Sadi SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadi SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2019 Pazar

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 2

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 2


Ülkemizi bölmek için atılan adımlar 

Tarihi akış ve dünya gerçeği böyledir, ama bugün asırlar ötesinden gelen egemenliğin Türk Milletine ait olmasına itiraz edilmektedir. Bölücü terör örgütü de, “yeni” anayasa sevdası da buradan çıkmaktadır. Egemenliğin sosyal topluluklara dağıtılması amacıyla, alt yapıdan, bir millete göre inşa edilmiş olan devletin temellerinden başlanmıştır. Bu konuda TBMM’den çıkan yasalara bakalım. Örnekleri şunlardır: 

. Devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapılması, 
. Kürtçenin devlet okullarında seçmeli ders olması, 
. Üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılıp, öğretmen yetiştirilmesi, 
. Partilere etnik dillerde propaganda imtiyazı tanınması, 
. Etnik örgütlenmelerin ve bölücü propagandaların serbest bırakılması, 
. Yerel belediyelerin “Kürtçe” yazışma yapmaları, 
. Kürtçe bilme şartı ile kamu görevlisi istihdamı, 
. Merkezden bağımsız, Bölgesel Kalkınma Ajanslarının kurulması, 
. Büyük Şehir Belediyeler Kanunu, 
. Kamu Reformu Kanunu, 
. Mahkemelerde ana dilde savunma, 
. Ana dilde kamu hizmetlerine erişim, (Bekliyor) 
. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Komisyonu kurulması (Etnik grupların eşitliği. Bekliyor.) 
. Kamuda etnik ayrımcılığa son verilecek (Kurumların etnikleşmesi. Bekliyor) 

Bu düzenlemelerle; Anayasamız 2. Maddesinde devletin dili “Türkçe” dediği halde, devlet iki dilli hale getirilmiştir. 
Anayasamızın “Giriş” bölümünde ve 6. Maddesinde “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir” dediği halde, devlet iki unsurlu/kimlikli hale getirilmiştir. Kısaca Devlet şimdiden iki ortaklı hale getirilmiştir. Anayasaya aykırı olarak yapılan bu değişiklikler, her şeyden önce ağır bir suçtur. Sahi Kenan Evren ne yapmıştı? 

Soruyorlar; “devlet niçin sadece Türk’e ait oluyor?”, “Niçin diğerleri dışlanıyor?” Bu zihniyete göre; Türk Milleti, dünyanın en eski milletlerinden biri değil; sadece Anadolu’da kesintisiz olarak bin yıldır egemenlik ve yüksek bir medeniyet kurmadı; tesis ettiği Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tek sahibi değil; asırlar boyu bu yüksek medeniyet dairesi içinde yaşayan etnik topluluklara mensup bireyler, dışlanmak bir yana, kaynaşarak Türk Milletinin eşit, şerefli birer üyesi olmadı. Türk Milleti, diğerleri gibi etnik bir topluluktur. 

Bu zihniyet; inkârcıdır ve sadece Türk’e değil, Yüce Dinimize de, tarihe de, ilme de isyan halindedir. Devleti ve milleti bölme uğruna, bir ve bütün olan ümmeti parçalayarak tevhit akidesini de çiğnemektedir. 

Hâsılı dün Sovyetler Birliğinin içimizdeki işbirlikçileri, ülkemizi bölmek için “Halklara özgürlük” diyorlardı; bugün batı işbirlikçileri “etnik gruplara özgürlük” diyor. Arada bir fark var mıdır? Yoktur. Bunun için egemenliğimize ortak olmak isteyen PKK; Habur, Oslo ve İmralı mutabakatı çerçevesinde şu düzenlemeleri bekliyor: 

1) Ya Türk adı çıkmalı veya diğer etnik adlar da girmeli, 
2) Bütün etnik gruplar, Türk’le eşit konumda olmalı, 
3) Ana dillerde eğitimin önü açılmalı, 
4) Etnik özerk bölgeler kurulmalı, 
5) Genel af sonucunu doğuracak bir düzenleme yapılmalı. 

Evet, çözüm denilen açıkça budur. Türk milletinden istenen, 1923 öncesine dönmesi; sanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiç kurulmamış veya bugünlere gelmek için bunca can ve kan verilmemiş gibi. Tekrarlayalım onlar için “çözüm”; Türklerin ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; haçlılar, işbirlikçileri ve PKK ile 
anlaşarak “çok ortaklı bir devlet”e razı edilmesidir! 

“Yeni” Anayasa için STK’lar devrede 

Şimdi de “yeni ve sivil” anayasa için yapılan çalışmalaradeğinelim. Öncelikle TBMM uyum komisyonuna sunulan önerilere bakalım. 

Meclise görüş bildiren STK’lardan bazıları şunlar: HAK-İŞ, MÜSİAD, TÜSİAD, TESEV, MEMUR-SEN, MAZLUM-DER, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Abant Platformu, İnsan Hakları Derneği (PKK’nın yan kuruluşu), KESK, İmam 
Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği, Ehlibeyt Vakfı vb. 

Bunlara, henüz ne olduğu açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi tanıtmaya çalışan ve bunun için Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturma gayretine düşen TEPAV’ı da ilave etmeliyiz. 

Bunların görüşlerindeki ortak noktalar ise, Anayasadan Türk adı çıkarılmalı, egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma getirilmeli, ana dilde eğitim ve öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı cümleleriyle özetleyebiliriz. 

Bilindiği gibi bu görüşleri; AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK, Dinci-Kürtçü Partiler ve yazarlar, Küreselci ikinci cumhuriyetçiler gibi işbirlikçiler de hararetle savunmaktadırlar. 

 Bu önerileri biraz daha yakından görelim. 

Devlet memurlarının sendikası MEMUR-SEN adına hazırlanan raporda; “Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas aldığından, diğer etnik grupları yok saymaktadır… Bütün etnik grupları referans almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı bulunan herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilmelidir.” (5) 

Abant Platformu sonuç bildirisinden okuyalım; Dil konusundaki teklifleri; “Anayasa'da farklı ana dillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde ana dilini kullanma hakkına sahip” olmalıdır. 

Özerklik konusundaki; “Türkiye'nin idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) esasına dayanır. Yerel yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet kaldırılmalıdır. Veya merkezden yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” (6) 

 Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın teklifi: “Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın temel felsefesi olmalı. İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin talebi halinde diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca ana dillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır.”(7) 

TEPAV’ın ülkeyi tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutarak), TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak, bol bol “yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyor. Şu ana kadar 12 ilde toplantı yapılmış. Konuşmalarda; mevcut Anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM tarafından yapılan 136 değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle, devletimizin milli ve üniter kimliğini 
savunanlar eleştiriliyor, içeriği bilinmeyen “yeni ve sivil” anayasanın her derde deva olacağının telkini yapılıyor. 

Devlet kimliğini değiştirme adımları 

Tarihimizde altı defa yeni anayasa yapıldı, ancak egemenliğimize hiç dokunulmadı. Şimdi ilk defa, resmen Meclis’te tartışılıyor. Çok kimlikli-ortaklı bir devlet yapısı için, ülke sosyal gruplara ayrıştırılıp egemenliğin paylaştırılmasına çalışılıyor. Sanki savaşa girip de mağlup olmuşuz gibi!... 

Bu bakımdan Türk milletinin ikna edilmesi gerekiyor. Diyorlar ki; “Dünyamızda milli-üniter devletlerin devri bitiyor… Federasyonlar dönemi başlıyor… Ulus devlet bize dar geliyor… Türkiye’yi büyütmek için, çağa uymak ve federasyona geçmek zorundayız.” 

Gerçekten böyle mi? Dünyaya bakalım. Sovyetler Birliği (SSCB) dağıldıktan sonra, bağımsızlığını kazanan 15 devlet milli-üniter yapıda kurulmuştur. Varşova Paktından bağımsızlığını kazanan Merkezi ve Doğu Avrupa’nın 6 ülkesi, milli ve üniter devlet olarak yola devam etti. Çek ve Slovaklar ayrılarak milli ve üniter 
devletlerini kurdu. Federal yapıda olan Belçika Krallığı, Flaman ve Valon bölgesi olarak fiilen ikiye bölünmüş durumda, milli-üniter devletlerini kurma mücadelesini vermekteler. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 
20 yıla varan kanlı etnik çatışmalardan sonra dağıldı ve yerine milli-üniter yapıda birçok devlet kuruldu. 

Buna karşılık milli-üniter devlet olarak kurulup da, federasyona dönüşen tek bir örnek yoktur. İşgalcilerin kurduğu Irak Federal Cumhuriyeti hariç. Demek ki, propaganda edilenin tersine, dünyamızda federasyonlar devri bitiyor, milli-üniter devletlere dönüş devam etmektedir. Bunlar iyi niyetli ve dürüst de olmadıklarını her adımda belli ediyor. 

Türk Milletini hazmettirme, inandırma ve hatta aldatma yolunda bir iddia da şu: 1982 Anayasası’nda 29 yılda 136 değişiklik yapılmıştır. 1987’den itibaren AKP dönemi dâhil her Meclis ve her iktidar çok sayıda değişiklik yapmıştır. Özellikle AB taleplerinin büyük kısmı aynen yasalaştırılmıştır. Bu sebeple 17 Aralık 2004 Zirve kararıyla, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yerine getirdiği ileri sürülerek, çok övünülen “müzakere” tarihi verilmiştir. 

Düne kadar yapılan bütün değişiklikleri, içeriden ve dışarıdan alkışlayanlar, nedense bugün aşağılayıcı bir üslupla itiraz etmekteler. Diyorlar ki;

 “136 değişikliğe rağmen bu bir darbe anayasasıdır… Milli iradenin yaptığı bu değişikliklerle de, yamalı bohçaya döndü... Sistematiği bozuldu… Bütünlüğü kalmadı…” Ama esas değişmesi gereken ‘anayasanın ruhu’ kaldı… Bu amaçla “ ‘demokratikleşme’ ”, ‘özgürleşme’ ve “ ‘insan haklarına dayalı’ “ ‘yeni’ ” bir anayasaya ihtiyaç vardır.” 

Burada bir parantez açalım ve bir tespitte bulunalım. Çok partili demokrasilerde rejimin temel kurumu olan partilerin bünyelerinde, demokrasi kurum ve 
kurallarıyla işlemiyorsa, o ülkede gerçek bir demokrasiden bahsedilemez. Mesela; İktidar partisi tek adam zihniyetiyle yönetiliyor. Bu zihniyet kaldıkça 
anayasalara ne yazılırsa yazılsın, değişen bir şey olamaz. Nitekim mevcut Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu, partilerin demokratik esaslara göre 
yönetilmesini istediği halde, buna itibar edilmiyor. Rejimin ruhu demek olan bu konuda samimiyet böyle olunca, “demokratikleşme” ve “özgürleşme” 
sözlerinin sadece kitleleri aldatmaya yönelik olduğu açıklık kazanıyor. 

Parantezi kapatıp şu “yamalı bohça”, “sistematik” ve “bütünlük” bozuldu meselesine dönelim. Fütursuzca denilmek isteniyor ki; 1987’den beri milli irade, hep yanlış yapmıştır. İyi de neden? Acaba meclislerin kabiliyeti mi yetmemiştir? Eğer böyleyse şimdiki Meclisin ehliyetine nasıl güveneceğiz? Bunun için elde bir delil var mı? Hayır. Samimi değiller, çünkü mesele başka. Üstelik AKP dönemi hariç Anayasa değişikliklerinin tamamı Meclis’teki partilerin uzlaşmasıyla olmuştur. 

Egemenliğin içi boşaltılıyor 

Bu beyanlara, “Yeni” Anayasa’ya gerekçe hazırlamak için başvuruluyor. Mesele çok açık. Bunun için Anayasa’nın “ruhu” denilen ve Anayasa’dan çıkarılmak 
istenen maddelere bakmak yeterlidir. Başlangıç bölümünde; “Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü 
egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu… Türk Milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve 
tevdi olunur.” 

. 66. Madde: “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı 
olan herkes Türk’tür.” 
. 4. Madde: “Anayasa’nın 1. Maddesindeki Devlet’in şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. Maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3. Maddesi 
hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” . 6. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milleti’nindir.” 

42. Madde: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” 

Burada bir parantez açıp, 66. Madde üzerinde durmalıyız. Metinde geçen “Türk Devleti” ibaresi “bir ırkı” çağrıştırdığı iddiasıyla, ısrarla çıkarılmak isteniyor. 
Hâlbuki burada, Türk olmak için esas alınan “ırk” değil, ”vatandaş” olmaktır. Bu esas, milli devletin temelini teşkil ettiği için çok önemlidir. Devlet yapımızın kilidi gibidir, asla değiştirilmez. 

Burada, vatandaşlık ve milli egemenlik konusunda demokratik batıdan çok çarpıcı iki örnek vereceğiz. 

Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’ndan 

“Madde 116: Alman vatandaşlığı. 

(1) Bu anayasadaki anlamda Alman, diğer yasal düzenlemeler saklı kalmak üzere, Alman vatandaşlığına sahip olanlar veya Alman soyundan olup 31 Aralık 1937 tarihindeki Alman İmparatorluğu sınırları içinde kabul edilmiş olan mülteci veya sürgün edilmiş olanlar ile bunların eşi 
veya füruu. 

