ÜMİT Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÜMİT Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2017 Salı

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 2

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 2


AB'nin 3 Ekim 2005'de Çıkardığı Engellerin Stratejik ve Taktik Boyutu 

3 Ekim öncesinde çıkan bütün zorluklara rağmen AB'nin Türkiye ile müzakerelere başlayacağı yüzde yüze yakın bir kesinlik taşımaktaydı. Çünkü, AB, 1999 Helsinki sonrasında Türk iç ve dış politikasında sağladığı mutlak hakimiyetin farkındaydı. AB'ye hiçbir maliyeti olmayan ancak getirisi büyük olan bu kontrolün terk edilmesi akla aykırı görülmekteydi. AB'nin açık bir "hayır" demesi ile Türkiye üzerindeki kontrolü sona erecek ve uluslar arası itibarı ağır 
yara alacaktı.[4] İngiliz gazetesi Guardian, Türkiye-AB ilişkilerini izah etmek için, "ABD'nin Irak'ta işgal ederek yaptığı biz Türkiye'de tam üyelik süreci ile 
gerçekleştiriyoruz" diyerek açıklamaktadır. [5]Üstelik, AB tarafından bu şekilde dışlanma neticesinde Türkiye'nin yeterince zayıflamadan Anadolu'da "Batı 
karşıtı" bir güç olarak toparlanması ihtimali Avrupa Birliği'ni ürkütmekteydi. 

AB'nin siyasi ve hukuki kararlarının menfaatleri karşısında ne kadar çürümüş olduğu, 3 Ekim 2005'de bir kez daha ortaya çıkmıştır. Avusturya'nın Türkiye'ye 
karşı Hırvatistan ile müzakerelerin başlaması talebinin önündeki en büyük engel olan Hırvatistan'ın savaş suçlusu bir generalin yakalanması konusunda AB ile 
işbirliği yapmamasıydı. Konu ile ilgili olarak mahkeme baş savcısı Carla del Ponte Hırvatistan'ı işbirliğine yanaşmamakla suçlayan bir rapor vermişti. Ancak 
3 Ekim 2005 günü Carla del Ponte görüşünü değiştirerek "Hırvatistan'ın mahkeme ile yakın işbirliği içinde" olduğunu bildiren ikinci bir rapor hazırlamıştır. Bu hususun altını çizmemizin nedeni gelecek 15 yıl içinde müzakere süreci içinde bulunacağımız yapının siyasi ve hukuki hiçbir kararının altında ahlaki bir 
endişenin olmadığını göstermektedir. 

AB ile 3 Ekim öncesinde yaşadığımız krizin niteliğini doğru tespit etmez isek gelecekle ilgili yapacağımız çözümlemeler doğru olmaz. Yaşanan ve aşıldığı ileri 
sürülen krizin iki boyutu vardır. Bu iki boyuttanbirisi stratejik boyutu ve bu anlamda AB-Türkiye ilişkilerinin özü ile ilgilidir. Kendi hakkında federasyon mu 
yani yoksa konfederasyon mu olacağı kararını vermemiş ve içinde iki kanadın yoğun bir mücadele verdiği bir AB'nin Türkiye'ye tam üyelik sözü vermesi mümkün değildir. 

Stratejik boyuttaki muhalefete Fransa ve Hollanda'da Avrupa Birliği Anayasası için yapılan referandumda "hayır" çıkması çok önemli yeni bir boyut eklemiştir. 
Fransa'da Avrupa federasyonunu yani bir süper güç olmayı hedefleyen "Avrupa Birleşik Devletlerini" savunan Cumhurbaşkanı ve Fransız Hükümeti, referandumda "hayır" çıkmasında Türkiye ile 3 Ekim'de başlayacak görüşmelerin etkisi olduğunu düşünmüş ve "referandumu tekrarlatmak" üzere kurdukları siyasetlerinde Türkiye'ye karşı açık ve kapalı muhalefete başlamışlardır. Bazı yazarlara göre "hayır" diyenlerin %40'ı Türkiye'nin tam üyeliğine karşı oldukları için Anayasaya "hayır" dediler.[6] Avusturya, bu stratejik krizi kendi menfaatleri doğrultusunda değerlendirmek için ön plana çıkmış, arkasında 
federasyoncu-Türkiye karşıtı cephenin desteğini hissetmiştir. 

3 Ekim öncesinde Türkiye'ye muhalefetin taktik boyutunu ise "3 Ekim'de başlayacak olan/başlayacağına inanılan tarama süreci" oluşturmuştur. 3 Ekim'de müzakereler başlayacak deniliyor ise de başlayacak olan sadece başka aday ülkelerde 3-4 ay, Türkiye söz konusu olunca iki sene sürecek olan tarama 
sürecidir. Bu aşamada yapılan muhalefet görüşmeleri durdurmaktan çok Türkiye'nin tam üyeliğinin önüne yeni şartlar ekleyerek geleceğe yönelik daha güçlü engeller oluşturmaktır. 

AB içinde muhalefeti gerçekleştiren Avusturya'nın muhalefeti sadece 2 Ekim 2005'de yapılan seçimlerle ilgili bir iç seçim manevrasına bağlamamak gerekir. 
İktidardaki Muhafazakarların bu politikasını muhalefetteki sosyal demokratlarda desteklediklerini açıklamışlardır. Tarihsel olarak Türkiye'ye karşı en tepkili 
ülkelerin başında Avusturya'nın gelmesi hiçte şaşırtıcı değil.[7] 

Avusturya'nın Türkiye'ye yönelik muhalefetinin sadeceHırvatistan ile ilgili olduğunu düşünmek yanlış olur. Bazı üye ülkeler adına Avusturya'nın temsilci 
olarak oluşturduğu taktik krizin nedeni ise aslında Türkiye ile taramayı/müzakereyi durdurmak olmamıştır. Mesele öne çıkarıldığı gibi müzakere çerçeve belgesine Türkiye ile müzakerelerin özel statü ile bitebileceğini yazdırmak hiç değil. 

17 Aralık 2004'de imzalanan belgenin birinci maddesi ile Türkiye tam üyelik sürecinin önünün zaman ve görüşmelerin sonucu açısından açık olacağını ve tam üyeliğin gerçekleşmemesi durumunda da Türkiye'nin Birliğe güçlü başlarla bağlı olacağını kabul ederek, kesin belirginleştirmemekle birlikte özel statünün önünü açmıştır. 17 Aralık 2004 belgesine göre yıllarca sürecek müzakerelerin sonucu koca bir hiçte olabilir.

Bu anlamda 3 Ekim 2005 öncesinde ortalıkta dolaşan imtiyazlı ortaklık/özel statü veya şartlı üyelik hatta önce savunma, adalet ve iç işlerinin halledilerek diğer 
konuların zamana yayılmasını öngören "aşamalı bütünleşme" yaklaşımı gibi kavramlar Türkiye üzerinde oluşturulmaya çalışılan psikolojik baskının bir 
parçasıdır. 

AB içindeki Türkiye karşıtı grup 3 Ekim öncesinde Avusturya aracılığı ile çıkardığı taktik krizle dikkatleri başka yöne çekerken, müzakere çerçeve belgesine ilişkileri orta ve uzun vade de zorlaştıracak yeni şartlar ekletme oyunu sergilemiştir. 1999'dan bu yana AB'nin yayınladığı İlerleme Raporları ve 
nihayet 17 Aralık belgesi ile yeni şartların eklendiği düşünüldüğünde AB'nin bu ahlak ve ilke dışı oyunu hiçte yeni değildir. 1999'da Türkiye'ye diğer üye 
ülkeler ile ayni şartlara sahip olacağı sözü verildiği halde o günden buyana sürekli yeni şartlar gündeme getirilmektedir.

Bu çerçevede Türk kamuoyunun dikkatleri İmtiyazlı Ortaklığa yöneltilirken,ortaya "AB'nin Türkiye'yi hazmetmesi" şartı getirilmiş ve Türkiye'ye kabul ettirilmiştir. Esasen, Kopenhag Kriterleri belgesinde bu hususun altı çizilmiştir. Yani bir ülke Kopenhag Kriterlerini yerine getirse de AB tam 
üyeliği güvence altına alınmamaktadır. Ancak burada köklü bir fark vardır. Türkiye, tam üyelik müzakereleri sona erdiği zaman Kriterleri yani ön şartları 
yerine getirmiş olmanın dışında tam üyelik sürecini tamamlamış yani bütün şartları tamamlamış bir ülke olacaktır. Bu anlamda "AB'nin Türkiye'yi 
hazmetmesi" Türkiye'nin önüne konulmuş yeni bir şarttır. 

3 Ekim sonrası ile ilgili olarak ise kısa vade de Türkiye'nin önüne konulacak olan hususları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.

1) KKTC'nin yok olmasına yol açacak, Güney Kıbrıs Rum Kesiminin müzakereler bitmeden siyasi olarak tanınması, 

2) 2006 yılında GKRK'ne Türk liman ve havaalanlarının açılması[8] ve NATO'ya girmesine veto koyma hakkından vazgeçmesi gibi şartlar sadece giriş niteliği taşımaktadır. Büyük Britanya tarafından "Konsey'in Onayı" ile verilen ve bir kelime oyunundan başka bir şey ifade etmeyen AB Belgesinin Helsinki'den sonra Finlandiya Başbakanı Lipponen'in Kıbrıs ve Ege'nin şart olmayacağına dair 57. Hükümete verdiği mektupdan daha fazla değer taşımadığıkısa zaman içinde görülecektir. 

3) Sözde Ermeni soykırımının kabulü, (Bu noktada Avrupa Parlamentosu'nun aldığı soykırım kararını küçümsemek yanlıştır. Çünkü çerçeve belgesinin 8. maddesine göre AP kararları ve deklarasyonları Türkiye için bağlayıcı nitelik taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, Kıbrıs meselesinde de AP'nin kararları ilk çerçeveyi çizmiş daha sonra Kıbrıs AB tam üyeliğinin temel şartlarından birisi haline gelmiştir.)

4) Saldırgan bir devlet olan ve komşu Azerbaycan'ın topraklarının % 20'sini işgal altında tutan Ermenistan ile sınırların açılması,

5) Kürtçe'nin eğitim dili haline gelmesi,

6) Kürtlerin, Zazaların, Arapların, azınlık statüsüne sahip olmayan hristiyanların, Alevilerin azınlık statüsüne sahip olması,

7) AB Müktesabatında yer almayan ırk temelli azınlık tanımlamalarından hareket ederek, Türkiye'ye federal devlet veya bölgesel özerklik statüsünün dayatılması, 

8) Dicle ve Fırat nehirlerinin içinde İsrail'in de temsilcisinin bulunduğu bir heyet tarafından yönetilmesi,

9) Ege Denizinde Türk-Yunan ihtilafının çözülmesi,

10) Müzakere Çerçeve Belgesi'nin 11. maddesi Türkiye'nin daha önce imzaladığı uluslar arası anlaşmaların AB müktesebatına uydurulmasını istemektedir. Bu madde Türkiye'nin özellikle KKTC ile imzaladığı bütün anlaşmaları ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Türkiye'nin KKTC ile imzaladığı anlaşmalar doğal olarak AB müktesebatına aykırıdır. 

Bütün bunların sıra ile gündeme gelmesi ile beraber Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkiler büyük bir gerilime girecektir. AKP Hükümeti ile basının kurmuş olduğu ittifak her ne kadar Türk halkına yönelik bir perdeleme çalışması gerçekleşirse de kaçınılmaz olarak gelişmeler kamuoyuna sızacaktır. AKP'li eski Dış İşlerine Bakanı ve TBMM AB-Türkiye İlişkileri Komisyon Başkanı Yaşar Yakış, AKP'nin gelecek programı ile ilgili ipucu verecek şekilde "Rum gemileri ve uçaklarına Türk liman ve havaalanlarının açılmasının dünyanın sonu olmadığı" değerlendirmesini yapmıştır. Özetle, AKP, Türkiye'yi bir bilinmeze sürüklemektedir. Bu noktada olayları bütünlüğü içinde görebilmek için geriye doğru bir bakış gerekmektedir. 

3 Ekim 2005 Sonrası

3 Ekim neyin müjdecisi, niye bu kadar seviniyoruz acaba diye kendi kendimize sorduğumuz zamanmesele Milliyet gazetesinden aldığımız cevap, 

"
1) Çöp dağlarına son, 
2) Eğlence yerlerinde yüksek sese sınırlandırma, 
3) Atık suların temizlenme zorunluluğu, 
4) Gıdaların pakete gireceği, 
5) Çiftçi kadınların sigortalanacağı, 
6)Taksi ve dolmuşlara makyaj yapılacağı (Milliyet, 5 Ekim 05) 
7) Örgütlenme özgürlüğü gelişecek, 
8) Hava ve su daha temiz olacak, 
9) Açıkta yiyecek satılmayacak, 
10) Otoyollar daha dayanıklı olacak, 
11) Yükler demiryoluyla taşınacak, 
12) Yollara akustik duvar çekilecek, 
13) Yabancı dil eğitimi gelişecek, 
14) Kayıt dışı ekonomi dönemi bitecek, 15) Köyler cazip hale gelecek (Hürriyet, 5 Ekim 06)
İşte Türkiye'nin en fazla satan iki gazetesinin AB tam üyeliğinin Türkiye'ye hediye edeceğini düşündüğü ve ön plana çıkardığı hususlar bunlardır. Bunların gerçekleşmesinin için Türkiye'nin AB tam üyesiolmasının gerekip gerekmediği sorusu bile sorulmamıştır. Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül'ün yorumu ise Türkiye'nin artık çok daha öngörülebilir bir ülke haline geldiğidir. Bir yazar bunu "istikrar ve refah" olarak yorumlamaktadır. Oysa öngörülebilir olmanın ilk özelliği istikrar ve refah değil, "kontrol edilebilirliktir."

