DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 2
Ülkemizi bölmek için atılan adımlar
Tarihi akış ve dünya gerçeği böyledir, ama bugün asırlar ötesinden gelen egemenliğin Türk Milletine ait olmasına itiraz edilmektedir. Bölücü terör örgütü de, “yeni” anayasa sevdası da buradan çıkmaktadır. Egemenliğin sosyal topluluklara dağıtılması amacıyla, alt yapıdan, bir millete göre inşa edilmiş olan devletin temellerinden başlanmıştır. Bu konuda TBMM’den çıkan yasalara bakalım. Örnekleri şunlardır:
. Devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapılması,
. Kürtçenin devlet okullarında seçmeli ders olması,
. Üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılıp, öğretmen yetiştirilmesi,
. Partilere etnik dillerde propaganda imtiyazı tanınması,
. Etnik örgütlenmelerin ve bölücü propagandaların serbest bırakılması,
. Yerel belediyelerin “Kürtçe” yazışma yapmaları,
. Kürtçe bilme şartı ile kamu görevlisi istihdamı,
. Merkezden bağımsız, Bölgesel Kalkınma Ajanslarının kurulması,
. Büyük Şehir Belediyeler Kanunu,
. Kamu Reformu Kanunu,
. Mahkemelerde ana dilde savunma,
. Ana dilde kamu hizmetlerine erişim, (Bekliyor)
. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Komisyonu kurulması (Etnik grupların eşitliği. Bekliyor.)
. Kamuda etnik ayrımcılığa son verilecek (Kurumların etnikleşmesi. Bekliyor)
Bu düzenlemelerle; Anayasamız 2. Maddesinde devletin dili “Türkçe” dediği halde, devlet iki dilli hale getirilmiştir.
Anayasamızın “Giriş” bölümünde ve 6. Maddesinde “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir” dediği halde, devlet iki unsurlu/kimlikli hale getirilmiştir. Kısaca Devlet şimdiden iki ortaklı hale getirilmiştir. Anayasaya aykırı olarak yapılan bu değişiklikler, her şeyden önce ağır bir suçtur. Sahi Kenan Evren ne yapmıştı?
Soruyorlar; “devlet niçin sadece Türk’e ait oluyor?”, “Niçin diğerleri dışlanıyor?” Bu zihniyete göre; Türk Milleti, dünyanın en eski milletlerinden biri değil; sadece Anadolu’da kesintisiz olarak bin yıldır egemenlik ve yüksek bir medeniyet kurmadı; tesis ettiği Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tek sahibi değil; asırlar boyu bu yüksek medeniyet dairesi içinde yaşayan etnik topluluklara mensup bireyler, dışlanmak bir yana, kaynaşarak Türk Milletinin eşit, şerefli birer üyesi olmadı. Türk Milleti, diğerleri gibi etnik bir topluluktur.
Bu zihniyet; inkârcıdır ve sadece Türk’e değil, Yüce Dinimize de, tarihe de, ilme de isyan halindedir. Devleti ve milleti bölme uğruna, bir ve bütün olan ümmeti parçalayarak tevhit akidesini de çiğnemektedir.
Hâsılı dün Sovyetler Birliğinin içimizdeki işbirlikçileri, ülkemizi bölmek için “Halklara özgürlük” diyorlardı; bugün batı işbirlikçileri “etnik gruplara özgürlük” diyor. Arada bir fark var mıdır? Yoktur. Bunun için egemenliğimize ortak olmak isteyen PKK; Habur, Oslo ve İmralı mutabakatı çerçevesinde şu düzenlemeleri bekliyor:
1) Ya Türk adı çıkmalı veya diğer etnik adlar da girmeli,
2) Bütün etnik gruplar, Türk’le eşit konumda olmalı,
3) Ana dillerde eğitimin önü açılmalı,
4) Etnik özerk bölgeler kurulmalı,
5) Genel af sonucunu doğuracak bir düzenleme yapılmalı.
