İSRAİL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSRAİL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mart 2019 Salı

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Sondaja başlamasının ne gibi sonuçları olacak?

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Sondaja başlamasının ne gibi sonuçları olacak? 



© AP Photo / Petros Karadjias
ANALİZ.,
14:30 10.10.2018
(Güncellendi 14:34 10.10.2018)

Ankara’dan gelen ekim sonunda Doğu Akdeniz’de doğalgaz ve petrol sondaj çalışmalarına başlanacağı açıklamasını değerlendiren Rus uzmanlar, sondaj çalışmaları Ankara’nın Yunanistan, AB ve ABD ile ilişkilerini etkileyebilir ve en büyük risk askeri krizin çıkması.


Kıbrıs-Doğalgaz-Sondaj Platformu

© AP PHOTO / PETROS KARADJİAS


Çavuşoğlu: 

    Türkiye, Doğu Akdeniz'de hidrokarbon faaliyetlerine başlayacak
Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, ekim sonunda Doğu Akdeniz'de hidrokarbon rezervlerinin çıkarılması çalışmalarına başlanacağını söyledi. Türkiye'nin elinde şu an sondaj çalışmaları için Fatih isimli gemi bulunuyor, ancak Güney Kıbrıs resmi olarak bu çalışmalar için izin vermedi.
Avrupa Komisyonu da Türkiye'ye Kıbrıs sahasındaki kaynaklardan kaçınması konusunda uyarıda bulundu. Türkiye ise bölgedeki tüm enerji projelerinde onayının alınmasını istiyor.
Sonuç olarak Akdeniz'deki kaynak meselesi, Ankara, Atina, Mısır ve Güney Kıbrıs arasında gerginlik konusu oldu.
Russia Today'e (RT) konuşan uzmanlar enerji kaynaklarının bölgedeki durumu nasıl etkileyeceğini yorumladı. Uzmanlara göre, Kıbrıs'ın Afrodit, İsrail'in Leviathan ve Tamar, Mısır'ın Zohr enerji sahasından sonra Akdeniz sularındaki petrol ve doğalgazdan Türkiye de pay almak istiyor.

Kuzey Kıbrıs Dışişleri Bakanı Kudret Özersay

    Kuzey Kıbrıs: Doğu Akdeniz'de ya beraber doğalgaz arayacağız ya da her şey duracak.

'TÜRKİYE, İSRAİL, YUNANİSTAN VE KIBRIS ARASINDAKİ KONSORSİYUMA KARŞI ÇIKIYOR'

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi uzmanı Timut Ahmetov "Türkiye aslında İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs arasında Doğu Akdeniz'e yönelik konsorsiyuma karşı çıkıyor. Ankara bu ülkelerin Kıbrıs kara sularında doğalgaz-petrol sahaları oluşturmasını istemiyor, zira böyle bir durumda çıkarılan gazın Avrupa'ya satışından edinilen kârdan sadece Güney Kıbrıs yararlanacak. Türkiye ayrıca statüsü hakkındaki sorun çözülemeyen adanın gaz sahalarından belirli bir kısmı üzerinde hak iddia etmeye çalışıyor" dedi.

‘TÜRKİYE, ASKERİ POTANSİYELİNİ KULLANMAYA HAZIR OLDUĞUNU GÖSTERİYOR'

Ahmetov açıklamalarında "Türkiye diplomatik protestolarının başarısız olması sonucunda artık tavrını gerçek eylemlerle ortaya koymak zorunda kaldı. Bölge için en büyük tehditse sorunun askeri krize dönüşmesi olasılığı" sözleriyle devam etti.
Ahmetov, Türkiye'nin bölgedeki oyunculara askeri potansiyelini kullanmaya hazır olduğunu göstermeye çalıştığını, bunun donanmanın güçlendirilmesinden de anlaşıldığını vurguladı.
Rusya Bilimler Akademisi Uluslararası İlişkiler ve Ekonomi Enstitüsü'nden Yuriy Kvaşnin, Kıbrıs havzasındaki sorunun dünyanın büyük kısmının tanıdığı Kıbrıs Cumhuriyeti ve sadece Türkiye'nin tanıdığı Kuzey Kıbrıs sorunuyla bağlantılı olduğunu ifade etti.
Ancak Kvaşnin, Türkiye de, Kıbrıs'ı destekleyen Yunanistan da NATO üyesi olduğu için sorunun askeri yolla çözüleceğini düşünmediğini belirtti.

Exxon Mobil, yıl sonunda Kıbrıs açıklarında doğalgaz Arayacağını duyurdu AFP 2018 / SAUL LOEB

      ‘ANKARA'NIN YUNANİSTAN, AB VE ABD İLE İLİŞKİLERİ ETKİLENECEK'

Kvaşnin'e göre, Ankara'nın Doğu Akdeniz'de sondaj çalışmalarına başlama girişimleri Yunanistan'la ilişkilerini etkileyeceği gibi, AB ve ABD ile ilişkilerini de etkileyecek. Bu koşullar altında Türkiye'nin yalnız kalmaması önemli. Diğer yandan doğalgaz ve petrol çıkarılsa bile, Türkiye'nin bunları kendi pazarı dışında bir yere göndermesi pek ihtimal dahilinde değil.

     ‘AB, RUSYA'DAN GAZ SEVKİYATINA ALTERNATİF ARADIĞI İÇİN KIBRIS'A DESTEK VERİYOR'

AB ile ilişkilerin akıbetinin nasıl olacağını yorumlayan Ahmetov "Kıbrıs AB'nin desteğini net bir şekilde hissediyor. Bunun nedeni AB'nin Rusya'dan gaz sevkiyatına alternatif araması. Avrupa Komisyonu daha önce Mayıs 2018'de İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan'ın anlaştığı Doğu Akdeniz boru hattı projesini destekledi. Bu proje çerçevesinde Doğu Akdeniz'deki gaz kaynaklarının Yunanistan'dan Avrupa'ya aktarılması mümkün" ifadelerini kullandı.
Ahmetov, Türkiye'nin güvenmediği için sorunu Brüksel ile ilişkileri üzerinden çözebileceğini düşünmediğini de ekledi.


AB Konseyi Başkanı Donald Tusk
REUTERS / PHİL NOBLE

Doğu Akdeniz'deki sondaj krizi, AB-Türkiye zirvesini tehlikeye soktu
     ‘TÜRKİYE, İZOLE OLMAMALI'
Ahmetov "Türkiye her zaman Rusya ile gaz sahası oluşturma konusunda anlaşmalara öncülük edip bu anlaşmaları imzalayabilir. Her halükarda Türkiye için önemli olan izole olmamak, zira ABD ile AB ile ilişkilerinin ciddi şekilde bozulması pek beklenen bir şey değil" dedi.

Kvaşnin ise Rusya'nın kendini konudan olabildiğince uzak tutması gerektiğini savundu. Kvaşnin "Kıbrıs Cumhuriyeti, Avrupa'da iyi ilişkilerimizin olduğu sayılı ülkelerden. Ekonomik alanda yakın ilişkilerimiz var, birçok Rus şirket Kıbrıs üzerinden çalışıyor. Bu nedenle Rusya, Kıbrıs'la ilişkilerini riske atmayacaktır. Diğer yandan Rusya için Türkiye ile tartışmaya girmemek önemli" dedi.

https://tr.sputniknews.com/analiz/201810101035603857-turkiye-dogu-akdeniz-sondaj-kibris-ankara-ab-/

24 Kasım 2018 Cumartesi

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 5


ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,  BÖLÜM 5



RIZA ZARRAB  OLAYI

Zarrab olayında da gösterilen şahin, yaptırımcı tavrın zerresi yok. Muhtarlar toplantısında da, AKP İl Başkanları toplantısında da tribünlere yönelik, prompter’da yazılan şeyleri okuyor. Ama iş icraata geldiği zaman ortada hiçbir şey yok. Zarrab için iki defa nota verdiler. Notanın bir yaptırımı yok.

15 senedir İsrail’le yapılan bütün anlaşmalar her geçen gün katlanarak arttı. “One Minute”dan sonra bile İsrail’le yapılan anlaşmalar katlanarak arttı. Mavi Marmara’dan sonra bile arttı. Hatta IŞİD petrollerinin, bizatihi Cumhurbaşkanı’nın yakınları, damadı ve oğlu vasıtasıyla İsrail’e satıldığına dair çok kuvvetli şüpheler ortada ve bunlar henüz giderilmiş değil. Ortada bir İsrail politikası yok. Trump’a karşılık bir politika da yok. Bence sadece ortalığı idare etmeye yönelik birtakım hareketler var.

Peki hocam, Amerika’da Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster’ın şöyle bir iddiası oldu: “Türkiye ve Katar Radikal İslamcılığın finansörleridir”. Bu cümle sizce doğru mu? Ya da açıklanmaya muhtaç bir cümle mi? Ne dersiniz?

İ.E.: Türkiye’de mevcut hükümet enteresan bir yerde duruyor. Şöyle: “Ilımlı İslam biziz” diye iktidara geldiler. “Milli Görüş gömleğini çıkarıyoruz” diye iktidara geldiler. “Avrupa Birliği’ne gireceğiz” diye iktidara geldiler. Ve iktidara geldiklerinin ilk 15 günü, hatta neredeyse ilk 1 ayı, Erdoğan sürekli dış dünya başkentlerini ziyaret ederek, “Sizinle beraber olacağız. Korkmayın. Sizinle beraberiz, sizin istedikleriniz olacak” diyerek dolaştı durdu. Neredeyse ilk dönem boyunca, yani 2008’lere kadar, Avrupa Birliği’ne girme şampiyonu olarak hareket ediyordu.

Biz İslamî camia içinden geldiğimiz için biliyoruz, şöyle bir diziliş var: Dışarıdan bakıldığında AK Parti en önde görülüyor. Yani en ılımlısı, sisteme en entegre olanı, Parlamento’ya gireni, oy kullananı, sandığa gideni, Avrupa Birliği’ne girecek olanı, tıraşlı, kravatlı milletvekilleri vs.. İslamî çevrelerin en ılımlısı onlar. Oradan geriye doğru dalga dalga diziliyor. En geride, şalvarlı, sakallı, sistemle uzlaşmayı reddeden, parti kurmayı, seçimlere katılmayı, Parlamento’ya girmeyi küfür sayan, “Demokrasi küfürdür. Beşeri sistemle idare olunmak zındıklıktır, dinden çıkmaktır” diyen ve geldiklerinde, kaskatı, tıpkı IŞİD’in Musul’da yaptıklarını yapacağını söyleyen insanlar var. IŞİD Musul’u ele geçirince ne yaptı? 12 maddelik bir bildiri yayınladı. Bildirinin birinci maddesi: “Namaz kılmayanlar kırbaçlanacaktır”. İkinci maddesi: “Kadınlar dışarıya peçeli çıkacaktır” diye bir bildiri yayınladı ve bunu uyguladı. Bunu kafalarına göre yapmadılar. Çünkü bunların hepsi mezhep içtihatları, bunların hepsi kaynaklarda var. IŞİD’çilerin uydurduğu şeyler değil bunlar. AK Parti’den geriye doğru gittiğimizde, dinî camianın derinliklerinde, tabanlarında böyle düşünen insanlar var. Ak Parti milletvekilleri içerisinde de, bunlarla zaman zaman irtibatı olan, hatta oralardan çıkıp gelmiş olan, modernleşmiş, Batılılaşmış, kravat takıp şık görünen tipler, ama kafa yapısı itibariyle hâlâ oraların izlerini taşıyan insanlar var. Bunlar şöyle bakıyorlar: “Suriye ile mücadele eden İslamî gruplar, her ne kadar biz onlara tam katılmasak da, her ne kadar onları radikal bulsak da –‘Biz partiyiz, ama onlar parti kurmak küfürdür diyor. Biz demokratik seçimlere giri2yoruz, o, seçimlere girmek kâfirliktir diyor’–, aramızda her ne kadar metodla alâkalı görüş ayrılıkları olsa da sonuçta onlar Müslüman. Bayraklarında Peygamberin sancağı var. Siyah bayrağın üzerinde Allah’ın resulü Hz.Muhammed yazıyor. Buna karşı tavır alınmaz ki. Sonuç itibariyle, bunlar Suriye rejimini yıkmakta desteklenebilir” diye düşündüler. Bence tam o fikirde değiller. Ama kendilerine yakın başka da bir grup yok. İşte: ÖSO. Hangisini seçersen seç, Suriye’deki bütün grupların en ılımlısı bile üç gömlek sonra IŞİD’çidir.

