KERKÜK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KERKÜK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2021 Pazartesi

İRAN VE SURİYEDEKİ TÜRKMEN KARDEŞLERİMİZ.,

İRAN VE SURİYEDEKİ TÜRKMEN KARDEŞLERİMİZ.,


Prof.Dr. Sait Yılmaz 
22 Mart 2019 


     Irak ve Suriye’deki Türkmen kardeşlerimizi unutmayalım.. 

Giriş 

     Hafta içinde yaptığımız Irak ve Suriye Türkmenleri Kongresi ile iki ülkedeki Türkmen kardeşlerimizin liderlerini, sahadan bilgi alan çeşitli akademisyen ve gazeteci arkadaşlarımızı ağırladık. Neler olup-bittiği ile ilgili bilgilerimizi tazeledik, görüş alışverişinde bulunduk. 
Türkiye‟de Türkmen kimliği ve yaşadığı sorunlar ile ilgili önemli bir bilgi açığı var. Irak ve Suriye‟de yaşayan Türkmenler, 1923 yılına kadar aynı ülkenin (Osmanlı) vatandaşı olduğumuz, bizim gibi Oğuz kökenli Türk kardeşlerimiz. Kader pek çok coğrafyada olduğu gibi bizleri fiziken ayrı düşürse de gönül bağlarımız ve ortak umutlarımız devam ediyor. 
Türkmen kardeşlerimiz için yaşadıkları ülkelerde durum uzun zamandır iyiye gitmiyor, hatta varlıklarının hiç olmadığı kadar tehlikede olduğunu söyleyelim. Bunları size aşağıda rakamlarla anlatacağım. 1990 yılından beri Türkmen kardeşlerimizle ve bölgedeki istenmeyen oluşumlar ile ilgili önümüze pek çok fırsat çıkmasına rağmen bunları değerlendirmedik. 

 Irak ve Suriye‟deki Türkmen kardeşlerimiz için bir şeyler yapmak konusunda geç 
kalmışta olsak da hala yapılacak çok şey var. İki ülkede de Türkmen varlığı hemen hemen silinmek üzere. Kamuoyunda az bilinen bir harita var; „Türkmeneli bölgesi‟ yani tarihi olarak Türkmenlerin hâkim olduğu bölgeler. Bağdat‟tan başlayıp Irak‟ın kuzeyinde Kerkük ve Musul‟u da içine alıp, oradan Suriye‟nin kuzeyinden Halep‟e ulaşan bir Türkmen hilalini temsil ediyor. İşte bu hilali şimdi Batılılar PKK terör örgütü ve işbirlikçisi Barzani yönetimi ile dolduruyorlar. Türkiye‟nin vizyonu Türkmen kardeşlerimizin kimliğinin ve haklarının korunması olmalıdır. Bunun için ne Irak‟ı ne Suriye‟yi bölmeye gerek var. Türkmenler, her zaman en barışçıl toplumlardan biri oldu. Bu ülkelerin bütünlüğü içinde Türkmenlerin hakları 
korunabilir. Aksi takdirde Suriye de Irak gibi olabilir. Neler oldu, hangi aşamada yız, neler yapmalıyız; özetleyelim. 

Federal Irak’ta Türkmenlerin adı yok.. 

 Birinci Dünya Savaşı'nda müttefikleri yüzünden mağlup sayılan Osmanlı 
İmparatorluğu, 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması ile savaşa son verdi. Yapılacak barış anlaşması için Mondros‟un imzalandığı gün savaşın durduğu hatlar esas olacaktı ama İngilizler savaşa altı gün daha devam edip, Kerkük ve Musul‟u da içine alan bölgeyi de işgal ettiler. Son Osmanlı Mebusan Meclisi‟nin, 28 Ocak 1920'de yaptığı toplantıda kabul ettiği "Misâk-ı Milli", Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında yapılan tüm işgalleri reddediyordu. 

Atatürk, Lozan öncesinde 13 Ekim 1922'de yabancı basına verdiği demecinde "Avrupa'da İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asya'da Anadolu, Musul arazisi ve Irak'ın yarısı, Makedonya'yı ve Suriye'yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. 

Bunları kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız" demişti. 

1924'te Meclis‟te dağıtılan haritaya göre (Harita 1) Batum, Halep, Rakka, Deyr-i Zor, Musul ve Kerkük (Revandiz, Erbil) gibi bugün Türkiye sınırları dışında olan vilayetler Türkiye toprağı olarak gösterilmektedir 1. İngiliz kontrolündeki Milletler Cemiyeti 1925 sonunda Musul'un Irak'ta kalmasına karar verdi. Türkiye, tüm hoşnutsuzluğuna rağmen içeride bekleyen ekonomik ve sosyal sorunlar yüzünden 05 Haziran 1926‟da İngiltere ile yapılan anlaşma çerçevesinde, Milletler Cemiyeti kararını tanıdı. Ancak, Atatürk, Misak-ı Milli sınırlarını Türk dış politikasının yükümlülük alanı olarak tespit etti. 

Harita 1: Misak-ı Milli 


 1926 Ankara Antlaşması ile Musul vilayetinin Irak sınırları içinde kalması neticesi 
Irak vatandaşı olan Irak Türkleri, antlaşmayla beraber Irak devletinin asli ve kurucu üç unsurundan biri olmuştur. Ancak, sahip oldukları haklar hep kâğıt üstünde kalmıştır. 1959 
Kerkük Katliamı yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1972‟de Irak hükümeti, Türkçe eğitimi ve Türk medyasını yasaklarken, Baas rejimi de 1980‟de kamusal alanda Türkçe‟nin kullanımına fırsat vermedi. Türkmen aydınları arasında öne çıkmış isimler 1980‟de idam edilmiştir 2. 
Amerikan işgali sonrası 1990‟lı yıllarda Türkmenler siyasi örgütlenmeye gittiler. 1995‟te Irak Türkmen Cephesi (ITC) kuruldu. 1957 yılındaki Irak nüfus sayımına göre Irak‟ta 2,5 milyon Türkmen yaşamakta idi. Türkmen nüfusu; 28 milyon olduğu tahmin edilen Irak nüfusunun % 12‟sine tekabül etmektedir. 
Günümüzde 3.5 milyon nüfusu ile Türkmenler Irak‟taki üç önemli etnik unsurdan 
biridir. Irak‟ın her bölgesine yayılmış olan Türkmenler en çok Irak‟ın kuzeyinde Kerkük, Erbil, Selahaddin, Musul ve Telafer‟de yoğun olarak yaşamaktadır3. 2003 yılı sonrası yaşanan olaylar nedeni ile Harita 2‟de görülen Türkmen bölgesi kaybolmuş, geride bölük pörçük Türkmen toplulukları kalmıştır. Irak‟ın kuzeyinde Kürtlerin devlet kurma istekleri Türkmenlere olan saldırıları arttırmış ve birçok katliam gerçekleşmiştir: Tuzhurmatu (2003), 

Telafer I (2004), Telafer II (2005), Musul (2005), Yengice (2006), Karatepe (2006), Kerkük Terör (2006) katliamları bunlara örnektir ve maalesef bu katliamlar hâlâ daha devam etmektedir. 
 Amerikan askerlerinin 2005 yılında yaptığı Irak Anayasası ile Parlamentodaki 329 
sandalye ve önemli konumlar (başkanlık, başbakanlık ve hükümet sözcülüğü) mezhepsel olarak dağıtılmış durumdadır. Kürtlere başkanlık, Şiilere başbakanlık ve Sünnilere hükümet sözcülüğü verilmiştir. Irak‟ın kuzeyinde kurulan Kürt yönetim bölgesinin kendi parlamentosu ve başbakanı var. Kürtler kadar nüfusu olan Irak Türkmenlerin ise ne diğer azınlıklar gibi parlamentoda sandalye hakları var ne de Irak yönetiminde bir konuma sahipler. Türkmenler son seçimlerde Kerkük‟te Irak Türkmen Cephesi‟nden 2, Şii gruplar içinden 7 milletvekili çıkardılar. Ancak, 100 bin nüfuslu Hıristiyanlar bakanlık (Adalet) alırken, Türkmenlere bir bakanlık bile verilmedi. Irak nüfusu, 2018 yılında 39 milyon kişidir. Türkçe konuşan (Türkmen) sayısı; resmi olarak 1.5-1.8 milyon kişidir. Bunlara resmi olmayan 750 bin -1 
milyon kişi ilave edilmelidir. Türkmen bölgeleri dışında yaşayan ve Türkçe konuşmayı yararına görmeyen 500 bin kişi daha ilave edilmelidir. Irak‟ta Türkmenler yok sayılmaya çalışılmaktadır. 

Harita 2: Irak Demografisi Türkmenler (2001 ve 2019) 

Not: Soldaki haritada 2001 yılında Irak’ın kuzeyindeki Mavi Bölge Türkmen bölgesi iken, sağdaki haritada ise bugün sadece Kırmızı bölgelerde Türkmen nüfus yoğunluğu kalmıştır. 
 Sorunun temelinde Türkmen bölgelerinde petrol olması yatmaktadır. ABD destekli Barzani yönetimi; Türkmen nüfusu güneye kaçırtarak, petrol bölgeleri başta olmak üzere Irak‟ın kuzeyinde referandum ile Kürt devletinin yaşaması için gelir kaynağı yaratmak, diğer bir ifade ile bizim topraklarımız olan Kerkük ve Musul‟a el koymak istemektedir. 

Suriye’deki Türkmenler de buharlaştılar.. 

 Daha Anadolu‟da yerleşmeden önce ilk Selçuklu Devleti Suriye‟de kuruldu. 
Dedelerimiz Anadolu‟ya en az İran kapısı kadar Suriye, özellikle Halep üzerinden girdiler. 
Bugünkü Şam Camisi, Selçuklu dönemine aittir. Esat zamanında Türkçe türkü 
söyleyemezdiniz, aşırı Arap milliyetçisi baba Esat zamanında Türkmenler büyük baskıya uğradılar. Türkiye‟ye yakın sınırlarda yaşayanlar güneye göç ettirildi, buralara bugünkü PKK‟nın tabanı olan nüfus yerleştirildi. Osmanlı dönemine ait tarihi eser bırakılmadı. 
Suriye‟de iç savaş çıkmadan önce Türkmenlerin bir etnik kimliği yoktu. Suriye rejimi onları Türkiye‟nin bir uzantısı olarak görmüş, Türkçe kitap, kaset vb. her şey yasaklanmıştı. 
Ekonomik bakımdan ve eğitim seviyesi olarak en geri durumda bırakıldılar. İdlib ve Afrin ile birlikte Fırat Kalkanı bölgesi de Araplaştırılırken Türkmenler Suriye genelinde buharlaştılar. 
2011 yılına göre Suriye‟deki Türkmen nüfusu (3.5 milyon) %90 azaldı veya kayboldu. 

Suriye‟deki Türkmen sayısı 3.5 milyon (%15.2) civarındadır. Bu Türkmenleri üç gruba ayırabiliriz (Harita 3); 

(1) Türklük bilinci olup, Türkçe konuşanlar (1.5 milyon), 
(2) Türklük bilinci olup, Türkçe bilmeyenler (1 milyon), 
(3) Türklük bilincini kaybetmiş ve Türkçe bilmeyenler (1 milyon). 

C:\Users\TOSHIBA\Desktop\suriye-turkmen-nufusu-harita.jpg

Türkmenler yedi bölgeye dağılmış olduğu gibi, bu bölgeler içinde de dağınık durumda kaldılar. Türkmenlerin Suriye içi dağılımı aşağıdaki gibi idi; Halep (1 milyon 250 bin), Hama ve Humus (1 milyon), Bayır Bucak (Lazkiye) (250 bin), Şam (750 bin), Golan (40-50 bin), 
Rakka (50 bin), İdlib (50 bin). 
Harita 3: Suriye’de Etnik durum 

Bu gruplardan ilk ikisi bugün daha çok muhalif grupların bölgeleri (İdlib, Humus) 
içinde ya da Türkiye‟ye gelmişlerdir. Üçüncü grup ise çoğunlukla Esat güçlerinin (Halep, Hama) kontrolü altındaki bölgelerdedir. 
Suriye‟deki iç savaşta on üç milyon insan diğer ülkelere göç etti ya da ülke içinde yer değiştirdi. Dört milyon Suriyeli Türkiye‟ye geldi. Kuşatılmış bölgelerde varlığını sürdürmeye çalışanlara ilaç gitmiyor, bu da BM‟nin acizliğinin göstergesidir. Savaş öncesi Türkmenler tüm Irak‟ta önemli nüfus bölgeleri oluşturmuşken, bugün sadece Halep‟in kuzeyinde ve Fırat Kalkanı bölgesinde az bir Türkmen varlığı kaldı. Bugün Suriye’deki Türkmen mevcudu yaklaşık 350 bin kişi civarındadır. Sadece 10 bin Türkmen Avrupa‟ya gitti. Toplama bir milyon nüfusa sahip YPG/PKK bölgesin de devlet kurulmaya çalışılırken, Suriye‟deki Türkmenler sahipsiz ve ne istediğini bilmiyorlar. 

