Dr Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dr Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2020 Salı

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..



9 Mayıs 2020 


Felâket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1920)

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..

– ÇÜNKÜ SU KAYNAKLARIMIZ ALARM VERİYOR

– ÇÜNKÜ, CANLILARA YAŞAM KAYNAĞI OLAN VE HER DAMLASI PAHA BİÇİLEMEZ BİR HAZİNE OLAN SUYUMUZ AZALIYOR.

– SUYUMUZA SAHİP ÇIKMAK İÇİN YENİ BARAJ YAPMAYA DEĞİL, DİPLERİ ALÜVYONLARLA DOLARAK SU HACMİ SIFIRLANAN MEVCUT BARAJLARIMIZIN TEMİZLENMEYE İHTİYACI VARDIR.

– KORONOVİRÜSTEN SONRA ARTACAK SU İHTİYACIMIZ İÇİN SU KAYNAKLARIMIZI KORUMA SEFERBERLİĞİ BAŞLATILMALIDIR.

Dört aya yakın süredir ülke ve dünya gündemini işgal eden koronavirüs salgını haberlerini ikinci plana atarak en az onun kadar önemli olan mevcut su kaynaklarımızın korunması konusunu gündeme taşıyorum. İlgilileri göreve ve halkımızı da yaşamları için temel ihtiyaç maddesi suyun korunması konusunda duyarlı olmaya davet ediyorum.

12 yıldır ülkemin cennet köşesi Edremit/Akçayda yaşıyorum. Kaz Dağları ve Madra Dağları arasında kalan Edremit/Burhaniye ovası bir metre kazınca fışkıran tatlı suları, bölgenin her yanına yayılmış zengin mineralli kaplıca suları ve nihayet denizi ile tam bir su cennetidir.

Birbirine 300 metre mesafede deniz ile buluşan Akçay ve Zeytinli derelerinin kenarında kurulmuş Akçay beldesinde her sokak başında kurulu hayrat çeşmelerinden doya doya buz gibi suları içerken güldür güldür akan derelerin inanılmaz güzelliğini görür ve suya doyarsınız. Ne yazık ki bugün Akçay ve çevresi susuzdur. Aşağıdaki Zeytinli Deresi fotoğrafı Kasım 2019’da çekilmiştir. Sonbahar yağmurları bitmiştir ve derede bir damla su yoktur. Üzerinden kış geçmiş ilkbahar yağmurları yağmış ve bu Mayıs 2020’de bu manzara hiç değişmemiştir.

Aklıma gelen ilk soru şudur. Burası böyle ise susuz bölgeler ne durumdadır? Oysa bizim yaşanan koronavirüs salgınında gördüğümüz gibi önümüzdeki dönemlerde yaşamamız için her zamankinden fazla temiz suya ihtiyacımız vardır.

Öyle ise su kaynaklarımızın en uygun kullanılması için çok dikkatli bir planlamaya ihtiyacımız vardır. Yöneticilerimizin bu konuda ne kadar duyarlı oldukları ve ne yaptıkları hakkında yeterli bilgimiz yoktur.

20’nci asrın stratejik enerji kaynağı petrol ve türevleri idi. Emperyal güçler küreselleşme adı altında dünyanın petrol çıkan bölgelerindeki halkı birbirine kırdırarak bu önemli enerji kaynağının kontrolunu ellerine aldılar. 21’inci asırda ise artan dünya nüfusunu doyuracak, hayvan ve bitki örtüsünü yaşatacak tek ihtiyaç maddesi sudur. Ve kıtalar su kaynakları açısından yeterince zengin değildir. Dünya insanlığı 21’inci yüzyılda kaçınılmaz su savaşlarına hazır olmalıdır.

Günümüzde suya sahip ülkeler stratejik ülke olarak küresel güçlerin ilgi odağına otomatik olarak girmişlerdir. Gizli kapılar ardında su kaynaklarının kontroluna ilişkin operasyon planları hazırlanmaktadır.

Bu genel bilgiden sonra ülkemizin su kaynakları durumunu görelim;

Dünyanın geometrik merkezinde yer alan Ortadoğu dünyanın bilinen petrol rezevlerinin %60’ına sahiptir. Bunun pratikteki anlamı yürüyen her aracın uçan her uçağın ve yüzen her geminin % 60’ı Ortadoğu petrolüne muhtaçtır. İşte bu yüzden Ortadoğu halkları bir asırdır anarşi, kaos ve kargaşadan kurtulamamaktadır.

Ve tüm Petrol zenginliklerine rağmen Tarihi Mezopotamya havzasındaki insanların yaşaması da ancak Türkiye’den gelen Dicle ve Fırat Nehirlerinden taşınan tatlı suya bağlıdır.Yani Ortadoğu’nun yaşam iksiri olan su bizim elimizdedir. Ve bu suyun tek damlası petrolün tek varilinden daha pahalıdır.

Türkiye bölgede en önemli stratejik madde olan suya sahip olan tek ülkedir. Ve bu yüzden küresel güçlerin doğrudan hedefi durumundadır.

Hatırlayalım meşhur GAP planlaması ile Dicle ve Fırat suları tam kontrol altında tutulacak, Güneydoğu Anadolu’nun çorak toprakları 500 milyonu doyuracak sulu tarıma elverişli hale getirilecek ve Türkiye dünyanın tarım mahsulleri ambarı olacaktı. Bunun için yolun yarısına gelinmişti. Sadece 10 Milyar dolara proje tamamlanacaktı. Peki ne oldu ? Küresel güçler PKK canavarını yarattılar ve ülkemizi bu canavarla 40 yıldır süren savaşa soktular. Sonunda ne GAP tamamlandı ve nede sularımızın gerçek hakimiyeti sağlanabildi.

Fakat asıl konumuz GAP değildir. Mevcut barajlarımız ve bu barajlarda biriktirebileceğimiz suların durumudur.

Bilindiği gibi su kaynakları baraj ve göletlerle kontrol altına alınmadığı takdirde boşa akarak denize ulaşıp kaybolurlar. Sadece kenarında piknik yapmaya yarayan manzaralı arazi modellerine dönüşürler. Oysa akan suyun her damlası ülkemizdeki insan, hayvan ve bitki örtüsü için hayati önemi haizdir. Pek çoğu elektrik enerjisi elde etmede de kullanılan ve çevresini sulayarak bereket veren barajlarımızla sularımız kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.

Barajlar mevcut akarsuların önüne kalın ve yüksek duvarlar örülerek inşa edilirler. Bu baraj duvarlarının arkasında toplanan suların hacmi çok değişik teknik usullerle ölçülerek bu havzada biriken su miktarı belirlenir. İşte biriken bu suyun hacmi barajda su toplanmaya başladığı andan itibaren giderek azalır. Çünkü akarsular alüvyon taşırlar. Alüvyon, gerek akarsunun aşındırdığı yatağına, gerekse akarsu havzasında yağmur sularının ve heyelanların yatağa bıraktığı topraklardan oluşur. Bu toprak partikülleri doğal olarak bu akarsunun beslediği baraja kadar taşınır ve setin yakınlarında çöker. Bu doğal olayın oluşumunu teknolojik olarak önlemek mümkün değildir. Ama barajın su toplama havzasında yapılacak bazı küçük operasyonlarla alüvyon dolum hızı yavaşlatılabilir.

Uzmanlar arazi yapısına göre baraj ömürlerinin 30-50 yıl arasında olduğunu, elli yıl içinde tamamen alüvyonlarla dolarak baraj gövdesinin su toplama özelliğini kaybettiğini belirtiyorlar.

Nitekim bugüne kadar yapılan teknik çalışmalar hep bu geciktirme işi ile ilgili olmuştur. Henüz hiç kimse biriken faydalı alüvyonları çıkartarak çorak tarım alanlarında faydalı tarım toprağı olarak kullanmayı düşünmemiştir. İşte benim burada vurgulamak istediğim proje bu alüvyonların çıkarılarak barajlarımızdaki su kapasitesinin kısa sürede 2-3 katına çıkarılmasıdır.

Su kaynaklarımızı kontrol altına almak üzere Devlet Su İşleri nezaretinde bugün pek çok baraj yapım halindedir. Her yıl yeni baraj inşaatı yapılmak üzere arazi istimlaki yapılmakta ve bu iş için çok büyük bir bütçe ayrılmaktadır. Bu konuda eski Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, 11 kasım 2017’de AA muhabirine yaptığı açıklamada şunları söylemiştir.

“..Yakın bir gelecekte dünyadaki en önemli sektör gıda güvenliği ve gıda arzı olacaktır. Bu sebeple Türkiye’yi dünyanın gıda üretim ve ihracat merkezi haline getirmek istiyoruz. Yeter ki biz sulama projelerimizi, barajlarımızı, göletlerimizi yapalım. Bu maksatla bir seferberlik başlattık. Ekonomik sulanabilir bütün zirai alanlarımızı suya kavuşturmakta kararlıyız.” Bakan ayrıca şu teknik bilgileri de vermiştir. “ Türkiye’de DSİ tarafından yapımı gerçekleştirilen ve halihazırda işletmede olan 504 adet baraj olup, bunların işletmedeki 203 adeti, büyük çaplı baraj diğerleri ise gölet şeklindedir. 1954-2002 yılları arasında 276 baraj inşa edildi, 2002-2017 yılları arasında ise 451 baraj tamamlandı. Planlama, proje ve inşaat aşamasında bulunan 727 baraj ise 2018-2023 yılları arasında tamamlanacak. Sulama, içme suyu, enerji ve taşkın koruma maksatlı olarak inşa edilen baraj sayımızı 2023 yılında 1454’e yükselterek aziz milletimizin hizmetine sunacağız. Bu sayede 1053 Sayılı Kanun kapsamındaki bütün yerleşim yerlerinin 2040 yılına kadar ihtiyacı olan içme-kullanma ve sanayi suyu temin edilecek. Ekonomik olarak sulanabilir 8,5 milyon hektar alan sulu ziraata kavuşacak. Ayrıca binlerce yerleşim yeri ile milyonlarca dekar arazi taşkın zararlarından korunarak bu barajların bazılarına kurulacak santraller ile yerli ve yenilenebilir enerji üretilecek.”