Benim söylediğim bir söz var. “Türkiye’de mevcut İmam-Hatip müfredatı ile yetişen bir genç, eğer sorgulamaya girişir ve bir çıkış yolu bulamazsa –cemaatlerde, vakıflarda, dinî cemaat ortamlarında ve İmam-Hatip kültüründe, hadis rivayetleri, mezhep içtihatları, ‘namaz kılmayanı kırbaçlayacaksın’, ‘başörtüsü zorunludur’, ‘mürted öldürülür’, ‘herkes sünnet olacak’ gibi aslında dinle hiçbir alâkası olmayan, hepsi gelenek, örf olan, Ortadoğu kültüründen kalma şeyleri din zanneden bir kültür şu anda okutuluyor– bunları okuya okuya, “Olmaz böyle şey” diye bir akılcılık yapıp bunlarla yüzleşmeye girişirse ve bir çıkış yolu da bulamazsa, böyle bir genç ateist olur, oluyor. Önce deist oluyor, sonra agnostik oluyor, sonra ateizme doğru kayıyor. Böyle bir trend var şu anda. Bu kültürle yetişen gençler Türkiye’de de –İslam dünyasında en modern yer Türkiye diyoruz, Müslüman bir ülke, laiklik var diyoruz, ama dinî cemaat ortamlarından gelen insanlar çok iyi bilir, “Ben malımı iyi bilirim” diyeyim– bu kültürden çıkan bir genç, iki, en fazla üç gömlek sonra IŞİD’çidir. Buradan başka bir şey çıkmaz. Dolayısıyla bunların o tür grupları desteklemesi normal. Bir dönem desteklediler, silah gönderdiler, arkalarında durdular. Onlar aracılığıyla Suriye devrimi yapacaklarını düşündüler. Hatta bazı gruplar, İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda toplanıp “Suriye devrimi” diye gösteri yaptı. Biz onlara karşı çıktığımız için bizi Esed’çi ilan ettiler.

Dolayısıyla o cümlenin gerçekliği vardı diyorsunuz.

İ.E.: Tabii. Destek oldular. Suriye’deki grupları destekleyip bir Suriye devrimi hayaline kapıldılar. Ve bu, iflasla sonuçlandı. Şu anda tam tersi, Rusya’yla beraber Esed’in yanında, IŞİD’e karşı tıpış tıpış savaşmak zorunda kaldılar. Savaşıyorlar. Tam tersine döndü. Tam bir iflas. Destekleme noktasından, o noktaya geldiler. Ve bunu da dış dünyanın zorlamasıyla yapıyorlar.

Peki sizin gözleminiz, Türkiye’de gençler arasında ya da İslam camiası arasında Selefi-Cihadcı eğiliminin arttığı yönünde mi? Böyle bir gözleminiz var mı?

İ.E.: Geçenlerde burada Ruşen Çakır İslamcılığın halleri üzerine bir yorum yapmıştı. O, bu konular üzerine çok kafa yoruyor sağolsun. Yıllardır tanışıyoruz. Yaptığı o yoruma katılıyorum. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Şimdi, üç eğilim var. Morali bozulan, dağılan, umduğunu bulamayan ve ‘’Böyle mi olacaktı?’’ halet-i ruhiyesinde olan İslamcı gençler arasında üç eğilim var. Birinci eğilim IŞİD’e doğru kayıyor. Yani giderek radikalleşiyor: “Savaşmak lazım, başka yolu yok. Böyle, partiyle, dernekle, sandığa giderek olmuyor bu işler. Gideceğiz, silahlanacağız ve bu modern dünyaya karşı savaşacağız”.  Gidiyorlar, aileleriyle birlikte IŞİD’e katılıyorlar, ellerine silahları alıp, 800 yıl öncesinin mağaralarından çıkıp gelmiş insanlar gibi, çağdaş dünyaya cepheden saldırıyorlar. Savaşıyorlar yani. “Başka çare yok. İçlerine girersek, kravat takıp, milletvekili olarak seçimlere girersek asimile oluruz, yok oluyoruz” diye düşünüyorlar.

İkinci grup?

İ.E.: İkinci grup, sol eğilime kayıyor Bu, biraz bizim tanıdığımız, bize yakın olan bir şey. Gençler, “Sağcılıkla, devletçilikle olmuyor bu işler. Müslüman sol bir fikriyat üretmek lazım. İslâmcılık oraya daha çok oturuyor. Orada hedeflerini daha iyi gerçekleştirebilir”. Yıllarca dışlanmış olan Kürtler, Aleviler ve sol gruplardan, buralardan İslamcı bir anlayış yeşerirse, bunun hem çağa hitap edebileceğini, hem İslam’ın özüne daha uygun olduğunu, ruhunu ancak burada bulabileceğini düşünen bir eğilim var. Bu, biraz yavaş giden bir şey.

Son grup?

İ.E.: Son eğilim de, İslamcılığı terk etmekle beraber, dinin kendisini de tamamen terk etme eğilimi.

Bu tarif ettiğiniz Ateizme gidiyor.

İ.E.: Ateizm değil de bir tür nihilizm diyebiliriz. Ateizm de bir iddiadır sonuçta. Burada bir çözülme ve yok oluş, hiçlik var. Ateizmde bir moral vardır, dünyaya bir bakış, dünyayı açıklama vardır. Bu insanlara “Dünyayı açıkla” diye sorsan, “Ne yapacağım dünyayı açıklayıp, ben bitmişim zaten. Getirin iki bardak içelim” havasında olan insanlar. Bitmiş yani.

Anladım.

İ.E.: Dinin kendisini terk etme var. “İslamcılıkta değil, dinin kendisinde bir problem var” diyerek bir kaçış var. Dinden kaçış söz konusu.

Bu üç eğilimden hangisi daha hızlı gelişiyor diye sorsam, tek cümleyle ne dersiniz?

İ.E.: Radikalizm daha çok gelişiyor enteresan bir şekilde.

Peki. Şimdi artık yavaş yavaş Türkiye sularına girdik. Halil İbrahim Bey tekrar merhaba.

H.İ.Y.: Merhabalar.

Az önce son cümlenizden bir tanesi, “Türkiye’nin işi çok zor” demiştiniz. Çok fazla soru sormayacağım. Bununla neyi kastettiniz? Oradan bakınca, Türkiye’nin işi niye çok zor?

H.İ.Y.: İşler yolunda gitmiyor anlamında söyledim onu. Çünkü Türkiye yatırımını Trump’a yaptı. Aynı zamanda, Rusya üzerinden Flynn’e yaptı. Fakat Flynn’in devre dışı kalmasıyla, karşısında başka bir Milli Güvenlik dokümanı buldu. Durum biraz değişti Türkiye açısından. O yüzden söyledim.

Şöyle bir durum var: Türkiye, özellikle 15 Temmuz sonrası, artık giderek Avrasyacı kanadın hâkim olduğu, daha çok onların istediklerinin olduğu bir mecraya girdi. Bunun daha önce başladığını biliyoruz. Suriye politikasının çuvallaması dolayısıyla, ani bir manevrayla Putin tarafına geçmek gibi bir girişimi olmuştu Erdoğan’ın. Ondan sonrasında giderek böyle bir mecraya girmişti. Ve Gülen karşıtı operasyonların da bunda çok önemli bir payı vardı. O esnada Türkiye, Avrasya kanadına daha çok meyletmişti. Şu an o yoldayız, o yolda gitmeye devam ediyoruz.

Aslında ben şuna gelmek istiyorum: Çok daha öncesine gittiğimiz zaman –bu temel oturumun da temaları içerisinde, Yeşil Kuşak veya BOP diye söylemiştik, bunu şu şekilde tekrar ele almak istiyorum– hepsinden de öte bir Rabıta bağlantısından bahsederlerdi Türkiye’de — özellikle sol kesimin İslamcılık literatüründe. Buna sosyolojik bakan İslamcılık çalışanları mesafeyle yaklaşırlardı. Bunu o komplolar altında değerlendirirlerdi. Bizim, şu anda bu eski teorileri yeni baştan değerlendirmemiz icap ediyor. Hakikaten, biz ABD güdümündeki İslamcılığın, yani, ABD dostu Kral Faysal’ın “Rabıta” adı altında toplayıp oluşturduğu insanların geliştirdiği İslamcılıktan bahsediyorum. Bu İslamcılık, Türkiye de dâhil olmak üzere her tarafta Suud sponsorluğu ile büyütüldü, kabartıldı. Daha sonrasında buna, Afgan cihadı ile birlikte, yeni bir bağlantı, Selefi bağlantısı eklendi. İhsan Hoca’nın Türkiye’ye ilişkin bahsettiği olup biten şeyler, Afganistan ve Ortadoğu’da çok daha öncesinde olup biten şeylerdi. İlk aşamada, Rabıta’yla daha sivil, daha medeni olan birtakım hareketlerin desteklenmesi, Afgan cihadıyla birlikte, çok daha Cihadcı-Selefiliğin desteklenmesi ile devam etti. Onda da ABD’nin ciddi bir parmağı vardı. Yani ABD bunları ilk defa desteklemedi. O zamanlar, Abdullah Azzam gibi isimler CIA’in güdümünde dünyayı dolaşıyordu. Bugün, Selefi cihadcıların çok idealize ettiği isimler, zamanında ABD’nin, CIA’nın adamı olarak biliniyordu. Bunlar doğrudur. CIA’ya mensup insanlar da söyler bugün. O şekilde yoldan çıkan bir İslamcılık var. Zamanında bunun nereye varacağı önemsenmeyen bir cihadcı İslamcılıktan bahsediyorum. O giderek kontrolden çıktı ve ABD’nin başına bela oldu.

McMaster, çok daha önceki zamanlarında Suud’u da hedef gösteriyordu. Suud şimdi bu konuda MBS (Muhammed bin Selman) ile birlikte daha farklı bir mecraya girdi. Bu kez hedefte olan, Türkiye ve Katar gibi o İslamcılığın destek aldığı ülkeler oldu. Aslında biz böyle bir durumla karşı karşıyayız. İlginç bir cepheleşme oldu şu anda.

Peki, Türkiye sizce o desteği veriyor mu gerçekten?