Türkiye‟ye gelen 4 milyon Suriyeli yanında 500 bin civarında Türkmen var. Suriye 
Türkmenleri en çok İstanbul (300 bin), Antep (50 bin), Osmaniye (50 bin), Hatay (30-40 bin), İzmir (20 bin), Malatya (20 bin) ve Konya‟da (15 bin) yaşamaktadır. 150 bin civarında Suriyeli Türkmen‟in Lübnan‟a göç etmek zorunda kaldığını da not edelim. 
Savaş nedeni ile Fırat‟ın doğusunda boşalan yerlerde suni bir Kürt haritası oluşturuldu. Kobani kelimesi, Birinci Dünya Savaşı öncesi bölgede faaliyet gösteren Alman demiryolu şirketi için verilen isimdir. Şirket anlamındaki „company‟ kelimesinden gelmektedir. 

Bölgedeki tüm Kürtçe isimler uydurmadır. Bu bölge için kullanılan Arap Pınarı (Ayn el Arab) ismi aslında iki kardeş Türkmen adını taşıyordu; burada su kaynaklarının bolluğundan dolayı Ali Pınarı ve Mürşit Pınarı isimleri vardı. Onca zorla göç ettirmelerin ve demografi değiştirme çalışmalarından sonra bölgede hala 8 Türkmen köyü bulunmaktadır. 

Gelinen aşama.. 

 Türkmenler, her türlü baskı, demografik yapıyı bozma çalışmaları ile karşı karsıyadır. 
Bugün Irak‟ta Türkmenlerin 5-6 siyasi partisi, yüzlerce Sivil Toplum Örgütü ile geniş bir örgütlenmesi var. Türkmenlerin, almış yıllık siyasi mücadelesi devam ediyor. Misak-ı Milli içindeki Türkmenlerin bölgeden kaçması ile sorunun kökten çözüleceğini düşünmek yanlıştır. 
1990 yılına kadar gizli olan mücadelemiz, bu tarihten sonra siyasi parti olarak tanınmış bir şekilde devam etmeye başladı. Türkmen bölgelerine dönüşler var ama çok yetersizdir. 
Türkmenler, Kerkük‟ün idaresinin Türkmenlere bırakılmasını yani Vali‟nin Türkmen olmasını istemektedir. Zaten Kerkük merkezinde Türk nüfus daha fazladır. 
Irak Türkmen Cephesi (ITC), Türkmen mücadelesinin bayraktarlığını yapan, en büyük siyasi kuruluştur. Ancak, ITC‟nin daha çok ülke tarafından tanınması için gayret sarf edilmelidir. Suriye ve Irak‟ta Türkmenler için ancak, 2017 yılında sonra bazı görünen iyileşmeler başladı ve bunun devam etmesi gerekir. Yaşanan o kadar kötü dönemden sonra Türkmenler mücadeleye sıfırdan mücadeleye başladı. 25 Eylül 2017‟de Barzani tarafından Kerkük‟te yapılan gayrimeşru referandumun tanınmaması Kürt Yönetim Bölgesi için bir tokat oldu. 
 Türkiye‟nin kontrolündeki Fırat Kalkanı ve Afrin bölgelerinde iki sene önce IŞİD ve PKK terör örgütü vardı. Afrin ele geçtikten sonra görüldü ki buraya çok uzun sürecek bir savaş için önemli savunma alt yapısı kurulmuş. Anlatmak istediğimiz Afrin‟in savunması değil, buradan denize çıkış için Hatay‟ın ele geçirilmesinin planları yapılmış. Her şeye rağmen Fırat‟ın doğusundaki PKK terör örgütü temizlenmedikçe Türkiye için tehlike geçti denemez. YPG/PKK buralarda yabancı güç olarak görülüyor ve halk onlardan nefret ediyor. 
Kandil‟den gelen birileri buraları baskı ile yönetmeye çalışıyor ama halk onlardan kurtulmak istiyor. 
 ABD ise çekilmek yerine bazı Arap ülkeleri ile burada yeni bir stratejiye geçti. 
Yapılmaya çalışılan şey PKK‟yı Araplar ile birlikte meşrulaştırmak. Petrol bölgesi Rakka, PKK işgali altında ve ABD‟nin vekil savaşının aktörü olmaya devam ediyor. Rakka‟nın işgalini aslında Batılı güçler yaptı ama PKK‟yı buraya davet edip, kontrolünü verdiler. 
Amerikan projesi ilerliyor, Arap askerleri sızıyor. Amerikalılar, Irak gibi Suriye‟yi de federasyon çamuruna düşürmek yani özerk bölgeler ile istikrarsız bir ülkeye dönüştürmek istiyorlar. 
 Burada Türkiye‟deki Suriyeli göçmenler için bir paragraf açalım. Gelen Suriyeli 
göçmenler ile birlikte Gaziantep ve Urfa başka bir şehir oldu. Suriyelilerin olduğu şehirlerde hayat tarzı değişti. Sorulduğunda gelenler, “Suriye’nin Türkiye’ye göre çok geri kalmış olduğunu, orada halkın vergi vermeyi ve bankayı bilmediklerini” anlatıyorlar. “Türkiye’deki hayata ve çalışmaya alıştıklarını, şirket kurmasını öğrendiklerini” söylüyorlar. Suriye‟de iken işe erken gitmezlermiş çünkü çok geç yatarlarmış. Suriyeliler için Türkiye‟de artık dükkânlar daha uzun süre açık kalıyor. İnsanlar farklı yemek çeşitleri için Suriye lokantalarına ve tatlıcılarına gidiyorlar. Diğer yandan bu şehirlerde insanların giyim tarzları ve görünümleri de değişti. 
Suriyeli misafirlerimiz büyük oranda dönmek istemiyorlar. Onlara göre Türkiye‟de 
hayat güzel ve para kazanmak için çok şansları var. Çocukları burada eğitime başladı, burada doğan çocukları sadece Türkçe konuşuyorlar. Çocuklarının iki dile sahip olmasını istiyorlar. 
Peki, Suriye‟deki terör unsurları Türkiye‟ye göç eder mi diye soruyorum. Cevap; “Suriye’de terör yoktu onları Amerikalılar getirdi” diyorlar. Bazı detayları yazamıyoruz. Suriyelilerin Türkiye‟ye entegre olmaları kolay çünkü din sorunu yok, gelenekler benzer. Tek sorun dil ve bu da zamanla aşılacak bir olgu. Türkiye, 2019 yılını sosyal uyum yılı ilan etti. 

Büyük oyun ve alınacak dersler.. 

 Büyük Oyun açısından baktığımızda Ortadoğu‟da Suriye ve Irak üzerinden pek çok büyük devletin karşılıklı birbirini by-pass (izole) etme stratejisi uyguladığını görüyoruz. ABD, Suriye ve Irak‟ın kuzeyinde Kürtler üzerinden Türkiye‟yi Ortadoğu‟dan izole etmek ve Doğu Akdeniz‟e gelecek enerji hatlarını kontrol altına almak istiyor. Rusya, Avrasyacılık stratejisi içinde Afganistan‟dan sonra Doğu Akdeniz‟de de ABD‟nin önünü kesmek ve buralardan çıkarmayı planlıyor. Rusya‟nın enerji kartı Suriye ve Ukrayna‟da kendi çıkarlarına odaklanmış durumda ve ittifakları her an değişebilir. Çin ise „Tek Yol Tel Kuşak‟ ile sadece Rusya‟yı güneyden kuşatmayı değil, Doğu Akdeniz‟e kadar uzanmayı hedefliyor. 
 Ortadoğu‟da ise Suudi Arabistan, petrol ihraç etmek için tankerleri ile Basra ve 
Hürmüz Boğazlarını dolanmak zorunda ve bu yüzden en büyük tehdit olarak İran‟ı görüyorlar. Bu kavga son yıllarda Yemen üzerinde (Kızıldeniz‟de) Bab-El Mandab‟ın kontrolü için savaşa dönüştü. Suudiler için İran‟a karşı Suriye alternatif bir çıkış güzergâhı olarak görüldü. Bütün bu stratejilerin kesişme noktasında bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye‟nin Ortadoğu‟dan izole edilmesi planları var. Afrin üzerinden Hatay‟ın işgali planı bunun bir parçası idi. 

 Suriye‟deki oyun; demokrasi, insan hakları, diktatörü kovma gibi algı yönetimi 
üzerinden, büyük güçlerin kendi aralarındaki çıkar kavgaları için bölge ülkeleri ve vekil güçleri kullanmaları ile şekillendi. Bunların hepsinin arkasında ise üst akıl yani küresel sermayenin çıkar savaşı ve kurdukları düzenekler var. Suriye, Ruslar için ikinci bir Afganistan olabilirdi ama hiçbir tarafın kazanmadığı bir barışı en çok İsrail istedi. 
 İsrail, Suriye‟de askeri tehdit olmayacak kadar güçsüz bir Esat yönetimi istiyor. Bu yüzden, Baas ağırlıklı bir rejimi çıkarına görüyor. Rusya ile arka kanal diplomasisi kurarak İran ve Hizbullah‟ı Suriye‟de devre dışı bırakmak istiyor. Hizbullah‟ın Golan ve etrafında varlığına son vermek için kontrol bölgesi kurdu. Suriye‟de Müslüman Kardeşleri istemeyen İsrail, en başından beri IŞİD‟i destekledi. IŞİD‟in arabaları yakın müttefiki Neçirvan Barzani‟nin ortağı olduğu Toyota‟dan geldi. İsrail, Golan‟daki IŞİD militanlarına aylık 5 bin $ maaş verdi, hastanelerinde tedavisini sağladı. İsrail, YPG/PKK‟yı hem İran‟a hem de 
Türkiye‟ye karşı kendi deyimi ile „siper‟ olarak görüyor. 

 Batılıların yaratıcı kaos dedikleri strateji, bölgenin parçalanması, güç odaklarının 
ufalanması için vekil güçler bulmaya, demokrasi ve azınlık hakları görüntüsü altında federasyonlar kurmayı öngörmektedir. Son olarak şunu söyleyelim; ABD ve Rusya, Türkiye olmadan burada adım atamazlar, bizi ikna etmeden ne kalabilirler ne de etki sağlayabilirler. 

 Suriye ve Irak‟tan alınacak önemli dersler var. Bunların başında bir bölgede etkili 
olmanız için elinizin altında kullanabileceğiniz bir nüfus olması geliyor. Çünkü savaş stratejisinin temelinde rakibi askeri olarak yenmekten çok bölgenin kontrolü için etkin bir güç olmak yatıyor. Bu nüfusu bulamayan ülkeler ABD‟nin yaptığı gibi bir etnik grubu satın alıyor, terör için kullanmak üzere vaatlerde bulunuyor. 
 Son gelişmeler bize gücün dört kategorisi kapsamında şu sonuçları sağlamaktadır; 
 - Askerinle olmadığı yerde söz sahibi olamazsın. (Sert Güç). 
- Kurumlarınla olmadığın yerde kalamazsın. (Yumuşak Güç) 
- Adaletin ve halk desteğinin olmadığı yerde düzeni sağlayamazsın. (Akıllı Güç) 
- İnsanların temel ihtiyaçlarının (yiyecek, ikamet, al yapı, eğitim) karşılanmadığı yerde halkı kazanamazsın. (Ekonomik Güç) 

Dış politikamızın yürütülmesinde genellikle olduğu gibi sorunumuz şu; Türkiye, 
büyük güçlerle ilişki kurmayı bilmiyor. Türk insanı dostuna âşık oluyor, aşk gözünü kör ediyor. Hâlbuki uluslararası ilişkilerde dostluk çıkarlar üzerinedir ve gerçekleri görmelisiniz. 
Türkiye, sadece Suriye ve Irak‟ın değil, bölgenin tümünü kapsayan genel bir vizyon oluşturmalı ama bu vizyon din ya da sübjektif değerler üzerine değil, önce milli politikalar sonra tüm ülkelerin ortak çıkarlarına üzerine oturtulmalıdır. 1990 yılından öncesinde olduğu gibi tüm Ortadoğu için güvenlik santrali olma rolüne dönmeliyiz. Gelişmeler bize şunları öğretti; bu coğrafyada sandıktan demokrasi çıkmaz ve Ortadoğu‟da her şey bir domino taşı gibi ince inceye işlenmeli, üzerinde çalışılmalıdır. 

Sonuç; Suriye, Irak gibi olmasın.. 

 Irak ve Suriye‟deki Türkmenler, her zaman ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görüldüler ve sistemin dışına itmeye çalışıldılar. Türkmenler dağılmış, güveni sarsılmış ve yüzlerini son çare olarak Türkiye‟ye dönmüşlerdir. Türkiye‟den yapılacak en küçük bir açıklama bile onlar için çok önemlidir. Türkmenler topraklarını kimseye kaptırmamakta kararlıdır. 
 Türkiye‟nin Irak ve Suriye‟deki Türkmenlere ilişkin uzun vadeli ama milli bir 
politikası olmalıdır. Saha ile masadaki mücadelenin birleştirilmesi, kazanımların ekonomi için yük değil kazanç kapısı olmasını sağlamak gereklidir. Bu da ancak, milli ve maddi çıkarlara dayalı, gerçekçi politikalar ile mümkün olabilir. Askerinizle sahada olmanız sizi güçlü yapar ama kurumlarınız ile orada iseniz orada kalışınız istikrarlı hale gelir. 

 Türkmenlerin hakları Irak ve Suriye‟nin toprak bütünlüğü içinde korunmalıdır. 
Politikamız bu olmalıdır ama Irak bölünecekse ve ya da Türkmen bölgelerinde başka bir oluşum ortaya çıkacak ise Ankara Anlaşması bozulur ve Türkiye‟nin Misak-ı Milli‟den gelen Kerkük ve Musul başta olmak üzere Türkmen bölgeleri için ahdi hakları ortaya çıkar. Türkmenlerin en büyük desteği ve arkasında hissettiği güç Türkiye‟dir. Ortadoğu‟da Türkiye‟nin istemediği bir şey olmaz, kimse Türkiye‟nin gücüne karşı koyamaz. Mesele, ne istediğimizi bilmek ve fırsatları değerlendirilmeye hazır olmaktır. Türkmenlere acil eğitim desteği götürülmelidir. Üniversite olmadığı için Lise‟ye gitmekten vazgeçmektedirler. 

Üniversitelerimiz, Türkmenler ile ilgili tez çalışmalarını desteklemelidir. 

 DİPNOTLAR:

1 Nejat Kaymaz: Misak-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında, VIII. Türk Tarih Kongresi, (Ankara, 1977), s.2. 
2 İnci Muratlı: Irak Türklerinin Siyasi Tarihi, http://www.turansam.org/makale.php?id=630 (Giriş: 12 Ocak 2010). 
3 Mazin Hasan: Irak‟ın Gizlenen Gerçeği: Türkmenler, Irak Krizi, ASAM Yayınları, (Ankara, 2003), s.47-49. 

***

14 Şubat 2020 Cuma

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak Ziyareti Işığında Türkiye-Irak İlişkileri BÖLÜM 2

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak Ziyareti Işığında Türkiye-Irak İlişkileri  BÖLÜM 2


Irak Hangi Şartlarda, Nasıl Parçalanabilir, 


1.b.2. Çatışmanın Büyümeden Durdurulması

Irak’ta yukarıdaki nedenlerden birisine bağlı olarak küçük çaplı bir iç çatışma yaşanabilir. Çatışmanın nedenleri ve boyutu ne olursa olsun, iç çatışmaların sürmesi dış ülkelerin özellikle de komşu ülkelerin tavırlarına bağlıdır. Örneğin, Irak ile Yugoslavya’yı birbirinden ayıran en önemli faktörlerden birisi Yugoslavya iç savaşı çıktığında çatışmanın yayılma etkilerini engelleyebilecek ve çatışmayı durdurabilecek kadar güçlü bölgesel hükümetler olmadığından çatışmanın
uzaması olmuştur. Dahası, Kosova’nın bağımsızlık çabaları da benzer bir nedenle başarıya ulaşabilmiştir. Oysa, Irak’a komşu olan ülkeler Balkanlardakiler’in aksine güçlü ve gerektiğinde askeri güç kullanabilecek bölgesel güçlerdir.
Bu ülkeler arasında tam bir strateji birliği olmamasına rağmen Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma konusunda fikir birliği içinde oldukları söylenebilir. 

ABD Savunma Bakanı Panetta, geçtiğimiz Temmuz ayında Erbil’de KBY Başkanı Barzani’yle görüştü. ABD’nin Kürt bölgesinin geleceğiyle ilgili tutumu büyük merak konusu.

Bu nedenle, Irak’ın iç çatışmaya sürüklenmesi halinde bölge ülkelerinin doğrudan ya da dolaylı müdahaleleriyle çatışma ülkenin parçalanmasına neden olmadan durdurulabilir.

  Çatışmayı sürdürmek isteyen taraflar bölge ülkelerinin telkin, baskı veya tehditleriyle çatışmayı sürdürme iradelerini sona erdirebilirler. Ancak bu olasılık, Irak’a komşu ülkelerin olası bir iç çatışma durumunda dahi Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma konusundaki işbirliğini devam ettireceği varsayımına dayanmaktadır. Bununla beraber, bu konuda özellikle İran’ın politikalarına
tam olarak güvenilmemesi gerekmektedir. İran, Basra Körfezi’nin kuzeyini kontrol etmek ve petrol sahası üzerinde oturan güçlü bir Şii müttefik elde etmek için Irak’ın parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğünde stratejik yaklaşımını değiştirebilir. Genellikle İran ve Irak Şiiliği arasındaki ayrım iki ayrı ve komşu Şii devletinin oluşması halinde aralarında bir rekabet olacağı varsayımını yaratmaktadır. Fakat, Irak’ta çatışma ve parçalanma kaçınılmaz hale gelirse İran muhtemelen bu ayrılığı kontrol etmek veya belli bir süre zarfında tölare etmek zorunda kalabilir. Bu nedenle ortaya çıkabilecek yeni Şii devletiyle düşmanca veya rekabete dayalı bir ilişki modeli geliştirmektense uzlaşı ve işbirliğine dayalı bir yolu tercih ederek yeni Şii devletini yanına çekmeyi stratejik olarak uygun görebilir.

Özellikle ortaya çıkacak Şii devletinin Suudi Arabistan başta olmak üzere Basra Körfezi’ndeki Sünni Arap devletlerinde yaratacağı Şii korkusu nedeniyle yeni Şii devletinin dışlanması ihtimalinin çok yüksek olması bu Şii devletinin de İran’a olan ihtiyacını artıracaktır. Bu bağlamda Irak’ın parçalanması halinde ortaya çıkabilecek yeni Şii Arap devletinin tek başına Sünni ve kendisine düşman Arap devletleriyle mücadele içine girmektense İran ile işbirliği yapması olasılığı yüksektir.

1.c. Kırılgan ve İstikrarsız Irak

Irak, bugün dahi batıdaki pek çok saygın kuruluş tarafından “kırılgan” olarak nitelenmektedir.
Ülkenin 2005-2008 yılları arasında süren iç çatışmadan parçalanmadan ve göreli olarak az hasarlı çıkmasına ve o zamandan bu yana şiddetten arındırılmaya çalışılmasına bakıldığında siyasi ve ekonomik açıdan daha iyi durumda olduğu söylenebilir.

Bununla birlikte, bu sürecin sağlam temellere dayanmadığı, eskiye dönüşün mümkün olduğu ve bu nedenle Irak’ta temkinli olunması gerekliliği savı birçok uzman tarafından da paylaşılmaktadır. Irak’ın kırılgan ve istikrarsız bir hale sürüklenmesi senaryosunu bugünkü durumdan ayıran en önemli hususlar şunlar olabilir:

(a) Siyasi sorunların diyalogla çözüleceğine ilişkin anlayışın tamamen sona ermesi,
(b) Ülkedeki siyasi tansiyonun yükselmesi ve potansiyel olarak görülen sorunların gerçeğe dönüşmesi,
(c) Bir süredir çözümü beklenen sorunların çözülmeyeceğine dair kanaatin yoğunlaşmasıdır.

Bu çerçevede bakıldığında, kırılgan ve istikrarsız bir Irak senaryosunun aslında iç savaş ve kaosa sürüklenmiş bir Irak’tan bir önceki aşama olduğu, bu sürecin ne kadar süreceğinin ise bilinemeyeceği söylenebilir. Bu sürecin uzunluğu hakkında kesin bir tahmin yapılamasa da çatışmanın şiddetine ve  Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bölgesel dinamiklere göre 1-5 yıl boyunca devam edebileceği söylenebilir.

< Çatışmanın nedenleri ve boyutu ne olursa olsun, iç çatışmaların sürmesi dış ülkelerin özellikle de komşu ülkelerin tavırlarına bağlıdır. Irak’a komşu olan ülkeler arasında tam bir strateji birliği olmamasına rağmen Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma konusunda fikir birliği içinde oldukları söylenebilir. >

Kırılgan ve istikrarsız bir Irak’ta:

(a) Yapılan yeni seçimler sonucunda kurulan hükümetin kanun çıkartamadığı, hükümetin işlevlerini yerine getiremediği, Meclis’in işlemediği, siyasal uzlaşıya varılamadığı, seçimlerin ve meclisin meşruiyetinin sorgulandığı hatta kabul edilmediği,

(b) Sünni Araplar ile Kürtler, Şii Araplar ile Sünni Araplar, hükümet güçleri ile peşmergeler, hükümet güçleri ile direnişçiler vb. aktörler arasında çatışmaların doğduğu, arttığı, ancak henüz sürecin hükümetin kontrolünün dışına çıkmadığı ve mevcut anayasal düzen içinde tarafların sorunlarına
çözüm aradıkları,

(c) Meclisin çalışamaması nedeniyle anayasa değişiklikleri sorununun bir türlü çözülemediği, Kerkük sorununun ağırlaştığı, Musul’daki gerginliğin tavana tırmandığı, Diyala’daki gruplar arasında tansiyonun yükseldiği,

(ç) Meclisin çalışmaması nedeniyle kendilerine verilen sözlerin tutulmamasına tepki duyan grupların siyasal süreçten uzaklaştığı, silahlı mücadeleye yoğun şekilde geri dönüş yaptığı bir siyasal ortam yaşanabilecektir.

Bugün, Irak’taki siyasi havanın devam etmesi, Haşimi Krizi’nin çözülememesi, şiddet olaylarının artması ve Maliki-Irakiye-Kürtler arasındaki restleşmenin bir hükümet krizine dönüşmesi halinde Irak’ın önündeki en muhtemel geleceğin yukarıdaki çatı çerçevesinde yaşanabileceği söylenebilir.

1.d. İç Savaş Durumu ve Kaos Ortamı

Bu senaryo kırılganlığın had safhaya vardığı, ülkenin parçalanmanın eşiğine geldiği bir ortamı nitelemektedir. Bu nedenle mevcut durum senaryosunun son halkasıdır. Ülkenin belli bir bölgesinde başlayan çatışmanın yayılması ya da eş zamanlı bazı çatışmaların başlamasıyla doğabilecek olan bu senaryonun dört şekilde sonuçlanması mümkündür:

<  İran, Basra Körfezi’nin kuzeyini kontrol etmek ve petrol sahası üzerinde oturan güçlü bir Şii müttefik elde etmek için Irak’ın parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğünde stratejik yaklaşımını değiştirebilir. >

- Ülke parçalanabilir,
- Merkezi hükümet üstünlüğünü sağlayıp otoritesini kabul ettirebilir.
- Merkez kaç güçler başarılı olmalarına rağmen ayrılığa gitmeyip yeni kazanımlar elde edebilir,
- Bölge devletleri ya da uluslar arası örgütler duruma el koyup Irak’ta yeni bir durum yaratabilirler.

Ülkeyi iç savaşa götürecek çatışmaların nasıl ve nereden başlayacağı konusunda kesin bir tahmin yapmak mümkün olmamasına rağmen bazı tahminlerde bulunulabilir: Irak’ı iç savaş durumuna getirecek olan çatışmaların iki merkezi olabilir: ülkenin kuzey ve orta kesimleri. Kuzey merkezli çatışmanın üç ana coğrafi merkezi olabilir: Musul, Kerkük ve Diyala. Musul’da son zamanlarda
Kürtlerle Sünni Araplar arasındaki anlaşmazlık zaten çatışmaya dönüşmüştür. Ancak bu sınırlı kalmaktadır. Hadba’nın hem 2009 Vilayet Meclisi hem de 2010 Genel Seçimi’nde bölgede kazandığı başarı Arapları cesaretlendirmiştir. 2010 seçimi öncesinde Musul Valisi Etil Nuceyfi Kürtlerin kontrolündeki bazı ilçelere sokulmayınca olaylar büyümüştür. Fakat seçimden sonra Nuceyfi’lerin
çatışmacı söylemi düşüşe geçmiştir. Bu nedenle, Musul mevcut dinamikler çerçevesinde çatışmayı başlatabilecek yerler arasında göreli olarak geri planda kalmaktadır.

    Kerkük ise potansiyel çatışma sahası özelliğini korumaktadır. Irak’ın küçük bir modeli olarak nitelenen Kerkük’te çatışmaların başlaması bu şehrin etnik ve mezhepsel yapısı nedeniyle yayılma potansiyeli taşımaktadır. Ancak, en karışık görünen bölge Diyala’dır. Irak’taki tüm çatışma alanlarını tek bir potada toplayan Diyala oldukça hassas bir konumdadır. Kürtlerin Hanekin’deki genişleme çabası, Irak ordusuyla peşmergeler arasındaki hamle savaşı, Şii-Sünni çatışmasının
sürmesi, El Kaideci grupların faaliyetleri, Türkmenler üzerindeki baskılar, milliyetçi Sünni Arapların Kürtleri bölgeden çıkarmak istemesi ve petrol rezervleri gibi en hassas olguları bir arada barındıran Diyala Irak’taki çatışmaların patlama noktası olabilir. Ancak, şu noktanın da altının çizilmesi
gerekmektedir: Kerkük’ten başlayacak bir çatışma hem coğrafi konumu hem de çatışmanın mahiyeti nedeniyle daha hızlı ve kolay yayılabilecektir.

   Bu nedenle, Diyala ve Musul’da çatışma yaşanması halinde bunların lokal olarak kalması ve söndürülebilmesi şansı varken Kerkük’te doğabilecek büyük çaplı bir çatışmayı dindirmek diğerlerine göre çok daha zor olacaktır.

Irak’ı iç savaşa götürecek olan ikinci bir seçenek ise Bağdat merkezlidir. Sünni ve Şii Araplar arasında ülke siyasetini kontrol etmekten kaynaklanan güç mücadelesinin tekrar 2006-2007 yıllarındaki gibi bir çatışmaya dönüşme olasılığı hafife alınmamalıdır. Bugün Irak’taki siyasi grupların çoğu “bir daha 2006-2007 yıllarına dönülmez” deseler de el altından kendilerini bir çatışmaya
hazırladıkları izlenimi doğmaktadır.

    Bir kez bu tür bir çatışma başladıktan sonra son derece kanlı ve uzun süreceğini tahmin etmek zor değildir. Ortadoğu’da önceki etnik ve mezhepsel çatışmalar dikkate alındığına savaşanların birbirleri arasındaki mücadelesinin bir süre sonra bölge ülkelerinin de yer aldığı bir vekaleten savaşa dönüştüğü görülmüştür. Bu durum, bazen savaşanların kendi iradesinin de ötesinde uzun
süren bir çatışma döngüsünün ortaya çıktığını göstermektedir. Ayrıntıları aşağıda ele alınacak olan bu olasılığın gerçekleşmesi halinde çatışanlar ancak parçalan ma halinde kazanımlarını  koruyamayacakları ve bölge ülkelerinin baskısıyla durumlarının daha da kötüleşeceği durumlarda  parçalanmadan uzak durmak isteyebileceklerdir.

Bu nedenle, parçalanma yoluyla Sünni Arap ülkelerinin kontrolüne girmek istemeyecek olan Sünni Araplar, güneydeki devletlerin tepkisini çekecek ve İran’a daha fazla yakınlaşma nedeniyle sıkışacak olan Şii Araplar ve İran-Türkiye - Suriye’nin yaratabileceği baskı nedeniyle yaşamanın çok zor olacağı ve yeni bir “Mahabad” olayıyla/senaryosuyla karşılaşabileceklerini düşünen Kürtler parçalanmaya gitmeyebilirler. Ancak, işler o noktaya geldikten sonra çatışmanın
grupların kendi tercihleri sonucunda parçalanma üretmemesi son derece düşük bir olasılıktır.

2.1. Mevcut Durumun Sona Ermesi: Parçalanmış Irak Senaryoları

Bölünme senaryosu büyük ölçüde yukarıda ele alınan ve iç savaşla birlikte yaşanacak bir kaos ortamının ürünü olabilecektir. Ancak, parçalanma durumunda dahi ülkenin nasıl ve hangi grupların kontrolünde parçalanacağı soru işaretleri yaratmaktadır. Irak’ın kaça bölüneceği büyük ölçüde kaos ortamını yaratacak çatışmaların hangi merkezden başlayacağına dayanacaktır. Merkezden
başlayacak parçalanma ülkenin üç veya daha fazla parçaya ayrılmasına yol açacakken, kuzeyden başlayacak bir kaos ortamı en azından ilk aşamada ülkenin ikiye bölünmesiyle sonuçlanabilir.

Bu durumda, ülkenin tamamında çatışmaların çıkması beklenmemelidir.

Çatışmaların kuzeyden başlaması durumunda (en azından başlangıçta) asıl çatışma sahalarının Sincar’dan başlayarak Musul’un kuzeyine uzanan hat, Kerkük ve Diyala’nın kuzey ve doğu bölgeleriyle  sınırlı olacağı söylenebilir. Anılan olasılık ve çatışma durumu aşağıdaki haritada kabaca gösterilmiştir. 
Bu noktada hatırlatılması gereken en önemli husus parçalanma senaryolarının tamamen kurgusal olduğunun ve aktörlerin olası davranışlarının tamamen mantıksal çıkarımlara dayandırıldığı dır. Ayrıca, aktörlerin davranışlarının aşağıdaki anlatılar gibi mekanik olmayacağı bilinmesine rağmen gelişmelerin gidişatına ilişkin kaba bir özet verebilmek için olası süreç mekanik bir tarzla ele alınmıştır.

İkiye Bölünmüş Irak ve Olası Çatışma Bölgelerine Ait Harita
* Bu haritada ülke, vilayet ve ilçe sınırları dışındaki işaretlemeler tahmini değerlere göre yapılmıştır.

     Irak’ın ikiye parçalanmasını tetikleyecek bir çatışma ortamı muhtemelen, ülkenin kuzeyinde bugün “tartışmalı bölgeler” olarak anılan ve çoğunlukla Kürtler ve Araplar arasında sorun oluşturan, ancak üzerinde Türkmenlerin de yaşadığı coğrafyada patlak verebilecektir. Ülkeyi ikiye bölecek bir atmosferin oluşması, Sünni Araplar ile Kürtler arasında Musul, Kerkük ve Selahattin vilayetlerinde meydana gelebilecek karşılıklı saldırılar, yoğun göç baskısı ve siyasi güçlerin birbirlerini yok sayıp diğerlerinin etki alanında güç uygulamaya çalışmasıyla ortaya çıkabileceği gibi; merkezi hükümet ile KBY arasında petrol yasası, Kerkük’ün statüsü, Irak ordusunun “tartışmalı bölgelere” konuşlanarak Kürtleri çıkarması ya da bütçeden Kürtlere ayrılan paranın büyük oranda azaltılmasıyla da yaşanabilir. Hangi nedenle olursa olsun, ülkeyi ikiye parçalanmaya götürecek
bir atmosferde asıl çatışan taraflar Kürtler ve Araplar olacaktır. Bu noktada asıl çatışma sahasının Musul, Kerkük, Tuzhurmatu ve Diyala’nın kuzeyi ve doğusu gibi Türkmenlerin yaşadığı bölgelerde cereyan etmesi olasılığı çok yüksektir.

    Bu nedenle, Türkmenlerin olası bir çatışma ortamında nasıl bir tavır alacağı son derece önemlidir.
Bugüne kadar Irak’ın toprak bütünlüğünün yanında olan Türkmenler, Irak’ın parçalanması olasılığının gerçeğe dönüşmesi halinde Araplarla birlikte hareket edebilirler. 
Ancak, bu durumda doğrudan bir çatışmanın tarafı haline gelerek büyük miktarlarda  kayıp verme olasılıkları bulunmaktadır. Öte yandan, ülkenin ikiye bölünmesi olasılığı Sünni ve Şii Araplar’ın birbirleriyle ve/veya kendi içlerindeki anlaşmazlıkları bir kenara bırakıp, Sünni-Şii milliyetçi Arap grupları Kürtlerle çatışmaya itebilir. Böyle bir durumda Irak’ta merkezi hükümeti hangi grup kontrol ederse etsin Kürtlerle çatışmaya girebilecektir. Bu grup, normal
şartlarda kuzeydeki varlığı ve etkinliği az olan Dava Partisi ya da Sadr Hareketi bile olabilir. Bu Şii merkeziyetçi partilerden birisinin çatışmanın çıktığı dönemde iktidar olması ya da Bağdat’taki dengenin başat aktörü olması halinde Kürtlerle çatışması şaşırtıcı olmayacak, hatta büyük bir olasılık olabilecektir. Kürtler işgal sonrası elde ettikleri ağır silahlar, örgütlenme tecrübesi, gerilla savaşındaki deneyim ve saha bilgisi nedeniyle Araplarla baş edebilecek güçtedir. Ayrıca,
bu tür bir çatışmayı ne kadar uzun sürdürebilirlerse BM’nin veya diğer uluslararası örgütlerin duruma müdahale edebileceğini ve çatışmanın uzamasının kendi lehlerine olabileceğini düşünebilirler.

Bu nedenle, çatışmayı uluslararası platforma taşıyarak özellikle Batı’dan destek bulmak isteyeceklerdir. Buna ek olarak ABD veya bazı AB ülkelerinin desteği sayesinde çatışma sonrası dönemde bağımsızlığa ulaşmak isteyeceklerdir.

Buna karşılık Araplar ise bu sorunun Irak’ın iç işi olduğunun üzerinde durarak başka ülkeleri müdahale etmekten alıkoymak isteyeceklerdir.

Ancak, bu tür bir çatışmanın çıkması halinde çatışma sahasının bölge devletleri tarafından manipüle edilebilecek bir hale dönüşeceği ve saflaşmadan ziyade herkesin herkesle kozlarını paylaşacağı bir ortamın oluşacağı söylenebilir.

Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer husus dış güçlerin parçalanma olasılığı karşısında alacağı pozisyondur. Her ne kadar bölge ülkeleri, ABD, Avrupa ülkeleri, Rusya ve Çin gibi aktörler Irak’ın toprak bütünlüğünü savunduklarını ileri sürseler de ülkenin parçalanma noktasına geldiğinde tavır değiştirme olasılıkları güçlüdür. Bir kere, dış güçlerin bir arada ve eşgüdümlü olarak
Irak’ın parçalanmasını engellemek için askeri güç kullanacakları iddiası büyük bir olasılıkla bir söylemden ibarettir. Irak’ın parçalanmasından doğrudan ve hayati tehditler algılamayacak ülkelerin bu tür bir askeri harekata başvurmaktansa bekle gör politikası izlemesi; duruma göre pozisyon alarak çatışma sonrası duruma hazırlık yapması olasılığı daha yüksektir. Irak’ın parçalanmasından
en büyük zararı görebilecek olan ülkeler Türkiye, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan’dır.

Ürdün’ün müdahale etmeye yetecek bir askeri gücü yoktur. Suudi Arabistan da askeri harcamalara milyarlarca Dolar yatırmasına rağmen ne sınırları ötesinde harekât yapabilecek bir kapasiteye ne de buna uygun bir coğrafyaya sahiptir. Suriye ise içinde bulunduğu durum nedeniyle herhangi bir hamle yapacak durumda değildir. Bu durumda geriye hem askeri harekât gücüne hem
de büyük tehdit algılamasına sahip ülke olarak bir tek Türkiye kalmaktadır. 

Bu noktada ABD’nin tavrı ise son derece önemlidir. Çatışmanın başlamasından sonra ülkeden çıkmış ABD askerlerinin bölgeye davetini muhtemelen can kaybına uğramak istemeyen ABD ilk etapta sıcak karşılamayacaktır.

Ancak, ABD duruma müdahale etse bile araya tampon güç olarak yerleşecek bir barış gücü misyonuna  öncülük edecek, bu tür bir barış gücünün sonu ise muhtemelen Kosova’da olduğu gibi kuzeyde bir  Kürt devletinin kurulmasıyla sonuçlanacaktır.

< İran, ortaya çıkabilecek yeni Şii devletiyle düşmanca veya rekabete dayalı bir ilişki modeli geliştirmektense uzlaşı  ve işbirliğine dayalı bir yolu tercih ederek yeni Şii devletini yanına çekmeyi stratejik olarak uygun görebilir. >


Irak’ın ikiye bölünme olasılığını ortaya çıkaracak bir diğer durum ise çatışma olmadan tarafların kendi aralarında anlaşmasıdır. Bağdat’ın zayıflaması, kuzeydeki bölgesel yönetime müdahale edemeyecek kadar iç çalkantılarla karışması halinde bu tür bir ortam doğabilir. Ancak, Kürtler ile Araplar arasındaki sorunlu alanlarda Musul, Kerkük ve Diyala’daki petrol rezervleri ayrılığın
çatışma olmadan gerçekleşmesi olasılığını son derece düşürmektedir.


Üçe Bölünmüş Irak ve Olası Çatışma Bölgelerine Ait Harita.,
* Bu haritada ülke, vilayet ve ilçe sınırları dışındaki işaretlemeler tahmini değerlere göre yapılmıştır.

Çatışmaların merkezde başlaması ise ülkenin orta bölgelerinde yoğun çatışmaların yaşanmasıyla başlayıp, merkezi otoritenin zayıflamasından yararlanan Kürtlerin kuzeydeki faaliyetleri ile genişleyecektir. Bu durumda özellikle iki cephe arasında kalacak olan Sünni Arapların çatışmayı
kazanması olasılığı son derece zayıftır. Bu nedenle, çatışmanın daha kısa sürmesi ve daha kesin bir parçalanma süreciyle sonuçlanması beklenebilir.

Üçe veya daha çok bölgeye parçalanması senaryosunda çatışan tarafların en az üç gruptan olması beklenmekle birlikte özellikle Şiiler arasında yeni ayrışmaların olabileceği Sadrcı gruplar ile o dönemde iktidarda olması halinde Dava partisine bağlı birimler arasında güç ve iktidar mücadelesinin kanlı çatışmalara dönüşebileceği beklenebilir. Çatışmanın ana ekseni muhtemelen kuzeyde Sünni Araplar ile Kürtler arasında Musul, Kerkük, Diyala ve Selahattin’de, Sünni
ve Şii Araplar arasında ise Bağdat, Diyala, Babil, Kerbela, Anbar ve Vasit’te olabilecektir. Etnik ve mezhepsel savaşın birarada yaşanması muhtemelen gruplar arasında açık bir ittifak oluşmasını engelleyecek bu nedenle çatışan gruplar arasında karmaşık bir ittifaklar ya da ilişkiler ağı oluşabilecektir.

Bu tür bir senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkmenlerin içinde bulunacağı durum da son derece  tehlikelidir. Türkmenler Kürtler ile Araplar arasındaki savaşın ortasında kalabileceği gibi aynı  zamanda kendi içlerindeki mezhepsel ayrım nedeniyle birbirlerine de düşebilirler.

Bu noktada hatırlatılması gereken son nokta ise dış güçlerinin tutumunun değerlendirilmesinin gerekliliğidir. 

Irak’ta parçalanma olasılığını doğuran bir çatışma ortamının doğması halinde
ABD ve İran’ın politikaları son derece önemli olacaktır. Pragmatik olan bu devletlerin kendilerine yandaş devletler yaratmak isteyeceklerinden çatışmanın taraflarına açık ya da örtülü destek vermeleridir. ABD’nin parçalanma kaçınılmaz hale geldiğinde çatışmanın diğer tarafı ABD karşıtlığı daha ağır basan Arap milliyetçileri ya da İran’a yakın Şii Araplar olacağından Kürtlerin yanında yer alacağı ve Kürt bölgesinin diğer devletler ve çatışan taraflardan korunması için
Türkiye’ye baskı yapmak isteyeceği söylenebilir.

Kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye dışında bir ülke (ör. İran) aracılığıyla dünyaya bağlanması ABD için istenmeyecek bir senaryodur. Bu durum İsrail ve Avrupa ülkeleri için de geçerlidir.

Bu nedenle, parçalanma ortamını doğuracak bir iç çatışmanın meydana gelmesi halinde bu devletlerin Kürtlere destek vermesi ve Türkiye’ye de Kürtlere yardımcı olması konusunda telkinlerde bulunması beklenmeli; buna göre tedbirler alınmalıdır.

İran’ın tavrı ise ikircikli olacaktır. İran’ın kendisine yakın ve Basra havzasını kontrol edebilecek bir Şii devleti kurmak için çaba göstereceği söylenebilir. İran’ın etkinliği ve politikasının başarısı ise Iraklı Şiilerin diğer bölgesel güçler tarafından ne ölçüde kabul edilebilir ya da tehdit yaratan bir aktör olarak görüleceğine bağlıdır.

Sünni Araplarla çatışan Şiilerin Körfez ülkeleri ve Mısır tarafından desteklenmesi olasılığı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle Iraklı Şiiler istemeseler bile İran’a doğru itilebilirler. 

Ortaya çıkabilecek yeni Şii Arap devleti tek başına ve kendisine düşman devletlerle mücadele içine girmektense İran ile işbirliği yapacaktır.
Resimde Başbakan Maliki, Tahran’da Rehber Hamaney ile görülüyor.


İran’ın Kürtler konusundaki tavrı da muhtemelen değişecektir. Olası bir Kürt devletinin Türkiye’nin veya ABD-İsrail ittifakının etkisinde kalmasını istemeyecek olan İran Kürtleri dışlamak yerine Sünni Araplarla çatışmasında destekleyebilir. Kürtler ile Şii Araplar arasında üçe bölünme senaryosunda doğrudan bir çatışma yaşanması olasılığı coğrafi nedenlerle düşük olduğundan İran’ın Şii Araplara vereceği destek ile Kürtlere vereceği destek arasında bir çelişki de olmayacaktır.
Bu nedenle, olası bir parçalanma durumu halinde Türkiye ile İran’ın işbirliği yaparak bölgedeki çatışmayı bastırması zayıf bir olasılıktır. Sünni Arap ülkelerinin ise Sünni Araplara maddi yardımda bulunarak çatışmayı mümkün olduğunca uzatıp, azami kazanımlar sağlamak isteyecekleri düşünülebilir. 

   Bu tür bir çatışmadan en çok zararlı çıkabilecek Sünni Arap devletleri Ürdün ve Suudi Arabistan’dır. Ürdün, ortada kalan Sünni Arapların kendi topraklarına eklemlenip Haşimi Hanedanlığı’nın sonunu getirmesinden haklı bir endişe duyacaktır. Ancak, İsrail de bu  senaryoya karşıdır. Çünkü, yanı başında büyük ve baş edilmesi kolay olmayan, düşman bir Ürdün devleti bulabilir. 

   Suudi Arabistan ise sınırında oluşacak Şii devleti nedeniyle hem İran karşısında güç kaybetmiş olacak hem de Suudi Arabistan’ın büyük petrol rezervlerinin bulunduğu bölgede oturan Şii azınlığı yönetmekte büyük güçlükler çekecektir. Bu varsayımlara dayanarak Irak’ta üçe veya daha çok parçaya bölünmeyi başlatacak olan bir çatışmanın başlaması halinde, bu çatışmanın bölge ülkeleri tarafından söndürülmesiyle, tersine alevlendirilmesi arasında çok ince bir çizgi olduğunun altı çizilmelidir.


IRAK’IN GELECEĞİNE DAİR SENARYOLAR 



IRAK’IN GELECEĞİNE DAİR SENARYOLAR



- Bu tabloda belirtilen parametrelere verilen yanıtlarda
- Çok iyi sütununun çoğunlukta olması mevcut durumun merkezi otoriteyi güçlendirecek şekilde devamını
- İyi sütununun çoğunlukta olması mevcut durumun devamını
- Orta sütununun çoğunlukta olması kırılgan ve hassas Irak senaryosunun oluşmasını
- Kötü sütununun çoğunlukta olması iç savaş ve kaos ortamına giden yolun açılmasını
- Çok kötü sütununun çoğunlukta olması parçalanmaya doğru gidilmesini gösterecektir.


***

11 Aralık 2018 Salı

Siyasal İşporta ,


Siyasal İşporta 



Yekta Güngör Özden
09.08.2004/Sayı:62


Yıllardan beri cumhuriyetle demokrasinin amaçlandığını, cumhuriyetin demokrasinin yönetim biçimi, yöntem biçimi ve uygulamadaki adı olduğunu, bu amacı gerçekleştirmek için yapılması gerekenleri başarma görevimizin getirdiği sorumlulukları, niteliklerin ve ilkenin sözde ve kağıt üstünde kalmaması çabasının hepimizi onurlandıracağını söyleyip yazdık. Bugünkü yapısı ve yaşama geçiş biçimiyle gerçek demokrasiden uzak olduğumuzu yineleyip vurguladık. Bizi çok konuşmakla, gereksiz sözler söylemekle suçlayanlar görev gerekleri ile yurttaşlık sorumluluğunu ayıramayan ön yargılarla birleşti. Bugünlerde demokrasinin özde mi, sözde mi olduğu tartışmaları başladı. Demokratik yaşamın gerekleri konusunda görevi kapsamında elinden geleni yapmaya çalışanlardan biri olarak bırakınız yerinde saymayı, geriye gitmeyi bir türlü içime sindiremiyorum. Anlayış, eğitim ve tutumdan kaynaklanan aykırılıklarla özlediğimiz demokrasiye kavuşamıyoruz. Temelde kişilik sorunu olarak özetlenebilecek boşluklar ve bozukluklar giderilmesi güç durumlar değil. Ahlâklı, çalışkan, eğitimi yeterli, sorumluluk bilinçli yurttaşlar demokrasiyle asla bağdaşmayan nice eylem, işlem ve durumu önleyebilir. Demokrasimizin Avrupa ölçülerine gelmesi kolaylıkla sağlanabilir. Bu doğrultuda siyasal partilerimize ve yöneticilerine büyük sorumluluk düşmektedir. Çalışkan, özverili, demokrasiyi kendi içinde ve ailesinde özümsemiş yöreticinin ülkesinde gerçekleşmesine katkısı doğaldır. Pamukova’daki “hızlandırılmış tren” diye kamuoyuna sunulan, geçen yazımızda zaman ve yol düzenlemesi sağlanarak iş yapmış görülmek ve övünmek için adlandırıldığını belirttiğimiz trenin kazası nedeniyle olağanüstü toplantıya çağrılan TBMM’nde Ulaştırma Bakanı hakkında verilen gensoru önergesinin gündeme alınmasının reddi düşündürücüdür. Uygar ülkelerde, gerçekten demokrat topluluklarda, gerçekten hukuksal niteliğini kazanmış devletlerde bu tür durumlarda Bakanlar hiç bir öneri, uyarı ve istem olmadan kendiliğinden görevi bırakır. Yayınlanan belgeler açıklanan sözler ve herkesin izlediği durumlar karşısında sorumluluğu açık yöneticilerin hiçbir şey olmamış gibi yerlerini korumaları şaşılacak bir pişkinliktir. Bakanı savunan sözcünün “nazar ve kader”e yollama yapması anlayış çarpıklığının ibretlik bir göstergesidir. Yasama organın denetim görevinin engellenmesi demokrasi adına bir yitiktir. Sorumluluğun gereklerine hazır olduğunu söyleyen Bakan yargıdan kaçınırsa nasıl hesap vermiş olacaktır? Ölenlerin ağırlığını kendisi ve partisi taşımakta güçlük çekeceklerdir. Siyasal çoğunluğa güvenerek, milletvekili transferleriyle Anayasa değişikliklerinde zorunlu halk oyuna sunma sınırını aşarak amaçlarına ulaşacaklarını sananlar aldanmasalar bile bir gün mutlaka muhalefete geçecekler ve asıl aklama yerinin yasama organı değil, yargı organı olduğunu öğreneceklerdir. Önceki Başbakan ve Bakanları Yüce Divan’a gönderirken usulsüzlüğü göze alanların kendi dokunulmazlıkları konusunda verdiği sözleri unutmaları siyasal işportanın ne durumda olduğunu açıklamaktadır. İlkellik, bayağılık, aşağılık, çirkinlik demokrasinin zehiridir. Feodal yapının, aşiret, tarikat, cemaat düzeninin süre geldiği ortamda demokrasinin nice bedeller gerektirdiği tartışmaları giderek yoğunlaşır. Buyrukla istifa ettirilen Başhekimin sözleri ağır bir uyarıdır.

Olaylardan

1. Onbeş günde bir yazının değineceği o kadar çok olay var ki, sıralaması bile güçlük taşıyor. Neresinden başlanacağı şaşırtıyor. Uyuşturucu kaçakçılığından tutuklanan oğlunun Polis Karakolu basılarak kaçırılmasından sorumlu önceki milletvekillerinden biri için yine bir önceki milletvekilinin araştırma yapan siyasetçilerle partisinin suçlaması gerçekte devlete yönelik bir gözdağı iken yetkililer susmayı yeğlemişlerdir. Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmesinde, Barzani ve Talabani’nin Kerkük’ü kürtlerle doldurmalarında, susulduğu, tepkisiz kalındığı gibi.

2. Güney Kıbrıs Rum kesimin, istediği ödünleri aldıktan sonra, Annan Planı’nı yeniden masaya koydurma çabalarının gereken ilgiyle izlendiğinden kuşku duyulmaktadır.

3. ABD’nin Çin, Kuzey Kore ve İran için tasarladıklarının neler getirip götüreceğinin gözetildiği de kuşkuların içindedir.

4. Artan PKK/Kongra-Gel saldırıları Türkiye’yi istenilen çizgiye getirmek için kullanılan baskılardan biridir. Türkiye’yi sıkıştırmak için nelerin kullanıbileceğinin işaretleri verilmektedir. Karakola saldırılar Ağrı’da bir polisi şehit etmiştir.

5. Irak’ta rehin Türkler sorunu sürerken işçi Murat Yüce’nin daha sonra kamyon şoförlerinden Osman Alişan’ın hunharca öldürülmesi, işgal ve işkence olaylarına eklenen büyük bir insanlık suçudur. Egemenliği NATO eliyle GOP açılımı için göstermelik devreden ABD’nin aczi giderek belirginleşmektedir. Kongra-Gel’in terörüne engel olması çok kolay olan ABD’nin hâlâ şehitler vermemize ilgisiz kalması, sınırlarımızda silah kaçakçılığı, mayınlı saldırılar birbirinden kopuk değil, birlikte değerlendirilmelidir. 15. Munzur Festivali’nden sonra kolluk güçlerine saldıranlar, Diyarbakır Mardin Kapısı Polis Karakolu’nda bekçinin şehit edilip polisin yaralanması, Hakkâri’de TNT ile desteklenmiş mutfak tüplerinin yola döşenmesi aynı kaynaktan gelen uluslararası destekli kötülüklerin yenileridir. Irak’ta 40 bine yakın sivilin öldüğü unutulmamalıdır. Irak’ın işgalini destekleyenler niçin susuyor?

6. Trafik kazalarının boyutu herkesi yürekten yaralamaktayken hâlâ demiryollarına olumsuz yaklaşılmaktadır. Demiryollarını “Komünist işi” gören kafanın yakınları akıl hocalığına soyununca bu iktidardan başka şey beklenemez. Gerçekte demiryollarını ihmal, ülkeye ihanettir. Ama kadrolaşmaya öncelik ve ağırlık veren siyasal iktidar her şeyi kullandığı gibi demiryolu olayını da aldatmacaları kapsamına almıştır. Trafik kazaları ülkemizin acı kaynağı olmuştur.

7. Avrupa Birliği Anayasası’nı hazarlayan konvansiyonun Başkanı, önceki Fransa Cumhurbaşkanlarından Valéy Giscard D’Estaing’nin Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlığını açıklarken Yunan gazetesine söyledikleri ilginçtir. Avrupalıların ikiyüzlülüğüne değinerek onları yalan söylemekten vazgeçmeye çağırması bizim yalancıları da uyarmalıdır. Avrupalıların tutumu giderek açığa çıkmaktadır.

8. İran’ı “kendi evi” gibi ziyarete giden Recep Tayyip Erdoğan’ın doğalgaz bedelinden indirim sağlayamadığı bellidir. Gaz anlaşması değiştirilememiştir. Başka olumlu değişmelerde sağlanamamıştır. Erdoğan’la geziye katılan bayan gazetecilerin sıkmabaş kullanmaları ülkemize gelen İran’lı gazetecilere açıkbaş koşulu konulmamasıyla ağır bir çelişkiyi vurgulamaktadır. Ödün veren Türkiye, öğüt alan Türkiye, ölen Türk, övülen iktidar. Bu tersliği çözmedikçe aydınlığa çıkılamaz.

9. Enflâsyon rakamlarıyla kamuoyu yanıltılmaktadır. Alım güçlüğü çekilirken, işçi, memur, emekli büyük sıkırtılar içindeyken ekonomik komikliklerden çekinilmemektedir. Kimileri ya da kimi kesimler için kolaylık, bolluk, eğlence, vur patlasın-çal oynasın düzeni söz konusu ise de işsizlik, iflâslar intiharlar, gelir dağılımında ve ücretlerdeki adaletsizlik ve dengesizlik ayyuka çıkmıştır. Bunları görmezdenlikten gelerek tersini savumak masal anlatmaktır. Kanımızca iktidar iç ve dış hiç bir konuda başarılı olamamıştır. Neyi iyi yaptı? Kayseri’deki toplu temel atma olayı da bir siyasal şovdur. Aynı anda atılmış sayılan 139 temel iktidara destek kampanyasıdır.

Besleme ve yalaka medya kesiminin çabalarıyla hiçbir kara ak olamaz. Kendileri ve yandaşları için çıkardıkları açık, vergi bağışı yasası mı? Eve dönme yasası mı? Hizbullahçıların salıverilmesi mi? Kadrolaşma mı? Köprü ücretlerine zam mı? Asgari ücretin iki yılda bir belirlenmesiyle zaten düşük olan ücretlerin eflasyon karşısında büsbütün erimesi mi? Sık mabaş dayatmasıyla eğitim-öğretim düzenin bozulması mı? Silâhlı Kuvvetler’e, üniversiteye, Yargıya kafa tutularak, Cumhurbaşkanı’na saygısızlık yapılarak kabadayılık taslama mı? Saltanat düğünleriyle sırıtan gövde gösterisi mi? Yabancı etkisinin artması, işbirlikçilerin şımarması, gerici sermayenin güçlenmesi mi? Fethullan Gülen’in ABD’nde konuk olması, İstanbul saldırılarının sorumluları gericilerden kaçanların yakalanmaması, Kıbrıs, Ege, Ermeni sorunlarının aleyhimize gelişmeleri mi? Daha niceleri. Esnafın kepenk kapatması, gazilerin, emeklilerin aylıkları, canakıyma olayları, fuhuş patlaması, aftan çıkanların cezaevine dönmesi, kapkaç, gasp, sıfır alan öğrenci sayısı, ırza geçmekten rüşvete kadar işlenen suçlar mı?

10. Urla’da yüzme bilmeyen kızlarını erkeklerin kurtarmasına sözde inanç nedenleriyle karşı çıkan tutumunun nerelerde olduğumuzu, ilkelliğin ve bağnazlığın nelere malolduğunu gösterirken Başbakan İran’lılara özgürleşme ve liberalleşme öğüdünde bulunuyor. Güler misiniz, ağlar mısınız? AİHM’nin kararına karşı sıkmabaşı savunan, devlet protokolüne taşıyamayınca evsahiplerinin nezaketini kötüye kullanıp kendi düzeyindeki uluslararası protokola sokan Başbakanın bu konuda sözlerine kim inanır? Urla olayının en acı yanlarından biri de ölüme neden olan aileler hakkında kovuşturma açılmamış olmasıdır. Kaçak Kur’an kursları, gizli kurslarda yakalanan küçük yaştaki çocuklar ülkemizin nereye çekilmek istendiğinin kantılarından kimileridir.

11. Terörün dini, imanı, milliyeti olmadığını yıllardan beri söyleyip yazdığımızda bizi suçlayanlar, savunup koruduğumuz lâiklik ilkesi nedeniyle bize saldıranlar şimdi bizim gibi konuşmaya başladılar. Köktendinci terörü söz ve davranışlarıyla, tutum ve dolaylı destekleriyle kışkırtanlar bunlar değil miydi? Şimdi yakınmaya hakları var mı? Demokrasiyi amaçlayan cumhuriyeti karalayıp kötüleyenler, numaralayarak aşağılayanlar, gerçekleşmesini engelleyenler demokrat olabilir mi? Sözle, defterlere yazmakla, ileti yayımlamakla demokrat olunsaydı şimdiye kadar çektiklerimizin hiçbirini yaşamazdık.

Utanma, arlanma kalmamış. Yüzleri de kızarmıyor. Olanları nasıl içlerine sindirebiliyorlar. Nasıl başlarını yastığa koyabiliyorlar? Vicdan sızını ancak vicdanı olan duyar. Ulusal kimliği yadsıyan yurttaş olamaz. Yurttaş olamayan kul-köle kalır. Cemaat yapısı tebaalığa dayanır. Cumhuriyetle kazanılan düzeyin dışında kalanlar bağımlılardır.

13. İnsanlarımızın dine bağlılıklarının yanında din bilginlerinin olmamasından yararlanan inanç sömürücüleri arasında kimi politikacı gençler de katıldı. Oy almak, iktidara gelmek ve iktidarda kalmak için sıkbaşı savunan, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarını gözardı ederek şeriat simgesine açılım isteyenler ne olduklarını ortaya koyuyorlar. Siyasetin çocuk işi olmadığını anlayıncaya kadar azgınlıkların önlenmesi güç boyuta vardığını görecekler. Böyle ne dediğini, ne yaptığını bilmez duruma düşen heveslilerin yanında yıllarca yurtdışında çalışmış bilimadamları için de lâikliğe karşı çıkanlara rastlanmaktadır. Lâiklik karşıtlarına araç olma düzeyine inenler ne dediklerinin ve ne yaptıklarının farkında olmayanlardır. Lâiklik zaten yozlaştırılıyor, uygulanmıyor, şeriat baskısıyla saptırılıyor. Bu durumuyla bile toplumsal barışın, inanç ve düşünce özgürlüğünün güvencesi, ulusal birliğin dayanağı olma, çağdaşlaşmanın öncülüğünü yapma özelliğini taşıyor. Ülkenin dün nasıl bugün nasıl olduğunu bilmeyenler, anlamayanlar, anlamak istemeyenler, şeriat özlemcilerinin yurt içinde ve dışında yaptıklarını yadsıyanlar sağlık denetiminden geçmelidir. Hayallerle, oyunlarla, kumar ve falla, mucize öyküleriyle oyalananlar, sosyetik parıltılarla gözleri kamaşanlar kendilerini sorgulamalıdır. Yansızlık, bilimselliğin onurudur. Siyasetçilere hoş görünmek için ödün verilemez.

14. Demokratikleşme çabalarının getirdiği yükler de gözetilmelidir. AİHM’nin Türkiye’ye kestiği para cezaları 45 trilyon TL.na ulaşmıştır. Yanlı kararlardan çekinmeyen AB organları Türkiye’ye yüklenmektedir. 2003 yılına kadar 9729 başvurudan 219’u dostane çözüme bağlanarak sonuçlanmıştır. 

Eğitim giderlerimiz düzeyimizin göstergesidir. GSMH’da 76. sırada olan ülkemiz eğitim harcamalarında 110. sıradadır. Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Raporu’nun bu acı gerçeği iktidarın akıl yerine inancı geçirme çabasına koşuttur. Şimdilerde sözde ermeni soykırımı için ABD’nde yargının sigorta şirketlerini ödeme zorunda bırakan kararıyla Türkiye’ye yönelik tazminat ve toprak istemleri gündeme gelecektir. Başbakan soru soran gazetecileri azarlayacağına bu tür olumsuz gelişmeleri önleme çalışmalarını başlatmalı, başlamış sürüyorsa daha etkin kılmalıdır. Dincilik dayanışmasıyla güçlükler aşılamaz. Dincilikle bireysellik de bağdaşamaz.

Çok dikkat çekicidir. Belçika’da doğalgaz sızmasıyla ölen 15 kişi için bayraklar yarıya inerken Türkiye’de tren kazasında ölen 39 kişi için benzer bir uygulama dan kaçınılmıştır. Töre cinayetleri ile kan ve toprak dâvalarının sürdüğü ülkemizde hukukla kavgaya tutuşulduğu gözlenmektedir. Anayasa’ya, yargıya karşı bir iktidar kendi ağını örmek için herşeyi göze almaktadır.

15. Cumhurbaşkanı yeni yasaları çok haklı nedenlerle bir kez daha görüşülmesi için TBMM’ne geri göndermiştir. Aravermeyi Eylül ayının ikinci yarısında keserek Türk Ceza Yasası Tasarısı’nı görüşeceği öğrenilen TBMM’ne geri çevrilenler yanında hangi tasarıların getirileceği bugün bilinmemekteyse de iyi-kötü kestirilmektedir. YÖK Yasası değişikliği getirilecektir. Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin budanacağı, süresinin kısaltılacağı Anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi üyelerinin gereksiz yaşsınırını artırma önerisiyle birlikte başka sözde yeniliklerle gündeme gelebilecektir. Sayıştay’ın yetkilerini artıracak tasarı da gündeme alınabilecektir.YAŞ kararlarına karşıoy vermeyi kabadayılık gösterisi durumuna getiren iktidarın yeni gösterilere girmesi de olasıdır. Anayasa’da YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında tutulması kuralı varken kararlara karşıoy koymanın hiçbir anlamı yoktur. Anayasa kuralı değişikliğine çalışmaları, onu başarırlarsa ona karşın alınacak olumsuz kararlara karşıoy koyabilirler. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin sivillerden atanmasıyla iktidarın etkisine girecek kurulun geleceği de tartışılacaktır. Başbakana bağlı sivil, asker kadar bağımsız ve özgür çalışacaktır.

Faşistler

Geçmişte ülke-ulus yararına aykırı tutum ve davranışlarıyla tanına kimileri şimdilerde çıkarları için gerici iktidarların yandaşı olmayı yeğledi. Bir insan kurumu olarak ülkeyi ve ulusu kapsayan devletten, devletin kurucusu ve koruyucusu Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden, demokrasiden, insanlıktan, hukukun üstünlüğünden yana olmak yön ve yol değiştirenler için faşistlikle suçlanma nedeni ve gerekçesi oldu. Oysa gerici iktidarların goygoyculuğuna soyunmakla, Stalin komünizminin kursaklarında kalmasıyla çılgına dönen bu dönekler ve sapkınlar, asıl faşistlerin kendileri olduğunu unutturmak, gözlerden kaçırmak istemektedirler. Irkçı-turancı damgalı faşistleri, bunların desteklediği ve bunlarla birlikte davranan şeriatçıları, numaracıları, çıkarcıları bırakıp, demokrasiyi amaçlayan bağımsızlıkçı, özgürlükçü, ulusal egemenlikçi cumhuriyeti, varlığımızın temeli olan ilkeleri savunan, küresellşme adıyla gündeme getirilen tekelci emperyalizme, işgallere, işkencelere, haksızlık ve yolsuzluklara karşı çıkanları suçlayanlar en koyu, en kötü faşistlerdir. Bizim hiçbir sakıncalı akımla ve yandaşlarıyla ilgimiz, bağlantımız yoktur. Uyduruk sol, bizim dışımızdadır. Yurtseverlikle ülke sorunlarının gerçekçi çözümleri için çalışıyor, hiçbir şey beklemeden, karşılık istemeden, para-pul almadan, patron emrinde olmadan üzerimize düşeni yapmak çabamızı içtenlikle sürdürüyoruz. Atatürkçülere faşist diyenlerin kim olduklarını tanıyanlar bilir. Kem söz sahibinin dir. Demokrasinin disiplin olduğunu bilmeyenler, bir zamanlar solcu geçinip şimdi kökten dincilere destek olanlar yeni faşistlerdir.

Yineleme

Bir kez daha, son olması dileğiyle, yineliyorum.Atatürkçü Düşünce Derneği için yalnızca örgütün sağlıklı geleceği amacıyla görüşlerimi açıklıyor, kimseyi desteklemiyor, yan tutmuyor, kişisel hiçbir şey istemiyor ve beklemiyorum. 1998-2000 döneminde Genel Başkanlığı gelir fazlasıyla bıraktım ve oybirliğiyle aklanarak görevden ayrıldım. Aynı Genel Kurul’da 2000-2002 dönemi için en çok oyu alarak seçilmeme karşın Genel Başkanlığı kabul etmeyip geride kalmayı uygun buldum. 2 Haziran 2002 Genel Kurulu’nda da Tüzüğün öngördüğü süre bitince tümüyle görevden ayrıldım. Yine yöneticilerle birlikte oybirliğiyle aklandık. Genel Başkanlığım sırasında bir kez yol giderim sağlanarak İstanbul’da temsili bir törene gidip geldim. Bunun dışında hiçbir giderim olmadı, hepsini kendim karşıladım. Hattâ başkalarınınkini bile ben ödedim. Derneğin herhangi bir borcuyla hiçbir ilgim yoktur. Bunun dışındaki sav tümüyle gerçekdışıdır. Benim ve benimle birlikte çalışanların neler yaptığı dergilerde, Genel Kurula sunulan çalışma raporlarında yazılıdır. Belleği tozlananlar, küllenenler, bozulanlar, sakatlananlar varsa buna bir şey diyemem. Geçmişi konuşmak beceri değildir. Onu aşmak, yeni kazanımlar sağlamak önemlidir. Parti kurmayı 168 Şube Başkanı istedi. Oluşunca karşı çıkanlar onları suçlamalıdır. Atatürkçü partiyi karalayıp Atatürk karşıtlarıyla işbirliğine girmek, Atatürkçülüğü sulandıranlar dan adaylık istemek, birlikteliğe çalışmak çelişkidir. “Derneğe siyasetçi girer, siyaset giremez” ilkesini gözardı etmek, gençleşmeyi, yenilenmeyi bırakıp kişiler için Tüzük değiştirmek, hukuka aykırı oluşumları övmek, bunlar için bildiri yayımlatıp dağıttırmak sorgulanmalıdır. Ben üstüme düşen sorumluluğun gereği söylemem zorunlu olanları söyledim, yazdım. Bundan sonrası benim dışımdadır. Anlayacaklar için yeterli sunuşları yaptım. Gayri meşru (geçersiz) duruma düşülmemesi için gösterdiğim çabayı değerlendiremeyip aykırılıkların etik olduğunu savunanlar İçişleri Bakanlığı’nın kararını iyi okumalıdır. Tüzük Kurultayı’nda alınan kararlar Olağan Kurultay’ın onayına sunulmaz. Kaldıki böyle bir şey olmamıştır. Olsa da geçersizdir. Bunun tersini savunup örgüte yaymak aldatmacadır. Derneğe asla yakışmayan bir tutumdur. Kimlerin kimleri listelere, nelere taşıdıklarını bilmeyenler yanlış bildikleriyle gerici medyaya malzeme sağlayanlar, Atatürkçülük karşıtlarını sevindiren gelişigüzel yazıp suçlamaya, yargı kurmaya kalkışırlarsa gülünç olurlar. Kişiliklere değinmek bir ölçüsüzlüktür. İş buraya varırsa söylenecek çok söz olur. Derneği adına ve onuruna yaraşır durumdan, düzeyden, çizgiden uzaklaştırıp kişisel egemenliğe ve siyasal parti etkilerine açmak en ağır kusurdur. Dernekte kimse kimseye Atatürkçülük öğretmeye yeltenmemeli, kalkışmamalı, Atatürkçülüğün gereklerinin yerine getirildiğini çalışmalarla kanıtlamalıdır. Her şey ortadadır. Öz ve özveri birbirini tamamlar. Özveri göstermeyenler yararlı ve yaraşır olamazlar. Derneği kullanmak ve kullandırmak bağışlanamaz. Benim ne yaptığımı merak eden ya da kötü niyetli anlatımını ölçmek isteyen 5.4.2002’de 082621 no.lu makbuzla yaptığım bağışı, düzenli ve eksiksiz yatırdığım ödentileri, başka sağladıklarımı öğrenmeli, örnek almalıdır. Şerefli ve namuslu insanlar yalan söylemezler.

Terörün dini, imanı, milliyeti olmadığını yıllardan beri söyleyip yazdığımızda bizi suçlayanlar, savunup koruduğumuz lâiklik ilkesi nedeniyle bize 
saldıranlar şimdi bizim gibi konuşmaya...

http://www.turksolu.com.tr/62/


***

28 Kasım 2018 Çarşamba

AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…

AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…


Prof. Dr. Cihan DURA, 
11.8.2013


Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan, kuzu postuna bürünmüş, dost görünen düşman bir devlet… Türkiye’nin güçlü bir ulus devlet olarak mevcudiyetini küresel çıkarlarına aykırı buluyor. Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Türkiye de dahil... Bir Türkiye’yi parçalama planı var. Plan “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde ağabeylik vaat ederek, büyük devlet olma, Ortadoğu’nun patronu olma havucunu sunuyorlar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler; Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD’nin bu hain planına dair kanıt ve belgeler hiç de az değil. Örneğin, 11.8.2013 tarihli Aydınlık’ta Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ortadoğu yeni baştan düzenlenmeye çalışılıyor.  Bölgede ABD ve İsrail’e karşı olmayan bir yapılanma peşindeler. NATO Kürt devleti istiyor. Petrolden çok İsrail’in korunması esas alınıyor. ABD Asya ve Çin planlarında kullanmak istediği Türkiye’ye yeni ilişkiler dayatıyor. Federasyon mu yoksa konfederasyon mu olacağına büyük patron olarak, ABD karar verecek. Plan bu. Planın tutup tutmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.” Demek ki ABD’nin bir “Türk-Kürt Konfederasyonu” planı olduğu artık su götürmeyen bir gerçek. AKP hükümetinin sözde “demokratik açılımlar”ının, Irak’ın, Suriye’nin ateşe verilmesinin ardında bu hain plan var.
Yine Aydınlık’ta (12.5.2013) yayınlanmış olan "Türk-Kürt Federasyonu" başlıklı bir yazı… Mehmet Ali Güller; yazısında, bu planın, yani Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) kimi yönlerine ışık tutuyor. Çok ilginç tespitler var, aşağıda özetliyorum.

R.T. Erdoğan’ın “Akil adam”larından Fuat Keyman, “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatıyor mu?” başlıklı makalesinde (Milliyet, 11 Mayıs 2013) şöyle diyor: “Çözüm süreci, Türkiye içinde belli bir kesim tarafından, Türkiye’yi zayıflatıcı bir gelişme olarak algılanırken, Türkiye dışında Türkiye’yi bölgesel düzeyde güçlendirecek ve zenginleştirecek bir gelişme olarak algılanıyor.” Keyman bu “saptamasını” çözüm sürecini konuşmak üzere gittiği ABD’deki düşünce kuruluşu temsilcilerinin, akademisyenlerin ve gazetecilerin görüşlerine dayandırıyor. Nitekim içerideki aktörler de “çözüm sürecini” benzer şekilde, “Türkiye’yi Kürtlerle büyütmek”, “Ortadoğu’daki sınırları anlamsız hale getirmek” gibi sözlerle savunuyorlar.

Ve “Baş akilDavid Phillips...  “Çözüm sürecinin” mimarlarından biri, sık sık Ankara’ya geliyor, AKP Hükümeti’ne akıl hocalığı yapıyor. İşte bu David Phillips, lafı dolandırmadan AKP-PKK “barış süreci”nin sonucunu ilan etmiş: Türkiye ve Kürdistan konfederasyon olacak! (Hürriyet, 11 Mayıs 2013)

Dönelim tekrar Fuat Keyman’ın “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatmayacak, tersine güçlendirecek” tezine… Keyman bu tezini neye dayandırıyor? David Gardner’in ortaya attığı Türkosfer kavramına, yani “Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye arasında ekonomi, enerji zenginlik ve etki alanı” kurulmasına! (Ne parlak laflar değil mi cd )

Biz de zaten hedefin Kürt Koridoru olduğunu, Washington’un Irak’ın kuzeyinde 20 yılda inşa ettiği Kürt Devleti’ni şimdi Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açmak istediğini, bu operasyonun alt yükleniciliğini AKP ile PKK’nın yaptığını, bu nedenle bir sözde “barış sürecinin” başlatıldığını önemle belirtiyoruz.
Ancak sorun asıl bundan sonra başlıyor.

Eğer Çin, Rusya ve İran’ın görmezden geldiğini ve Irak ile Suriye’nin, topraklarına el konulmasını sessiz kaldığını varsayarsak, başlangıçta, 780 bin km karelik ülke toprakları Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi ile genişlemiş olur! Diyelim ki oldu ve Kürtler emperyalizmin Ortadoğu’daki kurşunu olmaya, Türk Ordusu da AKP’nin aldığı enerji rüşveti karşılığında boru bekçiliği yapmaya ve komşularına zor kullanmaya razı oldu… Peki ya sonrası?

İşte Fuat Keyman, David Gardner ve David Phillips’in şimdilik hiç değinmedikleri gerçek bundan sonra kendini gösteriyor: Türkiye ile konfederasyon kuracak olan Irak, Suriye ve Türkiye Kürtleri, Büyük Kürdistan olarak bağımsızlıklarını ilan edecekler! Yani Türkiye önce Kürtlerle “teknik olarak” büyüyecek ama, sonra Diyarbakır merkezli Büyük Kürdistan’ın kopmasıyla küçülecek! “Barış”, “çözüm”, “terörü bitirmek” gibi palavraların arkasındaki çıplak ve yakıcı gerçek işte budur: Büyük Kürdistan, Küçük Türkiye demektir!
Evet, bence de olan ve olacak olan budur. Bu görüşümü daha önceki 28.3.2013 tarihli bir yazımda işlemiştim. O yazıyı kamuoyunun dikkatine, aşağıda yeniden sunmayı görev biliyorum.
***
ABD’nin ve AB’nin –daha doğrusu büyük küresel şirketlerin- Türkiye için geliştirdiği Büyük Tuzak “Osmanlı Milletler Topluluğu” veya “Yeni Osmanlıcılık” olarak karşımıza çıkmıştır. İstiklal savaşımızda olduğu gibi, sinsi bir plan, Türk devletini ve milletini imha planı uygulamaya konulmuştur. Bu bir zokadır ve ne yazık ki hükümet bunu yutmuş görünüyor. “Zoka”nın ne olduğunu önceki yazılarımda açıklamıştım, özetle şudur:
ABD Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan bir devlet, düşman bir devlet… Lozan’ı kabul etmemiştir. Güçlü bir ulus devlet olarak Türkiye’nin varlığını küresel çıkarlarına -daha doğrusu küresel şirketlerinin çıkarlarına- aykırı buluyor. Aynı sebeplerle Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Atatürk Türkiyesi de dahil... Bir süredir bütün gayreti bu yönde…
Türkiye’yi parçalama planı “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Kulağa hoş gelecek laflar söyleyecek, ona değerli bir şey verecekmiş gibi hareket edecek. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde patronluk, ağabeylik vaat ederek, amiyane deyişiyle gaza getirecekler AKP hükümetini... Büyük devlet olma, Ortadoğu’nun hâmiliği, bölgenin patronu olma havucunu sunacaklar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler, Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD hükümeti bir yandan da o klasik “ordo ab chao” stratejisini kullanmakta, yani “istediğin düzeni kurmak için önce kaos yarat!” Yarattığı kaosta Ortadoğu ülkelerini bir bir parçalarken, Türkiye’yi de bölmüş olacak. Süreç içinde “Büyük Kürdistan”ı kurduracak, büyük bir olasılıkla “Ermenistan”ı da araya sokuşturmuş olacak. Bunlar sağlandıktan sonra da “Haddini bil, biz varken patronluk senin neyine, çekil bakalım köşene” denecek –ne yazık ki- bölünmüş, küçülmüş olan Türkiye’ye[i].
Kürdistan projesi, dünyayı 500 yıldır sömüren Emperyalizm’in, onun dev küresel şirketlerinin asırlık projelerinden biri… Geçmişte İngiltere çok uğraştı üzerinde, bugünse Amerika BOP çerçevesinde gerçekleştirme yolunda. Irak’ta, ülke üç parçaya bölünerek çekirdek oluşturuldu. Sıra Türkiye ve İran’dan yapılacak eklemelere geldi. Planda Suriye de var. Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e ulaşan bir koridor açılacak. Dört parça birleştirilerek Büyük Kürdistan kurulacak. ABD bunu korumasına aldığı Mesut Barzani’nin patronajında gerçekleştirecek, tabiî AKP hükümetinin –en hafif deyimiyle- gafilce desteği ile!... Planla Kerkük petrol boru hattı güvence altına alınıyor. AKP hükümetinin de yardımıyla Suriye’deki Esat rejimine yüklenmelerinin asıl sebebi bu; demokrasi talepleri kılıftan, ambalajdan ibaret… Kitleleri böyle kulağa hoş gelen laflarla uyutuyor, harekete geçiriyor, savaştırıyorlar.
Projenin Türkiye ayağı PKK elebaşısı ile açıktan görüşmelerin başlanması ile, hızlandırıldı. Yukarda belirttim, Türkiye büyüyormuş, bir şeyler kazanıyormuş izlenimi verilerek, elindekiler alınıp, cascavlak bırakılacak ortada; tıpkı ağzındaki peyniri kaptıran karga ile kurnaz tilki öykücüğünde olduğu gibi… Türkiye çok şey kaybedecek, ancak iş işten geçmiş olacak.
 ‘***’
Yukarda dediğim gibi, PKK elebaşısı ile pazarlık artık alenen yapılıyor, hem de birden koyulaşıverdi, neden acaba? Öyle ki gündeme oturtulan mesajlar bile yayınlıyor Öcalan. Neden birden böyle bir sürece girildi? Bir görüşe göre, çünkü, hesapta Irak petrolleri var! Son yapılan tahminler Irak’ı petrol serveti bakımından dünyada birinci sıraya oturtmuş bulunuyor: 350 milyar varil petrol ve trilyonlarca metreküp doğal gaz rezervleri… Bunların önemli bir bölümü de Irak’ın kuzeyindeki Özerk Kürt Yönetimi’nin kontrolünde olan topraklarda… Plan Kerkük başkent yapılarak bu geniş petrol kaynaklarının üzerine oturmak… Ancak Irak merkezî hükümeti buna şiddetle karşı… Ne yapmalı? Gelsin, Amerika’nın “Yeni Osmanlıcılık” planı!...
Plana göre Türkiye, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Barzani’nin hâmiliğine soyunacak. Peki, ne karşılığında?... Tabii, petrol karşılığında!... Antlaşmaya göre Barzani AKP hükümetine Kerkük petrollerinden pay verecek, yeter ki Irak merkezî hükümetine karşı, Türkiye onu koruması altına alsın. Peki, nasıl kotarılacak bu hâmilik? İşte, işin püf noktası burada, çünkü Türkiye’ye hazırlanan tuzak burada karşımıza çıkıyor: Amerikan planı Türkiye’nin hâmiliğinde petrol odaklı bir federatif yapı öngörüyor! Ancak gözden kaçırılan gizli ve nihaî bir hedef var: Büyük Kürdistan… Bütün bu adımlar Türkiye’nin güneyini boydan boya bir yılan gibi saracak olan Büyük Kürdistan’ın inşasına giden adımlar...
ABD bütün bunları M. Barzani’nin, Kürtlerin kara kaşına kara gözüne âşık olduğu için mi yapıyor? Elbette hayır, küresel şirketleri hesabına zengin petrol ve gaz rezervlerini kapatmak için yapıyor; bölgenin stratejik konumu için, İsrail’in yanı sıra tam güven duyacağı bir müttefik devlet daha olsun diye yapıyor. Ancak menfaatleri gerektirdiğinde, onun da kıçına bir tekme vurmaktan çekinmeyecektir[ii].
 ‘***’
Amerika’nın bu “büyüterek küçültme” stratejisini Sadi Somuncuoğlu’nun bir yazısında[iii] da buluyoruz, şöyle yazıyor: AKP hükümeti ile terörist başı arasında varılan mutabakatlar çerçevesinde yapılacak yasal düzenlemelerle, Türkiye Cumhuriyeti devleti iki ortaklı, iki dilli ve özerk bölgeli bir rejime dönüştürülecek. PKK bunları görüp emin olunca, bütün silahlı teröristler Suriye’ye kaydırılacak ve “Kürdistan”ın Akdeniz’e uzanan üçüncü ayağının inşasına başlanacaktır. Bu da sağlanınca ortaya, bir yanda “Türkiye ortaklık devleti”, öbür yanda “Irak ve Suriye federe devletleri” çıkacaktır. En sonra bu üç parçanın birleşmesiyle “konfederal” devlet kurulacaktır. İşte size İsrail’e dost olan yeni bir devlet: “Büyük Kürdistan!”
Somuncuoğlu devam ediyor: Başbakan ve Davutoğlu’nun “Türkiye’yi büyütmek” dediği şey ile, teröristbaşının Nevruz mektubunda bahsettiği “Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Orta Doğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. Misak-ı Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak’taki Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleştirmek” söylemi aynı anlama gelmiyor mu? İyi de dünyanın altını üstüne getirecek böyle bir projenin sahibi Erdoğan, Davutoğlu, teröristbaşı ve Barzani olabilir mi? Mümkün mü bu? Asla!... Konuyla ilgilenen herkesin bileceği gibi, Erdoğan’ın da en az 30 defa “Bize eşbaşkanlık görevi verildi” dediği “Büyük Orta Doğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi”nin (BOP’un) sahibi “Haçlı” emperyalistlerdir.  Projeleri de, ABD’nin malum eski “büyüterek küçültme” tuzağından ibarettir!
‘***’
Ne var ki iş burada da bitmiyor. Aslında plan içinde plan var, Rus matruşkaları gibi desem yeri... Öyle hazırlanmış ki insana dehşet veriyor. Buna göre “Büyük Kürdistan” sadece bir başlangıç… Peki gizli olan nedir o zaman? Asıl proje “Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kuracağız” örtüsü altında “Kürdistan”ı kurarken, Ermenistan’ı da kurmak, Yunanlıların “Megalo idea”larına da yeni kapılar açmak.  Kısacası, bir Türkiye Cumhuriyeti’ni bütünüyle imha planı söz konusu! Bu korkunç komplonun kimi ipuçlarını Arslan Bulut’un bir yazısında[iv] buluyoruz:
7 Mayıs 2000… Fener Rum Patriği Bartholomeos konuşuyor:Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Anadolu’da önceden var olmuş Hıristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hıristiyanların yaşamasına izin vermelidir. Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirse, o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmasını düşünebiliriz.”
2009’un Mayıs ayı… Başbakan Tayyip Erdoğan:  “Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi.”
2008’in Eylülü… Emekli Büyükelçi, TÜSİAD’lı Volkan Vural: Devlet, Ermenilerden özür dilesin, Ermeni ve Rumlar tekrar eski topraklarına dönsün, tekrar vatandaş olsun… Ölen ve tehcire uğrayan insanların torunlarına bir çağrı da yapılabilir. ‘Burası sizin de topraklarınız, gelirseniz size de yer var’ denilebilir. Gelenlere vatandaşlık da verilebilir.”
Nihayet, 2013’ün ilk ayları… AKP’nin Kültür Bakanı Ömer Çelik, beklenen çağrıyı yapıyor: “Geçmişte yapılan bazı yanlışlıklar yüzünden ülkemizi terk etmiş Hıristiyan ve Yahudiler var. Hepsine ’Ülkenize geri dönebilirsiniz’ diyoruz.”
Ve diğer meşum gelişmeler: “Vatandaşlık yasası ile, yıllardan beri Türkiye’de bulunan 60-70 bin Ermenistan vatandaşına ve onların burada doğan çocuklarına, ayrıca Akdeniz sahillerinde yerleşen diğer yabancılara, son olarak da sığınmacı Suriyelilere Türkiye vatandaşı olabilme imkânı tanınıyor. Yunanistan istihbaratı, uzun yıllardır gönderdiği turistler vasıtasıyla, bütün Anadolu’da Eski Rum mallarının envanterini kaydediyor! Tarih Vakfı da Rockefeller Vakfı’nın para yardımı ile Türkiye’nin 10 pilot bölgesinde “Yerel Tarih Grupları” kurarak, Hıristiyanlara ait eski gayrimenkul tapularını ve eski azınlık mezarlıklarını araştırıyor.
‘***’
Yurtseverler!
Demokrasi ile, parti ile, barış teraneleri ile, şununla bununla oyalanacak zaman değil artık.
Birleşin, duruma el koyun.
Unutun, bütün farklılıklarınızı,
Bir an önce bu korkunç planı parça parça edin.
Yoksa, ne vatan kalacak, ne millet, ne de devlet!

===============================
YENİ GÜNCELLEYİCİ NOTLAR 
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN BİRİNCİ DÜŞMANI, PKK İLE EL ELE ÜLKEMİZİ BÖLMEYE ÇALIŞAN, KÜRESEL ŞİRKETLERİN KUKLASI OLAN AMERİKAN HÜKÜMETİ’DİR
ARSLAN BULUT: PKK, 1995’e gelindiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kararlı operasyonları ile yok olmanın eşiğine gelmiş, kısacası ağır bir yenilgiye uğratılmıştı.
PKK’nın yeniden güçlenmesi ise 2003’teki Irak işgalinden sonra başlamıştı. Hem Irak ordusunun terk ettiği silahlarla, hem de daha sonraki yıllarda ABD’nin Irak’taki işgal kuvvetlerinin depolarından çıktığı anlaşılan A-4 ve C-4 patlayıcılarıyla eylem kabiliyeti kazanan PKK, Türkiye’de büyük saldırılar düzenlemeye başlamıştı. Buna karşılık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başlattığı büyük kış operasyonu, ABD’nin baskısıyla sonuç alınamadan sona erdirilmişti.
Birinci Körfez Savaşı sonrasında da PKK’ya havadan silah ve mühimmat atarken suçüstü yakalanan ABD, her zaman PKK’nın imdadına yetişen güç olmuştur.
Oslo’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, gizlice PKK ile masaya oturtan güç, ABD’dir.
Oslo görüşmeleri basına sızdırılınca, “çözüm süreci” ni dayatan da ABD’dir.
Süreç, PKK’nın eylem yapmasını durdurduğu için AKP iktidarının da seçimlerde oy kaybetmesini önleyici bir nitelik kazandığından bugüne kadar sürdürüldü.
ABD, şimdi IŞİD, PKK, PYD ve Barzani güçleri üzerinden sahnelediği oyunda, kendi suçlarını Türkiye’nin üzerine atarak, Türkiye topraklarını da içine alan Kürdistan’ı kurdurmaya çalışıyor.
■Arslan Bulut, Yeniçağ, (4.11.2014)
*
(TÜRKİYE’YE KARŞI TEZGÂHLANAN AMERİKAN-KÜRT OYUNU: BÜYÜK KÜRDİSTAN)
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ: Tür­ki­ye­’ye kar­şı tez­gah­la­nan oyu­nun tam ola­rak an­la­şıl­ma­sı için, AB­D’­nin Or­ta­do­ğu için en önem­li je­opo­li­tik di­zay­nı­nın “Bü­yük Kür­dis­ta­n” pro­je­si ol­du­ğu­nu be­lirt­me­li­yim. Bu pro­je­yi uy­gu­la­ma­da Was­hing­to­n’­un or­ta/uzun va­de­li he­de­fi, ken­di pat­ro­na­jın­da ve AB­D’­ye ve­li­ni­met ola­rak ba­kan Bar­za­ni­’nin yö­ne­ti­min­de bir Kürt je­opo­li­tik hav­za­sı ya­rat­mak­tır. Bu stra­te­jik bir ka­rar­dır.
Bu hav­za­da ilk atı­la­cak adım, Ku­zey Ira­k’­ta Kürt dev­le­ti­nin ilk nü­ve­si­ni oluş­tur­mak, son­ra da bu dev­le­tin Tür­ki­ye­’nin Gü­ney­do­ğu böl­ge­siy­le bü­tün­leş­me­si ve böy­le­ce “Bü­yük Kür­dis­ta­n”­ın ilk aşa­ma­sı­nın ku­rul­ma­sı­dır. “Bü­yük Kür­dis­ta­n”­ın ABD için öne­mi, zen­gin gaz ve pet­rol re­zerv­le­ri­ne sa­hip bu­lun­ma­sın­dan, stra­te­jik ko­nu­mun­dan ve İs­ra­il’­le bir­lik­te böl­ge­de tam gü­ven du­ya­ca­ğı bir ikin­ci müt­te­fik oluş­tu­ra­cak ol­ma­sın­dan ile­ri ge­li­yor. ABD, böl­ge­de ken­di­si­ne bi­at ede­cek ve as­ke­ri kuv­vet­le­ri­nin ope­ras­yon­la­rı­nı sor­gu­la­ma­dan ve hiç­bir kı­sıt­la­ma koy­ma­dan ger­çek­leş­tir­me­si­ni ka­bul ede­cek müt­te­fik arı­yor.
Bar­za­ni­’nin baş­kan­lı­ğın­da oluş­tu­ru­la­cak “Bü­yük Kür­dis­ta­n” dev­le­ti böy­le bir müt­te­fik ol­ma­ya en ide­al aday­dır ve AB­D’­nin böl­ge­sel stra­te­ji­si­nin ki­lit bir un­su­ru ola­cak­tır. İs­ra­il ise si­lah­lan­ma­sı­na aza­mi önem ve­re­ce­ği bu ye­ni dev­let­le, Arap dün­ya­sı­na kar­şı bir müt­te­fik ka­za­na­cak­tır.
■ http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/ugur-dundar/acilim-israri-turkiyeyi-ucurumun-kenarina-getirdi-653968/ (21.11.2014)

[i] C. Dura, “Binmişiz Bir Alamete Gidiyoruz Kıyamete”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/151-bnmz-br-alamete-gdyoruz-kiyamete.html
[ii] C. Dura, “Bizim İçin Çalışacak Biri”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/181-bzm-cn-caliacak-br.html
[iii] Sadi Somuncuoğlu, "On Emir" ve PKK’nın Suriye ayağı,” Yeniçağ, 23.3.2013
[iv] “Arslan Bulut, Erdoğan’ın Tarihi Projesi!” Yeniçağ, 22.3.2013


***