Ben diyorum ki Türkiye sularının kontrolü için yeni baraja ihtiyacımız yoktur. Çünkü yeteri kadar barajımız vardır. Ama bu barajların gövdeleri alüvyonlarla dolarak su toplama kapasitesi sıfırlanmış ve kullanılamaz hale gelmiştir.
Misal olarak Ankara Çubuk Barajını verebiliriz. Bu baraj; Ankara’nın 11 km kuzeyinde Çubuk Çayı üzerinde 1930-1936 yılları arasında inşa edilmiş içme-kullanma ve sanayi suyu temini ve taşkın kontrolü amaçlı olup Cumhuriyet döneminin ilk barajıdır. Bugün 85 yaşında olan bu baraj görevini başarı ile icra etmiştir. Şimdi sadece Ankara’nın önemli mesire yerlerinden biri olarak işlevini sürdürmektedir. Ve bunun gidi pek çok barajımız mevcuttur.

Sonuç olarak ben iddia ediyorum ki; sorunumuz barajların sayısında değil, barajların geçen yıllar içinde tabanlarının alüvyonla dolarak baraj su toplama hacminin büyük bir kısmının atıl hale gelmesidir. O halde çare yeni yatırımlar yapmak ve büyük paralar ödeyerek yeni barajlar inşa etmek değil, mevcut barajların temizlenerek su hacimlerinin arttırılmasında düğümlenmektedir.

Aslında bu gerçekleştiği takdirde bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır. Çünkü bu alüvyonlar kaliteli tarım için en önemli malzeme olarak kullanılabilecektir.

Kanal İstanbul gibi çok önemli bir projeyi gerçekleştirecek bir malzeme parkına ve bilgi birikimine sahip Türkiye’nin bu alüvyonları çıkararak çorak tarım arazilerini mümbit tarım vahalarına çevirmeleri çok zor olmayacaktır.

İktidara ve muhalefete açık çağrımdır. İşte size mega proje. Sahiplenin .Ve insanlarımızı, hayvanlarımızı, bitki örtümüzü ve vatanımızı koronavirüs sonrası beklenen susuzluk tehlikesinden acilen kurtarın.

Hem paradan hem zamandan kazanacağız. Yeni barajlar yaparak halkın kullanımındaki araziyi israf etmeyeceğiz. Açılacak yeni tarım alanları ile halkımızı en ucuz ve sağlıklı şekilde doyurabileceğiz.

Sesimi duyan olacak mı? Bunu bilemiyorum ama ben ilgilileri uyarmayı bir vatandaş olarak milli görev kabul ediyorum. Bu konuda milletimizi bu seferberliğe katkıda bulunmaya davet ediyorum.


https://kumkale.wordpress.com/2020/05/09/dikkat-koronavirus-gundemini-degistiriyorum/

***

8 Aralık 2018 Cumartesi

Ortaasya Türk Devletleri ile ilişkilerimiz (A. Nazmi Çora)

Ortaasya Türk Devletleri ile ilişkilerimiz (A. Nazmi Çora)



Dr. Tahir Tamer Kumkale
18 Nisan 2000 Salı,


"İNSANLAR SİZİN AYAK İZLERİNİZİ, TAVSİYENİZDEN DAHA ÇABUK TAKİP EDER."

Türkiye ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında olası bir işbirliği ve entegrasyon için çok önemli engeller vardır. Ayrıca Türkiye ile Türk Cumhuriyetlerinin böyle bir entegrasyon durumunda bahsedilen bu belli başlı güçleri ve güçler dengesi faktörünü gözönünde bulundurması gerektirmektedir.

Bu durumda politik olarak Pan-Türkizmin gerçekçi olmadığı açıkça görülmektedir. Ama yine de Ortak Pazar gibi bazı projeleri gerçekleştirme olasılıkları vardır. Fakat böyle bir Ortak Pazar'da ancak güçlü alt yapı, ekonomik yatırımlar, güçlü ve iyi yetişmiş kadrolar ve bölgesel istikrarla kurulabilir. Yalnız, Türkiye'nin istenen ölçüde yeterli ekonomik gücünün olmaması ve vaadettiği bazı sözleri yerine getirememesi, kendisine karşı olan güveni sarsmaya başlamış ve hayal kırıklığına uğratmıştır. Eğer bugünlerde Ortak Pazar kurulursa, Türkiye hazır olmadığı ve yeterli güce sahip olmadığı için bu durum Türkiye aleyhine dönüşebilir.

Pek tabii ki Türkiye lider olma sorumluluğunu üstlenecektir ve yükümlülüklerini mümkün mertebe yerine getirmeye çalışacaktır. Nitekim bu ülkelerle olan işbirliği de her geçen gün artmaktadır. Türkiye buradaki etkinliğini sürdürebilmek için kendisine bazı partnerler bulabilir. Bu, tek bir güce bağlanmak anlamına gelmemektedir. Bilakis, Türkiye'nin klasik güç-dengesi oyununu oynamak suretiyle bölgedeki etkinliğini ve harekat kabiliyetini arttırmasıdır.

Bunun da ötesinde Türkiye, devlet ve özel sektör arası ekonomik işbirliğini ekonomik ve ticari alanlarda gerçekleştirmek için birlikte hareket etmeli ve de geniş ekonomik potansiyeli değerlendirebilecek dış ve iç organizasyonları bir araya toplamaladır.

Türkiye ve Türk cumhuriyetleri arasında kültür birliği, ekonomik ve ticari işbirliklerinin yanısıra, Türkiye bu ülkelerle liberal ve serbest piyasa ekonomisi zihniyeti kazandırma yolundaki çalışmalarını daha da hızlandırmalı ve somut çalışmalar ortaya koymalıdır. Bu devletlerin dünya politikasına entegrasyonu açısından da Türkiye sorumludur. Ayrıca, Türkiye, bölgedeki iç gelişmelerin şekillenmelerinin de yollarını arayabilir.

Son olarak, Rusya'da totalitarizme geri dönülmemesi ve bu cumhuriyet halklarının özgürlük içinde yaşamlarını devam ettirebilmeleri için, Rusya'daki demokratik hareketler, gruplar desteklenmeli ve ayrıca bu yeni bağımsızlığını kazanmış devletler de güçlendirilmelidir. Sosyal, ekonomik, politik ve kültürel yapılanmalar kendi temellerine dayandırılmalıdır. Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkiler kendi mantığı ve gerekliliği içerisinde tutulmalı ve bütün bunlar için münasip politikalar uygulanmalıdır. Örneğin, bugünlerde Türkiye onların en çok ihtiyacını duyduğu ve bağımsız olarak yaşamak için arzuladıkları ahlaki değerler, din ve laiklik mevzuları üzerinde ağırlığını koymalıdır.

Şüphesiz, ekonomik ilişkilere kültürel destek, sürekli ve sağlıklı ilişkiler için gereklidir. Bu durumda Türkiye'nin bu çeşit ihtiyaç ve beklentilerini desteklemesi ve sağlaması çok önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin en belirgin özelliğinin maalesef bağımsız bir aktör olmaması ve bağımsız bir milli politika üretememesi olduğunu da burada itiraf etmemiz gerekmektedir.

İslam Ülkelerinin entegrasyon hareketlerinde de görüldüğü üzere, entegrasyon açısından potansiyel bir tehlike olarak bu ülkeler arasında ulus-devlet olmanın keskin yanlarının en temel ve en önemli engel olduğunu da iddia edebiliriz. Nitekim, Ali Bulaç'a göre, Avrupa ülkeleri ve ABD kendi bölgelerinde bir entegrasyon sürecinde olmalarına rağmen, Türk cumhuriyetlerini ulus-devlet sisteminin keskin yanlarına doğru özellikle yönlendirmektedirler . Bu durumda Türkiye'nin, bu ülkeleri özellikle etnik milliyetçilik ve ulus-devlet sisteminin keskin taraflarının yani, cumhuriyetlerarası çatışma durumu ve hatta cumhuriyetlerin kendi sınırları içerisindeki muhtemel bölünme ve çatışmalara karşı uyarması gerekmektedir.

Ayrıca, Türkiye ve diğer Türk cumhuriyetleri, 21'inci yüzyılın yeni uluslararası sistemi içerisinde güçlü, etkili olmayı ve isole edilmemeyi istiyorlarsa, bu cumhuriyetlerde laik-islam temelli bir birlik atmosferinin Türkiye'nin öncülüğünde kurulması gerekmektedir ve bu Türkiye'nin temel politikası olmalıdır. Akabinde ise, haliyle iktisadi ve siyasi ilişkiler ilerleyecek, gelişecek ve birbirini etkileyecektir. Uygun bir ortamda da, bu ilişkiler birbirini etkileyecek ve iktisadi işbirliği siyasi yakınlaşmayı ve bütünleşmeyi de beraberinde getirecektir. (Yazan: A. Nazmi Çora)

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=29

***


Tatil Cenneti Türkiye'm

Tatil Cenneti Türkiye'm





Dr. Tahir Tamer Kumkale
8 Mart 2000 Çarşamba,


"BÜYÜK İŞLER VE ÖNEMLİ ATILIMLAR,
ANCAK ANCAK BİRLİKTE ÇALIŞMA İLE ELDE EDİLEBİLİR."
Mustafa Kemal Atatürk

Evet. Güzel yurdum Türkiye'm bir tatil cennetidir. Dünyada bir benzeri daha yoktur.

Bununla eşsiz coğrafi, tarihi ve tabii güzelliklerinden ve Türk insanının emsalsiz misafirperverliğinden dolayı tatillerini Türkiye'de geçirmek için turistlerin birbirleriyle yarıştığı tatil cenetini kastetmiyorum. Dünyada en az çalışıp , çalışmadığı için çok yorularak devamlı tatile ihtiyacı olan, bu yüzden yöneticilerince kendilerine her vesile ile tatil imkanı sağlanan güzel insanların yaşadığı ülkemden bahsediyorum.