H.İ.Y.: Biliyorsunuz, ben her zaman ısrarla “Ne AKP, ne Erdoğan İslamcıdır” derim. 2000 yılı itibariyle İslamcılığı terk ettiğini beyan etmiş bir AKP ve Erdoğan’dan bahsediyoruz. Ama 2011 sonrası, Suriye savaşı ile birlikte, 2011-2016 arasında başka bir mecraya girdi AKP. İslamcılığın sponsorluğunu üstlendi. Hamas olsun, İhvan olsun, Nahda Hareketi olsun, hepsiyle bir iletişim ağı oluşturup onların sponsorluğunu yapmak gibi bir misyon üstlendi. Aslında bu, zamanında Faysal’ın yaptığından farklı değil. Faysal’ın bir finansal sponsorluğu vardı. O finansal kısmı da Katar’la birlikte götürdü. Bunu Suriye bağlamında, Suriye savaşında olup bitenlerin belli bir zaman sonrasında, Arap Baharı’nın karşı-devrimi diye değerlendirebiliriz aslında. Suud’un sponsorluğunda, yani Suud, Katar, Türkiye sponsorluğunda olan bir hadiseydi. Ama 2013 sonrasında o cephe dağıldı. Daha doğrusu, 2013’te Mısır darbesiyle olup biten şey, Rabıta koalisyonunun dağılması gibi bir şey oldu. Bir tarafta, daha Vahhabi olan Selefilikle, diğer tarafta, daha cumhuriyetçi, daha reformist olan Selefilik dediğimiz, Türkiye İslamcılığı, İran İslamcılığı, Mısır İslamcılığı dediğimiz kanat, dağılmış oldu.

Şu an ABD’nin desteklediği kanat, o Rabıta’da oluşan koalisyonun karşıtı olan bir kanat. Orada oluşan hasarı gidermeye çalışan bir yaklaşım. Evet, bu, diktatörlük destekçisi bir yaklaşım, ama o cepheyi görmek gerekiyor. Yani yeni bir cephe oluştu aslında burada.

Peki, mesela şu cümle de var: Siyasal İslam’la radikal İslam arasında bir köprü, karşılıklı bir beslenme. Çünkü biliyoruz ki literatürde daha demokrasi diyen, farklılıklarla bir arada yaşamak isteyen bir İslamcı söylem hâkimiyeti var. Mesela, Tunus’ta Raşid Gannuşi bunu telaffuz ediyor ve ülke pekâlâ kendi yolunda ilerliyor. Ama sanki bu yaklaşımlarda bunun da reddi var. Washington’un son söylediklerinde, her siyasal İslamcıyı potansiyel bir radikal İslamcı adayı olarak görmek yok mu? Ne dersiniz?

H.İ.Y.: Durum şöyle aslında. 2011’de Arap Baharı’nın başlaması itibariyle biz şunu düşünebiliyorduk. ABD artık Ortadoğu’yu –Türkiye tarzı eski İslamcı, ılımlı İslamcı veya post-İslamcı rejimlerin olduğu yönetimleri– terk edip gitmek derdindeydi. “Onlar bu işi idare eder. Onlar artık ılımlılaştı.” AKP, onlar için bir modeldi. “Nahda, İhvan, AKP modeliyle bölgeyi yönetebilirler” diye bir inanış vardı. O inanış çöktü. O tarz İslamcılık Türkiye örneğinde başka bir noktaya evrildi. Türkiye örneğinde böyle bir evrilme yaşanınca, haliyle o niyet çökmüş oldu. Orada yaşanan hüsranın getirdiği bir sonuç bu.

Yani, Türkiye iyi bir modelden kötü bir modele mi dönüştü?

H.İ.Y.: Öyle. Türkiye ve Mısır, bu iki örnekte de o dikiş tutmadı şeklinde bir bakış meydana geldi. Çünkü dediğim gibi, bu, Obama’yla başlayan bir şey değildi, Bush’la başlayan bir şeydi. Daha Bush zamanında ABD İhvan’la masaya oturuyordu. Biliyorsunuz, Türkiye her ne kadar İhvan’ı ABD-karşıtı veya ABD’yi İhvan-karşıtı göstermeye çalışmış olsa da, aslında hakikaten İhvan’la diyalog halindeydi. İhvan devrildiği zaman Amerikancı olarak bilinen bir yapıydı Mısır çevresinde.  Amerikancı olarak tepki görüyordu. İhvan’ın arkasında Amerika’nın olduğu söyleniyordu. Türkiye kamuoyunda her ne kadar Mısır darbesini ABD yaptı deniyor olsa da, aslında bu daha büyük olan gerçeği gizleme çabasıydı. O gerçek de, Suud ve BAE’nin (Birleşik Arap Emirlikleri) yaptığıydı. O zamanlar Suud ve BAE Türkiye’nin müttefikiydi, o yüzden onlara çok fazla toz kondurmadılar. Ama orada esas olan şey, ABD’ye rağmen, ABD çok gönüllü olmasa da, Suud’a karşı çıkamamış olmasıydı. Tabii ki Suud’a rağmen orada İhvan kalacak değildi, ama gördüğü manzara şuydu: “Evet, bizim bu model sandığımız, ılımlı İslamcı sandığımız rejimler maalesef böyle çıkmadı. O zaman biz yine Rabıta’dan, Afgan cihadından beri bu İslamcı hareketlere verdiğimiz destekten artık vazgeçelim. Bu iş bunlarla olmayacak. Bunlar her ne kadar ılımlı başlıyorlarsa da işin sonunda IŞİD’vâri yapılar veya onları destekleyen yapılar çıkıyor”. Sonuçta, Katar ve Türkiye’nin bu cihadcılara verdiği destek biliniyor, bunlar sır değil. İhsan Hoca’nın bahsettiği gibi, bunun bir de yan etkileri oldu. Sadece o cihadcılar desteklenmedi, o cihadcılara verilen destek üzerinden Türkiye’deki İslamcı gençlik ajite edildi. O ajitasyonun sonucunda, Türkiye’de artık kendi evimizde büyüttüğümüz Selefi ve cihadcı taraftarı bir İslamcı gençlik türedi. Böyle bir yeni yapı var artık. Böyle bir yapı 20 yıl önce yoktu. 20 yıl önce çok daha marjinal kalan bir gençlik grubu vardı; ama şu anda çok daha yaygın bir Selefi ve cihadcı veya cihadcı taraftarı bir gençlik grubundan bahsedebiliyoruz.

ABD tabii ki bunları gözlüyor ve tabii ki Katar ve Türkiye’nin bu desteklerinin farkında. Bunun karşısına MBS (Muhammed bin Selman) gibi bir figür çıkıyor ve “Ben bunları bastıracağım” diyor. MBS’nin ne kadar maceraperest olduğunu herkes görüyor. Ama bütün bunlara rağmen, ne kadar otoriter ve diktatörce olsa da, MBS’nin bu projesini destekleme yolunu tercih ediyor. Şunu söylememiz mümkün: O dokümanın içerisinde en tepede Çin ve Rusya var. Onun bir altında İran ve Kore var. Onun da bir altında, Radikal İslamcı ideoloji var. Yani, ABD aslında radikal İslamcı ideolojiyi bu şekilde bastırmaya kararlı. Böyle bir hedef koymuş kendine. Orada da onun sponsoru olarak gördüğü Türkiye ve Katar’a yönelik bir tavır almak durumunda.

Türkiye zaten tercihini belli bir zamandan beri Avrasya yönünde kullanacağının sinyalini veriyor. Haliyle kendisini karşı cepheye koyuyor ve “Ben Rusya’yla, o cepheyle birlikteyim artık” sinyalini veriyor. Böyle bir durumda, Türkiye’yi karşısına almış oluyor. Belli bir zaman sonra bunun ne kadar ciddi olduğunu göreceğiz. Ama ben ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.

Aydın Bey, şöyle bir soruyla başlayacağım: Şu an hâlâ bir Dışişleri mensubu olsaydınız, Washington’da bir bürokrat olmayı tercih eder miydiniz?

A.S.: Şuradan başlamak lazım belki. Ben bunu bu stüdyoda bir kez daha söylemiştim; hiçbir ABD Başkanı, sabah kalktığı zaman –sabahlığıyla kahvaltıya geldiğinde diyelim, teatral olsun biraz– “Getirin bana şu Türkiye dosyasını, bakalım ne yapmış Türkler?” demez. ABD açısından Türkiye, en önde takip edilen bir ülke değil, bir kere bunun bilincinde olmamız lazım. Ama önemli bir ülke. Bunu söyleyince, “Özgüvenin eksik mi, kendini küçük mü görüyorsun?” diye hemen sormamak lazım. Türkiye, NATO üyesi. Bu bölgede, hangi iktidar gelirse gelsin –ben buna “Emlak değeri” veya “Gayrimenkul değeri” diyorum– Türkiye, jeopolitik, jeo-stratejik önemi tartışılmaz bir ülke. Tarihsel geçmişi ve bir devlet geleneği var. Dolayısıyla, “ABD Türkiye ile yatıyor Türkiye ile kalkıyor” gibi düşünmemek lazım.

Yalnız Yenigün Hoca’nın bahsettiği bire bir diplomaside –âmiyâne tâbirle “Sermayeyi kediye yüklemek” gibi– biz Başkan’la doğrudan görüşürüz. Pek çok ülkeyle aynı yola gittik. Bizde ne deniyor: “Reis bir telefon eder, o işi halleder”. Mesela, Putin’le sekiz kere görüşme oldu. Fakat bu sağlıklı mıdır? Örneğin son ziyarette, Mısır’a gidiyordu. Beklenmedik bir şekilde Suriye’ye uğradı. Bizim ısrarımızla Ankara’ya geldiği söylendi. Sürekli ısrarla biriyle görüşmek istiyorsanız, onun karşısına diplomatik olarak zayıf konumda olursunuz. Zaten çeteleye baktığınız zaman, S-400’ler, nükleer güç santralleri, Türk Akımı hep Rusya tarafında. Bizim tarafımızda ne var? Turizme yeniden el vermesiyle turizm rakamlarının yükselmesi, domatesle simgeleşen, bizden oraya tarım ürünleri ihracatı, bir de en önemlisi, Rusya’nın yeşil ışığı ile ve onun Şam’dan devşirdiği sarı ışıkla Fırat Kalkanı — ki o da çok yakın vadede bir dert olacak. Bir kazanç olarak görülmemeli. Ama o şekilde Fırat Kalkanı yapılabildi.

Ama Rusya’nın bölgeye döndüğü bir gerçek. Ve bana sorarsanız, bu Avrasyacılık işi boş. Bana “Avrasyacılık nedir?” diye sorsanız, anlatmakta zorlanırım. Ne demek Avrasyacılık? Rusya için bir anlamı var. Orada bunun bir geçmişi var. Rusya çalışan akademisyenlerimize de sorduğunuz zaman, onlar bunu Moskova penceresinden anlatabiliyor. Bizim açımızdan ne demek? Yani NATO’dan çıkmak mıdır Avrasyacılık? Eğer öyleyse söyleyelim bunu. NATO’dan çıkınca Türkiye’nin savunması ayakta durabilir mi? Bu bir nevi, yeni bir üçüncü dünyacılık mı? Ümmetin liderliği mi? Bu kolay değil.

Bakın, basit bir olay oldu. Bir diş hekimi, sosyal medyada Medine Müdafii Fahrettin Paşa ile ilgili bir paylaşımda bulundu. Herkesin tanıdığı, tarihsel açıdan üzerinde tartışılmayacak bir figür. Onu, Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı paylaştı. Zaten Araplara yönelik, ırkçılık boyutuna varan küfürler gırla gitti o ayrı da, bir tarih sorgulaması yaşandı. Ama Sayın Cumhurbaşkanı ağzından, “Zavallı. Sen kimsin?” kelimelerini işittik.