Evet, çözüm denilen açıkça budur. Türk milletinden istenen, 1923 öncesine dönmesi; sanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiç kurulmamış veya bugünlere gelmek için bunca can ve kan verilmemiş gibi. Tekrarlayalım onlar için “çözüm”; Türklerin ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; haçlılar, işbirlikçileri ve PKK ile
anlaşarak “çok ortaklı bir devlet”e razı edilmesidir!
“Yeni” Anayasa için STK’lar devrede
Şimdi de “yeni ve sivil” anayasa için yapılan çalışmalaradeğinelim. Öncelikle TBMM uyum komisyonuna sunulan önerilere bakalım.
Meclise görüş bildiren STK’lardan bazıları şunlar: HAK-İŞ, MÜSİAD, TÜSİAD, TESEV, MEMUR-SEN, MAZLUM-DER, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Abant Platformu, İnsan Hakları Derneği (PKK’nın yan kuruluşu), KESK, İmam
Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği, Ehlibeyt Vakfı vb.
Bunlara, henüz ne olduğu açıklanmayan “yeni ve sivil” anayasayı şimdiden kurtuluş reçetesi gibi tanıtmaya çalışan ve bunun için Türkiye’yi dolaşıp kamuoyu oluşturma gayretine düşen TEPAV’ı da ilave etmeliyiz.
Bunların görüşlerindeki ortak noktalar ise, Anayasadan Türk adı çıkarılmalı, egemenlik açısından bütün etnik gruplar (Türk de dâhil) eşit konuma getirilmeli, ana dilde eğitim ve öğretim yapılmalı, etnik özerklik tanınmalı cümleleriyle özetleyebiliriz.
Bilindiği gibi bu görüşleri; AKP, CHP, BDP, ABD, AB, Barzani, PKK, Dinci-Kürtçü Partiler ve yazarlar, Küreselci ikinci cumhuriyetçiler gibi işbirlikçiler de hararetle savunmaktadırlar.
Bu önerileri biraz daha yakından görelim.
Devlet memurlarının sendikası MEMUR-SEN adına hazırlanan raporda; “Vatandaşlık etnik bir kimliği (Türk’ü) esas aldığından, diğer etnik grupları yok saymaktadır… Bütün etnik grupları referans almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını esas almalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı bulunan herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilmelidir.” (5)
Abant Platformu sonuç bildirisinden okuyalım; Dil konusundaki teklifleri; “Anayasa'da farklı ana dillerde eğitim yapılma hakkı tanınmalıdır. Veya “Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi şartı ile herkes eğitimde ana dilini kullanma hakkına sahip” olmalıdır.
Özerklik konusundaki; “Türkiye'nin idari yapısı, yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) esasına dayanır. Yerel yönetimler üzerindeki her türlü idari vesayet kaldırılmalıdır. Veya merkezden yönetim istisna, yerinden yönetim esastır.” (6)
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın teklifi: “Anayasanın başlangıç bölümü kaldırılmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydası, yeni anayasanın temel felsefesi olmalı. İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin talebi halinde diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca ana dillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır.”(7)
TEPAV’ın ülkeyi tarayan konferansları da oldukça ilginçtir. Başta TBMM Başkanı Cemil Çiçek (yetkisizliğini ve tarafsızlığını unutarak), TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ve parti temsilcileri ile birlikte il il dolaşarak, bol bol “yeni ve sivil” anayasa reklamı yapıyor. Şu ana kadar 12 ilde toplantı yapılmış. Konuşmalarda; mevcut Anayasayı ve 1987’den 2010’a kadar TBMM tarafından yapılan 136 değişikliği aşağılayan, kamuoyunu meçhul bir anayasa için şartlandırmaya çalışan telkinler ve propagandalar yapılıyor. Özellikle, devletimizin milli ve üniter kimliğini
savunanlar eleştiriliyor, içeriği bilinmeyen “yeni ve sivil” anayasanın her derde deva olacağının telkini yapılıyor.