(2) 30 Ocak 1933 ve 8 Mayıs 1945 tarihleri arasında siyasi, dini veya ırki nedenlerle vatandaşlıktan çıkarılanlar ve bunların füruu, başvuruları üzerine 
tekrar vatandaşlığa alınırlar. Bunlar, 8 Mayıs 1945’den sonra Almanya’da yerleştikleri ve aksine bir istekte bulunmadıkları takdirde vatandaşlıktan 
çıkarılmış sayılmazlar.” (8) 

Fransa Anayasası’ndan: 

Başlangıç: (28 Ağustos 1789 Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi) 

“Her egemenliğin özü, esas itibariyle millettedir; hiçbir heyet, hiçbir fert, açıkça milletten gelmeyen herhangi bir otoriteyi kullanamaz.” 

“Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişikliğe girişilemez ve böyle bir usul sürdürülemez.” 

“Millet, milli mensubiyetlerden husule gelen külfetler karşısında, tekmil Fransızların dayanışmasını ve eşitliğini ilan eder.” (1946 Anayasası’ndan) 
“Cumhuriyetin dili Fransızcadır.” (Madde 2) 


Milli egemenlik Fransız halkına aittir”(11) (Madde 3)(9) 

Bu iki örnekte de, milletin adı; Alman ve Fransız’dır. 
Bütün devletlerde olduğu gibi. Kurucu iradenin ve egemenliğin sahibinin “millet” olduğu gerçeği, Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi ile bütün dünyaya ilan edilmiştir. 

Bütün bu gerçeklere ve Türk Milleti’ne rağmen, Türk kimliğinin değiştirilmesi için komik gerekçeler icat edilmektedir. Bunlara göre; “Türk” milletin değil bir 
etnisitenin adıdır. Devletin üst kimliği Türk etnisitesi olunca; diğer etnik gruplar inkâr edilirmiş, dışlanırmış, ayrımcılık yapılırmış! Çatışma ve terör de 
buradan çıkıyormuş! Bunun yerine üst kimlik Türkiye vatandaşlığı olmalı, egemenlik karşısında her sosyal grup eşit siyasi konuma getirilmeli, böylece 
barış sağlanmalıymış! Son olarak da, “akan kanı ve terörü durdurmak” iddiasıyla, İmralı’da PKK başı ile varılan “mutabakat” da, aynen böyle değil mi? 
Anayasaya “Türk” ve “Kürt” adı yazılmayacak, yerel yönetimlerin yetkisi, özerkliği ve ana dilde eğitimi kapsayacak şekilde düzenlenecekmiş! 

Böylece devleti kuran, meşruiyetin ve gücün kaynağı “Türk Milleti” yerine, coğrafyanın adı olan “Türkiye” ve sosyolojik muhtevası olmayan “vatandaşlık” 
getirilecektir. Böylece Türk Devleti ortadan kaldırılmış olacaktır. Neticede, Fransız Devleti, Alman Devleti, İspanyol Devleti, Amerikan Devleti, 
Yunan Devleti olacak, ama Türk Devleti olmayacak öyle mi? 

“Halklara özgürlük” stratejisini BOP devraldı 

“Halklara özgürlük” sloganını 1965-1980 döneminde Sovyetler Birliği yandaşı işbirlikçiler çok kullandı. Bu amaçla mitingler yaparlardı. Her fraksiyonun 
çekirdeğinde, “Kürtçü”ler de bulunurdu. Ne tesadüf ki, aynı sloganı şimdi biraz rötuşlayarak AKP’liler, küreselciler, II. Cumhuriyetçiler, dinci ırkçılar ve 
Stalinist PKK’lılar kullanıyor. Bir ve bütün olan Türk halkı dün “halklara özgürlük” diye bölünmek isteniyordu, bugün bu iş “etnisitelere özgürlük” 
siyasetiyle yürütülüyor. 

Ancak şimdi durum çok değişti. İktidar, “ümmet ve yeni Osmanlıcılık” gibi halka hoş gelen söylemlerle; BOP, AB, PKK ve işbirlikçilerin desteğiyle devletin temellerini yıkmaya devam ediyor. Tehlike çok büyük!.. 

Nereden nereye? Sovyetlerin Türk Milleti’ni bölerek ele geçirme stratejisini, BOP devralmıştır. Sadece Türkiye’de değil, bütün İslam ülkelerinde, aynı siyaset uygulanıyor. Demek ki fitnenin ve vahşetin kaynağı, komünistiyle, kapitalistiyle emperyalizm imiş! 

“Yeni” Anayasanın da buna göre, Türk Devleti’ni ve Türk Milleti’ni dağıtacak şekilde hazırlanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Aceleleri olmalı ki, anayasanın çıkmasını beklemeden, ülkeyi etnik parçalara ayıracak kanunlar, İmralı “mutabakatı”na göre peş peşe çıkarılmaktadır. 

Osmanlı ve yüce dinimiz alet ediliyor 

Devletimizin tasfiyesine karşı halkın tepkisini kırmak için sığındıkları iki değerimiz, Osmanlı ve yüce dinimizdir. Mesela; “Osmanlı herkesin devletiydi, 
ama T.C. öyle değil… Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sadece Türklerin devleti olarak kurdu, diğerlerini, Kürdü, Arabı, Lazı vs. yok saydı, inkâr etti, Türkiye’nin temel meselesi budur, bunu çözmek istiyoruz.” 

Evet, mesele dönüp dolaşıp, Türk Devleti’nin paylaşılmasına geliyor. Bu belli de, “Osmanlı’da böyle değildi” yalanı çok önemli. Bu hususun üzerinde 
durmalıyız. Çünkü meselenin özü buradadır. 


 3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDEEKTİR.

***

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 1

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 1


Sadi SOMUNCUOĞLU 
Milli Düşünce Merkezi Genel Başkanı 
Mart 2013, Ankara 

Türk Milleti olarak, anayasa tartışmalarından bir türlü kurtulamıyoruz. Yönetenler, bilim adamları ve aydınlarımızın en önemli gündem maddesi anayasa. Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Osmanlı’da da başat meselemiz buydu. 

Sanılmıştır ki, iyi bir anayasamız olursa bütün sıkıntılardan kurtulur, gelişmiş çağdaş bir toplum seviyesine ulaşırız. “İyi bir anayasa”, işte tılsım bu sözde. Tamam da “iyi”ler başka başka. Böyle olunca da, “tartışma pazarı” kuruluveriyor. İşte size tartıştıkça hararet veren, içinden çıkılmaz bir “derin” gündem. 

Bir buçuk asırdır tartışıyoruz yorulduk, ama bıkmadık. Bu keşmekeşte ufuklarımız daraldıkça, tefekkür hayatımız karardı. Derken meseleyi “kökten çözmeye” talip birileri çıktı. Dediler ki; en iyisi “Türk’ten kurtulmak.” Bunun için 
“yeni” bir anayasa yapmalıyız. Türk Milleti bu karara şaşkınlıkla bakarken; dünya patronları, Türk’ten hazzetmeyenler ve Türk’e kuyu kazanlar hayran kaldı. 

“Hayranlıklara vesile olan” şu “Türk’süz” anayasa neymiş dedik yola çıktık. Ancak bazı kavramlarda mutabık olmalıyız. Mesela; Milli- üniter- federal ve çok ortaklı devlet; millet- etnisite- azınlık-devletin kuruluşu ne demektir? Egemenlik açısından ne ifade ediyor? 

Kısaca bakmalıyız. 

Milli Devlet: Bir millete ait devlet demektir. Eğer devlet kendi milleti tarafından kurulmuşsa, o devlet zaten millidir. Millilik devletin ana eksenini ifade eder. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi Türk Milleti olduğu için millidir. Örnekler verelim: Alman, İngiliz, İspanyol, Fransız, 
İtalyan, Yunan, Çin, Japon, Amerikan, Rus gibi devletler, bir millete ait olduğu için milli devlettir. 

Üniter Devlet: Bir merkez (başkent)’den yönetilen, otoritenin tek parça olduğu devlet şekline denir. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti üniterdir. Yukarıda adı geçen diğer devletlerden Almanya ve ABD hariç, hepsi de üniterdir. 

Federal Devlet: Egemenliğin, federe devletçiklere bölündüğü, her federe devletçiğin kendi yasalarını kendilerinin yaptığı, ancak hepsinin üstünde milli savunma, dış ticaret, dış politika gibi konularda yetkili, merkezi bir federal devletin bulunduğu idare şeklidir. Federal ve federe devletler bir millete ait ise, devlet millidir. Federal devletin örnekleri; Almanya ve ABD’dir. Almanya’daki 16 eyalet devleti ve merkezi federal devlet Alman milletine aittir. ABD’deki 52 eyalet devleti ve merkezi devlet, bir olan Amerikan milletine aittir. 
Bundan dolayı bu devletler milli, ama yönetim şekilleri üniter değil, federaldir.


Çok Ortaklı Devlet: Çok ortaklı (unsurlu), çok dilli ve birden çok yönetim merkezli devlet şeklidir. Uygulamada federal denilse bu yanlıştır. Çünkü federal devletler bir millete aittir ve millidir. Buna karşı çok ortaklı devletler, 
çok unsurlu olduğundan gayri-millidir ve sunidir. Federal devletlerle benzerliği, yönetimin çok merkezli olmasıdır. 

Örnekleri; dağılan Yugoslavya ve Sovyetler Birliği, fiilen bölünmüş olan Belçika ile şimdiki Irak Federal Cumhuriyeti’dir. İşgalci emperyalistlerin, çıkarlarına göre hazırladıkları Irak Anayasası’nda, devlet Arap ve Kürt unsurlardan meydana gelmekte, iki dilli ve iki yönetim merkezlidir. 

Millet: Bir etnisite veya birden çok etnisitenin asırlarca bir arada yaşayarak sosyolojik gelişimini tamamlayıp, siyasi kimlik sahibi olmasıyla ortaya çıkan, bütünleşmiş bir olgudur. Dil, inanç, hukuk, kültür, edebiyat, sanat, musiki, örf-adet gibi temel kurumlarını tamamlayan millet, bağımsız yaşamak zorundadır, bunun için devletini kurar. Yoksa yaşayamaz. Böylece egemenlikler dünyasının bir üyesi olur. 

Millet, zaman içinde karşılaştığı veya bünyesinde var olan farklı etnik grupları da temsil eder. Bu kültürel bütünleşme ve milletleşme demektir; bundan dolayı, tek kökenli millet yoktur. Bu gerçeği dikkate alan uluslararası hukuk, dünya düzeninin; bir millet, bir devlet ve eşit birey esasına göre şekillenmiştir. 

Etnisite: Çeşitli sebeplerle milletleşememiş ırk gruplarına ve kavimlere denir. Birlikte yaşadığı milletin hâkim kültürü ile kaynaşarak bütünleşirler. Sosyolojik olarak millete dâhil olurlar. Böylece milletleşen bu sosyal topluluklara dair, uluslararası hukukta hiçbir sözleşme ve anlaşma yoktur. Milletten ayrı bir siyasi kimliği yoktur, ama sosyal (aile, sülale, aşiret gibi) kimlikleri vardır. Sahip oldukları folklorik dil ve kültürlerini toplum içinde serbestçe yaşarlar ve geliştirebilirler. 

Azınlık: Dil, din, kültür gibi alanlarda, toplumun çoğunluğuna göre farklı ve sayıca az olan, belli bölgelerde yaşayan, hâkim konumda (yönetimde) olmayan topluluklara mensup kişilerdir. Bir ülkede kimlerin azınlık olacağına, “Viyana Konvansiyonu”na göre, ilgili egemen devlet kendisi karar vermeye yetkilidir. Uluslararası sözleşmelere göre; azınlıklara mensup bireyler, kendi dil, kültür gibi değerlerini, toplum içinde serbestçe yaşama ve geliştirme hakkına sahiptirler. 
Bu bireysel haklarına, grup haklara dönüştürülemez ve ayrımcılık için kullanılamaz. 

Bahsi geçen sözleşmeler: Lozan Antlaşması; Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı ile Türkiye’deki gayri Müslimlerin statüsünü belirleyen 35-47 maddeler. Türkiye’nin Başka azınlığı yoktur. Diğer sözleşmeler; BM İkiz Sözleşmeleri, 
Avrupa Konseyi Bölgesel ya da Azınlık Dilleri Avrupa Şartı, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi, Kopenhag Siyasi Kriterleri, azınlıkların korunması ve saygı gibidir. 

Bu Sözleşmelerdeki hükümler, özellikle azınlık dillerine dair bireysel haklar, devletlerin egemenlik ve toprak bütünlüğü ile uluslararası hukuk yükümlülükleri ne ters düşecek şekilde yorumlanamaz. BM şartı, AİHS ve AİHM kararları bunu amirdir. Bir örnek verelim: “Fransız Polenezyası’nın dil davasında AİHM’nin kararı şöyle: AİHS’nin 10. maddesine göre; Devletlerin egemenlik alanına giren dil konusu mahkemenin yetkisi dışındadır. 

Sözleşmenin hiçbir maddesinin, yerel dilleri garanti altına almadığı, bu bakımdan temel haklardan sayılan düşünce ve ifade özgürlüğüne göre inceleme yapılamayacağı, her devletin dilini kendisinin seçeceği ve bu kendi egemenlik 
alanına gireceği belirtilmiştir. Ayrıca ana dilde yapılan taleplerin, “kültürel haklar” kapsamına girdiğinden, ancak toplum içinde serbestçe yaşanıp geliştirilebileceği vurgulanmıştır.” 

Azınlığa mensup bireyler, vatandaşlık hakkına sahiptirler. 

Devletin kuruluşu: Devlet, millet çoğunluğunun değerlerine göre kurulur. Böylece, en geniş manada milleti temsil eden, tutarlı, bütünlüğü ve standardı olan bir düzen kurulmuş olur. Mesela; çoğunluğun dili Türkçe ise devletin dili de Türkçe olur. 

Milletin bünyesindeki, yerel özellikte, farklı dil ve kültürler ise, bütüne ait olmadığı için devletin kurumlarında yer almaz. Çünkü standart, uyum ve bütünlük sağlanamayacağı için düzen yerine düzensizlik, kargaşa doğar. Ancak, bu değerler ve diller bireyler tarafından toplum içinde serbestçe yaşanır, 
engellenemez. 

Genel duruma tabi devletler böyledir. Egemen güçlerin çıkarlarına göre kurulan devletlerin ortak özelliği yoktur. Birbirine benzemez. Bunun için örnek teşkil edemez. 

Türk Anayasaları, Milli ve Merkezi Devlet 

Bu izahlar açısından Türk anayasalarına bakalım. Bugüne kadar, 108 yılda 6 yazılı anayasamız olmuştur. Bunlar; 1876 Kanuni Esasi’si, 1921 geçici Anayasası, 1924, 1945, 1961 ve 1982 anayasalarıdır. Bu anayasalardan ilk 
dördünün gerçek ihtiyaçtan; son ikisinin ise darbeler sonucu “sıfırdan” yapıldığı bilinmektedir. 

Ancak konumuz bakımından çok önemli olan husus, milli devlet, devletin kimliği ve yönetimi açısından hepsinin aynı özellikte olmasıdır. Anayasalarımıza baktığımızda dikkati çeken ilk husus; Sultan II. Abdülhamit Han’ın 1876 Kanunu Esasi’sinden 1982 Anayasasına kadar egemenliğin aynı kalması, adeta kopya edilir gibi korunmasıdır. Anayasaların hepsinde, kurucu irade, kuruluş esasları ve meşruiyet kaynağı denilen, milletin ruhu esas alınmıştır. Böyle olması da çok tabiidir. Çünkü kurucu iradenin sahibi değişmemiş, hep Türk Milleti olmuştur. 

Kimlik meselesi günümüz tartışmalarının da eksenini teşkil ettiğinden, ilk Anayasamızdan somut deliller vererek, devletin yapısındaki sürekliliğe ve bütünlüğe dikkatleri çekmek isteriz. 

Önce 1876 da ilan edilen Kanunu Esasi’ye bakalım. 

1. Madde: Osmanlı devleti ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez. 
2. Madde: Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul’dur. 
8. Madde: Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir, 
17. Madde: Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir. Kişilerin, din ve mezhebine bakılmadan vatana karşı aynı hak ve ödevleri vardır. 
18. Madde: Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır. 
57. Madde: Meclis’te müzakerelerin dili Türkçedir. 
68. Madde: Türkçe bilmeyen milletvekili olamaz. 
71. Madde: Milletvekilleri, seçim bölgesinin ayrıca vekili olmayıp, Osmanlı vekilidir. (1) 

    Bu Türk kimliği elbette Kanunu Esasi ile kazanılmış değildir. Devleti kuran ve yaşatan Türk Milletidir. Bunun için devletin kuruluşundan itibaren; sarayda, orduda, devlet işlerinde, mahkemelerde, şiirde, edebiyatta, kültürde, musikide, mimaride, sanatta, günlük hayatta, her yerde ve her işte, Türk dili ve kültürü esas olmuştur. Selçuklu devleti de, Osmanlı devleti gibi Türk Milletinin devletiydi. 

Yukarıda 8. Maddede bahsi geçen “Osmanlı” sözü hiç şüphe yoktur ki, “Türk” demektir. 1876 anayasasının hükümleri, Türk demiyor ve milletini tarif etmiyorsa, hangi milleti tarif ediyor olabilir? 

Cumhuriyet dönemi anayasalarında çok kullanılan “Türkiye” sözünün, duruma göre, “Türk Ülkesi” ve “Türklerin ülkesi” anlamında kullanıldığı bilinmektedir. Bütün anayasalarımızda, “Egemenlik” kayıtsız şartsız Türk Milletine aittir” denilmek suretiyle, bu konuda hiçbir tereddüde yer bırakılmamıştır. Ayrıca TBMM, 

1922’de aldığı 308 numaralı kararla bu hususa açıklık getirmiştir. Karar şöyledir: “Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti… 
Düşmanlarına karşı kıyam etmiş… Bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.” (2) 



Geçtiğimiz aylarda vefat eden Neslişah Sultan’ın hayatını yazan Murat Bardakçı, merhumun annesi Sabiha Sultan’ın şu sözlerini aktarıyor: “Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ündü. Bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. 

Devlet aynıdır. Rejim değiştiği için isim değişmiştir.” (3) 

Söz buraya gelmişken, Osmanlı kavramı üzerinde de durmak isteriz. Çünkü o dönemde bile bu kavram, çok farklı anlaşılmıştır. Bu bakımdan ünlü bilim adamımız Fuat Köprülü’nün “Osmanlı Telakkisi” başlıklı, zihni karışıklığa ışık tutan makalesinden kısa bir bölümü aktaralım. 

Köprülü diyor ki; “Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi heyet adıdır; yoksa bu kelime Tanzimatçıların zannettiği gibi ‘dinde, lisanda ve netice olarak hissiyatta’ müşterek bir millet unvanı değildir. Binaenaleyh Osmanlılık demek, Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin, vs. toplu heyeti demektir. 

Devletimizi büyük bir içtimai daireye benzetecek olursak; merkezi daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi, ilkine sıkı bir surette merbut (bağlanmış) olarak İslamlık, son daireyi de Türk ve İslam cazibe kuvvetine tabiatıyla boyun eğmeye mecbur olan Hıristiyan unsurlar teşkil eder. Osmanlı Devletinin şimdiye kadar vatanın parçalarından birçoğunu kaybetmesi, Türk merkezi kuvvetinin zaafından ileri gelmektedir.” (4) 

Köprülü pek tabiidir ki, Osmanlı bir Türk Devletidir diyor. 

“Türkiye” sözünü, “Türk” anlamında değilmiş gibi göstermeye kalkışmanın gerçekle ve iyi niyetle izahı mümkün değildir. Buna rağmen, günümüzün her türlü istismarına fırsat vermemek için; Türk devleti, Türk vatanı ve Türk Milleti gibi kavramları kullanmakta zaruret vardır. 

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nin ömrünü tamamlaması üzerine, nöbeti Türkiye Cumhuriyeti Devleti almıştır. Bu dönemde bütün dünyada imparatorlukların dağıldığı, egemenliğin artık hanedan eliyle değil, doğrudan doğruya millet eliyle temsil edildiği, demokrasinin yaygınlaştığı bilinmektedir. 

Şimdi diğer Anayasalara bakalım: 

1921 Anayasası: 

1. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” 
2. Madde: “İcra kuvveti ve yasama yetkisi milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır.” 


1924 Teşkilatı Esasi: 

2. Madde: “Devletin resmi dili Türkçedir.” 
3. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” 
4. Madde: “Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder.” 
12. Madde: “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler Milletvekili seçilemezler” 
88. Madde: “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.” 

1945 Anayasası: 

“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir… Vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür… Devletin dili 
Türkçedir.” 

1961 Anayasası: 

2. Madde: “milli devlet” 
3. Madde: “Resmi dili Türkçedir” 
4. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.” 


1982 Anayasası: 

3. Madde: “Devletin dili Türkçedir” 
6. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.” 

Görüldüğü gibi Osmanlı’dan bu yana anayasalarımızda, devletin sahibi ve kimliği hiç değişmeden, “Türk” ve 
“Türk Milleti” olarak kalmıştır. Yapısı ise milli ve merkezi (üniter)’dir. Esasen egemenlik millete ait bir kavram 
olduğundan, devletin sahibi, bünyesindeki etnik grupları da temsil eden Türk Milletidir. Zaten kurucu irade 
(millet) değişmeden başka türlüsü mümkün de değildir. 

 2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDEEKTİR.

***

3 Ekim 2018 Çarşamba

PATRİKHANE " YARGI" YETKİSİNİ KULLANDI SIRA "YÜRÜTME"DE !


PATRİKHANE " YARGI" YETKİSİNİ KULLANDI SIRA "YÜRÜTME"DE ! 


Sadi Somuncuoğlu,
Kategori: Siyaset
2005-05-28

Dışişleri''ne göre, toplantı Türkiye''nin, patrikhaneye atfedilen "Ekümeniklik" sıfatına ilişkin bilinen görüşünde değişiklik anlamına gelmiyormuş.

Ayrıca Ortodoks dünyasının iç işiymiş ve taraf olmamız sözkonusu değilmiş.

İçişleri''nin görüşü ise bunun, "kilise hukukundan kaynaklanan danışma kurulu" toplantısı olduğu, daha vahimi, "Toplantının mahkeme niteliğinin bulunmadığı, Lozan Antlaşması ve kiliseler hukukuna göre izin başvurusu gerektirmediği" yönünde.

6 AYDA NE DEĞİŞTİ? 

Daha 6 ay önce ABD Büyükelçisi Edelman''ın, Patrik Bartholomeos onuruna verdiği resepsiyonun davetiyelerinde "ekümenik" sıfatının kullanmasına tepki gösterip, bu toplantıya katılınmayacağı yönünde acil genelge yayınlayan bu iktidar değil miydi? Resepsiyon tartışmaları sırasında, "Vatandaşımız durumunda olan bir kişiye böyle bir sıfat verilmesini yanlış buluyoruz.

Lozan''da belirlenen bir statü var.

Buna karşımızdakiler de uymak zorundadırlar.

Anlaşma bu haliyle ihlal ediliyor.

Ülkemizde bunun tartışma konusu yaptırılması art niyetli bir davranıştır.

Kimse ülkemizin huzurunu bozmaya kalkmasın." diyen Dışişleri Bakanı Gül''e ne oldu? Yine, "Ekümenik sorunu dini bir mesele değil, altında asıl yatan neden politik içerik taşıması.

Bu konudaki hassasiyetimiz buradan kaynaklanıyor" açıklamasını da Gül yapmamış mıydı? Acaba bu büyük "evrimin" sebepleri; AB''nin tepkisi, 17 Aralık zirve kararları, ABD''nin "not etmesi", ABD Ortodoks Cemaati Lideri Dr.

Limberakis''in, "Ekümenik patrikhane dünyadaki 300 milyon Ortodoksun lideri.

Gül''e durumun çok ciddi olduğunu ilettim.

Reaksiyonumuzu göstermekten çekinmedim." ültimatomu ve de Bush''un, Başbakan Erdoğan''la görüşmek için "ekümenliğin tanınmasını" açıkça ön şart yapması mıdır? PATRİKHANE NEDİR? Patrikhane Yunan Helenizmi''nin kalesidir.

Bunu da yine daha 6 ay önce 17 Aralık zirvesinden hemen sonra bizzat Yunanistan Başbakanı Karamanlis tekrar hatırlattı: Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesi süreci artık Avrupa''nın kontrolünde.

Elenizm açısından önem taşıyan Patrikhanenin ekümenik statüsünün tanınması, Ruhban Okulunun açılması ve İstanbul Rum azınlığının hakları sıkı takipte olacak. Yunanlılığın bu tarihi amacı Sevr ve Lozan''da da açıkça ortaya konmuştur.

Osmanlı''nın hoşgörüsüyle, Patrikhane çok geniş hak ve yetkilere haiz olmuş ama asla ekümen sayılmamıştır.

Sevr''de, Osmanlı''yı tasfiyeye kalkışanlar, sadece "Patrikliğe tanınmış ayrıcalıkların, özel bir hükümle korunmasını" kararlaştırmıştır. Lozan''da ise, Türkiye Patrikhane''nin ülke dışına çıkarılmasını isterken, Batılı devletler buna şiddetle itiraz etmiş, Yunanistan, "Patrikhane bir Türk kurumu" demek zorunda kalmıştır.

Yunan Başbakanı Venizelos, patrikhanenin özellikle dini yargı yetkisinin muhafazasında direnmiştir.

Ancak Türk Heyeti, bu talebe direnmiştir.

Bunun üzerine Patrikhane''nin, "yönetim ve siyasal yönden Türkiye''deki ve başka ülkelerdeki kiliselerle ilişki kuramaması", sadece İstanbul''daki Rumların dini işleriyle ilgilenmesi ve Türk hükümetinin, hem Patriğin atanmasını, hem de "ruhani çalışmaların ötesine geçip, geçmediğini" denetlemesi şartıyla ülkede kalmasına izin verilmiştir.

Patriğin ve Patrikhanenin, "bütün idari ve siyasi, hukuk işlerinden tecrid edildiğini müttefikleri namına" beyan eden de, İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon olmuştur.

ENGİZİSYON MAHKEMESİ DEĞİL GÖLGE OYUNU MUYDU? 

  Lozan Antlaşması böyle dediğine göre, İstanbul''daki "yargılama"da, 2 bin Rum vatandaşımızın dini meselelerinin görüşüldüğünü, dini nikah kıyıldığını, vaftiz veya ayin yapıldığını mı varsayacağız? Veya Kudüs Patriğinin azil kararına "gölge oyunu" mu diyeceğiz? Bilindiği gibi ekümeniklik, bütün ülkelerdeki kiliselerle yönetim ilişkisi demektir.

Osmanlı bile Patrikhaneye böyle bir yetki vermemiştir.

Ama Patrikhane, Türkiye dışındaki kiliselerin temsilcileri ile yaptığı toplantıyla, bu yolda çok önemli bir adım daha atmıştır.

Bu, Ekümenliğin Şili ilanı değilse nedir ve Dışişlerimizin, " Ekümeniklik görüşümüzde bir değişiklik yok " demesinin bir anlamı kalmış mıdır? Maalesef bu bir karabasandır.

Zira Patrikhane, artık egemen bir devlet gibi "kilise hukukuna göre yargı gücünü" yani Venizelos''un Lozan''da çok istediği "yargı yetkisini" de kullanmaya başlamıştır.

Sıra "yürütme"ye gelmiştir.

Neyi mi? Bunun cevabını bulmak isteyenler, sadece Patriğin gittiği her ülkede neden devlet başkanı muamelesi gördüğünü, bir de resmi yazışmalarında kullandığı "İstanbul, Yeni Roma ve Evrensel Patriklik Başpiskoposu" unvanın ne anlama geldiğini, özellikle de "Yeni Roma"nın neresi olduğunu bir düşünsünler yeter.


http://acikistihbarat.com/Haberler/1003-Haberler-MGK

***

7 Eylül 2018 Cuma

IRAK KÜRT BÖLGESİNİN JEOPOLİTİĞİNE İLİŞKİN STRATEJİK ÖNGÖRÜLER. BÖLÜM 7

 IRAK KÜRT BÖLGESİNİN JEOPOLİTİĞİNE İLİŞKİN  STRATEJİK ÖNGÖRÜLER. BÖLÜM 7



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 

SEÇENEKLER VE TEMEL DEĞİŞKENLER BAĞLAMINDA SEÇENEKLERİN YORUMLANMASI 

3.1. Seçenekler 

“Irak Kürt bölgesinin jeopolitiğine ilişkin stratejik öngörüler” konulu çalışmanın seçenekleri (Hipotezleri) üç olasılıklı tespit edilmiştir; 

i. Irak’ın Kuzeyindeki Kürt bölgesi yönetimi hukuken bağımlı, fiilen bağımsız bir devlet gibi hareket edebilir. 
ii. Irak’ın Kuzeyindeki Kürt bölgesi yönetimi bağımsız bir devlet olabilir. 
iii. Irak’ın Kuzeyindeki Kürt bölgesi yönetimi federal veya konfederal yapıda sürebilir. 

Üçüncü seçenek, halihazırda Irak’taki mevcut uygulamaya en yakın olan durumdur. Farklı olan seçenekler, ilk iki seçenektir. İlk iki seçenek olan, 
“ Irak’ın Kuzeyindeki Kürt bölgesi yönetimi hukuken bağımlı, fiilen bağımsız bir devlet gibi hareket edebilir veya bağımsız bir devlet olabilir” in temel değişkenlerine ait ayrıntılar aşağıda verilmiştir. 

3.2. Temel Değişkenler Bağlamında Seçeneklerin Yorumlanması 

Seçeneklerin oluşumunu etkileyen, belirleyici olan temel değişkenler üçüncü bölümde ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Aşağıda, seçeneklerin belirlenmesinde rol oynayan temel değişkenlere ilişkin yürütülen mantık ve gerekçeleri açıklanmıştır. 

ABD Politikası

 Irak’ın işgalinden (2003) önce, KDP lideri Barzani; AB’yi, Rusya’yı ve Çin gibi kıtasal güçlerin çekincelerini kaale almayan süper güç ABD’ye şartlar öne sürebilmiştir. Barzani, Saddam’dan sonra, Kuzey Irak’ta Kürtlere özerklik verilmesini, petrol bölgesi Kerkük’ü Kürdistan’ın başkenti olarak resmen tanımasını ve hiçbir ülkenin Irak’a müdahalesine izin vermemesini ABD’den talep etmiştir. ABD yönetimi, Kürtlerin taleplerini çıkarları gereği ciddiye almıştır. Bu esnada NATO üyesi ve ABD’nin sıkı müttefiki (kimi uzmanlara ve siyasilere göre Stratejik ortağı) Türkiye’de ABD’den taleplerde bulunmuştur. Bu taleplerden bazıları; Kürt grupların bağımsızlık düşüncelerinin ve Kerkük’ün Kürt grupların eline geçmesinin engellenmesidir.261 

Türkiye’nin ABD çıkarlarını etkileme kapasitesinin Kuzey Iraklı Kürt gruplar kadar olmadığı veya ABD’nin Kuzey Irak Kürt bölgesindeki çıkarlarının, müttefiki Türkiye’deki çıkarlarından fazla olduğu zamanla anlaşılmıştır. Türk hükümetinin istekleri ABD tarafından ciddiye alınmamıştır. 

30 ocak 2005'te sandık başına giderek geçici hükümet üyelerini belirleyen Irak halkının başına262 Kürt lider Talabani Cumhurbaşkanı, Kürt Zebari’de dışişleri bakanı olarak seçilmişlerdir. İlk kez daimi bir hükümet için 15 aralık 2005'te yapılan seçim sonrasında da Kürt Cumhurbaşkanı ve dışişleri bakanı koltuklarını korumuşlardır. Geçici anayasaya, Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil edilebilmesi için 2007’de referandum öngören ilgili anayasa maddesi, ABD’nin gözetiminde ve onayı ile konmuştur. Irak’ta çoğunluğa sahip Şii’ler, “Kerkük Irak’ındır” diyen Caferi’yi Başbakanları olarak ABD’ye kabul ettiremezken, gelişmeleri demokrasi ile açıklamak yetersiz kalmaktadır. 

 Irak Anayasası'na yerleştirilen federasyon, bölge için yeni bir olgudur. Arap veya İslam ülkesinde böyle bir yapı yoktur. Bazı Batılı ülkelerde işleyen 
federasyonun, islam ülkelerinin ekonomik, demokrasi ve laik yapıları dikkate alındığında, federasyonun başarılı olacağını söylemek zordur. Mevcut Irak 
Anayasa’sı Irak’ı paramparça edecektir. 263 

Kürt parlamentosunun toplanması, Kürt özerk hükümetinin kurulması, Kürt silahlı güçleri peşmergelerin dağıtılmaması veya merkezi hükümetin 
kontroluna verilmemesi, Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumunun “devlet gibi” müstakil hareket edebilmekte olduğunu göstermektedir. ABD başkanı 
Bush’un KDP lideri Barzani’yi Beyaz Saray’da ağırlaması,264 bazı ülkelerin Kürt bölgesinde konsolosluklar açma çabası, Kürt oluşumun devlet gibi 
müstakil hareket edebilmesini kolaylaştırmaktadır. 

Barzani, Washington’a ABD’nin tahsis ettiği özel uçakla gitmiştir. Siyasi uzmanlar Talabani’nin ardından ABD’ye giden Barzani’nin, Oval Ofis’te 
ağırlanmasının sadece bir jest olduğu yorumunu yapmaktadırlar. Devlet başkanı gibi bir protokolun uygulanmasını sadece jestle açıklamak eksik olacaktır. Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ise Barzani’nin ziyaretinin Irak Kürdistan kimliğinin ABD yönetimi tarafından tanınması anlamına geldiğini savunmuştur. 

KDP lideri Barzani’nin Türkiye’yi hedef alan, Kürt sorununun bir realite olduğunu, bundan dost ve komşu ülkelerin rahatsız olmamaları gerektiği ve 
Kürtlerin de devlet kurma hakkı var şeklindeki konuşmalarını, ABD’den bağımsız yaptığı düşünülmemelidir.265 

ABD’nin önde gelen gazetelerinden Los Angeles Times, Mesut Barzani’nin liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP) Norveçli DNO şirketi ile yaptığı anlaşma çerçevesinde, 2005 Kasım ayının son haftasında Zaho kentinin yakınlarında petrol aramaya başladığına dikkat çekmiştir. 
ABD’nin öncülüğündeki 2003 işgalinden bu yana yeni arama faaliyetlerini öngören ilk anlaşma, Bağdat’ta siyasi liderlerin şaşkınlıkla tepki göstermesine 
yol açmıştır. Türkiye’nin Ovaköy’de bir sınır kapısı açmasına ABD onay vermezken, Norveç’li bir firmanın ABD onayı olmadan, ABD işgali altındaki 
topraklarda petrol arayabileceğini düşünmek gerçekçi olmayacaktır. ABD, Irak’ın Kuzeyindeki Kürt oluşumun, “Bir devlet gibi” hareket etmesine zemin 
hazırlamaktadır.266 

Körfez savaşından sonra (1991) oluşturulan güvenli bölge sayesinde, Irak’lı Kürtler “ayrı bir devlet” gibi davranabilmişler, yönetim tecrübesi edinme 
fırsatını ABD sayesinde bulmuşlardır. KDP ve KYB arasındaki silahlı çatışma ve anlaşmazlığı ABD, 1998’de Washington Anlaşması ile gidermiştir. 
Ardından 4 Ekim 2002’de “Kürdistan Ulusal Meclisi” nin toplanması ve “Kürdistan Anayasa” taslağının oluşturulması kararlaştırılmıştır. Toplantıda 
Daniel Mitterand bizzat onur konuğu olarak katılırken, ABD Dışişleri Bakanı Powel, mesaj çekerek birlik ve beraberliğin önemini vurgulamıştır. 

Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) lideri ve ’Kürdistan Bölge Başkanı’ Mesut Barzani, “Kürdistan” olarak nitelendirdiği Kuzey Irak’ta kesinlikle Irak bayrağını kullanmayacaklarını, dünyadaki diğer halklar gibi Kürtlerin de bağımsızlık hakkı bulunduğunu savunmaktadır. Kürt lider Irak bayrağının Kürtlere baskı, zulüm, katliam günlerini anımsattığını, bu nedenle değişmediği müddetçe bu bayrağı “Irak Kürdistanı” olarak nitelendirdiği bölgede asmayacaklarını söylemektedir. “Kerkük-Kürdistan” isimli internet sitesinde de açıklamaları yayınlanan Barzani, Kürtler’in kendi kaderini tayin etme hakkı bulunduğunu, Kürtler’in bu hakkı kullanmak için imkan bulmaları halinde hiç geciktirmeden bu hakkını kullanacaklarını ileri sürmektedir. 

Barzani, medya organlarında yer alan 8, 6 ya da 4 yıl sonrasındaki referandumdan söz eden haberlerin önemli olmadığını söylemektedir; 

"Bizim temel problemlerimiz; Kürdistan’ın sınırları, Kürdistan Peşmerge’sinin rolü, doğal kaynaklar, kadın hakları ve demokrasidir. Eğer şimdi gerekli olan 
şeyleri yapmazsak, bu fırsatın bir kez daha önümüze çıkıp çıkmayacağı belli değil. Biz, Kürt ve Kürdistanlılar olarak neyi ne kadar talep edersek 
azdır. Bazıları taleplerimizi aşırı buluyor. Arapların, taleplerimize ve gönüllü federasyon isteğimize teşekkür etmeleri gerekiyor. Kürtler, bu yılın birinci 
ayının 30’unda yapılan referandumda yüzde 98 oranında bağımsızlık istediklerini beyan ettiler..... 
........Kürtçe resmi bir dil olmalı ve sadece Kürdistan yönetimindeki bölgede değil. Kürtçenin Irak’ın güneyindeki bir kentte de resmi olmasını söylemiyoruz; ancak devletin resmi belgelerinde, haberleşmelerinde, verilen kararlarda, örneğin; para, posta pulu, pasaport ve diğer tüm resmi belegelerin 
her iki dilde; Kürtçe ve Arapça yazılması gerektiğini savunuyoruz..... Kürdistan’ın sınırlarının belirlenmesi, Kerkük, Hanakin, Şıngar, Zımar ve diğer kasabaların durumu Geçici Temel Yasanın 58. maddesine göre çözülmelidir. Eğer 58. madde yerine getirlirse, başarılı olacağız ve bu konudaki kaygılarımız 
giderilmiş olacak. Ne var ki, Araplar 58. maddenin gereklerini yerine getirmek istemiyorlar...... Peşmerge hiçbir devletin emriyle kurulmamıştır ve hiç kimsenin 
emriyle de ortadan kaldırılamaz. Peşmergenin rolü değişebilir; bunun için bir mekanizma bulunabilir.." 267 

Geçici temel yasanın 58. maddesinin, ABD’nin onayı olmadan temel yasa içersinde yer alamayacağı unutulmamalıdır. 

Türkiye’nin Durumu 

Irak’ın Kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmayacağına Türkiye’nin inanması veya inandırılması önemli bir adımdır. Çünkü, Türkiye’nin jeopolitik gücü, Kürt oluşumun devletleşmesine veya kurulabilse bile yaşamasına engel olmaya yetecektir. KYB lideri ve Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, Kuzey Irak'taki Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmak gibi bir niyet ve girişim içerisinde bulunmadıklarını, bağımsız bir Kürdistan’ın sadece bir rüya olduğunu açıklaması ihtiyatlı karşılanmalıdır.268 ABD'nin Bağdat büyükelçisi Zalmay Halilzad’ta, Iraklı Kürtlerin bağımsızlığının söz konusu olmadığını ve Kürtlerin bunu istemediğini söylemektedir.269 

ABD yönetimi, sık sık Irak’ın toprak bütünlüğünün önemini vurgulamaktadır. Ancak, uygulamada ise Irak’ın toprak bütünlüğünü zayıflatabilecek gelişmeleri teşvik ettiği veya seyirci kaldığı görülmektedir. Süper hegemon güç ABD, Irak’ta asayişi ya sağlayamamaktadır yada bir iç savaş çıkmasını bekler görünmektedir. Irak’ta bir direniş olduğu ve bu direnişi ABD’nin durduramadığı bir vakıadır. Bir Şiilerin ibadet yerleri, bir Sünnilerin ibadet yerleri bombalanmaktadır. Bu arada İngiliz özel birliklerinin sivil yerel kıyafetle ve patlayıcılarla yakalanmaları, kafalarda soru işaretlerine yol açmaktadır. ABD, Irak’lıların kendilerine karşı mücadele etmelerini değil, birbirleri ile mücadele etmelerini bekler görünmektedir. Bu arada Kürt bölgesinde ciddi terör olayları olmaması da hayli düşündürücüdür. İngiliz askerlerinin patlayıcılarla Şii bölgesinde yakalanması, Kürt bölgesindeki asayişin gerekçesini bir nebze de olsa açıklamaktadır. 

Türkiye’nin; Kerkük, bölücü terör örgütü PKK kampları ve Türkmen hassasiyetlerini dikkate alacağını söyleyen, ama uygulamada tam tersini 
yapan ABD politikalarına güveni sarsılmıştır.270 Üstelik Türk askerinin kafasına çuval geçiren “stratejik ortak” ABD, Türk kamuoyu tarafından tehdit 
olarak görülmeye başlanmış, ulusalcılık dalgasının hızla yükselmesine yol açmıştır. Türkiye’nin hassasiyetleri konusunda ABD’nin somut adımlarını 
görmeden, Türk kamuoyunun ABD’ye inanması zor görünmektedir. ABD’nin Irak’ın Kuzeyinde olası bir Kürt devleti projesini gündemde tutuyor olması, iki 
olasılığı akla getirmektedir. Birincisi, ABD’nin Kürt devleti projesi vardır, ikincisi, ABD Kürt kartını kullanarak, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri 
üzerinde kullanmak istemektedir. Kürt devleti projesi var ise, Türkiye’den, Irak’taki Kürt oluşumun ayakları üzerinde durmasına ve himaye edilmesine 
katkı sağlayacak politikalar geliştirmesi istenecektir.271 Çekiç Güç ve Keşif harekatı ile Kürt devleti oluşumuna bilerek veya bilmeden, doğrudan katkı 
yapan Türkiye 272, doğmakta olan yeni bir devletin güçlenmesini çıkarlarına aykırı bularak katkı yapmak istemeyecektir.273 ABD isteklerine direnen 
Türkiye’nin direnci, başta ekonomi alanında olmak üzere, Asayiş, Terör,274 Laik-Antilaik kutuplaşmaları vb. konular üzerinde yürütülecek operasyonlarla275 kırılmak istenecektir.276 Türkiye, etnik ve mezhep çatışmaları tetiklenerek istikrarsızlığa itilmek istenecektir.277 Teşbihte hata olmaz, Türkiye’ye ölümü gösterip (bölünme), sıtmaya (Kürt oluşumun devletleşmesine) razı etmeye çalışacaklardır. 278 Gazeteci Necati Doğru, Diyarbakır’da meydana gelen sokak eylemleri hakkında köşesinde şöyle demektedir; olaylar, ......ilki 80 yıl önce denendi. 

Arkasında İngiltere vardı. Başarılı olunamadı. Bu ikincisidir. Arkasında ABD var. 

Birinci süper (ABD) ve ikinci süper (AB) karar birliği, ağız birliği, istek birliği, dünyayı kendi çıkarları için yeniden biçimlendirme birliği yaptı. Ortadoğu''da 
bölünmüş Türkiye planına "uygundur" işareti çakıyorlar. Irak, İran ve Anadolu''dan bölünüp koparılmış topraklar üzerinde "Büyük Kürdistan kurulmasına" da maddi manevi güç veriyorlar...”279

 Bazı gelişmeler, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin direncinin kırılmak isteneceğini göstermektedir. 

Bir süredir TSK’nin Türk Milleti üzerindeki inandırıcılığı ve itibarını sarsıcı gelişmelerin arkasında dış güçlerin olması, ihtimal dahilindedir. 
Türkiye’nin, karşılaşabileceği her türlü iç ve dış tehditler karşısında son güvencesi TSK’dir. Türkiye’nin savunma refleksleri, mücadele direnci 
kırılmak istenmektedir.280 

Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, Türkiye'nin güney sınırındaki mayınlı arazilerin temizlenerek organik tarıma açılması projesine yabancı ilgisinin boşuna olmadığını ve kuşkuyla baktıklarını, projenin yabancıya verilmesinin sakıncalı olduğunu belirtmektedir. Mayın temizleme işinin 49 yıllığına ''yap-işlet-devret'' formülü ile ihale edilecek olmasını da eleştiren Aygün, bölgedeki gelişmeler dikkate alındığında, ''ihaleye İsrail'in ilgi göstermesinin'' kafa karıştırdığını iddia etmektedir. Aygün’e göre; 49 yıl sonra bu arazilerin İsrail'e satılmayacağını kimse garanti edemeyecektir. Osmanlı Kıbrıs'ı böyle kaybetmişti. İsraillilerin bölgeye ilgisi Tevrat'taki 'vaad edilmiş topraklar' meselesini akla getirmektedir. Mardin'de 49 bin, Hatay'da 36 bin, Kilis'te 34 bin, Gaziantep'te 15 bin, Urfa'da 55 bin, Şırnak'ta 16 bin dönüm vatan toprağının 49 yıllığına yabancılara tahsis edilmesi, güvenliğimizi tehdit edecektir. Bütün bunlar bu yana bölgede petrol olduğu ortaya çıkmıştır. 49 yıllık kira müddeti boyunca bölgedeki petrol kimin olacağı da önemlidir.281 Sinan Aygün’ün işaret ettiği hususları, “Vaad edilmiş topraklar” ve “Büyük Kürdistan“ın Akdenize çıkışı projeleri ile birlikte değerlendirilmesinin, “büyük resmin” tam olarak görülmesine katkı sağlayabileceği düşünülmektedir. 

 Türkiye’nin zayıf düşürülmesinde ve baskılar karşısında direncinin zayıflatılmasında, Batının, Ermeni konusunu kullandığı, İçişleri eski bakanı 
Sadettin Tantan tarafından da dile getirilmektedir. Türkiye’yi soykırım suçlusu ilan ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmayı amaçlayan bir çalışma, uzun 
yıllardır yabancı gizli servisler ve yabancı üniversiteler tarafından yürütülmekte dir. Sözde Ermeni soykırımı ile ilgili Türkiye’de gerçekleştirilen toplantılar, parayla yapılan ısmarlama toplantılardır. Düzenleyenlerin, Amerika, Avrupa Birliği ve Soros'la bağlantıları bulunmaktadır. Amerikalı Ermeniler, AAA adlı bir birlik oluşturarak sözde soykırımı dünyaya kabul ettirebilmek için yılda 15 milyon dolara yakın bir para harcamaktadırlar. İçişleri Eski Bakanı Tantan; 

< ‘’ Amerikalı Ermenilerin AAA adlı kuruluşu, Soykırım Anıtı ve Soykırım Müzesi’nin destekleyicisi, Soykırım Ansiklopedisinin de yayıncısıdır. 
Ayrıca, 55 bin gence Ermeni tarihi, kültürü ve dili ile özellikle, soykırım eğitimi vermektedir. Gençlik kampları ve olimpiyatlar düzenlemektedir.  
Amacı, Türkiye’yi sözde soykırımı kabul etmeye zorlamaktır’’ 282 >  demektedir. 

Irak’ın Parçalanması

    ABD, işgal sonrası Irak’ta düzeni sağlayamamıştır. Sağlamak istemediğine dair bulgular da bulunmaktadır. Eski Dışişleri bakanı Powel ve Pentagon’un generalleri, Irak’ta can güvenliğinin ve düzenin sağlanabilmesi için daha fazla asker talepleri, başta neo-con Savunma Bakanı Rumsfeld ve bazı yetkililer tarafından dikkate alınmamıştır. Savunma Bakan yardımcısı Paul Wolfowitz, Irak’ta barış ve düzen için yüzbinlerce asker gerekeceğini söyleyen Genelkurmay Başkanı Eric Shinseki’yi açığa almıştır. Yağma olayları geniş ölçekte Irak’ı sararken, Savunma Bakanı Rumsfeld; “Olur böyle şeyler..” demiştir. Sonuç olarak, orta sınıf Iraklılar kentlerden ve ülkeden kaçmaktadır.283 Kargaşa ve istikrarsızlığa, oradan iç savaşa doğru kayabilecek bu gelişmeler, bilinçli bir tercih olabilir mi sorusunu akla getirmektedir.284 

Şii ve Sünni grupların ibadet yerlerinin bombalanması,285 Şii ve Sünni mezhep çatışmasını çıkarlarına uygun bulan güçler tarafından yapıldığını akla getirmektedir.286 Irak’ta bilim insanlarına yönelik öldürme ve bombalama eylemleri, belirli bir stratejik düşüncenin eseri gibi görünmektedir. Bütün 
olanlara rağmen, Şii ve Sünni ileri gelenleri, bombalama eylemlerinin287 arkasında ABD-İngiliz ve İsrail güçleri bulunduğunu açıklamakta, birlik ve 
beraberlik çağrıları yapmaktadırlar. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunulamaz hale getirmek ve Dünya kamuoyunu, Irak’ın üçe bölünmesine rıza göstermesini sağlamak,288 etnik ve dini gruplar arasında patlak verecek bir iç savaş ile mümkün olacaktır. Amerikalı uzmanlarda açık açık Irak’ın289 bölünme ihtimaline herkesin hazırlanması gerektiğinden söz etmektedirler. 

 Ortadoğu uzmanı gazeteci H. Mahalli, Irak’ta 150.000 insan öldüğünü belirtmektedir. Bir başka uzmanda, Irak’ın diken üstünde hızla federal 
parçalanmaya doğru gittiğini tespit etmektedir. Üniter Irak’ın yerine, üç mikro siyasi birim oluşmaktadır. Batı bölgesel entegrasyonlarla ulus devlet 
sorununu aşmaya çalışırken, İslam dünyası amip gibi bölünmeye zorlanmaktadır. 290

 Bölge Kürtlerinin İşbirliği 

ABD-İran ilişkileri, Şah döneminin sona ermesi ile inişe geçmiş ve ABD politikaları açısından risk oluşturmuştur. Körfez güvenliğine büyük önem 
veren ABD, Körfez Bölgesinin güvenliğini gözden geçirmek zorunda kalmıştır. İslam devrimi sonrası, İran, terör örgütlerine verdiği destekle İsrail’inde güvenliğini tehdit etmiştir. İsrail, Hizbullah tehdidinin kaynağının İran olduğunu düşünmektedir. Cumhurbaşkan’ı Ahmedinecat’ın İsrail’in yok edilmesine dair demeci, bu tehdidin sürdüğünü göstermektedir. 

ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde önem verdiği hususlardan biride serbest piyasa ekonomisinin Dünyada işlemesi ve petrol ticaretinin dolarla yapılması ve petrol arzının ABD kontrolünde bulunmasıdır. Irak’ın işgal edilmesi ile yüzde 10 daha petrol üzerinde kontrolünü artıran ABD, İran petrolünü de kontrol edebilirse, bir yüzde 10 daha petrol üzerindeki kontrolunu artırmış olacaktır. Böylece, Ortadoğu’nun bilinen yüzde 65 civarındaki petrol rezervlerinin kontrolunun tamamı ABD’ye geçmiş olacaktır. ABD, kendisine rakip olabilecek güç merkezlerinin oluşmasının önüne geçmesi bu şekilde mümkün olabilecektir.291

 ABD’nin İran’ı hedef haline getirmesinin altındaki gerçek nedenin bu olduğu ileri sürülebilir. Tabii ki İsrail’in güvenliği açısından nükleer bir İran’ın varlığı da önemli bir etkendir. Ancak, İran nükleer enerji üretmese dahi ABD operasyonu na maruz kalabileceği, ABD Dış işleri Bakanı Rice tarafından da ifade edilmiştir. 

İran’ın ABD politikalarına uyumlu hale getirilmesi veya işgal edilmesi veya bölünmesi, özerk bir Kürt bölgesinin oluşumuna neden olacak, Irak’taki 
Kürt bölgesi ile işbirliğini ve zamanla birleşmesini de gündeme getirecektir. Bu noktadan itibaren, Türkiye’nin bağımsız Kürdistan devletini engelleyebilme olasılığı kalmayacaktır. Türkiye, bir iç savaş, buna bağlı olarak dış müdahale ve bölünme olasılığı ile karşılaşabilecektir. 

 Dünya Siyonist örgütünün yayın organı “Kivunim” dergisinde 1982’de Oded Yinon imzalı, “İsrail için strateji” isimli makalede, Irak hakkında yapılan 
öngörü hayli ilginçtir; 

“ Irak etnik ve mezhebi temeller üzerinde bölünecektir. Kuzeyda bir Kürt devleti, Ortada bir Sünni ve güneyde bir Şii devleti.”292 

İsrail’in güvenliği bakımından bu bölünmenin şart olduğu ileri sürülmüştür. İsrael Shak, “The Zionist Plan for the Middle East” adlı eserinde 

Suriye için yapığı öngörü şu şekilde yer alır;293 

“ Suriye etnik ve dini yapısına uygun olarak olarak çeşitli devletlere ayrıştırılacaktır. Kıyıda bir Şii-Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devleti, Şam’da buna düşman bir başka Sünni devleti, Havran-Kuzey Ürdün-Golan bölgesinde de bir Dürzi devleti. Bu yapı, barış ve güvenliğimizin garantisi olacaktır. Bu hedef, erişebileceğimiz kadar yakındır.” 

ABD, Suriye’nin bazı politikalarından rahatsızlık duymaktadır. Suriye'nin elinde bulundurduğu bazı kozlar, İsrail ve ABD için oldukça yüksek bir maliyet ödemelerine sebep olmaktadır. Bu nedenle, Suriye’nin zayıflatılması ya da tüm kozlarının elinden alınması amaçlanmaktadır. Eğer Suriye'nin İsrail-Filistin barışını etkileme potansiyeli, Irak'ta istikrarı bozma gücü elinden alınabilirse ve Lübnan'daki etkinliğine son verilebilirse, pazarlık yapma ve baskılara dayanma gücü de o oranda zayıflayacaktır. Uzun vadede 

ABD'nin Suriye'ye yönelik hedefi, siyasal ve ekonomik yapılanmasına ilişkin değişim göstermesidir.294 

Türkiye’nin AB Süreci 

Diyarbakır’da meydana gelen kepenk kapattırma, sivil itaatsizlik ve bölgenin Türkiye’den ayrı bir yer olduğunu kabul ettirmeye yönelik eylemler, 
devlet otoritesini yok etmek amacını taşımaktadır. Bu eylemlerin gelişme göstermesinde AB politikalarının büyük bir payı bulunmaktadır. Ayrıca 
ABD’de bütün gücüyle bu sürece destek vermektedir.295 

Washington’un Türkiye politikasındaki en önemli önceliğini, Milliyet Gazetesi Washington temsilcisi Yasemin Çongar, üst düzey bir ABD yetkilisine atfen, köşesinde açıklamaktadır; 

 “...Türkiye ile ilişkilerde çok önemli konular var, ama sonra bir de AB var. Türkiye’yi AB yolunda tutmak, Türk Hükümetinin ‘AB için çok şey yaptık, karşılığını alamadık, seçime kadar duralım ‘ demesini önlemek; AB’nin Türkiye’nin cesaretini kırmamasını sağlamak, bizim güncel önceliklerimiz...”296 

Bir başka kaynakta ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın, Türk meslektaşı Gül’e “AB, reformları yavaşlattığınızı düşünüyor, ne yapıp edin, bu izlenimi 
silin..” mesajı verdiğini belirtmektedir.297 Sadi Somuncuoğlu’nun AB üyeliği ile ilgili çarpıcı yorumları bulunmaktadır; 

 “....AB üyeliği ile dayatılan yeni Sevr’in de 4 temel ayağı var....Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Çerçeve Sözleşmesi, Ulusal Azınlıkları Koruma Çerçeve Sözleşmesi, (Bunları, imzalayan AB veya Avrupa Konseyi üyesi ülkeler tarafından dahi uygulanmadığını, daha önemlisi Avrupa müktesebatından 
sayılmadığını, kendi raporlarıyla ortaya koyduk.) İkiz Sözleşmeler diye bilinen Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar 
adlı sözleşmeler.... 

...Bu 4 sözleşmenin tamamı da, sadece Türkiye üzerinden varılmak istenen hedefin değil, Batı’nın Türkiye’yi istismarının ve nasıl bir “salam” politikası 
uyguladığının en somut örneğidir. AB önce imzalamamız için bastırdı, hemen ardından yetkisi ve hakkı olmadığı, ayrıca hiçbir üye veya aday ülkeden 
istemediği halde, çekincelerimizi kaldırmamızı talep etti. Ve nihayet bu talep, ısrardan öte şarta dönüştü. Ama biz halâ “Ne istiyorsunuz, niyetiniz ne?” diye 
sormuyoruz.... 

...... Çünkü Anayasa’nın 42.maddesinin, yani devlet okullarında Türkçe dışında öğretimi yasaklayan maddesinin gözden geçirilmesi, Türkçe dışındaki ana 
dillerin öğreniminin teşvik edilmesi, siyasi partilerin Türkçe dışında propaganda yapması yasağının kaldırılması isteniyor Etnik, dilsel, tarihi ve kültürel 
ortaklığı olan, ancak farklı ülkelerde yaşayan toplulukların irtibatı için teklif edilen kavram ise şu; Akraba Devletler. Sanki teröristbaşı, Barzani, 
Talabani’nin “Kürt Konfederasyonu” veya yöneticilerimiz eliyle son aylarda gündemimize sokulmaya çalışılan Güneydoğu-Kuzey Irak ekonomik 
birlikteliği, ya da Kuzey Irak’a “ağabeylik” formülleri tarif ediliyor, değil mi?....” 298

 Ümit Özdağ, PKK terör örgütünün Suriye, İran, ABD ve AB ülkeleri tarafından desteklendiğine dikkat çekmektedir; 

“Terör örgütü PKK, bir avuç çapulcu değildir. PKK, vekaleten bir savaş yürütüyor. Bu örgüt 19841988 yılları arasında Suriye ve İran’dan, 1988-1991 
yılları arasında Suriye, İran ve Almanya’dan, 1991’den 2003’e kadar Suriye, İran ve AB’den, 2003 yılı sonrasında ise ABD’den aldığı vekalet ve cesaretle Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı, bir terörist mücadele görüntüsü adı altında savaş yürütüyor.... 
....Türkiye, PKK’nın arkasındaki güçlerle savaşmaktadır. Artık bu çatışmanın son 10 senesine, nihai sonucun alınacağı döneme girilmiş durumda. ‘Sorun insan hakları ve demokrasi sorunu’ dediler, ‘Kopenhag kriterlerine uyun’ dediler. Bütün bunlar yapıldıktan sonra utanmadan ‘siyasal referandum’ dediler. Amaç, Türkiye’nin federal bir devlet haline getirilmesi. Bu sebeple AB çözüm değil, Türkiye’nin çözülmesidir” 299 

Erol Manisalı, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde, 6 Mart 1995''teki Gümrük Birliğini ihanet, 17 Aralık 2004'te kabul edilen belgenin de bu ihanetin devamı, tam bir sömürgeleştirme belgesi olarak görmektedir. Manisalı’ya göre, AB, Türkiye'yi kesinlikle AB içine almayacak, Üstelik, bekleme odasında iğfal ederek özel statüye götürecektir. Bütün koşulları yerine getirmiş dahi olsa, Türkiye’nin AB üyeliğini referanduma götüreceğini açıklayan ülkeler bulunurken, bu gerçeği görmeyenleri aptallıkla ve Türkiye'nin AB mandası olmasını desteklemekle itham etmektedir. Manisalı’ya göre; Kürdistan, Büyük Ermenistan, Patrikhane projeleri AB'nin Türkiye politikasının ayrılmaz bir parçası olmuştur. 300 

İşçi Partisi Genel Başkanı ve Aydınlık yazarı Doğu Perinçek, Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye üyelik için ön şart olarak ileri sürdüğü bütün dayatmaların arkasında ABD bulunduğunu iddia etmektedir. Bu iddiasını, ABD Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi'nin 15 Eylül 2005 günü aldığı karara dayandırmaktadır. Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin önüne koyduğu bütün şartlar desteklenmekte ve Türkiye'nin bunları kabule "zorlanması" gerektiği açıkça belirtilmektedir. ABD kararının 5. maddesi aynen şöyledir: 

“...ABD Kongresi, (...) Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği üyeliği görüşmelerini aşağıdaki koşullarla destekler: A. öncül devleti olan Osmanlı 
İmparatorluğu'nun işlediği Ermeni Soykırımı suçunu kabul ederse: B. Ermenistan Cumhuriyeti ve Ermeni halkı ile yakınlaşma içine girerse; ve C. Avrupa Birliği'nin üyelik görüşmeleri için saptadığı diğer ölçütleri yerine getirirse...” 301 

Gazeteci Güler Kömürcü, Katılım ortaklığı belgesi ile AB’nin Türkiye’nin “Su” yu üzerinde, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde denetim hakkı istediğini ve bu hususun Türk Halkından gizlendiğini ileri sürmektedir. Gelecekte “su”yun petrolden değerli olacağı göz önüne alındığında, AB, Ortadoğu’nun su vanasını elinde tutmak istediği sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin egemenliğini sınırlandıran bir davranış olacaktır. 302 

Türkiye’nin Önemi 

Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin Doğu ve Batı arasında jeostratejik konumu, küresel mücadele planları içersinde Türkiye’nin de yer almasına yol açmaktaydı. Soğuk Savaşın sona ermesi ile Türkiye’nin artık jeostratejik öneminin kalmadığı ve Batıda ağırlığının eskisi gibi olamayacağı ileri sürüldü. Ancak, uluslar arası terörizm ve her geçen gün enerjiye olan bağımlılığın artması, Ortadoğu ve Orta Asya’nın önemini ön plana çıkarmıştır. Küresel güç mücadeleleri ve NATO’nun ağırlığının doğuya doğru genişlemesi, Türkiye’nin jeostratejik konumunu yeniden önemli kılmıştır. Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktası olan Ortadoğu’da yer almaktadır. Ortadoğu, üç kıtaya açılan bir kapı, üç kıta arasındaki geçiş güzergahlarının kavşak noktasıdır. Türkiye’de Ortadoğu’da bulunmaktadır. 

T.C eski Başbakanlarından Ecevit’e göre; Ortadoğu’da Türkiye’nin istemediği bir plan hayata geçirelemez. Türkiye, ABD’nin Karadeniz’deki düşüncelerini 
etkileyebilecek, Kafkaslardaki gelişmeleri yönlendirebilecek, İran’a karşı olası bir harekatta ABD’nin üstündeki yükün büyük kısmını alabilecek, Irak’ta ABD’nin beklediği desteği verebilecek, İsrail’in güvenliğine katkıda bulunabilecek, Doğu Akdeniz’de güç gösterisinde bulunabilecek, Ege ve Balkanlarda tarihten gelen nüfuzunu kullanabilecek nitelik ve nicelikte bir bölge devletidir. 

Türkiye’yi ziyaret eden ABD Başkanı Clinton, TBMM kürsüsünden, 21. yüzyılın belirlenmesinde Türkiye’nin tutumunun büyük rol oynayacağını belirten bir konuşma yapmıştır. Bazı uzmanlar, Avrasya güç mücadelesinde Türkiye’nin konumunu tahterevallinin ortasındaki denge noktasına benzetmektedir. Türkiye olmadan Avrasya güç oyunu sürdürülemeyecektir. Avrasya güç mücadelesinde, Türkiye’nin seçeceği taraf ağır basacaktır. 

ABD’de bulunan Yahudi Lobilerinin yönetim üzerindeki ağırlığı, ABD’nin Türkiye’den vazgeçip, geçmeyeceğini belirleyecek kriterlerin başında gelmektedir.303 Türkiye, bölgede İsrail için nefes borusudur.304 

Türkiye İsrail’i yalnızlıktan kurtarmakta, stratejik güvenlik sağlamaktadır.305 İsrail ve Yahudi lobisi, Türkiye’den ve Büyük İsrail’in güvencesi olacak 
Kürdistan’dan vazgeçmek istemeyeceklerdir. Belirleyici olacak olan, ABD politikalarının Amerikalıların çıkarlarına göre mi, Yahudilerin çıkarlarına 
göre mi şekilleneceğinde yatmaktadır.306 1998’de “Jerusalem Times”da yer alan, 

Köktendincilik ve Borç Paranın tehlikeleri ve siyaseti, Yazar, Kevin PHİLLİPS, .....Evanjelik Hristiyanların, devletin İncil’de yazılanlara göre yönetilmesi 
gerektiğine, İsa’nın gelmek üzere olduğuna, Armegeddon’a inanan Güney Vaftiz Klisesinin nasıl büyük bir güç elde ettiğini, ABD seçmenin yaklaşık üçte birini etkisi altına alarak muhafazakar partinin siyasi gündemi belirlemeye başladığını gösteriyor...   
Hristiyan ve Yahudi köktendinciliğin Şii Ayetullahlardan aşağı kalmadığını, toplam borçların 30-40 trilyona dayandığını işgallerin esas amacının petrolü 
ele geçirmek amacıyla olduğunu savunmaktadır.... ABD İsrail’i bu şekilde desteklemeye devam etmesinin nedenini de, ABD’deki Yahudi Lobisinin, özellikle AIPAC adlı örgütün etkisine bağlıyor. Bush döneminde bu etki iyice artmış, çünkü dış politikada üst düzey yöneticileri Chaney, Rumsfeld, Wolfowitz, Perle, Libby vb. özellikle İsrail’e yakın bir grup....” 

Makalenin başlıca argümanları şöyle özetlenebilir: 

“ABD yönetimi kendi ve birçok müttefikinin güvenliğini bir kenara bırakıp, başka bir devletin, İsrail’in çıkarlarının savunulmasına öncelik vermektedir. 
ABD bugüne kadar İsrail’e toplam 140 milyar dolar yardım yaptı. Her yıl dış yardımların beşte biri olan 3 milyar dolar (İspanya kadar zengin olduğu halde) 
İsrail’e gitmektedir. Yardım alan öteki devletlerden farklı olarak İsrail, bu paraları nasıl harcadığına dair hesap vermemektedir.   
ABD, İsrail’e NATO müttefiklerine vermediği istihbaratı vermekte, nükleer silah edinmesine göz yummaktadır. Uluslararası alanda avukatlığını üstlenmiş olan Washington, İsrail’i eleştiren 32 Güvenlik Konseyi kararını veto etmiştir. 

Eğer İsrail, ABD bakımından stratejik değere sahip olsa ve İsrail’i desteklemesi için ahlaki bir gerekçe bulunsa, bütün bunlar anlaşılabilirdi. 
Oysa İsrail stratejik bakımdan ABD’nin sırtında bir yük. İsrail’le yakın ilişkiler, ABD’nin Arap dünyasıyla ilişkilerini bozuyor. ABD bu yüzden terörizme 
hedef oluyor. İsrail sadık bir müttefik gibi de davranmıyor; ABD’ye karşı casusluk yapan devletlerin başında geliyor. İsrail devleti, Amerika’nın demokratik değerleriyle uyuşmuyor: İsrail bir Yahudi devleti olarak kurulmuştur ve 1,3 milyon Arap kökenli vatandaşına ikinci sınıf muamele yapmaktadır. 
İsrail’in kuruluşu Yahudilere karşı işlenen suçlara bir cevaptı, ama masum bir üçüncü tarafa, Filistinlilere karşı işlenen suçlara yol açmış, İsrail’de hiçbir 
hükümet Filistinlilerin haklarını tanımaya yanaşmamıştır. 

ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin tek açıklaması, İsrail lobisinin rakipsiz gücüdür. Amerikalı Yahudilerin hepsi bu lobinin parçası değildir. 
Üçte biri İsrail’e duygusal bir bağlılık duymamaktadır; Çoğu Filistinlilerle barış yanlısıdır ve Irak’ın işgaline de karşı çıkmıştır. Ancak bir kısım Amerikalı Yahudi, 
ABD’nin dış politikasını etkilemek üzere bir dizi çok güçlü örgüt kurmuştur. Neomuhafazakar akım içinde yuvalanmış olan İsrail lobisi, Hıristiyan Siyonistlerden de destek almaktadır. Lobinin iki ana stratejisi var: Yürütme ve yasama organlarını baskı altına almak; kamuoyunda ve öncelikle medyada İsrail’in olumlu bir imaja sahip olmasını sağlamak. Kongre’de İsrail’i kimse eleştirememektedir; çünkü lobi, eleştirenlerin yeniden seçilmemesi için seferberdir. İsrail’i eleştirenler “Türkiye hakkında konuşma vakti geldi” isimli bir makalede, Türkiye karşıtı seslerin yükselmekte olduğunun işareti görülmelidir.307 

Washington’da Pentagona bağlı Ulusal Güvenlik Üniversitesi’nin Ortadoğu uzmanlarından ve Milli Harp Akademisi Öğretim üyesi Kamal Beyoghlow’a göre, Washington, Türkiye ile stratejik ortaklığını Kuzey Irak yüzünden bozmayacaktır.308 

Gazeteci yazar ve Ortadoğu uzmanı Hüsnü Mahalli, 20.09.2005 tarihli Akşam Gazetesindeki köşesinde, ABD Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi’nin Ermeni tasarısını kabul ettiğinden söz etmektedir. Komite'nin Musevi üyesi Tom Lantos'un, 1 Mart tezkeresi ve Türkiye'nin Suriye ile ilişkilerini bahane ederek tasarıyı desteklediğinden söz edilmektedir. Kabul edilen iki tasarıya göre, Türkiye'nin soykırım iddialarını kabul etmesi, Erivan ile yakınlaşması, ABD Başkanı'nın soykırım konusunu dış politikaya yansıtmasını ve 24 Nisan'ın resmen tanıması istenmektedir. Yıllardır Amerika'da bulunan gazeteci Savaş Süzal'a göre, Yahudi lobileri isteseydi tasarılar engellenebilirdi. Süzal ayrıca, Temsilciler Meclisi Başkanı Denis Hastert'in tasarıları yakında gündeme alacağını söylemektedir.309 

İSRAİL ’in TUTUMU 

İtalya’da yayımlanan La Stampa gazetesi, Kuzey Irak’taki Kürtlerin emekli İsrail askerleri tarafından eğitildiklerini yazmıştır. La Stampa, İsrail’deki Yediot Ahronot gazetesine dayandırdığı haberde, İsrail ordusundan emekli olan onlarca askerin, tarım uzmanı ve mühendis kimliği altında Kuzey antisemitizmle, Yahudi-düşmanlığıyla suçlanarak susturulmaktadır. Oysa Batı ülkelerinde İsrail’i eleştirenlerin hiçbiri İsrail’in var olma hakkını sorgulamıyor; İsrail Filistinlilere yaptıkları insan haklarına ve uluslararası hukuka aykırı olduğu için eleştiriliyor....” 

Irak’a gittiklerini belirtmektedir. Kuzey Irak’a gidiş gerekçelerini, Kürtlere terörle mücadelede yardımcı olmak olarak açıklamaktadırlar. 310

 Gazeteci İbrahim Karagül, Yenişafak’ta yayımlanan yazısında, İsrail’in Irak'ta, hem kendi timleri hem de taşeron örgütleriyle operasyonlar yaptığını, 
Kuzey Irak'ta emekli asker ve istihbaratçılarıyla Kürt birliklerini eğittiğini belirtmektedir. The New Yorker dergisinde Seymour Hersh'ün yazısıyla 
patlayan ve Türk-İsrail ilişkilerinde krize neden olan Kuzey Irak'taki faaliyetlerinden sonra, petrol boru hatlarına yönelik saldırıların arkasından 
İsrail istihbarat teşkilatı Mossad'ın ve taşeron örgütlerinin yer aldığını yazmaktadır. ABD ve İngiliz işgalinin koruması altında Bağdat, Kuzey Irak ve 
ülkenin bir çok bölgesinde üsler kuran İsrail’in direnişçilere, dini liderlere ve akademisyenlere karşı operasyonlar yaptığı ileri sürülmektedir. Türkiye'ye 
gelen Kerkük-Yumurtalık boru hattı, Irak işgalinden bu yana sürekli bombalanırken, üç boru hattından ikisi saldırıya uğrarken, Suriye üzerinden 
Akdeniz'e ulaşan, İsrail tarafına giden boru hattına hiçbir saldırı 
yapılmamaktadır. 311 

İsrail Devletinin, Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda hiçbir zaman kaygı duymadığı azılı düşmanının toprak bütünlüğüne kayıtsız kaldığı, İsrailli 
bazı uzmanlar tarafından dile getirilmektedir. 312 

ABD müdahalesi sonrası Irak’ta yaşanan Sünni, Şii ve Kürtler arasında çatışmalar ve bölünmeler, İsrail’in işine gelmektedir.313 

1982 yılında Yale Üniversitesinin yayımladığı, Kürt Yahudisi olan öğretim üyesi Yona Sabar tarafından yazılan, “Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji” başlıklı kitap, başlangıçta sıradan bir antropolojik çalışma muamelesi görmüştür. Los Angeles'teki Californiya Üniversitesi'nde görev yapan Yona Sabar’ın kaleme aldığı kitap, büyük çoğunluğu Kuzey Irak'ta yaşayan Kürt Yahudileri'nin hayatına ışık tutmaktadır. Yona Sabar'ın kitabında Barzani ailesi ile ilgili bilgi vermektedir. Sabar'ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibara sahiptir. Amerikan reformcu Yahudileri tarafından tam bir yüzyıl sonra kabul edilecek olan ilk kadın haham da Samuel Barzani'nin kızıydı ve ismi de Asenath Barzani'dir.314 

TERÖR

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde (AKPM), 21.05.2006’da imzaya açılan bir bildiride PKK/Kongra-Gel'e 'derhal silah bırak' çağrısı yapıldı. AKPM'deki Türk heyetinin girişimiyle imzaya açılan yazılı bildiride, PKK/Kongra-Gel'in son zamanlarda Türkiye'de yeniden insanların hayatına mal olan terör faaliyetlerine başladığı not edilerek, örgütten 'derhal ve koşulsuz biçimde terör eylemlerini durdurması ve silah bırakması' istenmektedir. 'Her türlü politik talep ve amaca demokratik yollardan başvurulması gerektiği' görüşünün de yer aldığı bildiride, terörizmin demokratik kurumlar ve uluslararası güvenlik için en önemli tehditlerden biri olduğu vurgulanmakta ve hiçbir şekilde meşru kılınamayacağı 
belirtilmektedir. 'Siyasi taleplerin sadece demokratik süreç çerçevesinde gerçekleştirilebileceğine" atıfta bulunulan bildiride, örgütün, son günlerde bir 
çok insanın hayatına mal olan terör eylemlerini artırması, sert bir biçimde kınanmaktadır. 315 

Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu (KPK) Eşbaşkanı Hollandalı Yeşil Milletvekili Joost Lagendijk, Türkiye'de Kürtlerin PKK'nın şiddet taktiğine dur demek zorunda olduklarını, Kürt siyasetçilerin bu cesareti göstereceklerini beklediklerini söylemiştir. “Güneydoğuda Sivil Haklar” konulu toplantıya katılmak üzere 06.05.06 günü Diyarbakır'a gideceğini belirten Lagendijk, Diyarbakır'da Kürtlere şiddet yanlılarının taktiklerine boyun eğmemeleri çağrısı yapacağını, şiddet eylemlerini yapanların çok ciddi bir hata içinde olduğunu açıklamıştır.316

 Irak’ın Kuzeyinde bölücü terör örgütüne ait kamplar, özellikle Kandil Dağı bölgesinde bulunmaktadır.317 AB sürecinde, Kürtlere yönelik bazı 
hakların tanınması ve AB’nin terör örgütünün silah bırakma çağrıları, terör örgütünün siyasallaşma çabaları ile örtüşmektedir. AB, daha çok demokrasi 
ile sorunların çözüleceğine ve bu çerçevede silahlı eylemleri kınamasına ve tavır takınmasına rağmen, bölücü örgüt kamplarının Irak’ın kuzeyinde hala 
bulunuyor olması, ABD’nin İran operasyonunda bölücü terör örgütünden yararlanmayı akla getirmektedir.318 Kandil Dağı'nda PKK'nın İran'daki 
uzantısı PJAK liderlik kadrosuyla görüşen İngiliz The Sunday Telegraph muhabirleri, İran'daki etnik grupları harekete geçirmeye çalışan ABD'nin 
PJAK'a Tahran rejimine karşı işbirliği teklif ettiğini ileri sürmektedir.319 

Musul ve Kerkük’ün statüsü ve Türkmenlerin güvenliği 

 ABD Dış işleri Bakanı Rice’ın Ankara’yı ziyaretinde, Türk Hükümeti Kerkük hassasiyetini ortaya getirmiştir. Gerek Başbakan, gerekse Dışişleri 
Bakanı, Kerkük’ün Irak’ın toprak ve siyasal bütünlüğü açısından “Kilit” rol oynayacak bir öneme sahip olduğunu vurgulamışlardır. Türkiye Başbakanı, 
ABD Dışişleri Bakanı Rice’a , Kerkük konusunda şu mesajları vermiştir; 

“...Irak küçük bir Ortadoğu, Kerkük de küçük bir Irak’tır. Nasıl Irak’ta istikrar sağlanmadan Ortadoğu’da sağlamak mümkün değilse, Kerkük’te de istikrar sağlamadan Irak’ı bir arada tutmak mümkün değildir. Kerkük’ün bu özelliğini unutmamak gerekir. Bu nedenle de Kerkük bir etnik grubun veya bir bölgenin idaresine bırakılmamalıdır. Kerkük’ün iç dengeleri bozulursa, bu Irak’ın iç dengelerini de etkiler. Türkiye bu konuda tarihten gelen özel bir konuma ve hassasiyete sahiptir..Kerkük bu özellikleri sebebi ile özel bir statüye sahip olması gerekir. Bundan sonraki süreçte bu doğrultuda gayret edilmelidir. Etnik üstünlük kurmaya yönelik bir çaba gösterilmemelidir. 2007’ye kadar bir oldu bitti yaratılması önemli sorunlar doğurur.....” 320 

Bugüne kadar Türkiye’nin taleplerini ve hassasiyetlerini ABD’nin dikkate aldığını söylemek gerçekçi olmayacaktır. 

İngiliz yayın kuruluşu BBC Güneydoğudaki (Diyarbakır’daki) son olayları değerlendirirken "Bölgesel başkent Diyarbakır" ifadelerini kullanmıştır. İngiltere Dışişleri Bakanlığı da Diyarbakır’ı bölgesel başkent olarak tanımlamıştır. Bir soru üzerine, İngiltere Dışişleri sözcüsü, "Bölgede ’Diyarbakır’ın başkent olduğu’ şeklinde bir inanış olduğunu ve bakanlığın Türkiye masasının kendilerine böyle bir ifade kullanılması için tavsiyede bulunduğunu" cevabını vermiştir. "Diyarbakır Kürt bölgesinin başkentidir" diyen Fransız Yeşiller Partisi Milletvekili Helene Flature’dir. Avrupa Parlamentosu Başkanı Borrel, Türkiye’yi ziyaretinde gazetecilere, "Ankara’dan sonra Kürdistan’a gideceğiz" demiştir. Avrupa Parlamentosu heyetinde yer alan Çek Parlamenter Ransdorf ise Türkiye’yi ziyaretinde Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e "Kürdistan’a katkı sunmaya çalışıyoruz" demiştir.321 

Çağdaş uygarlık düzeyine çıkabilmek, düşünce özgürlüğünün, insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün bulunduğu ortamlarda mümkün olabilir. 
Türkiye, demokrasisini geliştirmek, Avrupalı olmak istemektedir. AB’nin, hiçbir üye ülkeden istemediği koşulları Türkiye’den istemesi, 1960 Anlaşmalarına aykırı olarak Kıbrıs Rum kesimini AB’ye alması ve şimdi de Türkiye’den Kıbrıs konusunda taviz vermesini istemesi, Türkiye’nin etnik ve mezhep hassasiyetlerini kaşıması, terör örgütüne ait TV kanallarına ülkelerinde yer vermeleri vb, üzerinde düşünülmesi ve “Avrupa Birliği Türkiye’den ne istemektedir?” sorusu cevaplanması gereken husustur. E.Semih Yalçın Türkiye’nin AB’ye girme çabalarına karşı, AB’nin Türkiye’den ne isteyebileceğine dair yorumu aşağıda sunulmuştur; 

   “...Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme yolunda gösterdiği çabalar ve bu yönde sürdürülen faaliyetlerin zaman zaman başarısızlıkla sonuçlandığı dönemlerde 
“Şark Meselesi henüz bitmedi mi?” sorusu ister istemez akılları meşgul etmektedir. XIX. yüzyılda diplomatik bir terim olarak karşımıza çıkan “Şark Meselesi” güncelliğini hâlâ muhafaza etmekte ve Batı tarafından zaman zaman karşımıza farklı kılıflar ve başlıklar altında çıkarılmaktadır..... XX. yüzyıla gelindiğinde ise Cumhuriyet’in kuruluşu ve Lozan’ın imzalanması ile bitmiş olduğunu zannettiğimiz bu siyasetin karşımıza “Büyük Ortadoğu Projesi” gibi değişik adlar altında takdim edildiğini görmekteyiz. Takdim sırasında ise millî ve mânevî kıymet hükümlerimiz dejenere edilmeye çalışılmış, etnik ve mezhep çatışmaları çıkartmak için farklı taktik ve yöntemler insan hakları ve demokratikleşme gibi isimler altında sunulmuştur. Her ne şekilde ortaya çıkarsa çıksın Şark Meselesi hâlâ Batının zihninde unutulmayan ve zamanı geldikçe Türk milletinin önüne değişik şekillerde getirilmeye çalışılan bir projedir. Bu durumun en son delili ise günümüzde “Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla takdim edilen ve Batı medeniyeti orijinli siyasî ve sosyal politikaların gündemimizi işgal etmesidir...”322 

AB, değişik etkinlikler adı altında bir çok konuya, sivil toplum kuruluşuna finans desteği sağlamaktadır. AB’nin bazı finans desteklerinin Türkiye’nin hassasiyetlerini kaşımak amacıyla verildiğini düşünenler de bulunmaktadır.323 

Anıl Çeçen, Özellikle Avrupa Birliği süreci ve bu doğrultudaki uyum paketlerinin, Türkiye'nin, İsrail'in istediği yapıya dönüşmesini sağlamak için kullanıldığını söylemektedir.324 

Kürt oluşumun ekonomik yeterliliği ve Güvenliği 

Irak’ın Kuzeyi, yetişmiş insan gücüne, sanayiye sahip değildir. Piyasada en fazla Türkiye’den gelen ürünler görülmektedir. Kamyonlarla yapılan petrol ticareti ve Habur sınır kapısından alınan ücretle ekonomisini ayakta tutmaya çalışmaktadır. 

 Habur Sınır kapısından giren Türk araçları, kamyon başına 20 dolar ödemekte, günlük yaklaşık 150.000 USA doları, yıllık 14 milyon dolar civarında Kürt Bölgesine gelir kazandırmaktadır. 325 

Bir başka kaynağa göre ise; Kürt Bölgesi, Habur sınır kapısından yılda 1 milyar dolar, Irak petrollerinden ise 600 milyon dolar gelir almaktadır. 
Son zamanlarda hareketlenen yatırımların arkasında bu gelirlerin olduğu ileri sürülmektedir.326

 Mayıs 2006’da Türk Ordusunun Irak sınırına yığınak yapması ve olası sınır ötesi bir harekatın gündeme gelmesi, Türkiye’den Irak’a geçiş yapan günlük ortalama kamyon sayısının 1000’den 200’e düşmesine yol açmıştır.327 

Irak’ın Kuzeyindeki Kürt oluşum, ekonomik bakımından Türkiye’ye ihtiyaç duymaktadır. Türkiye’nin Habur sınır kapısını kapatması, Kürt oluşuma ekonomik ambargo anlamına gelecektir. 

Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının ve ülkelerin ekonomik yardımları, şimdiden, Türkiye'den “Kuzey Irak''a göçü teşvik etmektedir. Türkiye'deki bütün mal varlığını satıp Kuzey Irak''a yerleşen ailelerin sayısı gittikçe artmaktadır. Kuzey Irak''ta bulunan yeni petrol kaynakları ve Kerkük’te bulunan zengin ve maliyeti ucuz petrolün, 2007''de Kerkük''ün Kürt denetimine hukuken de girmesinden sonra, Kuzey Irak''ta kişi başına düşen gelir hızla 8000 doların üzerine çıkacağı hesaplanmaktadır. Kişi başına düşen gelirin 1000 Dolar olduğu Türkiye’nin Güney Doğusundaki bazı yerleşim yerlerine nazaran, Dohuk'un çekiciliği daha da artacaktır..328 

Washington Post, Kerkük'ün statüsünü 2007'de referanduma götürmek için bastıran Kürtlerin kitleler halinde kente göç ettiğini yazmaktadır. Kürt oluşumun ekonomik potansiyeli ve arkasındaki ekonomik gücü göstermesi bakımından önemlidir. Kentte Kürtler için iki odalı evlerden oluşan gecekondu siteleri kurulurken, birçok Kürt stadyum, hapishane veya boş arazilerde derme çatma yapılarda kalmaktadır. Gazeteye göre birçok cadde, bina, okul hatta köyün Arapça isimleri Kürtçeye çevrilmektedir. Kürdistan Yurtsever Birliği, Kürt ailelere 5 bin dolar vermektedir. Arap ve Türkmen siyasiler Saddam devrildiğinden beri 350 bin Kürt'ün kente yerleştiğini, ABD'li albay Don Blunck ise dönenlerin sayısını 'onbinlerce' diye ifade etmektedirler.329 

Kuzey Irak her anlamda Türkiye'ye muhtaç durumdadır. Uçakların Türkiye’nin hava sahasını kullanmak zorunda olması dahi bu durumu açıklamaya yetecektir. 

Irak’ın Kuzeyinde kurulacak olası bir Kürt devletinin güçlü komşuları olacaktır. Bir tarafta Farslar, diğer tarafta Türkler ve Güneyde Araplar. Köklü devlet deneyimi bulunmayan, bürokrasisi, eğitim kurumları ve yetişmiş insan gücünden yoksun bir Kürt devleti, yüzyılların içinden süzülerek gelen tecrübe ve birikime sahip, köklü devletlere karşı kendini yeteri kadar savunamaz. Sürekli ABD ve İsrail desteği ile kendi ayakları üzerinde durması için uzun zaman gerekir. Oysa dünya yeni bir paylaşımın başlangıcındadır. Kafkaslarda, Orta Asya’da ve Avrasya genelinde çetin bir mücadele söz konusudur. Şu aşamada olası bir Kürt devleti kurulması için ne kadar uygun bir fırsat söz konusu ise, bölgesel ve hatta küresel dengelerin bozulması için de o kadar uygun ortam söz konusudur. 

Olası Kürt devletinin güvenliğini garanti altına almak isteyen merkezi güçler, basında Kürtlerin Türklerle federasyona gitmek istedikleri haberlerini yaymışlar ve Türkiye’nin yönetim sisteminin federasyona döndürülmesinin, hem güneydoğu sorununun çözümünde, hem de Irak’ın Kuzeyindeki Kürt 
devletinin güvenliğinin sağlanmasında en iyi yol olacağını ileri sürmüşlerdir. Kerkük petrollerini dünyaya pazarlayarak zenginleşme ihtimali olan Türkiye, 
federasyonu kabul ederse, Kürt devleti Türkiye’nin güvencesinde büyüyüp serpilme imkanına kavuşacaktır.330 

Bu arada, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir çok ihale aldığı, çok para kazandığı, Türklerin buradaki piyasadan pay kapmaları gerektiği basında bir çok kez yer almıştır. Bütün bu gelişmelerin esasını, Kürt devletini himaye edilmesini sağlayacak bir mekanizma oluşturmaktır. 

Irak’ın Kuzeyindeki Kürt oluşumun, politik hedeflerine ulaşabilmesinin şartlarında bir tanesi de, Kürt grupların bir araya gelerek güç birliği 
yapabilmelerine bağlıdır. Bu birliği iki kısımda düşünmek mümkündür. Birincisi, K.Irak’taki Kürt oluşumun kendi içinde, bir siyasi yapı altında toplanabilmeleri, İkincisi, bölgede yaşayan Kürt unsurlarla iletişimin kurularak işbirliği yollarının araştırılmasıdır. 

Irak’ta Mevcut stratejik akılda, bu konuda benzer şekilde düşünmektedir. Iraklı Kürt grupların (Aşiretlerin) aralarındaki anlaşmazlık ve çatışmaların sona erdirilmesi için çaba harcanmıştır. Hala da harcanmaktadır. Her ne kadar aşiret liderlerinin bir araya gelebilmeleri, aşiretlerin kaynaştığı anlamına gelmemelidir. Aşiretler arasındaki en ufak bir anlaşmazlığın, çatışmaları tekrar başlatabilme ihtimalini bulundurduğu, gözden uzak tutulmamalıdır. 

KDP ve KYB arasındaki silahlı çatışma ve anlaşmazlığı ABD, 1998’de Washington Anlaşması ile gidermiştir. Ardından 4 Ekim 2002’de “Kürdistan Ulusal Meclisi” nin toplanması ve “Kürdistan Anayasa” taslağının oluşturulması kararlaştırılmıştır. ABD Dışişleri Bakanı Powel, mesaj çekerek birlik ve beraberliğin önemini vurgulamıştır. 

11 Kasım 2005’te Erbil’de Amerikan-Kürt Kongresi düzenlenmiştir. Bu konferansa, İran, Suriye, Türkiye Kürtlerinin temsilcileri de katılmıştır. Kimi 
uzmanların “Bağımsız Kürdistan Konferansı ” dediği konferansta şunlar tartışılmıştır; 

i. Suriye, İran ve Türkiye'de bağımsız Kürt federal bölgelerinin kurulma olanakları. 
ii. Böyle bir olasılık durumunda karşılaşılması muhtemel zorluk ve engeller. 
iii. Bağımsızlık yolunda Kürt halkının motivasyonu. 
iv. Irak'taki olası Kürt devletinin komşu ülkelere etkileri. 
v. Bağımsızlık durumunda bölge ülkelerinin muhtemel engellemelerine karşı Kürtlerin karşı koyma yöntemleri... 

Konferans esnasında gündeme getirilen konular ve öneriler, Amerikalılar tarafından dikkatle takip edilmiştir. Konferans sonunda oluşan ortak görüş; “şimdilik” Kürtlerin bulundukları ülke sınırları içinde mücadele ederek “Irak Kürtlerinin” elde ettiği haklara benzer haklar elde etmesini sağlamaları” olarak ortaya çıkmıştır.331 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***