3 Ekim tarihi otuz sene sonra incelendiğinde Türkiye'nin aslında 17 Aralık 2004'de sona eren tam üyelik macerasının sona erişinin çok boyutlu olarak teyit 
edildiği tarihtir. Tam üyelik sürecinin sona ermesinin açığa kavuşması ile birlikte, önümüzdeki günlerde/aylarda ve yıllarda AB'nin Türkiye'ye karşı yaşama 
geçireceği saldırgan tavır, ülkemize "istikrar ve refah" değil, aksine huzursuzluk getirecektir.[9] Müzakerelerde çıkacak büyük engellerin yaratacağı 
siyasal ve toplumsal huzursuzluklar, AB Müzakere Sürecinden beklenen hızlı ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma hayalini tamamen ortadan kaldıracaktır.

AB ile Müzakere sürecinde AB'nin Türkiye'den yapmasını istediği yapısal dönüşümler için gereken paranın yılda 30 milyar Avro olduğunu Avrupa Komisyonu hesaplamıştır. [10] Bu paranın AB kaynaklarından Türkiye'ye aktarılmayacağı ve Türkiye tarafından bulunması gerektiği ortadadır. Türkiye gibi yüksek borçlu bir ülkede bu sadece yeni huzursuzluklar anlamına gelecektir.

Bazılarının sandığı gibi AB tam üyelik görüşmelerinin başlaması ile birlikte Türkiye'ye büyük ölçüde yabancı yatırım gelmeyecektir. Benzer bir beklenti 
Gümrük Birliği süreci öncesindeki tartışmalarda da ortaya atılmış ve boş olduğu anlaşılmıştır. İşgücünün pahalı, enerjinin pahalı, bürokratik yapılanmanın ise 
yatırımı güçleştirdiği bir ülke olduğu Türkiye'de Türk işadamlarının Balkan ülkelerine kaçtığı düşünülür ise dışarından sermaye yatırımının geleceğini 
beklemek bir hayal gibi görünmektedir. 

AB tam üyelik sürecinin beklenin aksine huzur değil huzursuzluk getireceği şimdiden anlaşılmaktadır. Çünkü, AB, 3 Ekim 2005 sonrasında hemen yeni 
taleplerle zemin yoklanmasına başlandı. Fransız politikacıları, Avrupa Komisyonu'na verdikleri öneri ile İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nın kurulacak 
bir Boğaz Kurumu aracılığı ile AB ve Türkiye tarafından ortak kontrolünü önerdiler. Ayni önergede Türkiye ve AB'nin göç akımlarını ve Türkiye'nin 
sınırlarını beraber kontrol etmesi gündeme getirilmiştir. Önerge, Türkiye'nin Kafkaslar, Orta Doğu ve Karadeniz bölgesinde önemli bir istikrar unsuru olarak 
bloklardan ve AB'den özerk olması gerektiğini, AB ile özel dış ve savunma politikası bağları oluşturulmalıdır denilmektedir. Böylece, AB, hem Türkiye'yi 
savunmasında kullanacak hem de yükü paylaşmak zorunda kalmayacaktır. 

Ek ProtokolunTBMM'de Onaylanması

Kasım 2005'de AB, Türkiye'nin önüne geçtiğimiz yıllarda hazırladığı ilerleme raporlarına dayanarak yeni Katılım Ortaklığı Belgesi'ni koyacaktır. Son 
müzakereler ve sadece 2004 İlerleme Raporu göz önüne alındığında Türkiye'nin önüne sadece gelecek beş yıl içinde gelecek talepleri aşağıdaki başlıklar 
altında sıralamak mümkündür. Esasen Müzakerelerin başlaması için imzalanması gereken Ek Protokol ile birlikte, AB'nin Rum Kesiminin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak 
tanıma talebi kabul edilmiş olacaktır. 

Üstelik AKP Hükümeti büyük bir ihtimal ile AB'nin isteği çerçevesinde Ek Protokolu imzalarken yayınladığı ve Rum kesimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul etmediğini belirten deklarasyonu TBMM'nin onayına sunmayacak veya Ek Protokol ve deklarasyon TBMM'de ayrı ayrı onaylanacaktır. Öte yandan Avrupa Parlamentosu Ek Protokolu eğer TBMM Ek Protokolü AKP Hükümetinin yayınladığı deklarasyonu onaylamadan onaylar ise kabul edeceğini açıkladı. [11]

Ek Protokolün TBMM tarafından onaylanması meselesi bile başlı başına Türkiye'ye karşı kurulmuş bir tuzak niteliğini taşımaktadır. 1963 tarihli Ankara 
Anlaşması'nın bir parçası olan Ek Protokolün TBMM tarafından onaylanmasına gerek yoktur.Sadece Resmi Gazetede de yayınlanarak yürürlüğe girmesi gereken Ek Protokol TBMM'e de onaylatılarak, Anayasa'nın yeni 90. maddesi gereği uluslar arası anlaşmaların iç hukuka üstünlüğü çerçevesine oturtularak bir başka iktidar tarafından iptali mümkün olmaktan çıkarılacağı gibi, Hükümetin yaptığı deklarasyon da uluslar arası bir anlaşmanın üzerinde olamayacağı için geçersiz olacak.[12]

Sonunda üye olup olmayacağı belli olmayan bir sürecin içine itilen Türkiye'den Avrupa Birliği önümüzdeki 15 yıllık süreç içinde Türkiye'nin geri adım atması 
mümkün olmayan adımlar atmasını istemektedir. Yani Türkiye kendisinden istenen bütün şartları yerine getirecektir. Bu çerçevede örneğin bütün hukuk sistemini değiştiren, Ermenistan sınırını aşan, sözde soykırımı kabul eden, Kıbrıs Rum kesimini tanıyan, KKTC'nin yok olmasına ses çıkarmayan, Türkiye'nin 
politik-idari düzenini üniter devlet yapısı dışına iten bunu kabul eden, NATO'da Rumlarla ortak olan ve daha bir çok geri dönülmez konuda adım atan bir 
Türkiye'ye sonunda "kusura bakmayın, biz sizi hazmedemeyeceğiz" dendiğinde bu ülkenin nasıl bir tepki vermesi beklenmektedir.

Ara Değerlendirme 

AB yetkililerinin mesela "Türk dostu" Alman şansölye Schröder'in "Türkiye'ye kapıyı açık tutmak ulusal çıkarlarımız açısından gereklidir. Türkiye'yi tam 
uzaklaştırarak başkalarının kucağına, bize karşı kullanılmaz üzere düşmesini engelleyelim, tam üyeliğinin de bir felaket olduğunu unutmayalım" derken, tam 
üyelik masallarını AB'nin Türkiye'ye attığı kazıkları Türk halkına affettirecek bir tarzda anlatan eski büyükelçiler, gazeteciler ve akademisyenler içlerine 
nasıl sığdırıyorlar? 

Bu vatana karşı duydukları sevgi bu kadar mı az? Yoksa hayatta sürekli yanılanlar sınıfına mı giriyorlar? Öyle ya AB'cilerin % 90'ının eski 
sosyalistler olduğu ve sosyalizm konusunda ne kadar yanılmış olduklarını düşününce bu sefer haklı olmaları için hiçbir gerekçe bulamıyorum. Ve tarih 
kendisini akılı zannedip sürekli yanılan ahmakları affetmiyor. 

Türkiye'yi aşağılayan bu bakışın Türkiye politikası ise doğal olarak düşmancadır. AB'nin Türkiye düşmanı çizgisini, Avrupa Birlikçi Başbakan, "AB'nin 
Türkiye'de Kürt milliyetçiliğini tahrik ettiğini" açıklayarak, ortaya koymaktadır. Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'de Harp Aakdemilerinde yaptığı 
konuşmada "AB'nin Türkiye Anayasası'nın 3. maddesini ortadan kaldırarak, federal bir devleti hedeflediğini, bunun Türkiye'de bir iç savaşa yol açacağını" ortaya koymaktadır. 

Herhalde bizim sahip olmadığımız belge ve bilgilere sahip olan Başbakan ve Genelkurmay Başkanı, durumun ne kadar vahim olduğunu görmüşler ki, AB'nin 
politikalarını açık bir şekilde açık bir dille eleştirmeye başladılar. Hale cereyan eden sözde Ermeni soykırımı tartışmalarının arkasında da Avrupa 
Birliğinin izini görmemek mümkün değil. Özetle, artık bu halka yalan söylemeyelim. Onurlu veya onursuz, AB tam üyelik politikasında israr etmek, 
Türkiye'yi bir iş savaşa sürüklüyor. 

Türk halkı her geçen gün bir az daha fazla bunun farkına varıyor. Türk milliyetçilerinin görevi, Türk halkına yönelik AB adlı beyin yıkama faaliyetinin 
sonuçlarını ortadan kaldıracak ve onlara doğruyu anlatacak bir karşı propoganda ve bilgilendirme faaliyetinin altına imza atmaktır. "Halk önce AB karşıtı olsun, 
biz ondan sonra AB karşıtı oluruz"şeklinde bir yaklaşımın doğru ve ahlaki olmadığı, Türk milliyetçiliğine yaraşmadığı ortadadır. 

AB politikasının "devlet politikası" olması gibi bir bahanenin arkasına da sığınamayız. Devlet politikası olsa ne olur? Bu devlet hiç mi yanlış yapmıyor? 
Devlet politikası olsa da yanlış olmasa da yanlış. Aslında bu devlet baştan aşağı yanlıştır.Çünkü, devletin kurucu ideolojisi olan Türk milliyetçiliği 1944'de devletten çıkarılmıştır. Bu tarihten sonra yapılan hiçbir şeyden geliştirilen hiçbir politikadan Türk milliyetçileri ve Türk milliyetçiliği 
ideolojisi sorumlu tutulamaz. 

Türk milletinin bugün ki durumundan çoğu zaman zaten yanlış devlet politikaları sorumlu olmuştur. Eğer bu devlet politikalarına meydan okumayıp, onları 
değiştirmeyecek isek nedenTürk milliyetçilerinin bir siyasal partisi olsun ki? Nasıl olsa birileri devlet politikalarını uyguluyor zaten? Artık, "amaların" 
arkasına sığınma dönemi sona ermelidir. Ülkemiz, AB bölücülüğü tarafından bir felake sürükleniyor. MHP, bölünmenin onurlusu olmadığını anslamak ve halka 
anlatmak zorundadır. 

MHP, açık, keskin ve sert bir "AB tam üyeliğine hayır" politikası ile Türk halkının gerçek özlemini olan "bağımsız ve zengin Türkiye modelinin" temsilcisi 
olmalıdır. Halkın şu anda %35'i "Türkiye'nin AB tam üyesi olmasını ister misiniz?" sorusuna "HAYIR" demektedir. Halkın % 82'si "Ermeni soykırımını tanıma pahasına AB tam üyeliği istermisiniz?" sorusuna "HAYIR İstemeyiz" demektedir.[13] 

Türkiye'de "herşeye rağmen AB tam üyeliği" diyen taban % 10'u geçmez. MHP, bu gerçeği görerek, Türk halkına sokulmak istediği çemberden dışarıya yolu 
göstererek öncü olmalıdır. Ülkücü Hareket, Türklüğü Ergenekon'dan çıkaran Bozkurt gibi, 21. yüzyılın başında stratejik bir kıskaç içine alınmış olan Türk 
milletini bu kıskaçtan dışarı çıkaracak atılımı gerçekleştirmelidir. Türk milliyetçileri, Ülkücü Hareket,MHP'nin bu tavrı karşısında büyük bir inanç, 
çoşku ve kararlılıkla partilerini arkasında yer alacaklardır. 

"AB Tam Üyeliği" sürecine açık bir şekilde "Hayır" demek, AB ile ilişkileri sona erdirmek veya ilişkileri mevcut ve bağımsız bir ülkenin kabul etmesinin mümkün olmadığı Gümrük Birliği modeli üzerinde bırakmak mümkün değildir. Bu noktada Türk milliyetçileri, AB ile ilişkiler konusunda ortaya yeni bir model 
koymalıdırlar. 

 AB-Türkiye İlişkilerinde Yeni Model:Serbest Ticaret Bölgesi

Türkiye bu tavizleri sonu belli olmayan bir süreç adına gerçekleştirirken Türk iç politikasında da AB düşmanlığı gittikçe yoğunlaşacaktır. Görüşme sürecinde 
ortaya çıkacak zorluklar, AB'ye karşı bugün manipule ile bastırılmaya çalışılan toplumsal zeminin genişlemesine ve radikalleşmesine neden olacaktır.