Devlet kimliğini değiştirme adımları
Tarihimizde altı defa yeni anayasa yapıldı, ancak egemenliğimize hiç dokunulmadı. Şimdi ilk defa, resmen Meclis’te tartışılıyor. Çok kimlikli-ortaklı bir devlet yapısı için, ülke sosyal gruplara ayrıştırılıp egemenliğin paylaştırılmasına çalışılıyor. Sanki savaşa girip de mağlup olmuşuz gibi!...
Bu bakımdan Türk milletinin ikna edilmesi gerekiyor. Diyorlar ki; “Dünyamızda milli-üniter devletlerin devri bitiyor… Federasyonlar dönemi başlıyor… Ulus devlet bize dar geliyor… Türkiye’yi büyütmek için, çağa uymak ve federasyona geçmek zorundayız.”
Gerçekten böyle mi? Dünyaya bakalım. Sovyetler Birliği (SSCB) dağıldıktan sonra, bağımsızlığını kazanan 15 devlet milli-üniter yapıda kurulmuştur. Varşova Paktından bağımsızlığını kazanan Merkezi ve Doğu Avrupa’nın 6 ülkesi, milli ve üniter devlet olarak yola devam etti. Çek ve Slovaklar ayrılarak milli ve üniter
devletlerini kurdu. Federal yapıda olan Belçika Krallığı, Flaman ve Valon bölgesi olarak fiilen ikiye bölünmüş durumda, milli-üniter devletlerini kurma mücadelesini vermekteler. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti,
20 yıla varan kanlı etnik çatışmalardan sonra dağıldı ve yerine milli-üniter yapıda birçok devlet kuruldu.
Buna karşılık milli-üniter devlet olarak kurulup da, federasyona dönüşen tek bir örnek yoktur. İşgalcilerin kurduğu Irak Federal Cumhuriyeti hariç. Demek ki, propaganda edilenin tersine, dünyamızda federasyonlar devri bitiyor, milli-üniter devletlere dönüş devam etmektedir. Bunlar iyi niyetli ve dürüst de olmadıklarını her adımda belli ediyor.
Türk Milletini hazmettirme, inandırma ve hatta aldatma yolunda bir iddia da şu: 1982 Anayasası’nda 29 yılda 136 değişiklik yapılmıştır. 1987’den itibaren AKP dönemi dâhil her Meclis ve her iktidar çok sayıda değişiklik yapmıştır. Özellikle AB taleplerinin büyük kısmı aynen yasalaştırılmıştır. Bu sebeple 17 Aralık 2004 Zirve kararıyla, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yerine getirdiği ileri sürülerek, çok övünülen “müzakere” tarihi verilmiştir.
Düne kadar yapılan bütün değişiklikleri, içeriden ve dışarıdan alkışlayanlar, nedense bugün aşağılayıcı bir üslupla itiraz etmekteler. Diyorlar ki;
“136 değişikliğe rağmen bu bir darbe anayasasıdır… Milli iradenin yaptığı bu değişikliklerle de, yamalı bohçaya döndü... Sistematiği bozuldu… Bütünlüğü kalmadı…” Ama esas değişmesi gereken ‘anayasanın ruhu’ kaldı… Bu amaçla “ ‘demokratikleşme’ ”, ‘özgürleşme’ ve “ ‘insan haklarına dayalı’ “ ‘yeni’ ” bir anayasaya ihtiyaç vardır.”
Burada bir parantez açalım ve bir tespitte bulunalım. Çok partili demokrasilerde rejimin temel kurumu olan partilerin bünyelerinde, demokrasi kurum ve
kurallarıyla işlemiyorsa, o ülkede gerçek bir demokrasiden bahsedilemez. Mesela; İktidar partisi tek adam zihniyetiyle yönetiliyor. Bu zihniyet kaldıkça
anayasalara ne yazılırsa yazılsın, değişen bir şey olamaz. Nitekim mevcut Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu, partilerin demokratik esaslara göre
yönetilmesini istediği halde, buna itibar edilmiyor. Rejimin ruhu demek olan bu konuda samimiyet böyle olunca, “demokratikleşme” ve “özgürleşme”
sözlerinin sadece kitleleri aldatmaya yönelik olduğu açıklık kazanıyor.