Hükümetimiz ülkemizin yüce menfaatlerini gözönünde bulundurarak; önümüzdeki kurban bayramında da yine 9 günlük tatil ilan etti. Bu şekilde enerji tasarrufu yapılabilecek, iç turizm canlanacak, ekonomimize büyük katkı sağlanacak v.s. v.s...

Sağolsun Bakanlar Kurulumuz;" gece gündüz çalışıp, üretmekten adeta bitap düşmüş olan milletimizi
düşünüyor ve daha zinde bir kafa ile, daha iyi mal ve hizmet üretebilmemiz için" 2.5 günlük bayram tatilini 9 güne çıkartıyor.

Ekonomik darboğazda inim inim inleyen ve kendisine düşen fedakarlığı son kertesine kadar yapansokaktaki vatandaş bu zorunlu tatile ne diyor.? Sorun bakalım. Tatilmi istiyor. Yoksa çalışmak mı istiyor ? Sayın yetkililerimizin sokağa inmeye zamanları olmayabilir. Uzağa gitmesinler. Çalıştıkları iş yerinin kapısında bekleyen güvenlik görevlisinden başlayarak odalarına girene kadar koridorda karşılaştıkları sıradan memurlarınasorsunlar. Hepsinin ,hep bir ağızdan; " YETER ARTIK ÇALI?MAK İSTİYORUZ " diyerek haykırdıklarını göreceklerdir.

 * Bayram mı geldi ? YAPIN UZATILMI? TATİL...
 * Yağmur yağdı. Kar yağdı. Yerler buz oldu. TATİL...
 * Deprem oldu. TATİL... Bayra
 * Yılbaşı ile başlayan RESMİ TATİLLER SİLSİLESİ...
 * Toplam 106 günlük rutin HAFTASONU TATİLİ...
 * Yıllık KANUNİ ve MAZERET İZİNLERİ TATİLİ...
 * Okullarımızın YARIYIL ve üç aya kadar uzayabilen YAZ TATİLLERİ...
 * Grip salgını var, nezle oldun, diş çektirdin bahaneleri ile SAĞLIK TATİLLERİ....

BU LİSTE UZAYIP GİDER.

Peki biz ne zaman çalışacağız. ? Ne zaman üreteceğiz.? Ve ne zaman para kazanacağız?

Milletimiz adeta tatile adapte oldu. Artık hiç kimse çalışmayı düşünmüyor. Herkez oturdüğu yerden ve yorulmadan para kazanmak istiyor. Yeni işe giren bir kimsenin önünü gördüğü yok. 30 yılda Genel Müdürlüğe ulaşabilenlerin hayat standardını daha başlarken istiyor.

Peki gelecek yıllarda ne alacak ? Başlarken, 30 yıl sonraki hedefine erişen bir kimseyi nasıl çalışmaya ve daha ileriye gitmeye motive edebilirsiniz. İşte bütün bunlar bir türlü kabullenemediğimiz sosyal yaralarımız.Bunlar bir kaç günde ve yılda oluşmadı. Yılların getirdiği ve üstüste yığarak biriktirdiği tottular.

Bu uzun tatillerin milli geleneklerimizi ve karakterimizi de değiştirdiği kesin olarak biliniyor. Bayramda akraba , dost ve komşularla kaynaşılması , büyüklerin ziyareti yardımlaşma ve dayanışma yavaş yavaş kalktı. Önce büyüklerimiz tatil yörelerine ve yazlıklarına kaçtılar. Bunu gören küçükler de aynen taklit ettiler. ?imdi bayram denilince tatil ve evden uzaklaşmak akla geliyor. Acı ama gerçek. Binlerce yıllık geleneklerimiz gözlerimizin önünde teker teker yokoluyor.

Deniz ve göl kıyılarımız, kıyılara bakan bütün tepelerimiz, orman içlerimiz; kibrit kutusu gibi birbiri üstüne binmiş sayısız evle doldu. Yazlık almak , hatta mümkünse birkaç tane almak çok moda oldu. İstatistikleri bilmiyorum ama, yazlık tatil evlerinin sayısı devamlı oturulan evlere yakın olduğunu tahmin ediyorum.

Yılda ortalama en fazla 1,5 ay kalınabilen bu evlerde her türlü konfor ve medeni gereç mevcut. Telefon, beyaz eşya ve modern mimarinin bütün imkanları düşünülmüş. Buşekilde sadece dinlenmek ve eğlenmek için gerçekleştirilen çarpık bir yapılaşmaya milli geliri bizimkinin on katı olan ülkelerde dahi rastlamak mümkün değil. % 90 'ı deprem kuşağında yer alan ülkemizde; bu üçüncü sınıf malzeme ile inşa edilerek, boya ile süslenen binlerce binanın insanlarımıza mezar olduğunu 17 Ağustos depreminde birlikte gördük ve yaşadık.

Milli servetimiz ; bu bize nereden geldiği belli olmayan tatil hevesi yüzünden şehirlerden tatil köylerine taşındı. Bu taşınma ile birlikte gelenek ve göreneklerimiz, Türkün kendine has milli hasletleri de kayboldu. Hükümetlerimiz sağolsunlar; kabul ettikleri yerli yersiz tatillerle, yerleşik düzendeki insanlarımızı adeta evlerinden çıkartıp tatil beldelerine gitmeye zorladılar.

Oysa buralara yatırılan paralarla üretime yönelik işyerleri kurulsa, buraları yapmak veya almak için yapılan küçük, fakat biraraya geldiğinde çok büyük meblağlara ulaşan halkın tasarrufları daha faydalı ve yararlı yatırımlara yöneltilseydi. İnsanlar dinlenmeye ve yatmaya değilde , çalışmaya ve tasarrufa teşvik edilebilseydi. Ülkemizi 25 yıldır kasıp kavuran enflasyon bu seviyede olmazdı. Milli gelirden aldığımız pay da bugünkü seviyesinin birkaç kat üzerinde olurdu.

Allah insanımıza akıl ve fikir versin . Ne kadar çok tatil seviyoruz. Geçen 9 günlük bayram tatillerinden birinde Avrupada beş yıldızlı otellerde konaklayan 30 000 civarındaki Türk turistlerin 2 milyar dolar civarında bir parayı harcadıklarını gazeteler gururla haber olarak verdiler. Oysa; turizm cenneti olmaya layık ülkemize 365 günde gelen 10 milyon civarındaki yabancı turistin getirdiği döviz miktarı ise 5-6 milyar dolar civarında. Bu gelenler için bir yıl müddetle hizmet üreten insanımızın sayısı da 15 milyona yakın. Avrupalı dostlarımız artık biz zengin Türkleri hava alanlarında merasim ve de limuzin ile karşılıyorlar. Yorulan insanımızı dinlendirmek için ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar sağolsunlar. Var olsunlar.

Sonuç olarak; Yeni bin yıla büyük umutlarla girdik. Türk dünyası başta olmak üzere bütün uluslar bu yüzyılda bizden çok şeyler beklediklerini açıkça vurguluyorlar. Dünya yeniden kuruluyor. Dengeler yeniden yerleşiyor. Bizim artık bu çağda dinlenmeye ve tatile değil çalışmaya , çok çalışmaya ve daha çok çalışmaya ihtiyacımız var.

Bizi tatile değil, daha çok çalışmaya, daha çok ürettmeye ve daha zengin olmaya zorlayan yönetim istiyoruz. Biz yatmayı haketmiyoruz. Bize dinlenme değil; çalışma ve üretme imkanları yaratacak bir yönetim istiyoruz. Ancak bu şekilde 21 nci asrın Türk Asrı olabileceğine inanıyoruz.


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=20

***

Adım Adım Avrupa Birliği'ne doğru.,

Adım Adım Avrupa Birliği'ne doğru.,





Dr Tahir Tamer Kumkale, 
6 Şubat 2000 Pazar 

"Kendi Onayınız olmadan, Kimsenin sizi küçük görmeyeceğini bilin."


ABD Başkanı CLİNTON; geçen Kasım ayında AGİT ( Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ) İstanbul Toplantısı öncesinde çok önemli ve tarihi bir açıklama yaptı. "Türkiye yeni yüzyıla yön verecek bir ülkedir ve Türkiye'nin her yönden istikrar içinde bulunması gereklidir. " Ayrıca " TÜRKİYE'nin Avrupa Birliği dışında tutulmasının hiç bir ülkeye yararı olmayacağını, Avrupa Birliği adaylığı için Türkiye'ye verdikleri desteğin devam ettiğini" bir kere daha vurguladı.

Clinton'un uzak görüşlü ve ciddi bir devlet adamına yakışır tarzdaki ifadeleri duygusal değildir. Tam anlamıyla gerçekçidir. Her kelimesi doğrudur ve seçilerek söylenmiştir. Ne yazıkki son yıllarda bizim gerçek değerimizi ve gücümüzün ne olduğunu hep yabancılardan öğreniyoruz

Türkler; Süleyman Paşa komutasında ilk defa sallarla Çanakkale Boğazını aşarak Gelibolu'da Avrupa topraklarına ayak bastılar. 1300 lü yıllarda bu şekilde başlayan Avrupalı kimliğimiz günümüze kadar devam etti. Daima batıya ilerleyen Türklerin ileri harekatı Avrupanın yarısına yakın bir bölümünü egemenliği altına alarak 1700 lerde Viyana önlerinde durdu. Bundan 1500 yıl önce Batı Hun İmparatorluğu ve onun efsanevi lideri Attila ile Türkleri tanıyan ve Türk egemenliğine alışık olan Avrupalılar bu defada güneyden gelen Türklerin idaresine girdiler.