AB'nin 1999'da Türkiye'ye aday adaylığı önermiş olması Türkiye'nin tam üyeliğine duyulan arzu ve inançtan değil, Birliğin Türkiye'nin iç ve dış politikası 
üzerinde hakimiyet kurma arzusundan kaynaklanmıştır. 17 Aralık dahil olmak üzere görüşme sürecinde karşılaşılan uygulamalarda Ankara'nın zaman zaman "çifte standart" diyerek yumuşattığı "ahlaksal zeminden yoksunluk" sürecini kanıtlamaktadır. 

Yaşanan süreç, AB'nin Türkiye'nin iç ve dış politikasını mümkün olan en uç noktaya kadar kullanıp Ankara'yı bıktırarak geri çekilmeye zorlama veya Türkiye 
üzerinde tam denetim isteğinden değil, Türkiye'nin çılgınca bir tutkuya dönüşmüş olan tam üyelik isteğinden da kaynaklanmaktadır. Ancak, Türkiye'nin yaklaşımı ne kadar yanlış ise AB'nin mevcut samimiyetten uzak yaklaşımı da o kadar tehlikelidir. Her şeyi yapmasına rağmen AB tam üyesi olamayan bir Türkiye kendisini ihanete uğramış hissederek sadece Avrupa Birliği'nin değil AB'nin temsil ettiği herşeyin düşmanı olacaktır. Bu Türkiye ile Avrupa arasında Lozan ile gerçekleşen barışın zihinlerde sona ermesi anlamına gelebilir. 

Bu sürecin durdurularak Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin hızla sağlıklı bir zemine oturtulması için her iki tarafında şimdiye kadar olduğundan daha akıllı 
ve dürüst bir ilişki modeli üzerinde çalışmaya başlamaları gerekmektedir. AB-Türkiye ilişkilerinin sadece tam üyelik modeli çerçevesinde oluşabileceğini 
düşünmek büyük bir hatadır. Aksine böyle bir modelin sadece Türkiye ve AB üzerinde değil, bütün bir Orta Doğu ve Avrasya üzerinde olumsuz etkileri 
olacaktır. 

Türkiye'nin AB üyeliği kaçınılmaz olarak Türkiye'nin komşularından başlayarak büyük bir coğrafyada ergeç AB tam üyeliği arzusunu uyandıracaktır. AB yanlış bir algılama ile "demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi ve modernleşme" dörtlüsünü gerçekleştirmenin tek aracı olarak görünecektir. Oysa bu doğru değildir.

Türkiye'de modernleşme Avrupa Birliği sürecinden bağımsızdır ve AB tam üyeliği dışında da gerçekleşen bir projedir. Türkiye'nin AB tam üyeliği dışında 
"demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi ve modernleşme" süreçlerini gerçekleştirmesi, AB ve Batı'nın geri kalan kısmı ile sağlıklı ilişkiler içinde 
olması Orta Doğu ve Avrasya'da önemli bir doğru örnek oluşturacaktır. Modernleşmenin AB tam üyeliği dışında da gerçekleştiğinin görülmesi ile 
uygarlıklar arası iletişim ve etkileşim çok daha etkili bir temel üzerine oturacaktır.

Tam üyelik dışında, Türkiye ile AB arasında sağlıklı bir ilişki modelini serbest ticaret bölgesi modeli çerçevesinde oluşturmak mümkündür. Böylece, kendi 
geleceği hakkında bir karar verememiş olan AB'nin üzerinden Türkiye'nin manevi ağırlığı kalkmış olacaktır. Brüksel, bugün izlediği yanlış politikalar ile 
Türkiye'yi bıktırma ve vazgeçirme adına Türkiye'de kendisine düşman bir halk ve devlet oluşturmaktan sürecini durdurur.

Tam üyelik sürecinin durması ve serbest ticaret anlaşmasına geçilmesi ile birlikte AB'nin Kıbrıs, Ege, azınlıklar gibi şartlar öne sürmek hakkı 
kalmayacağı gibi Türkiye'nin AB tam üyeliği için AB'ye Ulusal Program'da taahhüt ettiği yükümlülüklerden arınmış olacaktır. Ankara, Ulusal Programı tekrar gözden geçirerek tadilat yapmalı, milli dinamiklerden kaynaklanan bir yeniden yapılanma süreci içinyaşama geçirilmelidir.

Serbest ticaret bölgesi anlaşmasının gerçekleştirilmesi için mevcut Gümrük Birliği anlaşmasının tam üyelik sürecinin iptal edilmesi gerekmektedir. Türkiye, 
AB ile serbest ticaret bölgesi modeli çerçevesinde ilişkilerini yeniden şekillendirilirken Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkilerin özel niteliği 
gözönüne alınarak Türkiye'ye bazı ayrıcalıklar sağlanması gerekmektedir. Türkiye, AB ile Serbest Ticaret Bölgesi oluşturacak olmasına rağmen,2004 ve 
2008'de tam üye olacak olan ülkelerin faydalandığı mali katkıların ciddi bir bölümünden faydalanmalıdır. Türkiye, Birliğin Komisyonlarında temsil 
edilmelidir. Türkiye ile AB arasında özel bir komisyon kurulmalı ve Birliğin Dış İlişkiler ve Savunma konularındaki çalışmalarını Türkiye ile koordine etmesi 
sağlanmalıdır. Yeni model, hem Birlik-Türkiye ilişkilerine hem bölgeye hem küreye çok olumlu katkılarda bulunacaktır.


Sonuç

Cumhuriyetimiz, Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılı ile karşılaştırabileceğimiz bir dönemden en uzun on yılından geçmektedir. AKP başta olmak üzere Türk siyasal seçkinlerinin "yılan karşısında hipnotize olmuş tavşan" ruh hali ile devleti yönetmeleri ülkemizi büyük bir felaketin sınırına getirmiş durumdadır. İçinden geçtiğimiz günlerde AKP'nin teslimiyetçi ve federasyoncu zihniyetinin medya ile yoğun bir işbirliği halinde anılan felaket sürecini sürdürmekte kararlı olduğu görülmektedir. TBMM içindeki ve dışındaki muhalefet etkisizdir. Bu durumda Türk halkı çaresiz görünmektedir. 

Bu noktada aksiyoner Türk milliyetçisi aydın ve kurumlara büyük görev düşmektedir. Varlıkları ile milli tepkinin öncüsü ve milli duruşun temsilcisi 
olması gerekenler, aksine milli tepkinin tıkacı haline gelirler ise Türk milliyetçilerine düşen görev bir yandan onları harekete geçmeye itmek ama 
harekete geçmelerini beklemeden harekete geçerek onların tepkisizliklerini aşarak milli görevi üstlenmek olmalıdır. 

Türk milliyetçisi aydınların, Türk milletine, bu aziz soyun tarihine, kültürüne, varlığına ve Cumhuriyeti kuranlara karşı üstlerine düşen görevi tekrar 
hatırlayarak, içlerindeki kırgınlığı bir yana atarak, kızgınlıklarını milli bir uyanışın ilk yakıtı haline getirmelidirler.Bu çerçevede bulundukları il, ilçe, 
kurum, kuruluşta sözde Ermeni soykırımından Dicle ve Fırat'ın kontrolunun AB'ye terk edilmesine kadargündeme getirilen bütün AB taleplerine karşı yoğun bir aydınları ve halkı bilgilendirme çalışması yapmalıdırlar. 

Tek parti rejiminin ve faşist bir televizyon-gazete yayıncılığının hakim olduğu bir ülkede milliyetçi aydın ve kitleler bir şeyi değiştirebilirler mi? Sovyet 
yönetimi altında daha da zor koşullarda mücadele eden rahmetli Elçibey veya Mustafa Cemiloğlu gibi isimleri örnek almanın zaruri olduğu günlerden 
geçmekteyiz. Verdiğimiz mücadelenin zor olduğunu biliyorum ancak ne kadar zor olursa olsun, milli haysiyet adınaverilmesi gereken bir mücadeledir bu. 


[1] AB'nin kendisi de AB üyesi ulus-devletlerle karşılaştırıldığı zaman anti-demokratik bir yapılanmadır. Avrupa Dostlar Derneği Genel Sekreteri Giles, 
Merrit International Herald Tribune adlı gazetede yazdığı makalede şöyle demektedir. "Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde seçmenlere bırakılamayacak kadar önemli meseleler var; idam cezası bunlardan biri, Türkiye'nin AB üyeliği ise bir diğeri. Her iki konunda da ana siyasi partiler arasında sıkı bir konsensus var; halbuki bu konuları seçmenlere danışsalar, onlar yanlış karar verebilir."International Herald Tribune, 9 Ekim 2005

[2] Hasan Pulur, "Haberlerden esinlenerek", 19 Ekim 2005, Milliyet

[3] Semih İdiz, „AB Türkİşgücünü kendisi isteyecek", Milliyet, 10 Ekim 2005

[4] Le Figaro, 14 Ekim 2005, Douglas Alexander, "AB daha güçlü olacak"

[5] Üstelik müzakere sürecinin başlaması, AB için Türkiye'yi başta tarım olmak üzere büyük bir Pazar haline getirmiştir. Gümrük Birliği'nin dışında tutulan 
tarım ve hizmetler sektörüne AB üreticileri müzakereler sürecinde girecektir. Le Monde 14 Ekim 2005, Jean Antoine Giansily "3 Ekim kararının olumlu yanları"

[6] bkz. Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 4 Haziran 2005

[7] Bir yandan Avusturya-Macaristan imparatorluğunun mirası üzerinde bir milliyetler ve dinler hoşgörüsü gerçekleştirmiş olan Viyana öte yandan bilinç 
altında kendisini yüzlerce yıl tehdit eden 157 yıl ara ile başkenti Viyana'yı iki kez muhasara eden Türk ordusunu unutamamış olabilir. Öyle ki, Viyana 
belediyesinde 19, yüzyılın ortalarına kadar görevi bir kuleden güneye bakarak Türk ordusunun gelip gelmediğini haber vermek olan bir görevli vardı. 

[8] Eski AB Genel Sekreteri Büyükelçi Murat Sungar, AKP'nin havaalanları ve limanları 2006 yılı içinde açmaya hazırlandığını ima etmektedir. Bkz. 
Cumhuriyet, 10 Ekim 2005

[9] AB sürecinin baş mimarlarından olan İsmail Cem dahi 3 Ekim Müzakere Çerçeve Belgesinin Türkiye ile AB arasında olduğu gibi Türkiye içinde de sorunlar 
çıkarmaya aday olduğunun altını çizmektedir. Cumhuriyet, 18 Ekim 2005

[10] Jorg Reckmann, "Genişleme nereye?", Frankfurter Rundschau, 5 Ekim 2005

[11] AB komiseri Rehn, 7 Ekim 2005'de TBMM'nin Ek Protokol ile birlikte 
deklarasyonu da kabul etmesi halinde müzakerelerin başlamayacağını açıklamıştır. 

[12] Sadi Somuncuoğlu, "Kıbrıs'ta maskeler düşsün", Yeni Çağ 19 Ekim 2005

[13] Türkiye'deki AB faşizminin yaratmak istediği sahte AB heyecanı konusunda Avrupa'da da bazı tereddütlerin başladığı anlaşılıyor. Bir Alman gazetesinde 
"seçkinlere ve kamuoyu yoklamalarına inanılacak olursa, Türkler bu zorluğu göğüs germeye hazır" diyerek Türkiye'deki durumla ilgili şüphe dile getiriliyor.Gerold Büchner, "AB'nin değişmesi lazım", Berliner Zeitung, 5 Ekim 2005