Parantezi kapatıp şu “yamalı bohça”, “sistematik” ve “bütünlük” bozuldu meselesine dönelim. Fütursuzca denilmek isteniyor ki; 1987’den beri milli irade, hep yanlış yapmıştır. İyi de neden? Acaba meclislerin kabiliyeti mi yetmemiştir? Eğer böyleyse şimdiki Meclisin ehliyetine nasıl güveneceğiz? Bunun için elde bir delil var mı? Hayır. Samimi değiller, çünkü mesele başka. Üstelik AKP dönemi hariç Anayasa değişikliklerinin tamamı Meclis’teki partilerin uzlaşmasıyla olmuştur.
Egemenliğin içi boşaltılıyor
Bu beyanlara, “Yeni” Anayasa’ya gerekçe hazırlamak için başvuruluyor. Mesele çok açık. Bunun için Anayasa’nın “ruhu” denilen ve Anayasa’dan çıkarılmak
istenen maddelere bakmak yeterlidir. Başlangıç bölümünde; “Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü
egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu… Türk Milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve
tevdi olunur.”
. 66. Madde: “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türk’tür.”
. 4. Madde: “Anayasa’nın 1. Maddesindeki Devlet’in şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. Maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3. Maddesi
hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” . 6. Madde: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milleti’nindir.”
42. Madde: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”
Burada bir parantez açıp, 66. Madde üzerinde durmalıyız. Metinde geçen “Türk Devleti” ibaresi “bir ırkı” çağrıştırdığı iddiasıyla, ısrarla çıkarılmak isteniyor.
Hâlbuki burada, Türk olmak için esas alınan “ırk” değil, ”vatandaş” olmaktır. Bu esas, milli devletin temelini teşkil ettiği için çok önemlidir. Devlet yapımızın kilidi gibidir, asla değiştirilmez.
Burada, vatandaşlık ve milli egemenlik konusunda demokratik batıdan çok çarpıcı iki örnek vereceğiz.
Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’ndan
“Madde 116: Alman vatandaşlığı.
(1) Bu anayasadaki anlamda Alman, diğer yasal düzenlemeler saklı kalmak üzere, Alman vatandaşlığına sahip olanlar veya Alman soyundan olup 31 Aralık 1937 tarihindeki Alman İmparatorluğu sınırları içinde kabul edilmiş olan mülteci veya sürgün edilmiş olanlar ile bunların eşi
veya füruu.
(2) 30 Ocak 1933 ve 8 Mayıs 1945 tarihleri arasında siyasi, dini veya ırki nedenlerle vatandaşlıktan çıkarılanlar ve bunların füruu, başvuruları üzerine
tekrar vatandaşlığa alınırlar. Bunlar, 8 Mayıs 1945’den sonra Almanya’da yerleştikleri ve aksine bir istekte bulunmadıkları takdirde vatandaşlıktan
çıkarılmış sayılmazlar.” (8)
Fransa Anayasası’ndan:
Başlangıç: (28 Ağustos 1789 Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi)
“Her egemenliğin özü, esas itibariyle millettedir; hiçbir heyet, hiçbir fert, açıkça milletten gelmeyen herhangi bir otoriteyi kullanamaz.”
“Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişikliğe girişilemez ve böyle bir usul sürdürülemez.”
“Millet, milli mensubiyetlerden husule gelen külfetler karşısında, tekmil Fransızların dayanışmasını ve eşitliğini ilan eder.” (1946 Anayasası’ndan)
“Cumhuriyetin dili Fransızcadır.” (Madde 2)
“Milli egemenlik Fransız halkına aittir”(11) (Madde 3)(9)
Bu iki örnekte de, milletin adı; Alman ve Fransız’dır.
Bütün devletlerde olduğu gibi. Kurucu iradenin ve egemenliğin sahibinin “millet” olduğu gerçeği, Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi ile bütün dünyaya ilan edilmiştir.