Türk yönetimi; bölgede 500 yıl süren adalet, güven , huzur, istikrar ve refah'ın bir simgesi oldu. Atalarımız Osmanlılar fiilen Avrupalı idiler. Bizim Avrupalılığımız ise 24 Temmuz 1924 'de Lozan Barış antlaşması ile dünyaca kabul edildi. Atatürk batı medeniyetine ulaşma hedefini gösterirken biz zaten Avrupadaki topraklarımız ile Avrupadan fiilen hiç kopmamıştık.

İknci Dünya Harbini müteakip Avrupa'nın siyasi coğrafyası tamamen değişti. İkinci büyük değişiklik S.S.C.B.'nin yıkılması ile Sosyalist-Kollektivist sistemlerin çökmesi üzerine yaşandı. Doğu Avrupa ve Balkanlar
yeniden şekillendi.

 Türkiye 1945'ten itibaren Avrupa Devletlerinin oluşturduğu bütün sistemler içinde ya kurucu üyeler arasında, yada ilk giren ülkeler içinde yer aldı. Bugüne kadar görev aldığı bu kuruluşlarda kendisine verilen görevleri en iyi şekilde yapmaya gayret gösterdi. Bu teşekküllerin isimlerini aşağıdadır.

 * KAİK : KUZEY ATLANTİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ

 * KEİB : KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI

 * NATO : KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASI TEŞKİLATI

 * AT-AB : AVRUPA TOPLULUĞU - AVRUPA BİRLİĞİ

 * BAB : BATI AVRUPA BİRLİĞİ

 * AK : AVRUPA KONSEYİ

 * AG : AVRUPA GRUBU

 * BAPG : BAĞIMSIZ AVRUPA PROĞRAM GRUBU

 * AGİT : AVRUPA GÜVENLİK VE İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI

 * EFTA : AVRUPA TİCARET BİRLİĞİ

Yukarıda sayılan teşkilatlardan AVRUPA BİRLİĞİ ile olan ilişkilerimiz bu yazımızın ana konusunu teşkil ediyor. Bu teşkilatı biraz açalım.

AVRUPA BİRLİĞİ: 25 Mart 1957 tarihinde 2 nci Dünya Harbi sonrasında Avrupa'nın yaralarının sarılması ve güçlendirilmesi, gelecekte bir " Avrupa Birleşik Devletleri" ne dönüştürülebilmesi için; Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, İrlanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere ve Yunanistan 'ın üye olduğu ülkeler arasında kurulmuş bir teşkilattır. Başlangıçta Avrupa Ekonomik Topluluğu olan ismi, 7 Şubat 1992'den itibaren Maastriht Anlaşması ile Avrupa Birliği olmuştur.

Amaçları: Gümrük Birliğine dayalı bir ekonomik birleşme sağlamak, mal, işgücü, kişi ve hizmetlerin serbest dolaşımını temin etmek, üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi ve ticaret politikası uygulamak, ortak bir para sistemine girmek, siyasi ve askeri alanda entegrasyona ulaşmaktır.

Türkiye; AT ile 12 EYLÜL 1963 tarihinde ortaklık anlaşması imzalamıştır. Toplam süresi 20 yıl olan HAZIRLIK, GEÇİŞ ve SON olmak üzere üç dönemi müteakip Türkiyenin tam üye olması gerekiyordu. Ancak 1973'te hazırlık döneminin bitmesine rağmen, Türkiye-AT arasında gümrük ve ekonomik politikalar arasında uyum sağlanamamış ve üyelik geciktirilmiştir. Türkiye Sayın ÖZAL döneminde; 1987 de yeniden tam üyelik için başvurmuştur. Üyeliğin geciktirilmesinde; Yunanistan'ın veto etmesi faktörü olduğu kadar, İnsan haklarının ihlali, Kıbrıs sorunu, ekonomik kalkınma hızının düşüklüğü, yüksek enflasyon, hızlı nüfus artışı, Türk işgücü potansiyelinin ve genç nüfusun fazlalığının Avrupa'yı tehdit etmesi gibi gerekçeler gösterilerek üye değil ADAY ADAYI dahi olamadık.

İstanbulda Kasım 1999' da 54 ülkenin katılımıyla yapılan AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ) toplantısında Türkiyenin Aday Adaylığı adeta gayri resmi olarak belirlendi. Aralık 1999'da yapılan Helsinki Zirvesinde Avrupa Topluluğuna önümüzdeki yıllarda katılması düşünülen 12 yeni ülkeden sonra Türkiye'ninde resmen Aday Adayı olduğu ilan edildi. Bu şekilde tam üyelik ve entegrasyon için çalışmalara başlandı.

Aday Adaylığı konusu basın ve yayın organlarımızda çok abartıldı. Çok büyük işler başarılmış gibi büyütüldü. Oysa biz zaten Avrupalıyız. Avrupanın her alanında biz varız. Topluluk içinde olmasak bile topluluk üyesi ülkelerle her türlü ortak ilişkilerimizi her alanda zaten sürdürüyoruz. Bu topluluğa tam üye olduğumuzda da bugünkünden çok fazla bir değişiklik beklememek gerekir. Bu bize lütfedilen bir hak değildir. Olayların tabii sonucudur.

600 000 nüfuslu Kıbrıs Rum Kesimi, Estonya, Letonya gibi ülkelerle bizi eşit ve bir bakıma onların gerisinde gören Avrupalı zihniyetinin bize kazandıracağı fazla bir şey olduğunu zannetmiyorum .Fakat yeni bir kavram olarak sunulan Avrupalı Kimliği kazanmanın siyasi, sosyal ve kültürel hayatımıza şimdiden büyük ölçüde egemen olduğunu söyleyebiliriz.

Bizim kimseye verilecek tavizimiz yoktur. Olmamalıdır. Bizim coğrafyamızda bulunan , yeterli potansiyele sahip, imparatorluk tecrübesi olan bir milletin hiç bir desteğe ihtiyacı yoktur. Bizimle dost ve birarada olmak isteyen ülke ve kuruluşlar hep bizden taviz istiyorlar, hakları olmadığı halde hep bizden hesap soruyorlar. Oysa ortada görülen gerçek 

TÜRKİYE'NİN AVRUPASIZ OLABİLECEĞİ FAKAT AVRUPA'NIN TÜRKİYESİZ OLAMAYACAĞI'dır.

S.S.C.B.'nin dağılmasından sonra kurulan Türk Cumhuriyetleri dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahipler.Türkiye sınırından, Japon Denizine kadar uzanan ve Türkistan olarak adlandırabileceğimiz büyük ticari alan; Avrupa' ya ancak Türkiye üzerinden açılabilir. Avrupa ise bu alana ancak Türkiye üzerinden girebilir.

BİR BAKIMA TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ ; AVRUPAYI DÜNYANIN BU EN ZENGİN BÖLGELERİNE VE EN KALABALIK PAZARINA BAĞLIYOR. İşte Clinton'ın bahsettiği Türkiyenin önemi; bu kilit ülke olma durumundandır.

Türkiye rolünü iyi oynamalıdır. Elindeki kozları iyi kullanmalıdır. Bizi biz yapan milli değerlerimizden ve binlerce yıllık Türk kültür değerlerimizden asla taviz verilmemelidir. Avrupalının ekonomik ve teknolojik seviyesine ulaşmaya EVET. Fakat Avrupanın hristiyan kültürü ile yaşama heves ve gayretlerine ise şiddetle HAYIR dememiz gerekiyor.

Avrupanın bugünlerde yaşadığı olaylar bizim için çok güzel örnek teşkil etmeli. Avusturyada halkın oyları ile seçimleri kazanan ırkçı ve faşist bir partinin koalisyon hükümetinde yer alması, bütün Avrupa devletlerinin çok şiddetli protestolarına sebep oldu. Bu ülkenin içişlerine çok büyük bir saldırı her alanda devam etmektedir. Bu tutum ve davranışlar çok iyi izlenmelidir. KENDİ KÜLTÜRLERİNE BUNU YAPANLARIN BİZE NE YAPABİLECEKLERİ hususu iyice irdelenmelidir.

Sonuç olarak;

Biz devlet ve millet olarak 650 yıldır Avrupalıyız. Bu gerçeği değiştirmek mümkün değildir. Tarih ve coğrafyanın inkarı olur. Avrupa Birliği üyeliğini fazla abartmadan ve milli değerlerimizden hiç taviz vermeden, sahip olduğumuz kilit rolleri unutmadan karşılıklı işbirliği esaslarına uygun bir entegrasyona gidilmelidir. Bize göre; Türk Kimliği; AVRUPALI KİMLİĞİNDEN BÜYÜKTÜR VE DAİMA BİR ADIM ÖNDEDİR. Cebimize biraz daha fazla para girecek gerekçesiyle bizi binlerce yıllık geçmişten günümüze taşıyan Türk Kültür değerlerimizde sahip çıkalım. Çıkmayanları uyaralım.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
6 Şubat 2000 Pazar

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=14

***

26 Ağustos 2018 Pazar

İDAM EDELİM Mİ.., ETMEYELİM Mİ.,?

İDAM EDELİM Mİ.., ETMEYELİM Mİ.,?


İDAM EDELİM Mİ.., ETMEYELİM Mİ.,?
11 Ocak 2000 Salı,
Dr. Tahir Tamer Kumkale
Televizyonlar, FLASH HABER olarak Tuncelide PKK Baskını sonucunda bir binbaşı, bir yüzbaşı ve dört erimizin şehit edildiğini bildiriyor.
Bugün takvimler 11 OCAK 2000'i gösteriyor. İmralı Mahkemesinin bölücübaşı eşkiyayı idama mahkum ettiği tarihi duruşmanın üzerinden 6 ay geçmiş.
Ülke gündeminin en önemli maddesi hala " bu caniyi asalım mı ?" yoksa " 30 000 masum vatandaşımızın ölümüne sebebiyet verdiği için asmayalım da besleyelim mi ? "Ne kadar acı .
Ama gerçek....
Tarih 29 Haziran 1999. İmralı mahkemesi Türk Milleti adına, insanlık adına en büyük suçlu Abdullah Öcalan'a hakettiği cezayı verdi.
Bu beklenen ve kaçınılmaz bir sonuçtu. Nitekim birbiri peşisıra devam eden hukuk süreci içinde karar; aynen ve hiçbir değişikliğe uğramadan yargı safhasını tamamladı. Şimdi görev sırası Türk Milleti adına karar verecek T.B.M.Meclisindedir . Onunda Türk Milleti adına görev yapan yargı sistemimizin gösterdği adil ve kararlı tutumu izleyeceğinden şüphemiz yoktur.
Terörist yatağında ölmez.... Ölemez... Ölmemelidir... Bugüne kadar yatağında eceli ile ölen teröriste rastlanmamıştır. Terör ve terörizm en büyük
insanlık suçudur. Anarşi ve terör 20. yüzyılda pekçok ülkenin başını ağrıtan önemli bir olgudur. İsteklerini yasal yollardan yönetime kabul ettiremeyen kişi ve kuruluşların masum halkı sindirerek, korkutarak ve acımasızca katlederek isteklerini zorla kabul ettirmeye çalıştıkları bir yöntemdir. Çok yaygın olarak kullanılmasına rağmen bugüne kadar meşru yönetimler karşısında başarılı olduklarına rastlanılmamıştır.
Ülkemiz, soğuk savaş döneminin başladığı İkinci Cihan Harbi'ni müteakip 1960'lı yıllardan itibaren dış destekli ve kaynaklı terör hareketlerinin her çeşidine sahne oldu. Türk insanı 40 yılı aşkın bir süredir kısa fasılalı huzur ve güven ortamının dışında genellikle anarşi ve terör olaylarının doğrudan etkisi altında kaldı. Ülkemizin kalkınmasını ve güçlenmesini istemeyen dış güçler terör silahını daima kullandılar ve ülkemizi kan gölüne çevirdiler. Türk insanını birbirine kırdırdılar. Bu konuda her yolu ve sistemi denediler.
Fakat yanıldılar.
Onlar Türk milletinin çok zengin bir tarihi mirasa sahip olduğunu, sağduyulu ve inançlı bir millet olduğunu her zaman unuttular.
Son olarak 1978 yılında sahneye sürülen Abdullah Öcalan başkanlığındaki PKK ülkenin gündemini yirmiiki yıl işgal etti. Ekonomideki kronik yıllık yüksek enflasyonun sebebi oldular. Can ve mal güvenliğimizi, yaşama hürriyetimizi ortadan kaldırdılar. Bu korkunç katliam çetesini ortadan kaldırmak için 100 milyar dolara yakın bir meblağı bize harcattılar. 30.000 insanımız öldü. Sonunda Türk milleti kazandı. Türk adaleti ve hukuk sistemi kendi prosedürü içinde başarıyla işledi ve terörbaşı Öcalan idam cezasına çarptırıldı.
Terör örgütünü başımıza musallat eden Avrupa başta olmak üzere dış mihraklar bu adi katili kurtarmak için elbirliği etmişcesine Türkiye'ye
karşı açıkça tavır aldılar. Bu tavrı çok doğal olarak görmek gerekir. Çünkü bugüne kadar verdikleri maddi ve manevi destek Türk milletinin sağduyulu ve sabırlı davranışı ile sona erdi. Yenilen PKK değildi. Onu ,eline silah vererek ortaya salan büyük güçlerdi.
Maskeler bir kerre daha düştü. Bu dış destek Türk' ün ne kadar yalnız olduğunu yeniden ortaya çıkattı.
Bizim bir kısım satılmış kalem ve söz erbabımız utanmadan ve de sıkılmadan adeta söz birliği etmişcesine Avrupa'nın bizi kınamasını döne döne göstererek son görevlerini yapmaya çalışıyorlar. Ne acı bir tablo...
Beyler dikkatli olun. T.C. Devleti Atatürk' ün altıyüz yıllık cihan imparatorluğunun temeli üzerine oturttuğu bağımsız bir ülkedir. Sömürge değildir.
Türk halkı kendi kendini idare edecek binlerce yıllık bilgi birikimine, tecrübeye ve teşkilata sahiptir. Kendi kanunlarını kendisi yapar ve uygular.
Hiçbir ülkeye veya kuruluşa diyet borcu yoktur ve hesap verme durumunda değildir. Hesap vereceği tek güç vardır.O'da Türk halkıdır.Türk halkı; 20 yıldır beklediği sonucu almıştır. Sevinç ve gurur gözyaşları ülkeyi kaplamıştır. İnsanlarımız huzur ve güven duygusunun tadını
. " Eğer idam kararı edilirse Türkiye'yi kan gölüne çeviririz "tehditi yapanlar bu asil milletin sağduyusu, inancı ve kararlılığından korkmalıdır. Sadece bunlar değil, bunları destekleyen sözde insan hakları savunucusu Batı da korkmalıdır. Ve ne yaptığını bir kere daha düşünüp terörün yanında mı, hukukun yanında mı kalacaklarına karar vermelidir.
Bizim saygıdeğer yöneticilerimiz tarihe iyi bir şeyler göndermek istiyorlarsa; kendilerini yönlendirmeye çalışan laf ebelerinin değil kendilerini bulundukları mevkilere taşıyan ve yıllardır orada tutan Türk Milletinin sağduyulu sesine kulak vermelidir.....
Dr. Tahir Tamer Kumkale
11 Ocak 2000 Salı

10 Temmuz 2016 Pazar

ATATÜRK HAVALİMANI SALDIRISI HAKKINDA



ATATÜRK HAVALİMANI SALDIRISI HAKKINDA,


ataturk_havalimani_saldirisi_haberleri_son_dakika_1467446360_1875

Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)
——————————————
Bilindiği gibi ülkemizin her köşesi hain teröristlerin kanlı saldırıları ile terör alanı haline getirildi. Bunların en son ve en kanlı olanı 28 Haziran 2016’da saat 21:22’de İstanbul’un Bakırköy ilçesindeki Atatürk Hava limanı’nda gerçekleştirilen silahlı ve bombalı intihar saldırısıdır.
IŞİD mensubu olduğu belirtilen üç saldırgan, dış hatlar terminalinde önce uzun namlulu silahlarla etrafa ateş açtı, ardından da üzerilerindeki bombaları patlattı. Saldırı sonucu 45 kişi hayatını kaybetti, 236 kişi yaralandı. Saldırı sonrası konulan basın yasağı ile halkımız olayın detayları hakkında bilgi sahibi olamadı.
Oysa onunun uzmanları olayları tüm yönleri ile değerlendirip tarihe belge bırakacak nitelikte gerçekleri gözler önüne seriyorlardı. Günümüzün gelişmiş iletişim teknolojilerinde 35 milyon Türkün cebinde hem fotoğraf ve hem de film çekebilen, çektiklerini bir tuş ile anında dünyaya yayabilen akıllı telefonlar mevcuttur. Yani bilginin saklanması asla mümkün değildir.
Nitekim yayın yasağı konulmasına rağmen Atatürk Hava limanı saldırısı tüm kareleri ile sosyal medyada paylaşılarak kamuoyunun bilgisine sunulmuştur.
Aşağıya tamamını aldığım yazının sahibi E. Tuğamiral Türker Ertürk yetenekli bir strateji uzmanıdır. Bu saldırı ile ilgili yaptığı detaylı değerlendirmenin her cümlesi önemlidir. Ben bu yazının altına imzamı atıyorum. Ve tarihi bir belge olarak Bildiri-Yorum okuyucularının dikkatlerine sunuyorum.
—————————————————————————–
ATATÜRK HAVA LİMANI SALDIRISINI HİÇ BÖYLE OKUMADINIZ:
Ülkemizde ne olursa, hükümet veya onun bakanlarından biri istifa eder? Sanırım bunun yanıtı çok net; “Hangi suçu işlerlerse işlesinler, haklarında yüz kızartıcı ne iddia olursa olsun, hangi başarısızlığa imza atmış olurlarsa olsunlar bunlar pişkindir, istifa etmezler!” Bunlar yüzünden ülkemiz yanıyor, binlerce insan yaşamını kaybediyor, boğazımıza kadar teröre boğuluyor, iç savaşa doğru eviriliyor ve dış dünyada beş paralık itibarımız kalmıyor olsa da; yalan söylerler, inkar ederler ve dince kutsal şeylerin istismarını yaparak, yollarına devam ederler.
TÜRKİYE, AÇIK POLİGON OLDU!
Bırakalım çağdaş dünyada onurlu ve haysiyetli siyasetçilerin nasıl istifa ettiklerinin örneklerini, yakınımıza bakalım. Geçtiğimiz Cumartesi (02.07.2016); Bağdat’ta IŞİD(Irak Şam İslam Devleti) sivilleri hedef alan bombalı bir saldırı gerçekleştiriyor ve 250’den fazla insan yaşamını kaybediyor. Saldırının arkasından,Irak İçişleri Bakanı Mohammed Al-Ghabban istifa ediyor.
Teröristlerin bombalı saldırılar için poligon haline getirdiği ülkemizde ise; geçtiğimiz Salı (28 Haziran 2016),yedi kişiden müteşekkil IŞİD timi Atatürk Havalimanı’na saldırıyor. Tam olarak 32 dakika boyunca, ellerinde kalaşnikof otomatik tüfeklerle, İsviçre malı el bombalarıyla ve üçünün üzerinde sarılı olan patlayıcılarla, ellerini kollarını sallayarak katliam yapıyorlar, etrafı enkaza çeviriyorlar ve daha sonra dördü sırra kadem basıp, çekip gidiyor.
TERÖRİST ASKER SELAMI VERİYOR
Hem de ne katliam! Kalaşnikofla tarıyor, daha sonra yere düşenlerin üzerlerini tarıyorlar, inilti gelen yerdeki insanlara tek tek yöneliyor ve kafalarına sıkarak, infazı tamamlıyorlar. Ama devlet ve onun güvenlik güçleri, hala ortada yok.
Gidiş (departure) katında, elinde kalaşnikof olan başka bir terörist; THY bilet satış ofisinin önünde etrafa ateş ederek yakıp yıkıyor, daha sonra içlerinden birisi polis olan ve korku içinde infazını bekleyen yaklaşık 35 kişilik gruba dokunmuyor, onlara asker selamı veriyor ve yürüyen merdivenlerden inerek gidiyor. Bu da, sırra kadem basanlar arasında. Anlayacağınız; teröristler öldürüyor, korku ve dehşet saçıyor, bazılarına yaşamını bağışlıyor ve adeta oyun oynuyor!
62 MİLYON, ALLAH’A EMANETMİŞ!
Teröristler, bu kanlı korku ve dehşet oyununu; yaklaşık yıllık 62 milyon yolcu kapasitesi ile ülkemizin birinci, Avrupa’nın 3’üncü ve dünyanın 11’incisi olan Atatürk Havalimanı’nda yapıyorlar. Yani; 62 milyon yolcunun canı, Allah’a emanetmiş. Bir de utanmadan;“Güvenlik zafiyeti yoktu” diyorlar.
Atatürk Havalimanı’nda çalışan bir dostum anlattı; “Havalimanında, bu tip saldırılara ve teröre karşı mücadele edebilecek eğitimde, hiç kimse yoktu. Burada görev yapan polislerin yaklaşık üçte biri; yaşı ve sicili nedeniyle, buraya rahat etsin diye mükafaten atanmış. Diğer üçte biri; kapatıldığı için akademi eğitimi almamış, üniversite mezunlarından kısa dönemde polis yapılmış, İngilizce bilir, eli yüzü düzgünler ve son üçte birlik bölüm ise; pasaport, evrak ve belge inceleme işleri uğraşanlar”
SALDIM ÇAYIRA MEVLAM KAYIRA
Halbuki dünyada, bu tip havaalanlarında, terörle mücadele için ayrı ekipler var. Kamuflajlı üniformalar giyiyorlar, terörle mücadele için çok özel eğitimler alıyorlar, özel teçhizat ve silahlarla donatılıyorlar. Bizde ise polislerimiz; “saldım çayıra, mevlam kayıra” zihniyeti ile ateşin içine atılıyor ve siyasal sorumlulukların gereği yapılmıyor.
Atatürk Havalimanı’na yapılan ve 45 insanın yaşamını kaybettiği saldırının, Ramazan’da ve özellikle iftar saatine yakın yapılmasının nedeni; nöbet ve görev değişimleri nedeniyle oluşan ilave zafiyetten faydalanmaktı.
TERÖRİSTLER YEDİ KİŞİYDİ
Saldırı timi, yedi teröristten oluşuyordu. Üçü intihar bombacısıydı, ayrıca üzerilerinde kalaşkinof silahları vardı. Diğer ikisi, üzerilerinde kalaşnikof silahları ve İsviçre yapımı el bombaları olan, avcı teröristlerdi. Son ikisi ise supervisor(denetleme ve kontrol eden) denen, üzerilerinde hiç silah olmayan, bu yüzden kontrol noktalarından kolayca geçen, timi denetleyen, yol gösteren ve intihar bombacısı eğer tereddüt eder pimi çekmez ise, uzaktan kumanda ile onu patlatmaya hazır olanlardı.
Teröristler operasyona, planladıkları zamandan biraz önce başlamak zorunda kaldılar. Çünkü; hava çok sıcak olmasına rağmen, otoparktan geliş (arrival) katına geçmekte olan montlu intihar bombacısı, bir polisimizin dikkatini çekti. Telefonuyla whats App’dan, polis arkadaşlarının bulunduğu gruba; bir şüpheli gördüğünü ve hırsızlıktan şüphelendiğinin mesajını atar. Daha sonra; şüpheliden kimlik sorar ve kıyametin başlamasına neden olur.
PLANLAMA EN AZ 15 GÜN SÜRMÜŞ
Esasında; polisimizin olaya tek başına müdahale etmesi, öğreti gereği uygun değildir. Ama polisimiz; hırsızlık ve gasp gibi adi suçlar üzerine deneyimlidir, terör tehdidi beklememekte olup, bu konuda eğitimi de yoktur.
Terör saldırısı çok komplike hazırlanmış; havalimanının birden fazla noktadan koordineli olarak vurulması planlanmış ve üzerinde çok çalışılmış. Teröristler; kuvvetle muhtemel,operasyon yapacakları yere çok defa gelmişler, gözlem ve planlama yapmışlar, çeşitli yerlere (destination) çeşitli havayolları ile uçmuşlar, tüm zafiyetleri ve güvenlik boşluklarını yerinde tespit etmişler. Bu süre; en az 15 gün!
BELKİ DE, SONRASINDA UÇAK KAÇIRACAKLARDI
Belki de; operasyonun ikinci bölümünde, canlı intihar bombacıları hariç diğer dört kişiyle uçak kaçırmayı da planlamışlardır ve operasyona erken başlamak zorunda kalmaları, bu planı bozmuş olabilir!
Saldırı sonrası Atatürk Havalimanı, gece 01:35’de, meydan tarafından tahliye edilir. Bu aceleye ne lüzum var? Saldırıda görev alan diğer dört kişi de muhtemelen bu tahliye sırasında sıvışır. Bu; böyle bir saldırı sonrası yapılabilecek fahiş bir hata değil midir? Bunun anlamı; suçluların, suça yataklık yapanların kaçmasına imkan sağlamaktır. Çok iyimser bir yorumla; siyasi sorumlulukların doğurduğu ölümcül hataları kapatmaya çalışmaktır. Ayrıca; siz nasıl olurda farklı mekanlarda, farklı olaylara ve saldırılara şahit olmuş görgü tanıklarını sorgulamadan gönderirsiniz?
İÇİŞLERİ BAKANI’NIN İSTİFASI YETMEZ!
Nereden bakarsanız bakınız, bu yaşananlar bir facia. Teröre boğulmuş, her gün terör tehdidi altında yaşarken; Atatürk Havalimanı’nda hiçbir tedbir ve önlem alınmamış. Saldırı sonrası yapılanlar ise; gaflet mi, dalalet mi, yoksa dilim varmıyor ama işbirliği mi, bilemiyorum!
Bu yaşadıklarımızdan sonra, Irak gibi, yalnızca İçişleri Bakanı’nın istifası da yetmez. Beraberinde; Devlet Hava Meydanları’ndan  Sorumlu Ulaştırma Bakanı ve görevine yeni atanan Başbakan’ın da derhal istifa etmesi gerekir. İstifa etmezlerse, dosyaya koyun. Devri sabık döneminde yargılama için gerekecek.
Saygılar sunarım.
Türker Ertürk

..

19 Mart 2015 Perşembe

Örgüt Ceza ve Tutukevleri




Örgüt Ceza ve Tutukevleri


10 Temmuz 2000 Pazartesi 

"BANA BENDEN OLUR NE OLURSA, BAŞIM RAHAT OLUR DİLİM DURURSA..."

T.B.M.M. yasama yılını tamamlayarak yaz tatiline girdi. Milletvekillerimiz görevini yerine getirmenin huzuru ile tatil yörelerine ve seçim bölgelerine dağıldılar. Meclis gündeminde sıra bekleyen pek çok acil konunun görüşülmesi ancak bu uzun tatilden sonra mümkün olabilecek. Gündemde sıra bekleyen önemli konulardan biride MAHKUMLARIN AFFI ile ilgili olanı idi. Büyük bir ümitle verilen AF sözünün tutulmasını bekleyen mahkum ve tutuklular meclisin tatilini müteakip yine Türkiye'nin gündemine oturdular.
 Gündemimiz yurdun çeşitli yerlerinden gelen isyan ve başkaldırı haberleri ile doldu. Bu gidişle daha da dolacağa benzer. Konu ile ilgili olarak bir başkaldırı haberide İnfaz Koruma Memuru olarak çalışan hapishane görevlilerinden geldi. Gardiyanlar yaptıkları basın açıklamasında; " can güvenlikleri olmadığını anlattılar ve çok az para aldıklarından" yakındılar. Demekki hem içeridekiler ve hemde dışarıdakiler dertli.
 Acilen çözüm bulunması gereken bu önemli konu hakkında bundan 5 ay önce kaleme aldığım fikir ve düşüncelerimi güncelliği dolayısıyla yeniden yayımlamayı uygun buldum. İnşallah yetkililer ve ilgililer sağduyunun sesine kulak verirler ve bu yara kangren olmadan ve bütün ülkeyi huzursuz etmeden iyi bir sonuca bağlarlar. Bekleyelim ve görelim.( T.T.K )

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

TARİH : 26 OCAK 2000.

Jandarma özel timleri Metris Ceza ve Tutukevindeki İBDA-C örgütünün kaldığı koğuşlara ŞAFAK BASKINI adı altında bir operasyon düzenliyor.

Operasyonun hedefi; bir yılı aşkın bir süredir tutuklu olduğu halde üç seferdir koğuşundan alınamadığı için mahkemeye götürülemeyen ve her mahkeme günü isyan eden örgüt lideri bir sanığı hakim önüne çıkarmak. İfadesinin alınmasını sağlamak. Operasyon başarı ile sonuçlanıyor, isyan bastırılıyor. Bu defa sanıklar koğuşundan alınıp hakim önüne çıkartılıyor.

Basın ve yayın ordumuzun fedakar çalışanları önceden mevzilenmişler. Bu büyük ve son derece önemli olayı canlı olarak kamuoyuna duyurmanın telaşı içindeler.Adalet sisteminin, yakalayıp tutukladığı 65 İBDA-C örgüt üyesi karşısındaki aczini sergilemeye gelmişler sanki.

Bu kaçıncı isyan bilmiyoruz. Örgüt; lideri Salih MİRZABEYOĞLU'nu vermiyor. Onlar vermeyince de biz alamıyoruz. Onlar isyan ediyor. Ceza ve Tutukevi bir kere daha yakılıyor, yıkılıyor. Cezaevi çalışanları yine rehin alınıyor. Karşılıklı silahlı mücadele yapılıyor. Devletle pazarlığa oturuyorlar. Saatler süren pazarlıklardan sonra verilen tavizleri beyler lütfen kabul edip lütfederek isyanı bitiriyorlar. Tabi çoğunlukla onların dediği oluyor. Adalet Bakanımız " malesef hapishanelerde yönetimi tam olarak sağlayamadık" diyerek seminerlerde ve basın karşısında açıklama yapıyor. İşte kendi çok küçük fakat neticesi devlet otoritesine indirilen darbe olarak çok vahim olan bu olaylar basınımız tarafından kamuyu oluşturmak için çok güzel fırsatlar olarak değerlendiriliyor.

İsyanlar bastırıldıktan sonra tutuklu koğuşlarına girerek arama yapan kolluk kuvvetlerimiz basını çağırarak ele geçirdikleri bir cephaneliği dolduracak çap ve vüsatteki silah ve cephaneyi göstererek başarılarını vurguluyorlar. Bu haber malzemesini alan tecrübeli basınımız bu görüntüleri ballandıra ballandıra yayınlıyor. Her isyanda ayni yakma, yıkma, silah, cephane ve hapishanede bulunması yasak bir yığın malzemenin sergilenmesine herkez alıştı. Artık bu görüntüler haber niteliğini yitirdi.

Adaleti sağlayamayan bir adalet sistemi ile devlet işlerinin sağlıklı yürüdüğünü iddia etmek mümkün değildir. Efendim;" hapishaneler koğuş sistemi olarak inşa edilmiş. Ondan böyle imiş. Hücre sistemi olsa imiş bunlar olmazmış."

Özür; kabahatinden büyük. Yapmak istedinizde kim size engel oldu.? Paranız mı yoktu ?, Demiriniz mi yoktu ?, Çimento mu bulamadınız? Yoksa bugünlerde Türk müteahhit ve mühendisleri yurtdışında dünyayı inşa ettikleri için elde inşaatçımız mı kalmadı?

Yapmıyorsunuz, veya yapmak istemiyorsunuz. Bu millet sizin 3 ayda 35000 ev yaptığınızın şahididir. Dünyaya karşı haklı kasılıyorsunuz. Japonların altı ayda yaptığını biz 3 ayda yaptık diye. Mazeretiniz bu olamaz sayın yetkililer. Lütfen devletimizi; Türk ve dünya kamuoyunda güçsüz gösterecek olayların gerçek sebebini açıklayınız. Gücünüz yoksa istediğiniz gücü bu millet size verir. Anlamak ve vatandaşın anlamasını beklemek mümkün değil.

Gelelim işin esas yanına, BU GÖRÜNTÜ ASLINDA DEVLET OTORİTESİN'İN ÇÖKTÜĞÜNÜN GÖRÜNTÜSÜDÜR. HUKUK SİSTEMİNİN ÇÖKÜŞÜDÜR. 65 milyonu temsil eden ve Cihan İmparatorluğunun mirası üzerine inşa edilen koca bir sistemin getirildiği yerin resmidir. Devletin koyduğu yasaları dinlemeyerek,yakalanıp cezalandırılmak için Ceza ve Tutukevine kapatılan 65 kişi; 65 milyonun gözünün içine baka baka " Biz senin yasalarını kabul etmiyoruz. Mahkemeni tanımıyoruz. Tanımadığımız bir sistemin mahkemesine de gelmiyoruz." diyorlar ve gelmiyorlar. Getirilemiyorlar.

Aslında kendi çok küçük ama yansıması çok büyük olan olayı, cezaevlerinin koğuş sistemi şeklinde inşa edilmesine bağlamanın yanlış olduğu görüşümü bir daha vurgulamak istiyorum. Olayların meydana gelmesinin sebebi devletimizin ve hukuk sistemimizin aczi ve sistemin bozukluğu değildir. Yetersiz ve yeteneksiz kadroların cezaevlerinde görevlendirilmesidir. Adam gibi adamların yokluğundandır. Bu sistemde , bu yönetmelikler ve kurallarla devletin gücü en iyi şekilde gösterilebilirdi. Gösterildi de. Bu cezaevleri yeni inşa edilmedi . İlk defa cezaevlerimize sanık ve suçlular getirilmiyor. Biz bu sistemle yıllarca hukukumuzu tatbik ettik. Bu derece acz içinde olduğumuz hiç bir dönem olmadı. Sorunun başı ve aslı personel zaafiyeti ve eğitim noksanlığıdır. Buradaki görüntünün asıl sebebi; gücünü gösteremeyen, yetkisini kullanamayan, basiretsiz ve cesaretsiz cezaevi yöneticileridir.

Binlerce yıllık köklü gelenekler üzerine inşa edilmiş devletimiz güçlüdür. Hiç kimse, hiç bir örgüt veya kuruluş devletten daha güçlü olamaz. Olmamalıdır. Fakat bugün devletimiz örgütler karşısında güçsüz durumda gösterilmiştir. Cezaevlerimiz devletin kontrolundan çıkmış ve ÖRGÜT CEZA VE TUTUKEVLERİ haline dönüşmüştür. Kanun ve kural dışı herşey buralarda yönetimin gözü önünde açıkça yapılabilmektedir. Buna ait haberler basınımız tarafından adeta dizi proğram halinde yayınlanmaktadır. Her türlü anarşi ve terör olayları buradan yönetilebilmekte, yeterince yetişmemiş militanlara buralarda akademik ve silah eğitimleri verilmektedir.

Burada mahkumlardan ziyade , onlara göz yuman, bilerek veya bilmeyerek cezaevlerini bu hale getiren yönetim başlıca sorumludur. Kanunları uygulamak yerine kanunsuzlukları destekler durumdaki sıralı yöneticilere bugüne kadar hiç hesap sorulmamıştır. Veya sorulamamıştır. Halkımız bu sorumsuzlardan hesap sorulmasını bekliyor. Üzülerek ve içi kan ağlayarak gelinen vahim durumu seyretmekle yetiniyor.

İsyan eden koğuşta ele geçen malzemeyi utancımızdan saklayacağımıza özenle bir araya toplar, gururla basını çağırır," işte biz bunları hapishanenin içinde ele geçirdik" diyerek takdir bekleriz. Gülelim ağlanacak halimize. Girmemize ramak kaldığımız avrupalı komşularımız bunları gördüğü zaman gülüyor halimize....

 - Kim bunlar ?
 - Kim bunları bu sorumlu mevkilere getirdi ?
 - Görevini bilmeyen, yetkilerini kullanmaktan aciz, asli sorumluluklarını yerine getiremeyen bu yönetim kadrolarını kimler atadı?
 - Hangi hak ve selahiyetle bu insanlar hala ayni görevlerinde tutuluyorlar?
 - Bu memlekette nice yetişmiş beyinler, "merkez valisi, merkez emniyet müdürü, APK Uzmanı" gibi uydurma isimlerle boş oturup hizmet beklerken bu millet bu yeteneksiz kadroları beslemeye mecburmu?

Birkaç gün önce Ulaştırma Bakanı Prof.Dr.Enis Öksüz'ün talimatıyla polis Sivil Havacılık Genel Müdürü Beyefendiyi 50.000 dolar rüşvet alırkan suç üstü yakaladı. Tutuklanan genel müdürün bürosunda yapılan aramada daha pek çok rüşvet olayının belgeleri çıktı. Balık baştan kokar. Genel Müdür, bunu bu kadar açık ve serbestçe yaptığına göre kimbilir aşağısı ne yapıyor.

Kızılay, Türk Hava Kurumu, anlı şanlı devlet ve özel sektör bankalarımız, Turban gibi en büyük turizm kuruluşumuz ve daha nice kuruluşun sayın yöneticileri, batırdıkları kuruluşları için bugün yargı önündeler. Yani hep yönetim , yönetici ve insan hatası.

Suçluya hesap sormayan ve ona ceza veremeyen bir ülkede adalet tesis edilemez. Adaleti tesis edemeyen devlet, devlet olma vasfını muhafaza edemez. Atamız Osmanlı Devletinin 3 kıt'ada, 24 milyon km.kare topraklarda, 600 sene süren hakimiyetinin tek özelliği; her hal ve şartta adaleti mutlaka uygulaması olmuştur.

Devletimizin birinci ve temel görevi; devletin gücünü yeniden tesis etmek ve bunu dosta-düşmana göstermektir. Suçluya kendini saydıramayan devlet; normal yurttaşına hiç saydıramaz. Avrupalı olmak gayret gösteren sayın büyüklerimize duyurulur.

Lütfen gücünüzü bilin ve kullanın. 

KENDİ MİLLETİNİN SAYMADIĞI BİR DEVLETİ BİLİN Kİ BAŞKALARI HİÇ SAYMAZ VE DİKKATE ALMAZ.



Dr. Tahir Tamer Kumkale
10 Temmuz 2000 Pazartesi
http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=55

..

Anlaşılmak ve Anlamak,




Anlaşılmak ve Anlamak,


18 Temmuz 2000 Salı 

Değerli ülkü adamı, kalbi memleket ve millet aşkıyla dolu, mümtaz bir Türk milliyetçisi olarak tanıdığım Hamit AKDERE Bey; ülkemizin içinde bulunduğu hassas ortamı çok kısa ve özlü olarak birkaç cümlede sitemizin "ÖZEL YORUMLAR" bölümünde özetlemiş. Aynen iştirak ettiğim değerli fikirlerini bütün iyi insanların hizmetine sunmak için "GÜNÜN YORUMU" bölümüne aktarıyorum.

Ayni şekilde Ilgaz UZUN Bey'in ülkenin içinde bulunduğu duruma ilişkin kendi görüş açısından ortaya koyduğu değerli fikirlerini de " GÜNÜN YORUMU" bölümüne aktararak İyi İnsanların istifadesine sunuyorum.

Sitemizin "ÖZEL YORUMLAR" bölümüne gönderilen değerli fikirler sitemizin kuruluş safhasındaki inanç ve duygularımı pekiştirmiştir. Çok yakınlarımdan gelen" bir ayda bıkar ve bırakırsın" şeklindeki eleştirilerin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu göstermiştir.

Bu kutsal vatanın ve bu toprakların sahibi olan asil milletin kalkınması ve güçlenmesini hedef alan değerli fikir ve düşüncelerinizi " İYİ İNSAN " sitesi iç ve dış kamuoyuna ve asıl ihtiyacı olan yöneticilerine aktarmaya devam edecektir. (T.T.K.)

Anlaşılmak ve Anlamak
Gonderici Hamit AKDERE (212.252.6.233) 15 Temmuz 2000, 09:15:02:

Sayın Ağabeyim ve Komutanım:
Sitenizi öğrendiğim günden beri heyecanla takip ediyor, zevkle okuyor ve fikirlerinizden istifade ediyorum. Günümüz hernekadar milliyetci entellektüel kesim yerine, törpülenmiş kafalar, mandacı zihniyetin değişik versiyonları ile itibar kazanıyorsada Cumhuriyet Türkiyesinde sizi anlayacak bir kesimin olacağını bilmenizi istirham ediyorum.

İstismarın her türlüsünü yoğun bir şekilde yaşandığımız devrimizde, artık Atatürkçüyüm diyen Atatürk'ün ilkelerinden bahsedilmeyen ilkesiz bir Atatürkçülük peşinde, Milliyetçiyim diyen milliyetsiz bir milliyetcilik peşinde, Dindarım diyen din birliğimizi tefrikalandırarak ikilik çıkarıp kin ve nefret tohumları atma peşinde bulunmalar çoğunluktadır.

Bu güzel yurdumuzun harcını teşkil eden ATATÜRK ANAYASASI diyebileceğimiz cumhuriyetimizim ana çatısı bir bir aşındırılmağa çalışılmaktadır.Ülkemizin gururu ayaklar altına alınarak verilen tavizleri Atatürk Türkiyesi haketmiyor. Bu ülkeyi 50 yıldır idare eden beceriksiz iktidarların günahını yıkacak yeri bulmuşcasına ülke değerleri ayaklar altına alınıyor.

Beyler yaptığınıza ad koyacaksanız! Neolur ağzınıza yakışmayan, AtatürkÇülüğü kullanmayın. Demirelcilik deyin, Demirelcilikten Ecevitciliğe geçiş deyin , kendinizi saklıyorsanız başka birşey deyin. Ama Ülkemizin mimarı Atatürkü kötü emellerinize alet ederek bu milleti birdefa daha yaralamayın.

Değişımciler ülkesi haline gelen, bahtı kara haline getirilmek istenen ülkemizde GELİŞİMCİ'lik boğulmakta, kimse sahip çıkmamaktadır.

Sizler gibi entellektüğel kesimin bu topluma ses vermesi dileği ile saygılar sunarım.
Hamit AKDERE


* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Türkiye ve Gümrük Birliği ve Yeni Dünya Düzeni
Gönderici ILGAZ UZUN (212.57.28.210) 1 Temmuz 2000, 11:06:21

Merhaba bu sayfayı hazırlayanlara teşekür ederek başlamak istiyorum yazıma. Magazinel bir Türkiyede televole ile sınırlandırılmış güdük hayatlar kendini geliştirmeyen Amerikan aksanlı özenti gençler cep telefonu markası ve polo t- shirt leri ile kişilikleri değerlendirilen 80 sonrası depolitize olmuş gençlik adına böyle düşündürmeyi özendiren sitelerin yararlı olacağını düşünüyorum.

Türkiye gibi jeopolitik bakımdan bu kadar önemli bir konumda bulunan ülkelerin etkin bir dış ve iç politika geliştirmeleri gerektiğine inanıyorum. Bugün yeni dünya düzeni masalı altında 3.dünya ülkelerine sahte bir liberalizm empoze eden uluslararası finans kapital emperyalist hedeflerine ulaşmak üzeredir.

Büyük tekeller küçük işletmeleri yutmakta ve onlara yaşama şansı vermemektedir. AB ülkeleri işbirliği içinde gümrüksüz Türkiye'ye mal sokup bunun adınında sermayenin serbest dolaşımı koymuşlar . Peki hani işçilerin ve yurttaşlarımızın serbest dolaşımı .Bunu istemiyorlar. Çünkü geri kalmış ülkelerde işçiler ucuz çalışıp o tekellerin istediği malları üretiyorlar. Mesela bir mercedesin Almanyada değil de Türkiye'de üretimi işçi maliyetleri açısından onlara çok şey kazandırıyor. Aynı otomobil,Almanyada 45 000 DM.ye mal olurken Türkiye'de 30.000 marka mal oluyor. Fakat satış rakamı değişmiyor. Yine 100.000 DM. gibi astronımik rakamlara satılıyor.

Buradan da anlaşıldığı üzere büyük karlar ancak küçük ülkelerde üretim yapmaktan geçiyor. Nitekim mercedes bütün Ortadoğu ve Avrasya bölgesi otobüslerini Türkiye'de yapıyor. Ve bunada "sizi sanayileştiriyoruz, ülkenize yatırım yapıyoruz" diye kalıp bulmuş. Eğer işçiler serbest dolaşıp Avrupa'da çalışırsa bu düzenyürümez. O halde ne yapalım. Sermaye serbestçe vergisiz dolaşsın. İşçiler ve binlerce işşiz ise kendi ülkerinden dışarı çıkamasın. İşte bunu adı çifte standart ve sömürüdür.

Bizim ülkemizde her türlü malı devletimize vergi vermeden satsınlar. Gümrük Birliğinde tarım ürünlerini muaf tutsunlar ve Türkiyeyi zarara uğratıp bunun adınada" batı ile entegre olma ve Kopenhag kriterleri" desinler.Size birşey söyleyim mi. Bunun adı düpedüz" ikinci kapütülasyonlar ve Sevr Anlaşmasının yeniden hortlaması"dır. Başka bir şey değil. Türk gencinin uyanık olması gereklidir.Bu konularda bilgi için ATATÜRK VE AVRASYA (ANIL ÇEÇEN) TÜM KİTAPÇILARDA BULABİLİRSİNİZ. İyi günler. Sağolun

Dr. Tahir Tamer Kumkale
18 Temmuz 2000 Salı
http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=57


http://siyasetin-pusulasi.blogspot.com.tr/2015/03/anlaslmak-ve-anlamak.html

.

17 Mart 2015 Salı

Türk Dış Siyaseti ve Orta Asya





Türk Dış Siyaseti ve Orta Asya


2 Temmuz 2000 Pazar 

Fatih Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Öğretim Üyesi Sayın Cafer ULU Bey, değerli fikirleri ve isabetli değerlendirmeleri ile İYİ İNSAN sitesine önemli katkıda bulunmaya devam etmektedir. Kendisine teşekkür ediyorum. Putin'in Rusya'nın başına geçmesi ile bu ülke ve bu ülkeye pek çok alanda bağımlı olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerimiz giderek daha çok önem kazanmaktadır. Önümüzdeki günlerde yönetime önemli görevler düşmektedir. Bu alanda değerlendirilmesi amacıyla Cafer Bey'in düşüncelerini aynen aktarıyorum. (T.T.K)

***

29 HAZİRAN 2000 tarihli yazınızı okudum. Gerçekten önemli önerileriniz var ama Türk dış siyasetinin bu saydığınız önerilerin neresinde olduğunu merak ediyorum. Orta Asya konusunda kendini sorumlu ve yetkili görmesi gereken ülkemiz ne yazıkki hala çekimser davranmaktadır.

Komünist Rusya' nın yıkıldığı ilk anda sergilediği ( tekrar canlanma çabası içindedir...) aktif tutumunu bırakan ülkemiz bence dış siyasetini tekrar mercek altına almalı ve yeniden diyalog atağına kalkışmalıdır.

Bu diyaloglar asla şifai (sözlü) değil resmi olmalı ve her taahüt belgelenmelidir. İlişkiler gerekirse devletin en yetkili kişileri aracılığı ile gerçekleşmelidir. Yeni kurulan Türk devletleri ve Rusya' nın tahakkümü altından kurtulan devletlerin boş laflara ve vaatlere ihtiyaçları yoktur. Somut ve hızlı bir dış siyasete ihtiyaçları vardır.

Gürcistan meselesi en az bir Azerbaycan kadar onemlidir. Dikkat edilirse Azarbeycanla sıcak ilişkilere girmek için Ermenistan topraklarının geçilmesi gerekmektedir. Ama Gürcistan ülkemize sınır komşudur ve pek çok projede asla Gürcistan es gecilemez...

İran asıl vurgu yapılması gereken ülkedir. Türkiyenin Orta Asyadaki bir numaralı rakibi Iran' dır. Çünkü Orta Asya siyasetinde Türkiye' nin kullandığı değerleri aynen hatta fazlasıyla kullanabilmaktedir. Örneğin DİN, KÜLTÜR, TARİHİ GEÇMİŞ, ORTAK DÜŞMAN (Komünist Rusya, Emperyalist Batı...), EKONOMİK YARDIMLAŞMA vs. Bu yüzden Iran' nın dış politikaları yakınen izlenmeli gerekirse pan zehir etkisi yapacak politikalar geliştirilmelidir. Tüm bu çalışmalar tabiki uzman bir kadro ile ve uyanık bir devlet politikası ile yapılabilir. TAHİR TAMER KUMKALE hocamızın da tavsiyeleri goz ardı edilmeyerek yeniden bir Orta Asya seferberliği başlamalıdır... (Yazan: Cafer ULU)

Dr. Tahir Tamer Kumkale
2 Temmuz 2000 Pazar

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=53