ÜMİT ÖZDAĞ
Uzmanın Diğer Yazıları

  Ordu Astsubayların Omuzlarında Yürür 
  AKP’nin Kürt Açılımı Politikası Milletten Gizlenerek Devam Etmektedir 
  AKP Hükümeti Kerkük’ü Peşmerge Kuşatmasına Terk Etti 
  Öcalan İle Gerçekten Bir Protokol İmzalandı Mı? 
  PKK'nın Girişim Üstünlüğü ve AKP Hükümeti 
  2011 Başında PKK Terörü Nereye Gitmeye Hazırlanıyor? 
  Amerikancı "Başarılı" Dış Politika ve Ermenistan 
  İsrail AKP Hükümetine Tazminat Ödeyecek 
  Neden Üniter-Milli Devlet Modeli Üstündür? 
  Yunan İşbirlikçi Abdullah Öcalan 
  Ateşkes Ya Da Öcalan İle Müzakere Sürecinin Başlaması 
  İnegöl ve Dörtyol Olayları Nasıl Tahlil Edilmeli? 
  Şok Teröre Karşı Alınması Gereken Şok Önlemler 
  İskenderun’da Deniz Kuvvetlerine Yapılan PKK Terör Eylemi Beklenmeyen Bir  Baskın Mıydı? 
  Terörle Mücadelenin Ekonomik Maliyeti veya 300 milyar Dolar Safsatası 
  Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı 
  Demek ki Halk Kürt Açılımının Muhatabı Değilmiş 
  KAMU DİPLOMASİSİ KOORDİNATÖRLÜĞÜ VEYA PROPAGANDA BAKANLIĞI MI? 
  AMERİKAN ORDUSU KUZEY IRAK'A YERLEŞİYOR MU? 
  DTP ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN KAPATILMAMALIDIR 
  10 VE 13 KASIM SONRASINDA KÜRT AÇILIMI 
  10 KASIM'DA KÜRT AÇILIMINI TARTIŞMAK 
  Prof. Dr. Ümit Özdağ-Kürt Açılımı Hangi Şartlar Oluşur İse Başarılı Olur? 
  AKP, Irak Türkmen Cephesi’ne Ne Yapıyor? (1) 
  AKP, Irak Türkmen Cephesi’ne Ne Yapıyor? (2) 
  AKP, 1000 Yıllık Telafer'i Barzani'ye Teslim Ediyor 
  3 Mayıs Türkçüler Bayramı 
  Yeni Bir “Süleymaniye” Girişimi 
  Prof. Özdağ'ın Güler Kömürcü'ye Yazdığı Mektubun Tam Metni 
  Türk-Amerikan İlişkilerinde Girilmesi Zorunlu Aşama: Kontrollü Kriz 
  22 Temmuz 2007 Seçimleri ve MHP 
  PKK Liderlerini Öldürmek 
  Terör Zirvesi Sonrasında Terör Değerlendirmesi 
  Türkiye-İran İlişkilerinde Son Durum 
  Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması 
  Mitingler; Protestolar, Duruşlar 
  Mitingler; Protestolar, Duruşlar 
  Partiler Seçime Hazır Mı? 
  İran Bir Örnek Olabilir mi? 
  Partiler Seçime Hazır mı? 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/avrupa-birligi-arastirmalari-merkezi/2005/11/03/11/3-ekim-ve-sonrasinda-turkiye-ab-iliskileri

***

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 1

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 1



ÜMİT ÖZDAĞ
 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü      
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
03 Kasım 2005 Perşembe,



3 Ekim ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri
3 Ekim 2005, AB ile tam üyelik görüşmelerinin “ Sözde ” başlaması, “ Yeni bir zafer ”, Avrupa’nın yeniden fethi, Türk halkına yeni bir viraj olarak sunuldu.

Türk halkı Avrupa Birliği ile ilişkiler sürecinde kaçıncı zaferi kazandığını dahi unuttu. 3 Ekim'de Türk halkının sevinmeye ikna edilmeye çalışıldığı şey 17 
Aralık 2004'de AB'nin 25 üyesinin Türkiye'ye gerçekleştirmeye söz verdiği şey değil mi zaten? AB ülkelerinin yalan söylemek için ellerinden geleni yaptıktan 
sonra nihayet yine yalan söylememelerine mi bu kadar seviniyoruz? Neresinden bakarsak bakalım, tarihçilerin yüz sene sonra incelediklerinde şaşkınlığa 
düşecekleri, Türk milletinin moral değerlerini ve yüksek menfaatlerini tehdit eden stratejik bir kıskacın içerisine sıkı sıkıya yerleştiriliyor. 

3 Ekim 2005'de yaşanan "planlanmış" gerilimden sonra15-25 sene sürecek ve sonucunda ülkemizin bütün talepleri yerine getirdikten sonra bile tam üye olup 
olmayacağının belli olmadığı Türkiye-AB müzakere sürecinin başlaması için ilk adım atılmıştır.Ancak yukarıda altını çizdiğimiz gibi 3 Ekim 2005'de AB ile 
Türkiye arasında AKP Hükümetinin ve basın organlarının sunduğu gibi müzakereler değil, sadece tarama süreci başlamıştır. 

AB, Türkiye'nin etkilemediği bir süreçte AB üyeleri tarafından hazırlanan Müzakere Çerçeve Belgesi ileTürkiye-ABmüzakere sürecini başlatmak için 
Türkiye'nin Kıbrıs ile ilgili Ek Protokolü imzalamasını şart koşmaktadır. Diğer bir ifade ile TBMM'de yapılacak oylama sonucunda Ek Protokolün imzalanması 
reddedilirse, Türkiye-AB tam üyelik görüşmeleri başlamayacaktır. 

İşte 3 Ekim 2005'de elde edilen sonuç budur. 

Sırası ile "Gümrük Birliği", "AB Uyum Paketleri" ve "17 Aralık 2004"den sonra "3 Ekim 2005" dede "Nihayet Avrupalı olduk" başlıkları atan yazılı basın ve kendi 
halkına karşı psikolojik savaş aracı haline gelen televizyonlar, Türk halkına yönelik olarak gerçekleri perdelemeye yönelik bir yayın süreci başlatmışlardır. 
Hale devam edenbu süreçte, televizyonlarda AB'ci lobinin tek taraflı beyin yıkama faaliyeti başlamıştır. AB'ye ilkesel olarak karşı olanları değil, "bu 
şartlar" ağır diyenlerin bile "ultra demokrat AB'ciler" tarafından, "üçüncü dünyacı", "statükocu", "izolasyoncu", "faşist", "ahmak" veya "derin ve karanlık 
ilişkiler yumağı" olmakla suçlandığı, "AB faşizmi süreci" güçlenerek devam etmiştir. Halen ülkemizde demokrasi adına ağır bir anti-demokratik atmosfer 
hakimdir. Televizyonların büyük bölümü komünizm döneminde SSCB'de yayın yapan televizyon ve radyoların ruh hali ile yayın yapmaktadırlar.[1]

AB lobisinin önde gelen mensubu olan bir gazeteci AB sürecine zarar verebilecek haberlerin "sansür edilmesini" talep ederken, AB fatihi olarak sunulan demokrasi önderi Başbakan Erdoğan kendisi gibi düşünmeyenlerden bahsederken, "Bunların dünyadan haberi yok", "Dar kafalılar", Fosilleşmiş zihniyet", Sermaye ırkçıları", "Bunlar iki koyunu güdemezler", "Bunların okur yazarlıkları da yok", "Bize içerideki düşmanlıklar yeter", "Bu zihniyet sadece çöp üretir" ve "Bunlar marjinaller" gibi kavramlar kullanmaktadır.[2] Anlaşılan AB sürecinde ülkemize demokrasi gelmektedir. 

Tarihsel Arka Plan 

3 Ekim 2005'e geliş sürecinde Türk kamuoyuna yönelik olarak katlanılması zor bir çok taciz yapan Avrupalılar son tacizlerini, 3 Ekim 2005'den hemen birkaç gün önce gerçekleştirmişlerdir.İngiliz parlamenter ve Türkiye-AB parlamentolar arası komisyon eş başkanı, "Türkiye'nin AB'ye girmek için Atatürk resimlerini devlet dairelerinden indirmesi gerektiği", "federal devlet modelini benimsemesi nin gerekli olduğunu" ileri sürmüştür. Bir başka AB yetkilisi, "Orhan Pamuk'u  yargılayan Türkiye'nin AB üyesi olmak için yeterli olamayacağını" iddia etmiştir. Bu haberler, 3 Ekim öncesinde AB-Türkiye ilişkileri ile ilgili çıkan birkaç haberden sadece göze çarpanlardır. Bütün bunların nedeni nedir? AB-Türkiye ilişkilerindeki en temel belirleyici etken nedir?

Türkiye-AB ilişkileri 1000 hatta Atilla ile başlatır ise 1500 senelik tarihsel bir arka plan ve bu arka planın psikolojik yükü olmadan anlaşılamaz. Batı, Türkleri bütün insanlık tarihi boyunca kendisini yenen tek güç olarak görmektedir. Üstelik, batılı anlayışa göre Türkler, Batıyı, Batının gidip onları kendi coğrafyasında bulması neticesinde Türklere ait coğrafyada yenmemişlerdir. Aksine, Türkler Batıyı kendi coğrafyaları olan Asya'nın içlerinden kalkarak gelmiş ve Batıyı, Batıya ait coğrafyalarda 1071'den 1774'e kadar geçen zaman içinde 703 sene boyunca yenmişlerdir.

Batı için Türkiye tarihinin derinliklerinde yatan bir korkudur ve adı "DoğuSorunu" olan psikolojik bir sorundur. Onun için Batının küstahlıklarının gerisinde korku ve aşağılık duygusu vardır. Türklerin Batının sahip olduğu korku ve aşağılık duygusu ile yaşaması mümkündür. Ancak bizim için sorun bizi yönetenlerin zavallılığı ve Batı karşısında içine girdikleri aşağılık duygusudur. 3 Ekim öncesi olduğu gibi ve sonrasının belirleyicisi de bu korku olacaktır. Ancak 3 Ekim 2005'ı doğru anlayabilmek için 17 Aralık 2004 öncesi ve sonrasını doğru değerlendir mek gerekmektedir. 

17 Aralık 2004 Öncesine Bir Bakış

Türkiye'nin hayati menfaatlerini tehdit eden AB'nin talepleri 17 Aralık 2004 öncesinde AB yetkilileri değişik zaman ve yöntemlerle Türkiye'nin önüne yeni 
şartlar getirmişlerdir. Türk siyasal seçkinlerinin çok büyük bir bölümünün akılcı değerlendirmeden uzak olan "AB tutkusu" içinde olduğunu anlayan Brüksel, 
bu zaafı sürekli istismar etmiştir. AB Komisyon üyelerinden Fransız Komiser Türkiye'den 17 Aralık 2004 öncesinde "sözde "Ermeni Soykırımını" tanımasını 
istemiştir. Rum ve Yunan Komiserler ise 17 Aralık öncesinde Türkiye'nin Rum kesimini tanımasını, KKTC'de konuşlanmış askerlerimizi çekmesini gündeme 
getirmişlerdi. Almanlar ve Fransızlar Türklerin serbest dolaşım haklarının engellenmesini talep etmekte idi. Keza, Hatay gündeme getirilmiş, Türkiye-Suriye sorununun çözülmesi talep edilmiştir. 

AB'nin Türkiye'ye yönelik saldırgan, dışlayıcı, aşağılayıcı ve çifte standartlı politikaları kendisini yaşamın her alanında ortaya koyuyor. Türkiye'de bir süre 
önce gerçekleşen ve örgüt üyesi kadınların düzenlediği izinsiz gösteri yürüyüşüne müdahale eden polise yönelik olarak Avrupa Parlamentosu dahil bir çok AB kuruluşundan sert eleştiriler gelmişti. Şimdi benzer olaylar Fransa ve Almanya'da gerçekleşti. Alman ve Fransız polisi hem de çok daha sert bir şekilde sadece lise ve üniversite öğrencilerine müdahale etti.

Türkiye'de bazı aklı başında insanlar haklı olarak AB'nin Fransa ve Almanya'ya karşı da ayni tavrı almasını beklediler. AB'den gelen cevap ise çok öğretici ve 
bir o kadar aşağılayıcı oldu. AB, "Türkiye'nin imajı farklı" yorumunu yaparak, Almanya ve Fransa'nın eleştirilmeyeceğini ortaya koydu. Haysiyetli bir dış 
politikaya sahip bir ülke sadece bu cevap üzerine AB ile bütün ilişkilerini keserdi. 

Yeni Azınlıklar

Bunlardan daha da vahimi ve 2004 AB İlerlemeRaporu'nda yer alan husus, Lozan'da tanınan azınlıkların dışında azınlıkların üretilmesi ile ilgili talep olmuştu. 

İlerleme Raporu'nda şöyle denilmektedir:" Türk yetkililere göre 1923 Lozan Anlaşması altında Türkiye'de azınlıklar yalnızca üç gayri müslim topluluktan 
oluşmaktadır. Ancak, Türkiye'de Kürtlerin de aralarında bulunduğu öteki topluluklarında kültürel ve dinsel kimliklerini muhafaza etme haklarının, ayni 
şekilde uluslar arası hukuk çerçevesine düştüğünü düşünüyoruz." 

AB, 17 Aralık öncesine değin uluslar arası hukukta azınlık tanımı almadığından hareket ederek ve Kopenhag Kriterlerinin sadece bireysel haklar verdiğini öne 
sürerek, Türkiye'nin Kopenhag Kriterlerini kabul etmesi durumunda ortada bir sorun kalmayacağını ileri sürmüştü. Ancak, 17 Aralık öncesinde AB'nin etnik 
azınlık politika ve talepleri geliştirmeye başladığı açık bir hale gelmiştir.

Türkiye İçin Referandum 

1999'da Türkiye'ye önerilen diğer aday üyelerle tam eşitlik ilkesinin bir diğer ihlali ise Fransa'nın Türkiye'nin tam üyeliğinin oylamasının Fransız halkına bir 
referandum ile sunulması kararını alması olmuştur. Fransızların bu kararı daha sonra AB Komisyon Başkanı olan İspanyol Jose Manuel Borroso tarafından da 
desteklendi ve aslında bütün AB üyesi ülkelerin Türkiye için referandum yapılması gerektiği ileri sürüldü. Oysa, Fransız Hükümetinin Türkiye ile AB 
çerçevesinde masaya otururken Fransız halkından yetki almış olması gerekir.

Nüfuz Ajanları

AB'nin Türkiye'ye yönelik, çifte standartlı dayalı, ahde vefa ilkesini çiğneyen, ahlaken kabul edilemez politikaları sürerken, en elim ve vahim gelişme 
Türkiye'deki AB'ci lobinin bilinen adamları, diğer bir ifade ile ülkemizde sürmekte olan AB faşizminin Goebbels'leri Türkiye için ileri sürülen şartların 
ya diğer tam üye adayları içinde ileri sürüldüğünü iddia etmiş ya da "tabii ki Türkiye için özel şartlar ileri sürülecekti, Türkiye farklı bir ülke" diyerek, 
AB'nin ahlaki suçlarını Türk kamuoyu önünde doğrudan veya dolaylı nüfuz ajanları olarak aklamaya çalışmışlardır. 

Kürdistan

17 Aralık öncesinde Türkiye-AB ilişkileri sadece Türkiye'ye yönelik yeni şartlar ile sınırlı kalmamış, ülkemize hakaret, taciz boyutuna ulaşan ve aşağılama 
içeren Brüksel kaynaklı psikolojik operasyonlar da yaşanmıştır. AB Komisyon Başkanı, " Ankara'dan Kürdistan'a geçeceğini " söylemiş, Buna rağmen bu zat TBMM'de konuşturulmuş ve alkışlanmıştır. Bu zat ülkesine döndükten sonra, "İnsanlar istedikleri devletle birleşmek veya bağımsız devlet istediklerini söylemeliler" demiştir.17 Aralık 2004'e bu koşullar altında ulaşılmıştır. 

17 Aralık 2004: Psikolojik Operasyon 

17 Aralık 2004 televizyonlarda Türk kamuoyuna yönelik olarak gerçekleri saklama, perdeleme ve kamuoyunu yanlış noktaya yönlendirme hedefini içeren dezenformasyon süreci olarak gerçekleşmiştir. Kıbrıs, sorun olarak ön plana çekilmiş, dikkatler Kıbrıs üzerinde yoğunlaştırılırken esas noktalar üzerinde hiç 
durulmamıştır.Faşist tek kanal anlayışı ile yapılan televizyon yayını ve AB lobicilerinin bildik yorumları artık basın içindeki namuslu ve vatansever bütün 
vicdanları ayağa kaldırmış durumdadır. 

17 Aralık sonrasında Türkiye-AB ilişkileri yeni bir zemine oturmuştur. Basında yapılan yanlış bilgilendirmeye rağmen ilişkilerin "gerçek yeni zeminini" 
aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür. Tam üyelik müzakerelerinin Türkiye'nin çifte standart uygulamasına maruz kaldığını gösteren temel göstergeleri şunlardır.

1) Görüşmelerin ucu açıktır, hem ne zaman biteceği belli değildir hem nasıl, yani tam üyelikle bitip bitmeyeceği belli değildir. Bu cümleyi takip eden ilk 
cümlede"müzakerelerin tam üyelikle sonuçlanmayacağı durumda" denilerek, "açık-uçluluğun çifte anlamına vurgu yapılmaktadır. İlk paragrafın üçüncü 
maddesinde AB ile Türkiye arasında tam üyeliğin gerçekleşmemesi durumunda, "Türkiye'nin AB'ye sağlam bağlarla bağlanacağı" kaydedilmektedir. Neden Türkiye daha baştan kendisine on-on beş sene yalan söyleyerek, tam üyelik müzakereleri yapan ve sonuçta kendisini tam üye kabul etmeyen bir kuruluşa sonunda tam üyelik dışında sağlam bağlarla bağlanmayı kabul etsin. AKP Hükümeti bunu kabul etmiştir. 

2) AKP Hükümeti sürekli görüşmelerin "doğası gereği" ucunun açık olduğunu ileri sürmektedir. Bunun doğru olması için diğer adaya ülkelere de ucu açık bir üyelik sürecinin uygulanması gerekmekteydi. Oysa, diğer adaya ülkeler, müzakereler sonunda tam üye olacaklarını bildikleri gibi hangi tarihte tam üyeliklerinin gerçekleşeceğini biliyorlardı. "Ucu açık" süreç kavramı ilk kez Türkiye'ye uygulanmaktadır ve bunu Türk halkına görüşmelerin doğası gereği diye "satmaya çalışanlar" yalan söylemektedirler.

3) Görüşmelerin "tam üyelik" ile biteceği kesin değildir. Gerçi, metne, "özel statü" kavramı girmemiştir ama görüşmelerin tam üyelik ile sonuçlanmaması 
durumunda Türkiye'nin isteği ile bir başka ilişki biçimi kurulacağı açıklanmıştır. Tam üye olmak isteyen bir ülkenin normal şartlarda tam üyelik dışında bir modeli talep edeceğini düşünmek akla aykırıdır. Bu maddede ilk kez Türkiye'ye uygulanmıştır.

4) Müzakere sürecinde de Türkiye'ye diğer adaya ülkelere uygulanmayan farklı bir uygulama yoluna gidilmiştir. Diğer aday ülkeler müzakereler başladığında bir kez "Hükümetlerarası Konferans" toplanmakta, daha sonra teknik görüşmeler Avrupa Komisyonu tarafından yürütülmektedir. Oysa Türkiye ile görüşmeler sırasında Hükümetlerarası Konferans her müzakere başlığı için ayrı ayrı görüşecektir. Bu aşamada AB üyesi her ülke Türkiye'nin görüşülen dosyanın gerçekleştirildiğine dair onay verecektir. Aksi takdirde görüşmeler kesilecektir. Bu süreç Türkiye'yi baskı altına almak ve şantaj uygulamak için dayatılmış özel bir uygulamadır. 

5) Diğer aday ülkeler sadece 31 müzakere başlığı çerçevesinde müzakereleri yürütürken Türkiye için sayı 35 başlığa çıkarılmıştır.

6) Tam üyeliğin ruhuna kesinlikle aykırı olarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının serbest dolaşım hakkına sürekli olarak kısıtlama getirilmiştir. 
Burada bir kelime oyunu yapılarak "AB üyeleri gerekli gördüğü sürece" denilmiş, böylece kısıtlamanın daimi olduğu intibaı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 
Öte yandan Birlik yurttaşları Türkiye'de serbest dolaşım hakkına sahip olacaklardır. Bu kabul edilmesi imkansız şartı dahi Türk halkına "AB bir gün 
Türk iş gücünü kendisi isteyecek" diyerek pazarlayan AB lobicilerine raslanmaktadır.[3]

7) Türkiye'ye diğer aday ülkelere yapılan yapısal fonlar ile ilgili mali yardımlar yapılmayacaktır. Türkiye'ye gelecek on yılda yapılacak olan mali yardım 5.5 milyar Euro ile sınırlıdır.

AKP Hükümeti ve basın birlikte bir gerçek algılaması operasyonu yaparak gelişmeleri Türk halkına olduğu gibi değil ama görünmesini istedikleri gibi 
göstermeye çalıştılar. 17 Aralık Belgesi ortaya büyük bir zafer gibi konuldu ve 17 Aralık Ankara'da düzenlenen AKP mitingi ile televizyonlardan naklen 
yayınlanarak kutlandı. Ancak kısa bir süre sonra Türk Dış İşleri Bakanlığı AB'ye bir nota vermek zorunda kaldı. 17 Aralık 2004'ü ve sonrasını anlamak için 3 Ekim 2005'den sonra Kasım 2005 içinde yayınlanacak olan Katılım Ortaklığı Belgesi üzerinde büyük etki yapacağı belli olan AB'nin hazırladığı Türkiye 2004 İlerleme Raporu'nun incelenmesi gerekmektedir. 

2004 Türkiye İlerleme Raporu

AB 2004 İlerleme Raporu'nda Türkiye'yi bir çok acıdan AB standartlarının gerisinde kalmakla suçlayan bir belgedir. Ancak burada üzerinde en fazla 
durulması gereken husus belgenin ön plana çıkardığı Türkiye'nin etnik yapısına yönelik taleplerdir.AB, Türkiye'de azınlık olarak nitelediği Kürtlerin sayısının 
15 ile 20 milyon arasında olduğunu, Alevilerin ise Türk kimliği dışına itilerek, 12 ile 20 milyon arasında olduğunu ileri sürmektedir. Çerkezler 3 milyon, 
Boşnaklar 1 milyon, Romanlar 500 bin olarak nitelendirilmektedir. Hristiyan azınlıkların ise 100 bin civarında olduğu ileri sürülmektedir.

Bazıları, Rapordaki azınlık kavramının önemli olmadığını, Avrupalılar ile bizim azınlık anlayışlarımızın farklı olduğunu ileri sürerek konuyu önemsiz göstermek  tedir. Oysa bir sosyoloji kitabı değil uluslar arası ilişkiler belgesi olan Rapordaki azınlık kavramı BM'in temel aldığı tanıma yakındır. Yani " Azınlık, sayısal olarak bir devletin nüfusunun geri kalanına göre az olan, egemen olmayan konumda bulunan, üyeleri etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur."

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de "sunni Türkler",egemenliği gasp etmiş, diğer etnik grupları egemenlik dışına itmişlerdir. Sunni Türkler, azınlıkta bulunmalarına rağmen devleti kontrolunda tutarak haksız yere egemenliği gasp etmiş gösterilmekte dirler. Böylece sunni Türkleri " Yugoslavya'nın Sırpları " veya 
" Irak'ın sunni Araplar " konumuna oturtulmaktadır. 

AB, azınlık olarak tanımladığı gruplarla ilgili olarak haklar talep etmektedir. Hangi grupların azınlık olarak tanınacağı konusu tamamen AGİT'in Helsinki 
Bildirisine (1975) göre devletlerin karar alanına bırakılmasına rağmen AB Türkiye'ye bu hakkın tanınmamaktadır. Kopenhag Kriterlerinin kabul edilmesinin grup hakları değil, bireysel haklar doğuracağını söyleyen AB şimdi devletler ve anayasa hukuku tarafından tanınan azınlık gruplarının kabul edilmesini talep etmektedir. Bireysel hak ve özgürlükler alanı aşılarak azınlıkların grup hakları alanına girilmiştir.

AB Türkiye Raportörü M. Oostlander'in hazırladığı ve Mart 2004'de kabul edilen raporda Türkiye'nin yeni bir anayasayı yürürlüğe sokması ile Lozan Anlaşmasında  tanınan azınlıklarla ilgili düzenlenmenin değişeceğini ve Ankara'nın Lozan'ın ilgili maddelerinin minimalist yorumundan vazgeçeceğini kaydetmiştir. 

Oostlander'in neden bu kadar kesin konuştuğu belli değildir.

Keza AB daha önce hiçbir ülkeden talep etmediği " BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi "ne Türkiye'nin koyduğu çekinceleri kaldırmasını talep etmiştir. 
Fransa gibi AB üyelerinin imzalamayı reddettiği " Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesini " Türkiye'nin kabul etmesi talep edilmektedir.AB'nin 
Türkiye'den azınlık olarak kabul etmesini istediği grupların çoğunluğu oluşturması gibi sakat bir yaklaşımın yanındaazınlık olarak kabul ettiği 
Kürtlerin " Kendi kaderini tayin hakkını " Avrupa Parlamentosunun kabul etmektedir.

BM 2625 sayılı kararı ile kendi kaderini tayin hakkını,"Hükümeti, halkının tümünü temsil eden ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini bozucu hiçbir 
eylem yapılamaz" denilerek sınırlandırılmıştır. AP, 15 Aralık 1994 tarihli kararında "Türk hükümetinin ülkenin tamamını temsil etmediği kararını alarak 
Kürt halkınınkendi kaderini tayin hakkı olduğunu kabul" etmiştir. Oysa, bütün Türk halkı gibi Kürtçe konuşan yurttaşlarımızda İstiklal Harbi ve Lozan 
Anlaşması ile kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmışlardır ve bir halk her elli senede bir kaderini tayin hakkı kullanmaz. Bu bir kez yapılan bir eylemdir. 

AP, 2004'de ise Öcalan'ın tekrar yargılanmasını, "Azınlık Partilerinin" %10'luk seçim barajından muaf tutulmalarını ve Kürtçenin Kürtlerin yoğunlukta olduğu 
bölgelerde ikinci resmi dil olmasını talep etmiştir. "Azınlık partileri" için barajın düşürülmesi talebi Avrupa Komisyonu İlerleme Raporunda da tekrar 
edilmiştir. Kopenhag Kriterleri öne sürülerek etnik dillerde televizyon yayını gündeme getirildiğinde, bu yayınların sadece, TRT'de ve haftada 30 dakika süre 
ile gerçekleştirileceği söylenmişti. Ancak şimdi yeni girişimlerin gerçekleştirildiğini görüyoruz. 16 Eylül 2004 tarihli Milliyet gazetesinde yer 
alan şu haber önümüzdeki süreçte olacakları anlatmıştır. 

" Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Anadilde yayın yönetmeliği kapsamında, Başvuru yapan 4 Yerel yayın kuruluşuna ' Yönetmelikle öngörülen yükümlülükleri yerine getirin ' mesajı gönderdi. Dün toplanan RTÜK, Diyarbakır, Aktüel Radyo ve Televizyon (ART), Batman Çağrı TV, Diyarbakır Söz TV ve Diyarbakır Gün TV'den gelen talepleri ele aldı. Üst kurul, kuruluşların yükümlülüklerini yerine getirmelerine ve gerekli belgeleri RTÜK'e iletmelerine karar Verdi. 
RTÜK, izin konusunu karara bağlamak için tekrar toplanacak." 

Bu haberden de anlaşıldığı gibi, Türkiye'nin etnikleştirilmesi projesi hızla yürümektedir. Yerel televizyonların Kürtçe yayına başlaması ile birlikte, 
özellikle Güneydoğu Anadolu'da Türkçe öğrenimi hızla gerilemeye başlayacaktır. Haftada 30 dakika etnik dilde yayın şimdi kontrolu hemen hemen mümkün olmayan 24 saat yayına doğru hızla ilerlemektedir.

Kopenhag Kriterlerine uyacağız diye etnik dil ve lehçelerde televizyon yayını yapmaya başlayan Türkiye şimdi yeni bir gelişme ile karşı karşıya bırakılmaya 
hazırlanmaktadır diye yazmıştım "Almanya bir süre sonra Almanya'da yaşayan Kürtlere Kürtçe eğitim imkanını Alman okullarında sağlıyacaktır. Almanya'nın bu 
imkanı sağlamasından sonra BM Kürtçeye "yaşayan etnik dil" statüsü verecektir. Bunu takiben AB bizden Kürtçeyi eğitim dili yapmamız talebinde 
bulunacaktır.Aralık 2004'de 15 sene sonra (belki) AB'ye tam üye olacağı umudu (belki) verilecek olan Türkiye'de AB'ci çevreler, "AB'ye girdik"naraları ile 
"sözde Ermeni soykırımının" kabul edilmesinden "Kürtçenin eğitim dili" yapılmasına kadar bir çok sürecin zararının olmadığı televizyon ve gazete 
köşelerinden bize satmaya başlayacaklardır".

AB-Türkiye Komiseri Verheugen, Türkiye ziyareti sırasında Güneydoğu Anadolu'da PKK'nın gerçekleştirdiği terörü görmemezlikten gelerek, terörün durması için daha fazla kültürel ve kimlik hakkı verilmesi gerektiğini ifade edilmiştir. Verheugen, Türkiye'den bölge için bir kalkınma planı gerçekleştir  mesini istemiş ve Türkiye bu planı gerçekleştirir ise AB'nin çok ciddi fonlar sağlayacağını ifade etmiştir. 

Verhuegen, "Köye Dönüş Projesi"ne de AB'nin verdiği önemden bahsederek, 1990'lı yıllardaPKK veya güvenlik güçleri tarafından köylerinden uzaklaştırılan 
köylülerin köylerine dönmesine destek vermiştir. Her ne sebeb ile olur ise olsun köyden kente göç, sosyolojik anlamda ileri bir aşamaya geçişi temsil eder. 
Tersine göç tarih içinde talidir ve tali olacaktır. AB'nin sosyolojik bir gelişme sürecinin karşısında yer alması sadece "bu insanlar köylerinde oturmak 
istiyorlar onlara yardımcı olalım" şeklindeki saf ve iyiniyetli bir yaklaşımdan kaynaklanamaz. AB, köye yerleşim planını, ilerde başlıyacak bir terör sürecinde 
PKK'nın kırsalda başlatacağı teröre sosyal zemin oluşturmak için talep etmektedir. 

Butalebin diğer bir nedeni, köylerinden ayrılan insanların Batıda büyük kentlere  yerleşmelerinin Güneydoğu Anadolu'da "Kürt homojenliğini" ortadan kaldırmasından duyulan endişedir. AB'nin Türkiye'ye önümüzdeki dönemde İngiltere, Belçika ve  İspanya 'yı çözüm örneği olarak göstermesi bugün ki gelişmeler ışığında şaşırtıcı kabul edilmemelidir.

Özetle Türkiye, 3 Ekim 2005 öncesinde orta ve uzun vade de kendisini etnik bir travmaya doğru sürükleyecek bir yapıyı oluşturmak isteyen bir sürecin içindeydi. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

21 Haziran 2017 Çarşamba

AB’nin Türk Ordusu Hazımsızlığı


AB’nin Türk Ordusu Hazımsızlığı

Yazar: PROF. ÜMİT ÖZDAĞ

Türkiye'de yaşanan yolsuzlukları, medyadaki tek sesliliği görmezden gelmeyi tercih eden Avrupalı parlamenterin, ne hikmetse ilk durağı Milli Savunma Komisyonu oldu.

Türk milletvekillerine, Türk ordusunun harcamalarını ve bu harcamaların bütçe içindeki miktarını sordular. Bununla da yetinmediler. TSK'nın bütçe dışı gelirinin olup olmadığı ve bunların denetlenip denetlenmediği hakkında Türk milletvekillerine sorular yönettiler.

Oysa bu soruların yanıtlarını kendileri de çok iyi biliyorlar. Türkiye'de askeri bütçenin de, diğer kurumların bütçeleri gibi TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda görüşüldüğünü, ardından Genel Kurul'da ele alındığını, TSK'nın harcamalarının Sayıştay tarafından denetlendiğini bilmiyorlar mı? Tabi ki çok iyi biliyorlar.

Avrupa Birliği, Türkiye'yi yeni mi keşfediyor?!! Türkiye, 56 yıldır NATO üyesi değil mi? Türkiye'nin dışında kalan NATO'nun 25 üyesinin 21'i, Avrupa Birliği'nin de üyesi değil mi aynı zamanda?

O Türkiye değil mi Soğuk Savaş döneminde komünizm tehdidine karşı Avrupa'nın ileri karakolu görevini üstlenen; o Türkiye değil mi yarım asır boyunca Güneydoğu Avrupa'nın Sovyetler Birliği tarafından olası bir işgalini önlemek için yüz binlerce gencini Sovyet sınırında tutan?

Türkiye'de bazı sözde aydınların milli damadımız diye diye yere göğe sığdıramadığı, Türk ordusunu her fırsatta eleştirmeyi alışkanlık haline getirmiş Lagendijk efendi, o dönemde Türk ordusunun harcamaları neymiş, neden sormuyor Türk milletvekillerine? 1950'lerden 1990'ların başlarına kadar bu millet, sevgili Avrupalı müttefiklerimiz (!) Kızıl Ordu'nun çizmeleri altında ezilmesin, rahat uyusun diye milyonlarca evladını silah altında tuttu… Neden sormuyor Avrupalı dostlarımız (!) Türk ekonomisine bunun ekonomik yükü neydi diye?

Ne zaman bu aymazlıktan kurtulacağız gerçekten merak ediyorum..AB, Türkiye ve bölge politikalarını daha net çizgilerle belirlemiş ve uygulamanın yollarını arıyor.

Avrupa Birliği, Türkiye'yi üniter bir ulus devlet olarak görmek istemiyor. "Türkiye, üniter bir ulus devlet olarak kaldığı sürece AB üyesi olması mümkün değil." Bunu anlamak için, kahin olmaya gerek yok. Zira uygun zeminde, fırsatını buldukları zaman adamlar, açık açık Türkiye'nin üniter yapısından rahatsız olduklarını ifade etmekten kaçınmıyorlar.

Terör örgütünün TBMM'deki temsilcileri de, Türkiye'nin eyaletlere bölünmesi gerektiğini savunarak Brüksel'in bu projesinin bir an önce yaşama geçmesi için çaba sarf ediyor.

Belli ki Avrupa Birliği, İmralı'daki terörist başına talimat vermiş; o da avukatları aracılığıyla üniter ulus devletin yıkılması için adamlarından harekete geçmesini istiyor.

Türkiye'yi, üniter bir ulus devlet olmaktan çıkarmanın tek yolu ise, Türk ordusunu zayıflatmak. Adamların projesi bu kadar açık…

Irak'ın kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan Brüksel, Washington, Tel Aviv merkezlerinden desteklenen Batı güdümündeki Kürdistan projesinin önündeki en büyük engelin de Türk ordusu olduğunu çok iyi biliyorlar.

Türkiye'deki yandaş medyaları aracılığıyla, Türk milletinin yüzyıllardır Peygamber Ocağı olarak nitelediği ve Türk milletinin en güvenilir kurum olarak gördüğü, ordumuzun itibarını zedelemeye çalışıyorlar.

Türk milleti asla bu tuzaklara düşmeyecek ve şanlı ordumuza kimsenin zarar veremeyeceğini gösterecektir. Ulu Önder Atatürk'ümüzün de vurguladığı gibi dahili ve harici bedhahlar, hiçbir zaman amaçlarına ulaşamayacak Türk Ulusu, Türk İstiklalini ve Cumhuriyeti'ni sonsuza dek koruyacaktır.

ARADIĞIMIZ KUDRET DAMARLARIMIZDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR… 
TANRI TÜRK'Ü KORUSUN…

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/2354


***

22 Şubat 2017 Çarşamba

Erdoğan-Bahçeli Bölünme Anayasasına Neden Karşıyım?




Erdoğan-Bahçeli Bölünme Anayasasına Neden Karşıyım? 


Ümit ÖZDAĞ 



Erdoğan ve Bahçeli ittifakı, Türkiye'yi başkanlık anayasası ile bir bilinmeze doğru sürüklüyor. Üstelik, ülkemizin iç savaş ve bölünme tehlikesi ile en ağır şekilde karşı karşıya olduğu bir dönemde başkanlık referandumu millete zorla dayatılıyor. 

   Erdoğan bile 15 Aralık günü muhtarlara yaptığı konuşmada Türkiye'nin Suriye ve Irak gibi iç savaşa sürüklenmek ve bölünmek istendiğini ifade etmiştir. Bu kadar ağır bir tehdit ile karşı karşıya olan hiç bir ülke, sistem değiştirme riskine girmez. Üstelik Erdoğan bilmeli ki başkanlık için ısrar etmek, Türkiye'yi iç savaşa sürüklemek isteyenlere büyük bir fırsat verecektir. Türkiye, Erdoğan'ın başkanlığına karşı olanlar ve onun başkanlığını destekleyenler diye ikiye bölünmüş durumdadır. Türkiye'de kitlelerin bölünmüşlüğü artık gerçek anlamda bir millî güvenlik sorunu haline gelmiştir.Bundan yıllar önce Yeniçağ'da yazdığım bir açık mektupta kitlelerin bölünmüşlüğünün bir millî güvenlik sorunu haline gelmekte olduğunu ifade etmiştim. Artık bu süreç büyük ölçüde tamamlandı. Birbirine kızgınlıkla bakan Erdoğan yanlısı ve karşıtı grupların içinde, Erdoğan'a taparcasına bağlı olanlar ve ölümüne nefret edenler var. Birisinin arkasında 15 Temmuz deneyimi, diğerinin arkasında Gezi deneyimi var. Sokak deneyimi olan kitlelerin sokağa çıkması kolaydır. 

    Bütün bunlara iç savaş tahrikçilerinin son günlerde daha yoğun işitilen mezhepçi çığlıkları eklenmektedir.Bütün bunlar olurken, Orta Doğu iç savaşının yaşandığı Suriye ve Irak'ta, sınırları değiştirmek isteyen Batı ve Batı'nın işlerini kolaylaştıran IŞİD başta olmak üzere Selefi Cihatçı örgütler, sadece Şia'ya değil, kafir olarak gördükleri Sünnilere de savaş açmış durumdadırlar. Nedense İsrail'e hiç dalaşmayan, İsrail'i gündemlerine dahi almayan bu tekfirciler, İstanbul'a "Konstantinopolis" diyerek fethedeceklerini ileri sürmektedirler. Orta Doğu iç savaşının dalgaları, kitle imha amacı taşıyan bombalı saldırılar ile artık şehirlerimizi kan gölüne çevirebilmektedir.Üstelik kitleler birbirlerine bu kadar kızgınlık ile bakarken savunma ve güvenlik kurumlarımız ağır bir krizden geçmektedir. TSK; FETÖ ve AKP'nin darbeleri altında travma yaşamaktadır. Ordu içinde FETÖ'cü subay oranı hâlâ çok yüksek. Hava ve Deniz Kuvvetleri'nin durumu trajik. Kara Kuvvetleri'nin zamana ihtiyacı var. Özel Kuvvetler sokaktan adam topluyor. Kısaca ordumuz yeniden örgütlenmek için zamana ihtiyaç duymaktadır.Ekonomimiz çok ağır bir krizden geçmektedir. Dış borç ancak yeni dış borç ile ödenebilmektedir. Şubat 2017'ye kadar ödenmesi gereken dış borç 38 milyar Euro'dur. Bir çok büyük firma batmanın eşiğine gelmiştir.Özetle, Türkiye Cumhuriyeti; ordu, istihbarat, dış işleri ve ekonomisini hızla iyileştirmesi gereken bir süreçten geçmektedir. Böyle bir süreçten geçilirken ülkemizin önüne Ukrayna senaryoları koyabilecek bir politik sistem değiştirme girişimi büyük riskler taşımaktadır. Ülkemizin bugün her zaman olduğundan daha fazla millî birliğe ihtiyacı vardır. 15 Temmuz akşamı, %49 ile iktidara gelmenin iktidarda kalmaya yetmediğini, iktidarda kalmak için %100'ün desteğine ihtiyaç duyulan zamanlar olduğunu AKP'ye öğretmiş olmalı. Buna sadece 15 Temmuz gecesi değil, en az önümüzdeki 2 senede de ihtiyacımız var. Ben bunun alınmaması gereken bir risk olduğunu düşünüyorum ve başkanlık sistemi ile ondan önce referanduma, süreci taşıdığı risklerden ötürü karşı çıkıyorum.Anayasa taslağına karşı çıkmamın ikinci nedeni, "Genel Gerekçe" bölümündeki temel yaklaşımdır. Hele bu yaklaşımda 1924 Anayasamıza hakaret edilmesi hiç kabul edilebilir değildir. Genel gerekçe birinci paragrafta şu talihsiz ifade yer almaktadır: "Ülkemizde anayasalar, toplum ve temsilcileri tarafından değil vesayetçi zihniyete sahip elitler tarafından, devleti sınırlamak için değil, toplumu hizaya sokmak için hazırlanmış metinler olmuştur." 1961 ve 1982 Anayasalarının askeri darbeler neticesinde gerçekleşmiş olmasından ötürü eğer bu ifade sadece bu iki anayasa ile sınırlı olsaydı yukarıdaki ifadeye karşı çıkılmayabilirdi. Ancak, 1995, 2001 ve 2010 anayasa değişikliklerinde hangi vesayetçi anlayış hakim olmuştur? AKP, bu açıklaması ile ayrıca 1924 Anayasası'nı yapan, çok büyük bir bölümü İstiklal Harbi'mizin mimarı olan Meclis'in üyelerine de hakaret eden bir tutum sergilemiştir. Bu metni oluşturan kimselere şu söylenmelidir: "Tarihine bu kadar düşman olduğunuz bir ülkenin anayasasını oluşturma gayreti içerisine girmemeniz gerekir." Anayasa teklifine karşı çıkmamın üçüncü nedeni; demokratik düzenin temeli olan güçler ayrılığı müessesesi "Genel Gerekçe"de kendisine yer bulamamıştır. Anayasa Değişikliği Teklifi "Cumhurbaşkanı"nda birleşen bir güçler birliği (Güçlerin "Cumhurbaşkanı"nda birleşmesi durumunu) sistemini hedeflemekte, Meclis'in yetkilerinin önemli bir kısmını "Cumhurbaşkanı"na aktarmaktadır. 

   Genel Gerekçe'nin 1961 Anayasası'nı değerlendiren üçüncü paragrafı, teklifi getirenlerin gözünde, güçler ayrılığı prensibinin bir zayıflık olarak değerlendirildiğini örtük olarak belirtmektedir. Bu durumda güçler ayrılığı müessesesi ancak "Madde Gerekçeleri" kısmına, Cumhurbaşkanlığı makamı hesabına yapılan yetki gasbını gizleyebilmek gayesiyle, uygunsuz bir şekilde girebilmiştir.Erdoğan-Bahçeli anayasasına karşı çıkmamın dördüncü nedeni, anayasa değişikliğinin keyfi ve diktacı bir yönetim kurulmasına yol açacak olmasıdır. Böyle bir keyfi yönetim getirecek olan anayasa değişikliğinin, Türk toplumunun ulaşmış olduğu demokratik kültür seviyesi göz önünde tutulduğunda TBMM'den geçmesi mümkün görünmüyor. TBMM'den geçmesi durumunda ise Türk halkının referandumda "Burası Kuzey Kore, Hitler Almanya'sı, Saddam Hüseyin Irak'ı değil" demesi büyük bir ihtimal. Ancak, olağanüstü hal rejimi ve medyada muhalefeti susturup baskı politikaları ile referandumda "Evet" sonucu alınması durumunda da böyle bir anayasa ile Türkiye'yi uzun süre yönetmek mümkün değildir.Bu noktada bu anayasa değişikliğine karşı çıkmamın beşinci nedeni, böyle baskıcı bir anayasaya karşı oluşacak tepki ile ülkemizin bir iç çatışma ve çalkantı sürecine sürüklenmesinin büyük bir ihtimal olmasıdır. Türk toplumunun büyük ölçüde kamplara ayrıldığı bir dönemde böyle bir anayasanın yürürlüğe girmesi, ülkemizin Ukraynalaşması sürecini tetikleyebilir.Erdoğan-Bahçeli anayasasına karşı çıkışımın altıncı nedeni, bu keyfi yönetim anayasasının en önemli araçlarından yeni anayasada öngörülen "Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi" müessesine karşı çıkmamdır. Bu düzenleme ile 150 seneden buyana devlet geleneğimize hakim olan "İdarenin Kanuniliği" ilkesi ortadan kalkmaktadır. Ayrıca Cumhurbaşkanı bu yetki ile özerk bölge dahi kurabilmektedir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin mevcut Anayasamızdaki kanun hükmünde kararnamelere paralel bir unsur olduğu düşünülebilse de yeni enstrümanın hayata geçmesi için yetki kanununa gerek olmaması akıldan çıkarılmamalıdır. Şu durumda yeni Cumhurbaşkanlığı makamı -kanunlarla çelişmeme kaydıyla- süresi kapsamı ve sayısı belirsiz şekilde yasama faaliyeti gerçekleştirebilecektir. 

   Bu yetkinin Cumhurbaşkanına devletin biçimini istediği gibi belirleme imkanı veren 11., 14. ve 15. maddelerle birlikte düşünülmesi durumunda karşımıza akıl almaz bir güç yoğunlaşması çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi o kadar güçlü bir enstrümandır ve Cumhurbaşkanının yetkilerini o kadar artırır ki "Olağanüstü Hal Yönetimi" başlıklı 119. madde neredeyse gereksiz hale gelmiştir. "Neredeyse" diyorum; zira Cumhurbaşkanı ile TBMM arasında çatışma olması durumunda Meclis'e kalan azıcık imkânı ortadan kaldırmak gerektiğinde kolayca olağanüstü hal yönetimine geçilebilecektir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri (olağan hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden farklı olarak) kanunla çeliştiğinde kanunları geçersiz kılabilmektedir. Olağanüstü hale geçiş kurumsal anlamda kimseye karşı sorumlu olmayan Cumhurbaşkanının kararı ile gerçekleşmektedir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Meclis'e sunulmadığı takdirde bir ay boyunca kanun etkisi üretebilecek, sonra kendiliğinden yürürlükten kalkacaktır.Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile devleti yeniden kurabilmektedir. Anayasa Değişikliği Teklifi'nin 11. maddesinin son paragrafında mevcut Anayasamızın 106. maddesi şöyle değiştirilmiştir: "Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilat yapısı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir." Mevcut Anayasamızın 126. maddesine, Değişiklik Teklifi'nin 15. maddesinin son fıkrası ile "Merkezî idare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş, görev, yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir" eki yapılmıştır. Mevcut Anayasamızın 126. maddesine, Değişiklik Teklifi'nin 14. maddesinin ikinci paragrafında: "Üst düzey kamu görevlilerinin atamalarına ilişkin usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir" emri eklenmek istenmektedir.Erdoğan-Bahçeli anayasa taslağına karşı çıkmamın yedinci nedeni, değişikliğin Erdoğan'a başkan seçilmesi durumunda özerk bölge kurma hakkı veren düzenlemeler içermesidir. Bu hak Erdoğan'a veya bir başka başkana anayasanın idarenin bütünlüğü ve tüzel kişiliğini düzenleyen 123. ve merkezi idareyi düzenleyen 126. maddelerinde yapılması hedeflenen değişiklerle verilmek istenmektedir. Bu ise millî ve üniter devlet düzeni için büyük bir tehdit içermektedir.Erdoğan'ın ve AKP'nin millî ve üniter devleti benimsemediği bilinmektedir. Bu duruşlarını 2013 senesinde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk 4 maddenin değiştirilmesi için TBMM'ye verdikleri değişiklik talebi ile ortaya koymuşlardır. 

   Daha birkaç yıl önce PKK ile müzakere sürecinde İmralı'da Öcalan ile ortak anayasa yazan, Habur'dan gelen teröristler için seyyar mahkeme kuran AKP'nin, bugün üniter ve millî devleti kabul ediyor gibi görünmesine güvenilemez. Başkanlık sistemi kurulduktan sonra ilk iş olarak HDP ve PKK ile yeni bir müzakere süreci başlatacaklarını tahmin etmek zor değildir.Millî ve üniter devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni siyasal ümmetçi duruş açısı ile hiçbir zaman benimsemeyen, her fırsatta Türk Milleti'ne ve millî-üniter devlet anlayışına karşı olduğunu gösteren bir politik zihniyet, fırsatını bulduğu anda Türkiye'yi hızla federasyona ve bölünmeye sürükleyecektir.Erdoğan'ın federasyonu düşündüğü, eyalet modelini savunduğu gizli bir husus değildir. Erdoğan'a başkan seçilmesi durumunda bu doğrultuda adım atmasını sağlayan düzenleme, Anayasa'nın 123. maddesinin üçüncü ve 126. maddesinin ikinci fıkrasının yürürlükten kaldırılması ve yeni bir fıkra eklenmesi ile mümkün hale gelmiştir. Anayasanın 2. ve 3. maddesindeki millî ve üniter devlet anlayışı ancak halihazırdaki 123. ve 126. maddeler ile anlam kazanmaktadır.123. madde devlet teşkilatının düzenlenmesini sağlayan bir maddedir. Madde mevcut hali ile şöyledir: "İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla ve kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulur." Bu madde 3. fıkrasında yapılan değişiklikle şu hale getirilmek istenmektedir: "İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, kanunla veya Cumhurbaşkanı kararnamesiyle kurulur. Üst düzey kamu görevlilerin atamalarına ilişkin usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir." Böylece Cumhurbaşkanı kararnameler ile devletin esas teşkilatını kurma yetkisine kavuşacaktır.126. maddenin eski hali ise şöyledir: "Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir." Değişiklikle madde şu hale getirilmek istenmektedir: "Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Merkezi idare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş, görev ve yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir."Bu değişikliğin gerçekleşmesiyle TBMM'de herhangi bir tartışmaya izin verilmeden, devletin kurumsal yapısını bölgesel zeminde yeniden kurma imkânı ortaya çıkarmaktadır. Bu değişiklik Erdoğan'a Güneydoğu Anadolu'da mesela 10 vilayeti içine alan bir özerk bölge oluşturma imkânı verecektir. Buna yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması kılıfını giydirmek hiç de zor değildir. Esasen MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Oslo görüşmelerine katıldığı zaman kendi katılımından önce yapılan görüşmelerde %90-95 oranında uzlaşıldığını ifade etmiştir. PKK ile yapılan müzakerelere göre ilk aşamada sözde üniter devlet modeli içinde yapılacak bu düzenleme daha sonra anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesi ile federe bölgeye dönüşecektir."Başkan Erdoğan"ın tek başına yapabileceği bir özerk bölge değişikliğinin TBMM'den çıkma ihtimali yoktur. 

Çünkü kamuoyu derhal ayağa kalkacak, AKP geri adım atmak zorunda kalacaktır. Ancak anayasanın 123. ve 126. maddelerinde yapılan böyle bir düzenlemeden sonra Türkiye bir sabah uyandığında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile özerk bölgeyi veya bölgeleri kucağında bulacaktır. Aslında bu madde değişiklikleri Erdoğan'a başkan seçilmesi durumunda devleti tekrar kurma imkanı vermektedir.Türkiye Cumhuriyeti devletini Gazi TBMM kurmuştur. Devlet teşkilatı TBMM'de yapılan ciddi tartışmalar sonunda kurulmuştur. 123. ve 126. maddelerde yapılarak Erdoğan'a verilmek istenen yetkilere İstiklal Harbi'nin Başkomutanı ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bile sahip olmamıştır.

   Erdoğan-Bahçeli Anayasa değişikliğine karşı çıkışımın sekizinci nedeni, Anayasa değişikliğinin ruhunda Cumhurbaşkanının açık bir şekilde TBMM'ye üstünlüğünün kurulmak istenmesidir. Örneğin, Meclis'in, seçimleri ancak 3/5 çoğunlukla, Cumhurbaşkanının ise koşulsuz olarak yenileyebilmesi teklif edilmektedir. Bu talep, güçlerin dengelenmesi değil, Meclis'in açıkça etkisizleştirilmesidir. "Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulmaması halinde, bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak yürürlüğe konur" ifadesini içeren 18. madde, TBMM'nin bütçeyi onaylamamak suretiyle Cumhurbaşkanını denetlemesini bile imkânsız hale getirmektedir.Erdoğan-Bahçeli anayasa değişikliğine karşı çıkmamın dokuzuncu nedeni, değişiklik ile TBMM'nin Atatürk'e vermediği yetkiyi Erdoğan'a vermek istemesidir. Anayasa değişiklik taslağında, Cumhurbaşkanı "Türk Silahlı Kuvvetleri başkomutanlığını temsil edecektir" ifadesi kullanılmaktadır. Dolayısıyla "Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanlığı temsil eder" maddesi değiştirilmek istenmektedir. 

  Bu değişiklik ile TBMM, başkomutanlık görev ve yetkisini kaybetmektedir. Oysa, TBMM 1924 Anayasası'nda bu yetkiyi Mustafa Kemal Atatürk'e vermemiştir. 

  TBMM Anayasa Komisyonu, 6 Nisan 1924'te TBMM Genel Kurulu'na başkomutanlık ile ilgili şu teklifi getirmiştir: "Berri, bahri ve havai bilcümle kuvvetlerin başkomutanı Reisicumhura mevdudur." TBMM bu teklifi reddetmiştir ve 1924 Anayasası Başkomutanlığı şöyle düzenlemiştir: "Başkomutanlık TBMM'nin şahsiyeti maneviyesinde mündemiç olup Reisicumhur tarafından temsil olunur. Kuvayi harbiyenin emir ve komutası hazarda kanunu mahsusuna tevfikan Erkanı Harbiye umumiye riyasetine ve seferde icra vekilleri heyetinin inhası üzerine Reisicumhur tarafından nasbedilecek zata tevdi olunur." 1924'deki TBMM, 2016'daki TBMM'den daha demokratik koşullara sahip olduğu için milletvekilleri, Mustafa Kemal Atatürk'ün başkomutanlığını reddedip maddeyi kendileri düzenleyebilmişlerdir. 2016 yılında ise milletvekillerinin büyük bir bölümü milletten aldıkları vekaleti suistimal ederek görmedikleri bir metnin altına imza atmışlardır. 

   Bu değişikliğin Genel Gerekçesi'nde ileri sürülen geçmiş anayasaların antidemokratik ruh taşıdıkları iddiası böylece kendiliğinden yalanlanmış olmaktadır.Özetle, bilinçli yaşamının tamamını bir Türk Milliyetçisi olarak geçirmiş, bozkurttan başka hiçbir dernek rozeti, üç hilalden başka hiçbir parti rozeti yakasına takmamış bir Türk olarak Türkiye'nin bölünmesinin, Türk milletinin ezilmesinin zeminini açan ve devletin kurucusu büyük Türk milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk'e verilmeyen yetkileri Erdoğan'a veren bir anayasa taslağına imza atmayacağım.Hiçbir makam, mevki ve vaat beni Türk Milleti'ni ve Türk Devleti'ni felakete götürebilecek bir sürecin parçası yapamaz. Aksine, bir iki televizyon kanalı dışında bütün televizyon kanallarının ambargo uyguladığı; bir iki gazete dışında gazetelerin sayfalarını baskılardan ötürü kapattıkları bir dönemde önce yeni anayasa teklifinin TBMM'de 330'un altında kalarak geçmemesi için elimden geleni yapacağım. Bu hususta arkadaşlarım ile birlikte başarısız olursak, bütün Türkiye'yi dolaşarak şehir şehir, ilçe ilçe; köylere kadar yetişebildiğimiz her yerde, milletimize bu değişikliğin Türkiye'yi nereye sürükleyeceğini anlatacağım.Henüz kamuoyu önünde görüşlerini açıklamamış olan 35 MHP milletvekili, Erdoğan'a; 

1) Türkiye'yi özerk bölge üzerinden federasyona götüren bir süreci gerçekleştirmesi, 
2) Otoriter bir rejim kurması, 
3) Atatürk'ün sahip olmadığı yetkilere sahip olması için gereken gücü verecek midir?

   Gerçek bir Türk milliyetçisinin, Ülkücü Hareket'e mensup bir insanın İstiklal Harbi'nin sonunda kurulan millî ve üniter devleti tasfiye edecek bir sürece ortak olmayacağına inanıyorum. MHP milletvekillerinin Türkiye'nin birliği uğruna binlerce gencini şehit veren bir hareketin mensupları olarak, ciğerleri şişirilerek şehit edilen Dursun Önkuzu'yu, kendi kanının oluşturduğu gölde şehit olan Recep Haşatlı'yı unutmadan, Atatürk-Türkeş çizgisine ihanet etmeyeceklerine inanıyorum.Hiçbir makam ve mevki vaadinin, hiçbir vefa duygusunun onları, Türkiye'nin özerklik-federasyon-parçalanma çizgisinin suç ortakları haline getiremeyeceğine inanıyorum. Hiç bir Türk milliyetçisinin bu kara lekeyi çocuklarına ve torunlarına miras olarak bırakmayacağına inanıyorum. 

Kaynak: Erdoğan-Bahçeli Bölünme Anayasasına Neden Karşıyım? - 

Ümit ÖZDAĞ 

7 Aralık 2016 Çarşamba

Batı-Erdoğan ilişkilerinde iki Muhtemel yol, BÖLÜM 2



Batı-Erdoğan ilişkilerinde iki Muhtemel yol, BÖLÜM 2 




     03.01.2015




Ümit ÖZDAĞ
uozdag61@gmail.com

15 Temmuz FETÖ’cü darbesinden sonra darbe öncesinde ortaya çıkan ve darbenin nedenlerinden birisi olan Türkiye ile ABD ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gerilim bir yandan Türkiye’nin Rusya ile gelişen ilişkileri diğer yandan Batı başkentlerinde endişe ile izlenmektedir. Bu endişeler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye yüzünü Şanghay İşbirliği Teşkilatına çevirmeli, orada daha rahat ederiz söylemi ile daha da artmaktadır. Türkiye’nin eksen mi değiştirdiği, NATO ve AB’den ayrılıp ayrılmayacağı hatta çıkarılıp çıkarılmayacağı konuşulmaktadır. Aslında bugün yaşananlar çok şaşırtıcı değildir. Çünkü, Erdoğan’ın önünde 2015’e girerken artık ABD-AB dışında bir baka yolun olduğu açık bir şekilde görülmekteydi. Bunun ile ilgili emareler belirginleşmişti. Batıdan kopma süreci 2015 sonunda daha da güçlenmişti. Aşağıdaki analizi 2 Ocak 2015’de www.21yyte.org’da yayınladım. Kasım 2016’da bu analizde öngörülen sürecin geliştiği görülmektedir. Ümit Özdağ   < http://www.21yyte.org/tr/arastirma/avrupa-birligi-arastirmalari-merkezi/2016/11/28/8540/2015te-bati-erdogan-iliskilerinde-muhtemel-iki-yol
     >

Dün 2015’te Erdoğan’ın önünde Batı ile ilişkilerde birinci seçenek olan taviz ve uzlaşma seçeneğini değerlendirmiştik. Bugün ise ikinci seçeneği ele alıyoruz.
Batı ile çatışma ve kopma seçeneği Erdoğan’ın önündeki ikinci seçeneğin ABD ve AB ile kopma/ilişkileri zayıflatma seçeneği olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD-AB bloğunun ne yaparsa yapsın kendisini tasfiye etmede kararlı olduğuna inanabilir. Bu noktada çıkış, Batı ile ilişkileri zayıflatma seçeneğinde görülebilir. Bu çerçevede Türkiye, AB ile tam üyelik sürecini askıya alabilir ve Gümrük Birliği’nden çıkabilir. Türkiye’nin NATO içinde geri adım atan bir sürece girdiği görülebilir. Birinci seçeneğin gerçekleşeceğini gösteren belirtiler olduğu gibi ikinci seçeneğin gerçekleşebileceğini gösteren gelişmelerde özellikle Ayn el-Arap yani Arap Pınarı çatışmalarından sonra gözlenmeye başlamıştır.

Sert bir dönüş


Kerkük petrollerinin Türkiye üzerinden ABD’nin onayı ile geçirileceğine inanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt koridoru açarak, Kerkük petrollerini Akdeniz’e ulaştırma projesine ABD’nin destek vermesi üzerinde sert bir dönüş yapmıştır. Erdoğan,  “üst akıl”  diye nitelendirdiği ABD’nin Türkiye’nin menfaatlerine saldırdığını birkaç kez açıklamıştır. Erdoğan alışılmadık bir şekilde şöyle konuşmuştur:  “Ne içerideki ihanet şebekelerine (müzakerelerin sürdüğü PKK/HDP’yi ve cemaati kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.”

AB’yi Ürkütmeyelim


Bu arada Kırım ve Ukrayna’da izlediği politikalardan dolayı arası ABD ve AB ile olağanüstü gerilen ve yalnızlaşan Putin ile yalnızlaşan Erdoğan arasında ciddi bir yakınlaşma olduğu görülmektedir. Putin, Erdoğan’ın ikili görüşmelerinde  “AB’yi ürkütmeyelim”  şeklindeki uyarısına  “boş ver önemli değil”  diye cevap verdiğini açıklayıp, Erdoğan’dan delikanlı adam diye bahsetmiştir. Putin yönetiminin önemli isimlerinden olan Evgeniy Fydorov, (Aydınlık, 29 Aralık 2014) verdiği bir demeçte şöyle demektedir,  “Putin’in Türkiye ziyareti çok olumlu geçmiştir. Bu ziyaret insanlığın geleceğini etkileyecek kimi girişimleri başlatmıştır. Amerikan sömürgecilik sistemi sorgulanmaya başlanmıştır... Putin-Erdoğan buluşması, Çin ve Hindistan’ın bu sürece verdiği destekle birlikte Amerikan sömürgecilik sisteminden kurtuluş sürecini başlatmış oluyor. Yani özgür ülkelerden oluşan çok kutuplu bir dünya düzenini. Putin ve Erdoğan bu düzenin ilk tuğlasını koymuş oldular... Rusya, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girmesi için elinden gelen desteği verecektir.”
Bu açıklama, uluslararası ilişkiler alanında büyük bir yeniden yapılanmanın habercisi görünmektedir. Eğer Rus milletvekilinin söyledikleri doğru ise Putin-Erdoğan görüşmesinde İsmet İnönü’nün 1964’deki ifadesi ile  “Dünya yeniden kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır”  içerikli görüşmeler yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Teşkilatı Genel Müdürlüğü kurulması için emir vermiş olduğu bilgisi eğer doğru ise Evgeniy Fydorov’un söylediklerini doğrulamaktadır. İlk aşamada Türkiye, AB ile ilerlemeyen müzakereleri fiilen askıya alıp, Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olabilir. Doğrusu böyle bir adım, Şanghay İşbirliği Teşkilatı içinde büyük bir propaganda başarısı olacaktır. Keza Putin, Erdoğan’ın önünü, Avrasya Ekonomik Birliği-Türkiye ilişkilerini bir şekilde kurumsallaştırma süreci başlatarak Orta Asya’da da açabilir.

Rusya-İran-Suriye


Özgür Suriye Ordusu ile Esad’ın arasını bulmak için Moskova’nın başlatmış olduğu görüşmelerin, Ankara’nın örtülü desteğini alıyor görünmesi ilginçtir. ABD’nin PYD/PKK’yı desteklemesine, Erdoğan Şam ile Rusya üzerinden uzlaşma perspektifini koyarak cevap vermiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun 31 Aralık 2014’te Rusya ve İran Suriye’nin politik dönüşümüne dahil olmalıdırlar açıklaması, bu yeni politikanın bir parçası olarak yorumlanabilir.

30 Milyar Dolar


ABD’nin İran’a yönelik ekonomik ambargonun kapsamını genişlettiği 2014 sonunda Türkiye ise İran ile 1 Ocak 2015’ten itibaren yürürlüğe giren ve amacı iki ülke arasındaki ticaret hacmini 13-14 milyar dolardan 30 milyar dolara çıkarmasını hedefleyen tercihli ticaret anlaşmasını imzalamıştır. Bu adım da Washington’da yüzlerin ekşimesine neden olacak bir adımdır. 

Kriz derinleşecek


Batı ile ilişkilerin kopma süreci içinde olup olmadığını gösterecek en önemli göstergelerden birisi, Ankara’nın, Çin’den alınmasına karar verilen füze sistemleri kararında ısrarcı olup olmayacağıdır. ABD ve NATO’nun bütün muhalefetine rağmen Ankara, Çin füzelerinde ısrarcı olur ise ABD/NATO-Ankara krizi derinleşecektir.

Avrasyacı eksen


Özetle, Erdoğan’ın Batı’ya teslim olması bir seçenek iken diğer seçenek de ABD’nin kendisini gözden çıkardığı inancı ile Batı’yla ilişkileri kopararak Avrasyacı bir eksene kaymasıdır. Bu iki seçenekten birisinin seçilmesi durumunda Erdoğan’ın başta PKK ile müzakereler olmak üzere iç politikada da müttefik ve düşman şekillenmesi yeniden olacaktır. Erdoğan’ın bu seçeneği istese de gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği iç dinamikler değerlendirildiğinde ayrı bir sorudur.

Tahammülsüz tavır


Bu iki seçeneğe eklememiz gereken bir başka seçenek de Erdoğan’ın Batı’yı Rusya-İran-Çin seçeneği ile tehdit edip, vereceği tavizleri iç politik olarak hafifletip, Batı ile uzlaşma seçeneği olabilir. Ancak bu seçenek, Erdoğan’ın 12 yıl boyunca yapmış olduğu politik manevralara artık alışmış olan Batı’nın ulaşılan aşamada tahammülsüz tavrından dolayı oldukça zayıflamış görünmektedir. 2015 bu seçeneklerden hangisinin öne çıkacağının belirginleştiği sene olacaktır.



 2015’te Batı-Erdoğan ilişkilerinde iki muhtemel yol -2- - Ümit ÖZDAĞ

..