Bütün bu gerçeklere ve Türk Milleti’ne rağmen, Türk kimliğinin değiştirilmesi için komik gerekçeler icat edilmektedir. Bunlara göre; “Türk” milletin değil bir
etnisitenin adıdır. Devletin üst kimliği Türk etnisitesi olunca; diğer etnik gruplar inkâr edilirmiş, dışlanırmış, ayrımcılık yapılırmış! Çatışma ve terör de
buradan çıkıyormuş! Bunun yerine üst kimlik Türkiye vatandaşlığı olmalı, egemenlik karşısında her sosyal grup eşit siyasi konuma getirilmeli, böylece
barış sağlanmalıymış! Son olarak da, “akan kanı ve terörü durdurmak” iddiasıyla, İmralı’da PKK başı ile varılan “mutabakat” da, aynen böyle değil mi?
Anayasaya “Türk” ve “Kürt” adı yazılmayacak, yerel yönetimlerin yetkisi, özerkliği ve ana dilde eğitimi kapsayacak şekilde düzenlenecekmiş!
Böylece devleti kuran, meşruiyetin ve gücün kaynağı “Türk Milleti” yerine, coğrafyanın adı olan “Türkiye” ve sosyolojik muhtevası olmayan “vatandaşlık”
getirilecektir. Böylece Türk Devleti ortadan kaldırılmış olacaktır. Neticede, Fransız Devleti, Alman Devleti, İspanyol Devleti, Amerikan Devleti,
Yunan Devleti olacak, ama Türk Devleti olmayacak öyle mi?
“Halklara özgürlük” stratejisini BOP devraldı
“Halklara özgürlük” sloganını 1965-1980 döneminde Sovyetler Birliği yandaşı işbirlikçiler çok kullandı. Bu amaçla mitingler yaparlardı. Her fraksiyonun
çekirdeğinde, “Kürtçü”ler de bulunurdu. Ne tesadüf ki, aynı sloganı şimdi biraz rötuşlayarak AKP’liler, küreselciler, II. Cumhuriyetçiler, dinci ırkçılar ve
Stalinist PKK’lılar kullanıyor. Bir ve bütün olan Türk halkı dün “halklara özgürlük” diye bölünmek isteniyordu, bugün bu iş “etnisitelere özgürlük”
siyasetiyle yürütülüyor.
Ancak şimdi durum çok değişti. İktidar, “ümmet ve yeni Osmanlıcılık” gibi halka hoş gelen söylemlerle; BOP, AB, PKK ve işbirlikçilerin desteğiyle devletin temellerini yıkmaya devam ediyor. Tehlike çok büyük!..
Nereden nereye? Sovyetlerin Türk Milleti’ni bölerek ele geçirme stratejisini, BOP devralmıştır. Sadece Türkiye’de değil, bütün İslam ülkelerinde, aynı siyaset uygulanıyor. Demek ki fitnenin ve vahşetin kaynağı, komünistiyle, kapitalistiyle emperyalizm imiş!
“Yeni” Anayasanın da buna göre, Türk Devleti’ni ve Türk Milleti’ni dağıtacak şekilde hazırlanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Aceleleri olmalı ki, anayasanın çıkmasını beklemeden, ülkeyi etnik parçalara ayıracak kanunlar, İmralı “mutabakatı”na göre peş peşe çıkarılmaktadır.
Osmanlı ve yüce dinimiz alet ediliyor
Devletimizin tasfiyesine karşı halkın tepkisini kırmak için sığındıkları iki değerimiz, Osmanlı ve yüce dinimizdir. Mesela; “Osmanlı herkesin devletiydi,
ama T.C. öyle değil… Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sadece Türklerin devleti olarak kurdu, diğerlerini, Kürdü, Arabı, Lazı vs. yok saydı, inkâr etti, Türkiye’nin temel meselesi budur, bunu çözmek istiyoruz.”
Evet, mesele dönüp dolaşıp, Türk Devleti’nin paylaşılmasına geliyor. Bu belli de, “Osmanlı’da böyle değildi” yalanı çok önemli. Bu hususun üzerinde
durmalıyız. Çünkü meselenin özü buradadır.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDEEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder