vurgu yapıldığı görülmektedir. Siber saldırı ya da siber tehdit konusu, o sırada meydana gelen Sırp hackerların saldırılarına rağmen NATO’nun güvenlik algısında ve yeni dokümanda  yeterince yer almamıştır. 1999 tarihli Stratejik Konsept belgesinde, teknolojinin küresel olarak hızla yayılmasının hasımların silah üretim bilgilerine erişmelerini sağlayabileceği 
ve bunun da daha karmaşık bir rakip ordu oluşturacağı vurgulanmaktaydı. Belgeden, NATO’nun artık sadece devletleri değil devlet-dışı aktörleri de tehdit algısına dâhil ettiği anlaşılmaktadır. Belgede, NATO’nun Hibrit Savaş kavramını benimsediği ve tehditleri de bu çerçevede tanımladığı görülmektedir: “İlaveten, devlet ve devlet-dışı hasımlar ittifakın bilgi sistemlerine artan güvenini bu tür sistemleri bozmak için düzenlenen enformasyon operasyonlarıyla sömürebilirler. Bu tür stratejileri NATO’nun geleneksel silah gücü üstünlüğüne karşı gelmek için kullanabilirler.”28 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***