İhsan Hoca’nın atıfta bulunduğu, Muhtarlar Buluşması’nda ve İl kongrelerinde “Eyy Trump, Trump Efendi!” ifadelerini duyduk. E, birebir sistemde, tepeniz atınca ağzınıza geleni söylüyorsanız –ki o iş yapıyor, yapmıyor diyemeyiz–, çünkü Cumhurbaşkanı, Özü, sözü bir, bu tür diplomatik, bir anlamda efeminelikleri, monşerlikleri kaale almayan, “Burada ne diyorsam, orada da onu diyorum, yüzüne de söylerim” havasında bu işi götürüyor. Ama bu bir tek Rusya ile işlemedi. Çünkü PYD’nin de, PKK’nın da Moskova’da ofisi var mı? Var. Bunlar Rusya’nın terör örgütleri listesinde mi? Değil. Bana göre, bizim sınırımızın hemen ötesindeki Kürtlerle sağlıklı, akılcı bir ilişki kurmamız, en önemli etkinlik alanımız. Ben onu desteklemiyorum ama Ankara’nın önceliği buysa, bu konuda bir şey söylenmiyor Rusya’ya. Orada “Ey Putin! Sen kimsin? Haddini bil!” söylemi işlemiyor. Söylemle eylem makası açılıyor. Bir de, bizim sıkletimiz belli. Bu bir özgüven sorusu değil. Sıkletinizi bilmeniz lazım ki ona göre bir oyun kurasınız.

Yine burada değinilen bir şey daha var; İsrail’in kuruluşuna bakın. Neticede, İsrail –Cumhurbaşkanı “terör devleti” derken, onu kastetmedi, Filistinlilere yaptığını kastetti–terörizmi bir yöntem olarak kullanıp başarıya ulaşmıştır. 1947’de İngilizlere karşı terör eylemleriyle başarıp ülkeyi kuruyor. 1948’de zaten Kudüs’ün batısı İsrail’in denetiminde. Arkadan, 1967’de “Altı Gün Savaşı”nda savaşıp kazanıyor ve tamamını alıyor. O zamandan bu zamana Kudüs’ün tamamı İsrail’in denetiminde. 1980’de Knesset yani İsrail Meclisi bir karar alıp “Başkenttir” diye ilan ediyor. 1995 yılında ABD Kongresi de “Büyükelçiliği buradan buraya taşıyın” diyen yasayı onaylıyor. Bu, o zamandan bu zamana başkanların önüne geliyor, başkanlar bunu 6 ay erteliyor, yasayı onaylamıyor.

Trump ne yaptı? Yasayı onayladı. “Yasayı ben onayladım, imzaladım” diye çok övünerek gösterdiği şey o. Ama aynı zamanda ertelemeyi de imzaladı. Büyükelçiliğin taşınması, 1-2 seneyi alacak. Belki gene imzalar. “Yer bulunamadı” denir, güvenlik uygun değildir, belki o sırada barış süreci başlamıştır, bunlar ayrı. Milli İrade diyoruz ya, Trump orada milli iradenin ABD penceresinden gereğini yaptı.

Çünkü seçimde söz vermişti.

A.S.: Seçimde söz verdi, o ayrı. Ona bakarsanız, İklim Sözleşmesi’nden çıktı. UNESCO’dan çıktı. Birleşmiş Milletler’i konuşuyoruz ya, ABD, UNESCO’dan çıktı. “Ben buraya çok para veriyorum, dediğim olmuyor” dedi ve çıktı. Ama bu bir küresel güç. “Ben de onun gibi yaparım” diye ortaya çıkarsanız, başınıza çok büyük çoraplar örülebilir. Bu İsrail bölümü.

Suudi Arabistan nedir? Küçümseyerek söylemiyorum, ama bir kendine özgülüğün altını çizmek için söylüyorum; bir dükkân ismi gibi. Yani “Suud Ailesinin Arabistan’ı”. Böyle başka bir ülke yok. Ailenin adı ülkenin adında bir tabela gibi var. Burası “Suud Ailesinin Arabistan’ı”. Kuruluşu da öyle. Necd’den geliyor. Bizim savaştığımız, yani Fahrettin Paşa’nın direndiği Haşimi, İngiliz destekli olanlar. Tabii İhsan Hoca çok daha iyi bilir. Bir yanı Vahhabi ulemasına dayanıyor, bir yanı da bu aileye. Bu aile de bugün –sayı tam bilinmiyor– 10-15 bin kişiden oluşuyor. Şimdi gelen Veliaht da bunu dedi: “Herkes parasını alıyor, herkes soyup soğana çeviriyor. Bu paraların nereye gittiği tam olarak belli değil. IŞİD’e mi gidiyor –ki bu doğru– burayı bir zapturapt altına alırım. Zaten 20 milyon nüfusun desteğini alırım.” 100 bin kişilik Saray muhafızlarının başını içeri aldı, ona da el koydu. Kendisi zaten 200 bin kişilik ordunun başında, onu da kontrol altına aldı. ABD ile anlaştı. Zaten silah alımlarıyla da kontrol altında. Petrol gelirlerinin azalacağını öngörerek, başka taraflara açılma projesi var, biliyorsunuz, Kızıldeniz kıyısında bir mega-kent inşa edeceklerini açıkladı. Sponsoru olduğu Mısır’la, Tiran ve Sanafir adaları konusunu çözdü. Dolayısıyla, Suudi Arabistan’ı başka bir şekle sokuyor. Petrolün de Şii nüfusun yoğunlukta olduğu yerde bulunduğunu da unutmayalım.

Ama burada tehlikeli olan, öngörülemeyecek olan nedir? İran’la çatışma olasılığı had safhada. Çünkü İsrail de, Suudi Arabistan da ona bakıyor ve bu ikisi de Washington’da güçlü. Washington’da güçlü olmasalar da, en azından şu anda bir Trump var, bir de diğerleri var. ABD sistemi de buna göre kurulmuş. Başkan seçildi. Sizin bahsettiğiniz Obama ziyareti 2009. 2017’nin sonuna geldik, topu topu sekiz sene olmuş. Sekiz senede oradan buraya geldik. Ama ABD sisteminde, yarın başka başkan gelir, bambaşka bir yere gideriz.

Ama en azından şu öngörülebilir herhalde: Sonuçta, McMaster, Katar ve Türkiye’yi radikal İslamcılığın sponsoru olarak nitelendirdiği konuşmanın devamında, AK Parti’yi, Müslüman Kardeşler gibi tabandan örgütlenen, riskli, neredeyse tehlikeli bir oluşum olarak tarif ediyor. Bundan sonra nasıl yürür Türkiye-Amerika ilişkileri?

A.S.: Dediğiniz çok doğru. Benim o bire bir dediğim, Başkan’dan Başkan’a –bizde de fiili olarak başkanlık var şu anda– diplomasi işlemeyecek bundan sonra. Onların olmaması da gerekirdi. Diplomaside “Bir yeri boyarken kendinizi köşeye doğru boyamayın” denir. Bir çıkış payı olması lazım. Biz şimdi stratejik ortak mıyız, operasyonel ortak mıyız, model ortak mıyız, bütün bunlar karışıyor. NATO üyesiyiz. Bizim müttefiki olduğumuz Batı ittifakının lokomotifi ABD. Beğenelim, beğenmeyelim, biz bununla yaşamak durumundayız. Bunun Başkanı da Trump. Oradaki sistem de, özellikle bu konularda bütün yetkileri Başkan’da topluyor. Biz bunu öngörerek, çok dikkatli, çok soğukkanlı, uzgörülü, sakin… belki sıkıcı gelebilir, belki iç politikaya hizmet etmeyebilir. Önümüzde başkanlık seçimleri var. Orada oya devşirilmeyebilir ama ülkemizin selameti, ulusal güvenliği bakımından çok daha yararlı olur ve kendi ölçeğimizde, kendi ölçeğimiz dediğim, çevremiz: Suriye, Irak, İran. Bizim fazla açılmak için öyle bir sermayemiz yok şu anda. Hemen etrafımızda ne var? Dünya Kürt nüfusunun yarısı Türkiye’nin yurttaşı. Türkiye’deki Kürtlerin yarısı da 5 metropolde yaşıyor. Bizim bunlarla bir ağ kurmamız lazım ki Ortadoğu’dan gelecek olan belayı yumuşatalım. Burada da, yapabiliyorsak arabuluculuklar yaparak, bu gerilimleri azaltacak şekilde herkesle konuşabilir olmamız lazım. Herkesle konuşabilir olmak fırdöndülük değildir. Ne yapacağını bilmemek, kafası kopmuş tavuk gibi oradan oraya koşan işgüzarlık, diplomaside etkinlik değildir. Onları da gördük çünkü.

Ben geçenlerde Umman’ı örnek verdim. Umman Türkiye ile karşılaştırılmaz. Konum olarak da çok daha küçük. Ama sesi çıkmıyor dikkat ederseniz. Halbuki fırtınanın tam göbeğinde. Umman, çok akılcı, kendi ölçeğine göre bir savunma siyaseti, diplomasi ve etkinlik de yapıyor. Örneğin İran’la yapılan nükleer anlaşmanın altyapısını Umman kurabilmişti. Halbuki biz bunu yapabilirdik. Bir zamanlar o işlere soyunuyorduk hatırlarsanız.

Doğru. Peki, çok teşekkürler. Hocam, şunu sormak istiyorum, dünden beri aklıma takıldı. Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı’nın Fahrettin Paşa’yla ilgili attığı tweet’in ardından, sosyal medyada özellikle AKP’ye gönül vermiş hesaplarda, bir Arap düşmanlığıyla Arap karşıtı tweet’ler atıldı. Öte yandan da, kendimizi İslam dünyasının lider ülkesi olarak tarif ediyoruz. Oysa biliyoruz ki Arapların da çoğunluğu Müslüman. Bu, açıklanmaya muhtaç bir durum değil mi? Ne dersiniz? Başka bir sorum daha olacak.

İ.E.: Bu zihniyette, yani AK Parti’yi yöneten Milli Görüş çizgisinden gelen bu anlayışta, “Osmanlı’nın torunları” zihniyeti var. “Osmanlı, 400 yıl Ortadoğu’yu barış içinde yönetti. Emperyalistler Osmanlı’yı yıktı. Dolayısıyla, Ortadoğu kan gölüne döndü” kafası var. Bu, tamamen boş bir şanlı tarih hastalığından kaynaklanan bir yaklaşımdır.

Dikkatlice bakıldığında, mesela, Bağdat tarihini okuduğunuz zaman; Osmanlı, Selçuklu dâhil Anadolu tarihini okuduğunuz zaman –son bin yıl diyelim– huzur içinde geçen üst üste bir on yıl yok. Baştan aşağı ayaklanmalarla dolu. Bir ayaklanmanın acısı, yüzlerce yıl sürüyor. 1238’de “Babai Ayaklanması” diye bir şey var. Nereden baksan onun 400 yıl süren bir etkisi olmuştur. Celali İsyanları’ndan tutun, Alevi İsyanları’na, Rafızî İsyanları’na, Şeyh Bedrettin’e kadar bir sürü ayaklanmayı tetiklemiştir. Baştan aşağı ayaklanma dolu, ortalık kan revan içinde. Osmanlı gitmiş, sözde huzur bulmuş. Sadece Karmatiler 200 yıl sürdü, bugünkü Bahreyn civarında. Zenc Hareketi 14 yıl sürdü. Abbasilerin kanlı baskınlarıyla yok edildiler. Türkmen kölelerden kirayla tuttukları askerlerle Zenc Hareketinin başşehri El-Muhtâre’yi haritadan sildiler. Mezopotamya’da Dicle ve Fırat nehrinin birleşerek aktığı yerdeydi. Şu anda orası piknik alanı. Hiçbir şey yok orada. Kurdukları şehirde bastıkları paralar şu anda British Museum’da sergileniyor. Üzerlerinde “Hüküm Allah’ındır, Mülk Allah’ındır” diye yazıyor.

İslam tarihini bilmiyorlar. Osmanlı tarihine Saray’ın penceresinden baktığın zaman, her şey tozpembe görünüyor. Saray tarihçilerinin telkinlerini de okuyunca, “Bizim bıraktığımızdan bu yana kan gölüne çevrilen, 52 parçaya bölünen Ortadoğu halkları bizi bekliyor” halet-i ruhiyesindeler. Erdoğan bu psikolojide. Onu destekleyenlerin birçoğu bu psikolojide. Erbakan Hoca’nın kendisi de bu psikolojideydi. Hâlbuki Arap dünyasında böyle bir şey yok. Bu bir hayal. Kimsenin seni beklediği yok.

Erdoğan’ın liderlik karizmasıyla bir çıkışı, sert söylemleri, son Kudüs çıkışı, Arap halkları üzerinde bir heyecan yaratmış olamaz mı? Arap sokaklarında ses getirmez mi?

İ.E.: Yok. “One minute”dan sonra da buna benzer şeyler oldu. Arkasından yaptırım getiren hiçbir şey yapılmıyor. Hamaset yani. Biz eskiden Cuma gösterileri yapardık. Beyazıt Meydanı’nda toplanırdık. Her hafta, “Kahrolsun İsrail” diye bağırırdık. Bazı gösteriler haftalarca sürerdi. Hatta bir keresinde “Bu Cuma eylem yok” diye gazetelerde haber olmuştu.

Şimdi Yenikapı’da toplanıldı.

İ.E.: Evet. O eylemlerin çoğunu bizler yapıyorduk, içindeydik. “Kahrolsun İsrail” diye bağırmakla geçti ömrümüz. Ama o Beyazıt Meydanı’ndan gelenlerin çoğu şu anda iktidar oldu ve iktidarın destekleyicisi, zengin vakıflara ve kuruluşlara dönüştüler. Şimdi hâlâ sokakta gösteri var. Hâlâ Cuma namazlarından sonra Yenikapı’da, orada, burada toplanılıyor. AK Parti Teşkilatı 81 ilde sokak gösterisi yapma kararı aldı. Erdoğan çıkıyor, nutuklar atıyor. Ama sen artık iktidarsın. O eskidendi, bizim zamanımızdaydı onlar.

Başka yapacak bir şeyiniz yoktu. Tek çareniz sokağa çıkmaktı.

İ.E.: Tamam. Ama hâlâ öyle. İktidar olduğu halde muktedir değil bu konuda. Her konuda muktedirlik taslıyor, ama İsrail olduğu zaman hiçbir yaptırım ifade eden bir karar yok. Yaptırım yok. Slogan var, hamaset var, nutuk var, alanlara toplanmak var; ama yaptırım yok. Yani: “Şu, şu, şu anlaşmaları iptal ediyoruz”.

Peki, İslamî camiada bunlar sorgulanıyor mu? AK Parti tabanının dışındaki kesimlerden o bahsettiğiniz vakıflarda görev almayan insanlardan bahsediyorum.

İ.E.: Evet, sorgulanıyor. Ama şöyle bir şey var. Eski İslam tarihindeki Cariye döneminde var olan o kabileler var şu anda Türkiye’de. Partiler, mahalleler ve çevreler bir tür kabile. Mesela biz kabileden dışlanmışız. Kabileye isyan etmişiz, kabileden bizi atmışlar. Araf’ta bir yerde duruyoruz biz. Kabileden atılınca dinlemiyorlar. İsyan ediyorlar ama, “Şimdi bu isyanımızı karşı kabile duymasın” tavrındalar. Diyelim, Ensar Vakfı’nda bir tecavüz olayı oluyor. Ensar Vakfı, hükümetin bir numaralı gözdesi olan bir vakıf şu anda. Kudüs mitinglerini yapan o 120 İslamî teşkilat, “Ensar Vakfı’nın arkasındayız” diye tam sayfa bildiri yayınlıyor. “Ne yapıyorsunuz? Bunun dışarıya nasıl yansıdığını biliyor musunuz? Sizin niyetiniz öyle olmasa bile tecavüzü savunma gibi algılanıyor” diye gidip kendilerine sorduğunuz zaman…

Ne yanıt veriliyor?

İ.E.: “Tamam, biz de buna karşıyız ama kendi içimizde temizleriz. Karşı kabileye malzeme sunamayız.” Yani, bunun hesabını karşı kabile soramaz, biz sorarız. Eğer karşı kabile bunu alıp kullanmaya başlarsa, 120 tanemiz de bilir bunu, onun karşısında dururuz. Bizim tecavüzcümüzü senin diline dolayıp bunu kullanmana izin veremeyiz.

Peki, İslam geleneği böyle bir şey mi vaat ediyor?

İ.E.: Öyle bir şey yok zaten. Ama o zaman kendin sor hesabını. Karşı kabile kullanacak diye hesap sormaya sıra gelmiyor. Hükümetin icraatları eleştirilemiyor. İslam’ın en temel meselelerine aykırı işler yapılıyor. Mesela hükümet insana karşı suçlar işliyor. Silah kaçakçılığı yapılıyor. Uluslararası hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet… Bunların hepsi apaçık âyetlere, İslam kültürüne ters işler. Birinin ses yükseltmesi ve “Dur” demesi gerekirken, “Aman, bunları karşı taraf kullanır” diye… Mesela bana diyorlar ki: “Gel, bunları içimizde söyle”. Ben de diyorum ki: “Zaten ben içinizdeydim. Bunları söyleye söyleye buraya geldik”. Şimdi birisi de çıkıp bunları söylese, ona da aynı şeyleri yapacaklar. “Artık benim kafamda mahalle diye bir şey yok. Ben kafamdaki mahalleyi yıktım. Mahalle, tüm Türkiye. Türkiye’nin her yeri benim mahallemdir. Dolayısıyla, gördüğüm bir yanlışlığı, yok mahalle kullanacak, yok CHP kullanacak, yok onun safında görünürüm, yok Gezi’ci olurum diye sakınmam. Siz ne derseniz deyin, çıkıp açıkça ifade ederim” diyorum.

Benim bu tür olaylara ilgili onlara karşı yazdığım bir yazım var. Onu okuyunca şaşırıyorlar. Yolsuzluk yapan sahabe için inen ayet. Nisa suresi 105 ve 115. âyetler. Tu’me ibn Ubeyrik, Hz. Peygamber yanında sahabeyken, Beytülmal’den (Devlet hazinesinden) zırh çalıp, onu da Yahudi’nin üstüne atıp, Hz. Peygamber’in karşısında muhakeme olurken, ağzı iyi laf yaptığı için Peygamber’i de kendisine neredeyse inandırıp Yahudi’yi mahkûm ettirecekken gelen âyetlerdir bunlar. Onu “hain” ilan ediyor Kur’an-ı Kerim. “O hainin arkasında durma, sakın hainleri savunma” diyor. Tu’me de diyor ki: “Bu nasıl Allah? Bu nasıl Kur’an, bu nasıl Peygamber? Biz ona inanıyoruz, yanında duruyoruz, uğruna kendimizi feda ediyoruz. Şuradan küçük bir zırh götürdük diye hakkımda âyet indirdi ve beni dışladı. Olmaz olsun böyle kitap da, din de’’ diye, Peygamber’den, müminlerin yolundan ayrılıp, müşriklere katılır. Ve orada, yine bir hırsızlık olayında –su testisi su yolunda kırılır– bir duvarın altında kalarak ölür. Kur’an-ı Kerim’de bununla ilgili âyet indirilerek, Kur’an’a bir paraf halinde sokularak ebedileştiriliyor. “Kendi adamını deşifre et” diyor yani. Karşı taraf kullanacak diye susamazsın.

Bunlar yapılmadığı için, şu anda kendi içine kapanmış, çaresiz, eleştirse eleştiremeyecek, konuşsa dışlanacak, şaşkın vaziyette bekliyorlar.

Çok teşekkürler. Yaklaşık 1 saat 15 dakika konuştuk. Konuklarımıza çok teşekkürler. Açık Oturumu burada sonlandırıyoruz. Amerika’ya da hoşçakal diyoruz. Halil İbrahim Bey, iyi akşamlar, çok teşekkürler, ağzınız sağlık.

H.İ.Y.: İyi akşamlar.

Size de çok teşekkürler Aydın Bey. Hocam size de çok teşekkürler. Medyacope.tv Açık Oturumundan iyi akşamlar.

 Aydın Selcen, Halil İbrahim Yenigün, ılımlı İslam, İhsan Eliaçık, BOP, ABD nin İslam politikası,

https://medyascope.tv/2017/12/21/acik-oturum-117-yesil-kusak-ve-boptan-sonra-abdnin-yeni-islam-politikasi-ihsan-eliacik-aydin-selcen-halil-ibrahim-yenigun/

****

26 Kasım 2016 Cumartesi

İSRAİL VE BARZANİ AİLESİ



İSRAİL VE BARZANİ AİLESİ 




Doç.Dr.Sait YILMAZ* 
* Doç.Dr.Sait Yılmaz, İAU Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi, USAM Müdürü 

İran, Arap ve Bizans tarihçileri tarafından varlıkları kaydedilmiş olmasına rağmen Kürtlerin kökeni konusunda belirli bir ittifak yoktur. 
Bazı Kürt tarihçileri, kendilerini Urartulara, Ari Irka bağlamak istemişlerse de bunu belgeleyememişlerdir. 
Kürtlerin kökeni konusunda dil’e bakmakta bir fayda sağlamamaktadır; Kürtçede biraz Arapça, biraz Farsça ve Türkçe dışında pek az sözcüğe rastlanmıştır. 

Tarih Kürtlere Orta Doğu’da rastlamış ve hiçbir zaman bağımsız bir devlet olamamışlardır. Daima, o çevreye hâkim devletlerin yönetiminde kalmışlar, her dönemde bağımsız olmak için başkaldırmışlar ve yenilmişlerdir1. Ancak her zaman birlikte yaşadıkları topluma kendilerini kabul ettirmişler, onlarla bazen uyuşarak bazen diklenerek günümüze kadar gelmişlerdir. Kürtler tarihte homojen bir topluluk olmamışlar, bugün de değillerdir. Birden çok etnik topluluk olmalarının en önemli göstergesi birbirini anlamayacak kadar çok ve farklı lehçeler kullanmalarıdır. Pek çok aşiret reisi ya yabancı kökenlidir ya da menşeleri farklı gruplara hâkimdir2. 

1 İsmet Bozdağ: Kürt isyanları, Truva Yayınları, İstanbul, 2009, s.8. 

2 Sait Yılmaz: Irak Dosyası, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2009, s.35. 

3 David Mcdowall: A Modern History of the Kurds, I. B. Tauris, (Londra, 1996), p.48 

Irak'ın kuzeyinde Nakşibendîlik tarikatı yaygındır. Nakşibendî aileleri ve şeyhleri içinde en güçlüsü günümüzde Barzani ailesidir. Irak’ın kuzeyinde bağımsız 
bir Kürt devleti kurmak isteyen Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani’nin ağabeyi Şeyh Abdüsselam, Nakşibendîliğin yayılmasını sağlayan Kürt kökenli Nakşibendî tarikatı lideri Mevlana Halid’in mürididir. Mevlana Halid’in Halidiye yolu Irak’ın kuzeyinden bütün Orta Doğu’ya yayılmış, Kürt-İslamcılığının Nakşibendî kolu İstanbul’a ulaşmıştır. Barzani ailesinden çıkan Nakşibendî-Halidi şeyhlerin hepsi kendilerine Mesih-Mehdi payesi vermişlerdir. Barzani ailesine ait Nakşibendî-Halidi şeyhler müritlerine bağımsız Kürdistan fikrini empoze etmekteydiler. Osmanlı Türkiyesi içindeki fikri anlamda ilk Kürt isyanını başlatan, Nakşibendî-Halidi Şeyhi 

I.Abdüsselam Barzani, müritleri tarafından Mehdi olarak kabul ediliyordu. 

I.Abdüsselam İstanbul'u ele geçirerek halife koltuğuna oturmak rüyaları içindeydi. 

Ancak müritleri tarafından uçtuğuna inanılan 1.Abdüsselam Barzani pencereden fırlatılınca yere çakılarak öldü. Şeyh II. Abdüsselam Barzani ise Osmanlı Türkiyesi’ne karşı silahlı isyana teşebbüs eden ilk Nakşibendî-Halidi Kürt şeyhidir. 

Barzaniler 1900'lere kadar Barzan köyünde kurdukları tekkelerde pek çok Nakşibendî-Halidi mürit yetiştirdiler. Barzan, Türkiye sınırına 15, İran-Irak sınırına 70 kilometre mesafede yer alır. Barzan şehri, önce Yahudi hahamlar sonra da Nakşibendî tarikatı şeyhleri ile ve Kürt milliyetçiliğinin cazibe merkezi olarak varlığını sürdürdü. Barzani aşireti her fırsatta Osmanlı Türkiyesi’ne isyan etti. Kürt isyanları ile Barzani aşiretinin ortaya çıkışı hemen hemen aynı zamanlara denk gelmektedir. 

Barzani aşiretinin yaklaşık 200 yıllık geçmişi Osmanlı Türkiyesi’nin zayıflaması ile başlar. 1. Dünya Savaşı esnasında Irak’ta Osmanlıların Orta Doğu’dan çekilmesine neden olan bazı isyanlar olmuştur. İngilizlerin ilgi odağı haline gelen bölgede İngilizler Basra bölgesini ele geçirerek propaganda etkinliği ile Arapları Türklere karşı kışkırtmıştır3. Osmanlının parçalanmasından sonra Cumhuriyet Türkiyesi’ne karşı kullanılmak üzere Barzani aşireti; değişen dünya konjonktürüne uygun olarak ABD-İsrail-İngiltere üçlüsünün beslediği bir ‘mayın eşeği’ olarak görülmüştür. 

Irak’ta Kürt isyanları ve Molla Mustafa Barzani 

Molla Mustafa Barzani’nin tanımlamasına göre Barzani Aşireti Amadiye yakınlarında yaşan eski ve savaşçı bir aşirettir. Dede Sait Barzani Osmanlı 
İmparatorluğu’na karşı en çok ayaklanan aşiret reisiydi. Muhammet Barzani’nin büyük kardeşi Abdülselam Barzani Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanması 
nedeniyle dönemin Musul Valisi Süleyman Nazif tarafından 1915’de idam edilmiştir. İstiklâl Savaşı yıllarında İngiltere Krallığının Kürt uzmanı ve aynı zamanda Türk düşmanı olan İngiliz istihbaratçı Edward William Charles Noel’in rehberliğini ve tercümanlığını yapanlar ise Kürt Bedirhan aşiretidir. Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesinden sonra Mustafa Kemal Atatürk’e suikast girişimini planlayan Bedirhan aşireti soyundan gelen Dr.Kâmuran Ali Bedirhan İran istihbarat örgütü SAVAK tarafından desteklenerek Barzani ile İsrail’in arasını yapmak üzere gönderilmiş, başarılı olarak Barzani emrindeki Kürt milislerin İsrail subaylarınca eğitilmelerini sağlamıştır. Kürtçülük hareketinin önde gelen şahsiyetlerinden biri olan Kamuran Ali Bedirhan Kürdistan Teâli Cemiyeti üyesiydi. 1940 yılından sonra Paris’e yerleşerek Polonyalı Yahudi bir kadın ile evlenen Kamuran Ali Bedirhan ölümüne kadar da Paris’te yaşadı. Günümüzde Bedirhan aşireti mensubu olup, Türkiye’de faaliyetlerde bulunan işadamı ve politikacılar arasında Cüneyt Zapsu ve akrabalarının iştirakleri (Massey Ferguson, BİM Marketler zinciri vd.) bulunmaktadır4. Cüneyt 
Zapsu’nun dedesi Kürt İsyancı Said-i Kürdi’nin yakın arkadaşlarından Abdurrahim Rahmi Zapsu’dur. 

4 Tuncay Özkan: CIA Kürtleri Kürt Devletinin Gizli Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004, s.77. 

5 Altan Tan: Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.285-286. 

Kürtler, 1. Dünya Savaşı’nı izleyen 1919-1930 yılları arasında İngiltere’ye, 1932-1935 ve 1943-1945 tarihleri arasında ise Haşimi Hanedanı’na karşı 
ayaklanmışlar dır. Ayaklanmaların başını Barzani Aşireti çekmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış döneminde (1922-1924) Iraklı Kürtler yarı bağımsız devlet kurmaya çalıştılar. Mahmut Berzenci 1922 yılında arasında Kürdistan Krallığını ilan etti. Ancak, İngiltere Lozan’dan sonra Irak'ın bütün bölgelerini birleştirmek isteyince Şeyh Mahmut Berzenci buna karşı çıktı. Mahmut Berzenci ve hükümetin teslim olmaması üzerine Birleşik Krallık Hava Kuvvetleri Süleymaniye ve çevresini bombaladı. Devam eden çatışmalar sonrası 24 Temmuz 1924 yılında bu bölge Irak’a bağlandı5. 1943 yılında Barzani Aşiretinin lideri Molla Mustafa Barzani olmuştur. 
1943’te Barzaniler Irak yönetimine karşı isyan etti. Ancak İngilizlerin desteğini alan Irak ordusu, saldırıya geçip Barzanileri bastırdı. Kasım 1945'te Mustafa Barzani 10 bin aşiret mensuplarıyla birlikte İran’a sığındı. 22 Ocak 1946’da İran'da Kadı Muhammed’in önderliğinde Mahabad'da Kürt Cumhuriyeti kuruldu. Devlet başkanlığını Gazi Muhammed ve savunma bakanlığını Molla Mustafa Barzani üstlendi. Cumhuriyete 17 Ocak 1947 yılında İran rejimi tarafından son verildi ve 31 Mart 1947 yılında Gazi Muhammed idam edildi. Kürt Cumhuriyeti 'nin yıkılmasıyla Molla Mustafa Barzani çatışmalardan sağ kalan yandaşlarıyla Sovyetler Birliğine geçti. 

Mustafa Barzani. Sovyetler Birliği’nin İran’dan güçlerini çekmesi nedeniyle Türkiye üzerinden 52 günlük bir yürüyüşün ardından 1947 yılında Sovyetler Birliği’ne ulaştı. Sovyetler Birliği Molla Mustafa Barzani ve yandaşlarını askeri kampa yerleştirdi ve yandaşlarını sokakları süpürme, kar kürüme gibi işlerde çalıştırdı. Molla Mustafa Barzani’nin isteği ile Kürt milislerden bazılarına Sovyetler Birliği tarafından askeri eğitim verildi. Molla Mustafa Barzani, Sovyetler Birliğince siyasi mülteci sayılmıyordu, önce kasaplık yaptı sonra değirmende çalıştı. Moskova’ya giderek Devlet Başkanı Joseph Stalin ile görüştü ve Stalin’in emri ile Askeri Akademi’ye kabul edildi. 

Buradaki eğitimi tamamlayarak General rütbesi aldı. Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra, yeni Sovyet lider Nikita Kruşçev, Molla Mustafa Barzani’ye bir ev tahsis etti ve Rusça öğrenmesi için özel kurslar düzenletti. 1958’de Irak’ta gerçekleşen devrim ile Kral Faysal’ın devrilmesi Mustafa Barzani’nin kaderini 
değiştirdi. Darbenin lideri Abdülkerim Kasım, Mustafa Barzani’ye bir heyet göndererek Irak’a dönmesini istedi. Arap ve Kürtlerin Irak Devletinin ortağı olduğuna dair bir kanun çıkarttı. Molla Mustafa Barzani’nin partisi KDP’ye (Kürdistan Demokratik Partisi) meşruiyet tanıdı ve 14 Kürtçe gazete yayınlanmasına izin verdi. 

1958 yılındaki Kasım darbesi ile Irak’a dönen Molla Mustafa Barzani, 1963 yılında Baas Partisi iktidara gelene kadar SSCB tarafından desteklenmiştir. Kürtler, 1960’ların sonlarında ABD ve onun bölgedeki müttefiki İran tarafından desteklenmiş, bu destek Irak’ın 1972’de Sovyetler Birliği ile Dostluk ve İşbirliği Antlaşması yapması üzerine daha da artmıştır. 1970 yılında ABD, İsrail ve İran’ın baskısı ile Kürtlere azınlık hakları veren Irak hükümeti 1975 yılında İran ile anlaşarak bu hakları geri almış, İran’a kaçan Barzani 1979’da Washington’da ölmüştür. 1975 yılında Cezayir antlaşması ile İran, Irak’tan istediğini alınca Kürtlere verilen destek ortadan kalkmıştır. Irak Kürtleri ile Irak ordusu arasındaki çatışmalar özellikle 1970 sonrası hızlanmaya başlamıştır. İran-Irak Savaşı’nda da İran’ın yanda yer alan Kürtler bu desteğin karşılığında da bir şey alamadıkları gibi 1988’de Halepçe katliamını yaşamışlardır. Saddam Hüseyin 1988 yılında Irak’ın kuzeyinde İran-Irak savaşında İran’ın yanında yer alan ve El-Enfal Harekâtı isyanını bastırmak adına Kürtlere karşı kimyasal silah kullanmış ve Halepçe katliamında beş bin kişi ölmüştür6. 

6 Yılmaz Kalkan: Bir Ortadoğu Gerçeği Irak ve Saddam Hüseyin, Beyan Yayınları, İstanbul, 1991, s.34. 

7 Özkan: a.g.e., 2004, s.87. 

Molla Mustafa Barzani-CIA-MOSSAD İlişkisi 

 Barzani CIA ilişkisi 1972 yılında başlamıştır. Bir Kürt heyeti ihtiyaç duydukları yardımların mahiyeti hakkında ABD’li yetkilerle görüşmek üzere İsrail üzerinden 
Washington’a gitmiştir. Heyet üyeleri Washington’da dönemin CIA Operasyonlar Başkanı Helms ve Kissinger’in yardımcısı Albay Richard Candy ile görüşmüşlerdir. 
Amerika, Kürtlerin isteklerini sıcak bir şekilde karşılamış, 5 Milyon dolarlık Rus yapımı silah yardımı sözü vermiştir. ABD, aslında Kürtlerin bağımsızlık özlemini paylaşmıyor, Kürtleri Irak’a karşı bir araç olarak görüyordu. Barzani, İran-ABD-İsrail üçgeninde ve İsrail’den sürekli açık destek alan bir yapıda gözükse de, İsrail’in asıl amacı Arap tehlikesini İsrail üzerinden uzak tutmaktı. Barzani ABD desteği ile bağımsız bir Kürt Devleti kuracağına o kadar inanıyordu ki, Irak’taki CIA yetkilisine gönderdiği mesajda ‘Şayet davamızda başarılı olursak ABD’nin 51. Eyaleti olmaya hazırım’ demiştir7. ABD ve İsrail desteğini yanına alan Kürt milisler Mart 1974’de Irak Baas Rejimine karşı ayaklanmış, ancak Irak Devletinin İran ile anlaşma yapması üzerine hayal kırıklığına uğramış, planları altüst olmuştur. 

 Ünlü Amerikalı gazeteci Jack Anderson, Washington Post'taki bir makalesinde şöyle yazıyordu: "Her ay kimliği belli olmayan bir İsrail yetkilisi İran sınırından Irak'a gizlice girerek Kürt lider Molla Mustafa Barzani'ye 50 bin Amerikan doları veriyor. Bu para Kürtler'in, İsrail karşıtı olan Irak hükümetine karşı faaliyetlerini sürdürmelerini sağlıyor." Anderson'ın o sıralarda yayınlanan bir CIA raporuna dayanarak verdiği bilgiler arasında, Molla Mustafa Barzani ile dönemin Mossad şefi Zvi Zamir arasındaki yakın ilişki de vardı. 

 Irak’ın kuzeyinde sadece CIA değil, MOSSAD, MI-16, SAVAK ve diğer birçok ülkenin istihbarat örgütü istihbarat ağı kurmuştu. CIA ajanları 4 müstakil ev 
kiralayarak kriptografik ve uydu haberleşme sistemi kurmuşlardı. Evlerin korunmasını maaşları CIA tarafından ödenen Kürt milisler sağlıyordu. Yerel halk bu evlerin CIA ajanları tarafından kullanıldığını biliyordu. CIA ajanları faaliyetlerini yürütürken ABD’nin uluslararası insani yardım çalışmalarını yürüten Dış Felaket Yardımları Ofisi’nden (OFDA8) yararlanmaktaydı. Kürt ajan ve muhbirlerine maaşlarını bu ofisten sağladıkları gelir ile ödüyorlardı. Bu kişilere ABD Hükümeti adına çalıştıklarına dair kimlik belgeleri bile düzenlenmişti. ABD yaklaşık 200 CIA görevlisi ile diğer istihbarat uzmanlarını finanse etmek için Irakta milyonlarca dolar harcamıştır. Askeri Koordinasyon Merkezi ve NGO’larda istihdam edilen CIA personeli 5 yıl yoğun gayret sonucunda bölgede bu istihbarat ağını kurabilmiştir. 

8 OFDA: Office of US Foreign Disaster Assistance. 

9 Sa’di Berzenci: Irak Kürdistanında Mevcut Durum Hakkında Görüş, Avrasya Dosyası, Cilt 3, Sayı 1, İlkbahar 1996, s.198. 

ABD özellikle 1993 yılından itibaren Amedya, Zaho, Dohuk ve Acre bölgelerinde kendilerine bağlı Kürt milisler için yerleşim birimleri kurmuş, çeşitli 
kaynaklardan gönderilen maddi yardımları bu işbirlikçi Kürtlere aktarmıştı. 1994 yılında Irak kuzeyindeki kaosta Talabani’ye bağlı güçler Barzani’nin elindeki Erbil’de denetimi ele geçirmişti9. 1996 yılında iki Kürt grup arasındaki çatışmaların şiddetlenmesi üzerine Saddam’ın ordusu Erbil’e kadar gelerek Talabani’ye karşı Barzani’yi desteklemiştir. Saddam Hüseyin’e bağlı birliklerin Irak’ın kuzeyinde kontrolü eline geçirmesi ABD tarafından finanse edilen Kürt ajanları tehlikeye düşürdü ve ABD Kürt milislerini Türkiye üzerinden tahliye etmek istedi. OFDA’nın 1500 yerel görevlisi ve aileleri ile birlikte, Zaho’daki Askeri Komite Merkezi’ndeki yaklaşık 1000 yerel görevlisi ve aileleri olmak üzere toplam 2500 kişin Türkiye üzerinden ABD Başbakanı Bill Clinton’ın isteği ile tahliye edilmiştir. Bundan sonra 2003 Nisanına kadar bölgede yeni bir yapı oluşturulamamış, her iki grup kendi bölgelerinde fiili yönetimlerini kurmuşlardır. 

Kürtler ve Yahudilik 

Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan UCLA öğretim üyesi Prof. Yona Sabar 1982 yılında yazdığı ‘‘The Folk Literature of the Kurdistani Jews: An Anthology (Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji) başlıklı kitap, Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürt Yahudilerinin hayatına ışık tutmaktadır. Prof. Sabar'ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden birisi Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibara sahipti. Prof. Yona Sabar, Yahudi Barzani ailesinin kurucusunun 16. yüzyılda yaşayan Haham Samuel Barzani olduğunu belirterek, ailenin sonraki yüzyıllarda Musul, Kerkük ve Erbil yöresinde etkili olduğunu söyledi. Barzani ailesi hakkında en önemli detaylı bilgileri Yahudi Ansiklopedisi – Judaica vermekte ve şöyle açıklamaktadır. Bu aile Barzani ismini yaşadığı bölgenin adından almıştır. Barzani ailesinin diğer Kabalist hahamları Musul’da ve diğer Kürt şehirlerinde yaşamışlardı. Kürt Yahudileri ilerleyen dönemlerde Siyonizm’i de benimsemişlerdi. İsrail kurulduktan sonra, Kuzey Irak ve Suriye’de yaşayan 200 bin Kürt Yahudisi, büyük bir operasyon ile İsrail’e getirilmişler ve İsrail parlamentosunda önemli mevkilerde bulunmuşlardı. Bugün de İsrail’de 250 binden fazla Kürt Yahudisi yaşamaktadır. 


 Tarihçi Ahmet Uçar’a göre; ‘‘Yaygın kanının aksine, Barzani adı sadece Barzani sülalesinden gelenlerin adı değildir. Barzan bölgesindeki aşiret konfederasyon una mensup herkese Barzani denir. Sallum Barzani de muhtemelen, o bölgede yaşamış olan bir Yahudidir ve Barzani ailesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Barzan tek bir aşiret ve köyden müteşekkil değildir. Barzani aşireti, Beroji, Mizorî, Şêrvanî ve Dolemêri gibi dört aşiretten oluşan bir aşiret konfederasyonudur. Kökenleri, Amediye paşası Zübeyir’e dayanmaktadır.” Özetle bütün Kürtler Yahudi değildi. Kürtlerle birlikte yaşayan Yahudiler, iki grubu ayrılıyordu. Bir kısmı ticaretle, kuyumculukla, el sanatlarıyla uğraşırken, bir kısmı da toprak işleterek, Kürtler gibi yaşıyordu. Kürtlerle birlikte aynı yerlerde yaşayan Süryaniler, Ermeniler gibi, zaman içinde bazı Yahudi aileleri de, çeşitli nedenlerden, dinlerinden vazgeçerek Müslüman olmuşlardır. Yahudi aileler Hakkâri’de olduğu gibi, Barzan’da da vardı. İsrail devleti kurulunca da bir kısmı İsrail’e gitti, bir kısmı da kendi köylerinde kaldı. 

 Mossad'ın Barzani'yi tercih etmesinin elbette özel sebepleri vardır. Barzani ailesinin içinde geçmişte bazı Yahudiler ve hatta hahamlar yer almıştır10. İsrail'in doğal müttefiki Barzani ailesinin bölgede uğradığı başarısızlıklardan sonra Kürt Yahudileri İsrail'e göç ettiler. Barzani'nin Irak'ın kuzeyindeki Kürt devleti için şu anda birçok İsrailli provokatör bölgede faaliyet göstermektedir. Irak’ın kuzeyinde çeşitli kimlikler altında 1300 İsrail askerî ve istihbarat görevlisi bulunduğu değerlendirilmektedir. Tevrat'ta ‘‘Vaadedilmiş Ülke’’ olarak Nil'le Fırat arasının işaret edildiğine dair yorumlar vardır. Ayrıca, Barzani ailesi sürekli Mehdi çıkartmaktadır. 

Yahudilik'te de Mehdilik çok önemlidir. Yahudilikte inanılan Mesih inancı doğrultusunda bu planı gerçekleştirecek liderlerinde Yahudi olması, Kabalistik planın bir parçasıdır. Ancak, Kürt Yahudileri diye tabir edilen kesim ile Kürt dilini ve kültürünü benimsemiş, tarih boyunca Kürdistan diye tabir edilen Irak’ın kuzeyinde var olmuş, sonradan İsrail’e göç eden Yahudiler kastedilmektedir. Bu kesim etnik kökenleri itibariyle Kürt değil, aksine Yahudi kavmindendirler. Kuzey Irak’ta yayın yapan ‘İsrail-Kürt’ dergisi, İsrail’deki Kürt Yahudilerini Kuzey Irak’a dönmeye çağırıyor. 

Dergi pek çok yazısında amacını Kürt-İsrail ilişkilerini derinleştirmek olarak tarif ediyor. Akademisyenler, araştırmacılar ve stratejistlerin bugünkü Ortadoğu’daki 
yapılanmanın, büyümesi beklenilen Kürt Yahudi devleti olduğunda hem fikirdirler. (Kürdo-Judaik) Kürt Yahudi devletinin büyümesi ileride Ortadoğu ve dünya politikalarını çok önemli bir şekilde etkileyecektir. 

10 A. Medyalı: Kürdistanlı Yahudiler, Berhem Yayınları, (1992), s.53. 

11 www.radikal.com.tr/ek_haber.php?Ek=ktp&haberno=4175 (15.07.2005) (Giriş: 17 Nisan 2009). 

 Mola Mustafa Barzani-İsrail İlişkileri 

Molla Mustafa Barzani, 1950'den beri sık sık ziyaret ettiği İsrail'de her zaman Kuzey Irak kökenli, Kürtçe konuşan bir Yahudi hahamın evinde kaldı. İsrail ile Irak yerel yönetimlerinin ilk teması, 1963 yılında Barzani ile MOSSAD başkanı General Meir Amit’in Kürtlere yardım konusunda görüşmeleri ile başlamıştır. 1967 yılında, Arap - İsrail Savaşı’nda ele geçirilen Sovyet yapısı silahlar, İsrail tarafından KDP’ye verilmiştir. Körfez Savaşı sonrasında Barzani bölgenin geleceği için İsrail ile temaslar da bulunmuştur11. 

Molla Mustafa Barzani, ilk kez 1967 yılında İsrail'e gittiğinde kendisini kabul eden İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan'a, hediye olarak bir 'Kürt hançeri' ile birlikte, Kerkük petrol rafinelerinin planlarını da getirir. Mart 1969'da yapılan bir operasyonda da Barzani-Mossad işbirliğiyle Kerkük rafinerileri bombalandı 
ve çalışamaz hale getirildi. Barzani ikinci olarak 1973 yılında İsrail'i ziyaret etti. Bu ziyaretinde de, ilkinde olduğu gibi, 1950 ortalarında İsrail'e göç etmiş Kürt Musevisi David Gabay'ın evinde kalmış, hediye olarak da Moşe Dayan'ın eşi için altın bir kolye getirmiştir. 

1967'deki Altı Gün Savaşı'ndan kısa bir süre önce İsrailliler, Irak Hava Kuvvetleri'ndeki bir pilotla gizlice bağlantıya geçmişler ve onu bir deneme uçuşu 
sırasında aniden İsrail'e uçmaya ikna etmişlerdi. Iraklı pilotla İsraillilerin bağlantısını kuran aracılar ise Kürtlerdi. Ağustos 1966'da Tel-Aviv'e inen söz konusu MIG, bu Sovyet yapımı uçak hakkında daha önce yetersiz bilgiye sahip olan İsrail'e ve onun Batılı müttefiklerine büyük bir avantaj sağladı. Hatta bazı yorumlara göre, İsrail'in Altı Gün Savaşı'nın ilk gününde Mısır Hava Kuvvetleri'ne yaptığı büyük baskın, MIG'lerin teknik özellikleri hakkında edinilen bilgi sayesinde mümkün olmuştu. Ian Black ve Benny Morris'e göre, Kuzey Irak dağları ile Tel-Aviv arasındaki ilişki giderek "Ortadoğu'nun en kötü saklanan sırrı" sıfatını kazandı. İsrail 1967 yılında Arap ordularından ele geçirdiği çok sayıda Sovyet silahını Kürt ayaklanmacılara yolladı. Kendilerine verilen Doğu Bloku silahlarına önce şaşıran daha sonra çok sevinen Molla Barzani, ayrıca bulduğu İsrail yapımı bombalardan daha çok istemişti. Kendisini silah ve paraya boğan İsrail'in gücüne hayran kalan Barzani, İsraillilere ortak bir seferberlik de önermişti. Barzani'nin planına göre, Kürt peşmergeler Irak'ı zapt ettiğinde İsrail de Suriye'yi işgal edebilecekti. 

İsrailli eski general Rafael Eitan'ın anıları da, İsrail-Barzani iş birliğinin boyutlarını bütün çıplaklığıyla ortaya koyan bilgiler sağlıyordu. Rafael Eitan, Mustafa Barzani'nin talebi üzerine, 1969 yılında Irak'a giderek ayaklanmayı yakından görmüş ve ayaklanmanın lideri Barzani ile mücadeleyi daha yaygın bir savaş haline dönüştürme konusunu görüşmüştü. Eitan ziyaretinden sonra, İsrail Savunma Bakanlığı'na, ayaklanan Kürtlerin çok iyi savaşmakla beraber gelişmiş savaş araçları ve silahlarından mahrum olduklarını, kendilerine yardım edilmesi gerektiğini bildiren bir rapor da yazmıştı. Ayaklanmacı Kürtlerle kurduğu bu gizli ittifak, İsrail'e Irak ordusu hakkında çok önemli istihbaratlara ulaşma fırsatı da veriyordu. İsrail, Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle ilişkisini hiç koparmamıştır. Hatta bu destek Türkiye gibi İsrail’in kolay kolay kırmak istemeyeceği bir ülkeyi karşısına almak pahasına da olsa ‘psikolojik-politik’ olarak sürmüştür. Kuzey Iraklı Kürt ayaklanmacılarla İsrail arasındaki bu iş birliği, 1975 yılına kadar sürdü. O yıl, Kürt isyanının diğer büyük destekçisi olan İran, Irak ile bir anlaşmaya vardı ve bunun üzerine Kürt ayaklanmacılara yaptığı tüm 
yardımı kesti. ABD de İran ile birlikte hareket edince, Barzani hareketi Bağdat rejimi karşısında savunmasız kaldı. İsyan, bu rejim tarafından kanlı biçimde bastırıldı. İsrail'in durumu kabullenmekten başka seçeneği yoktu. 

Mesut Barzani Dönemi 

 İsrail, Irak'ın kuzeyindeki Kürtlerin oluşturmak istediği parçalanmış Ortadoğu için en ideal "kart" olduğunu her zaman aklında tuttu ve bu kartı yeniden devreye sokmak için fırsat kolladı. İsrail’in, kuruluşundan bu yana bölgede varlığını sürdürebilmek için izlediği genel politika, Yahudiliğin kuşatılmışlığını dengelemek, bunun için de dış çemberdeki ülkeler ile yoğun ilişkiler içinde olmaktır. Türkiye ve İran, İsrail’in bu politikasında özel öneme sahip ülkelerdir. Bu ülkeler, İsrail tarafından dost olarak kazanılmak ve İsrail’in üzerindeki yoğun Arap baskısını azaltmakta kullanılmak istenmiştir. İsrail aynı zamanda Arap coğrafyası içinde Araplık ile çelişkisi olan her unsuru, Arap kuşatmasını kırmak için kullanmak istemiştir. Bu unsurların başında Irak Devleti ile hiçbir zaman uyuşmayan Barzani ve onun liderliğindeki Kürt gruplar önemli bir yere sahiptir. Irak Kürtleri, İsrail açısından stratejik bir unsur olmasının yanında, İsrail’in bazı tarihi bağlar ile bağlı olduğu bir unsurdur. İsrail’in 


Molla Mustafa Barzani ile kurduğu ilişkiler, bugün de oğul Mesut Barzani ile devam etmektedir. 

Körfez Savaşı 1975 yılından itibaren bitkisel hayatta olan KDP ve KYB adına yaşama dönmek için bulunmaz bir fırsat olmuştur. Bu aşamada Mesut Barzani’nin gelecek stratejisi tartışmaları için gittiği yer İsrail olmuştur. Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması için batı dünyası desteğinin en yoğun olduğu 1990’lı yıllarda Washington’da lobi yapanların başında İsrailli politikacı Ariel Şaron gelmiştir. İsrail Dışişleri Bakanlığının eski bir görevlisi olan Oded Yinon’un Dünya Siyonist Örgütü’nün yayın organı olan ‘’Kivunim’’ dergisinde 1982’de yayınladığı ‘İsrail için strateji’ adlı çalışmasında, Irak’ın geleceği ile ilgili ileri sürdüğü şu tespit önemlidir; ‘Irak etnik ve mezhebi temeller üzerinde bölünecek tir; kuzeyde bir Kürt devleti, ortada bir Sünni ve güneyde bir Şii devleti’. Bu bölünmenin İsrail’in güvenliği açısından şart olduğu görüşü ileri sürülmüştür12. Bugünkü İsrail nüfusunun Ortadoğu coğrafyasını denetim altında tutmaya yetmeyeceğini bilen Yahudi stratejistler, bu amaca ulaşmak için iki paralel  politika önermektedirler; İsrail, önce yirmi milyonluk nüfusa erişmek zorundadır, diğer yandan çevresindeki ülkeleri bölerek yirmi milyon ile Orta Doğu’yu kontrol altında tutacaktır13. 

12 Ümit Özdağ: Türkiye Kuzey Irak ve PKK, ASAM Yayınları, Ankara, 1999, s.189-190. 

13 Özdağ: a.g.e., 1999, s.192 

14 Şalom Nakdimon: Irak ve Ortadoğu'da MOSSAD, Elips Yayıncılık, Ankara, 2004, s.34. 

1983 yılında Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki PKK’ya yönelik harekâtı esnasında daha 1982’de Lübnan’ı işgal etmiş olan İsrail’in Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri 
Bakanı Şamir, Türkiye’yi ‘Kürdistan’ı işgal altında tutan devletlerden birisi’ olarak nitelenmiştir. Ancak aradan iki sene geçtikten sonra aynı İzak Şamir, 1985 yılında Başbakan Turgut Özal’a PKK’ya karşı işbirliği önermiştir. Barzani ailesi ile MOSSAD hep ilişki içinde olmuşlardır. Kürt-Nakşibendî, Halidi tarikatı mensubu Barzani ailesine Irak'ın kuzeyinde 150 yıldır bir Judeo-Kürt devleti kurdurulmak istenmektedir. İsrail ile İkinci Dünya Savaşı sonrası özellikle istihbarat ve askeri konularda sağlanan işbirliği Türkiye gerek terör ile mücadelesinde gerekse İsrail faktörünün Ortadoğu’da Türkiye aleyhine çalışmasının frenlenmesinde önemli faydalar sağlamıştır. Ancak 2003 yılı 
sonrası iktidarın hatalı politikaları neticesi İsrail’in dostluğu kaybedilmiş ve gerek terör gerekse Türkiye düşmanları ile işbirliği yapmak konusunda bu ülkenin önü açılmıştır. Bunda Türk hükümetinin dış politikayı İslamcı anlayış ile şekillendirmek istemesi etkili olmuştur. 

Bugün, Irak'ın kuzeyinde onlarca İsrail şirketi çalışmakta ve bu şirketler aracılığıyla ülkeye her yıl 500 İsrailli girmektedir. İsrailliler, çifte kimlik taşımakta, kimliklerde müstear isimler kullanılmaktadır. İsrailliler Irak'a özellikle tüccar, iş adamı ve gazeteci sıfatıyla girmektedir. İsrail ayrıca Irak’ın kuzeyinde oluşturmaya çalıştığı finansal alt yapı ve toprak satın alma girişimleri ile de gündeme gelmektedir. Irak bir bütün olarak kaldıkça Kürtlerin İsrail ile enerji koridoru oluşturacak kadar ileri bir bağa girmesi mümkün görünmemektedir. Irak'ın kuzeyinde faaliyet gösteren İsrail şirketlerinden Solel Boneh, Tsim, Ronson, Laisrael ve Bazan alt yapı, inşaat, taşımacılık, petrol arama ve su kanalı açma gibi işler yapmaktadır. Yapım ve onarım işiyle uğraşan Solil Bonaih şirketinin Basra, Bağdat, Dohok, Kerbela, Nasıriyye, Musul, Erbil ve Süleymaniye'de şubeleri bulunmaktadır. İsrail devletinin ikinci Devlet Başkanı İhsan Bin Tefsi; ‘Yahudilerin Kürdistan'da 12 yerleşim yerinde bulunduğunu 
ve Kürdistan'daki Yahudi Kürt topluluğunun hahamlar ve değerli fikir adamları çıkardığını14’ söylemektedir. Bazı araştırmacılara göre, Irak'ın Kürt kesimindeki 

Yahudi grup ve cemaatlerin sayısı 146'ya ulaşmıştır. 

Türkiye’nin de bu bölgedeki yatırımları dikkate alındığında ortaya çıkan sonuç; Kürtler, İsrailliler ve Türkler elleriyle Kürdistan’ı sağlamlaştırmaktadırlar. 

Doç.Dr.Sait YILMAZ 
Doç.Dr.Sait Yılmaz, İAU Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi, USAM Müdürü 


***

7 Kasım 2016 Pazartesi

28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE - REFAH KAPATILIYOR BÖLÜM 6



28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE - REFAH KAPATILIYOR BÖLÜM 6


Gülen’den Refah Partisini Kapatma Taktikleri

Fethullah Gülen, 28 Şubat darbe hükümeti kurulduktan kısa bir süre sonra verdiği mülakatta Refah Partisi’ne kapatılma davası açılması ile ilgili bir soruya cevap verirken; önce ABD’li yetkililerin kendisine ulaşan kanaatlerinin (nasıl ulaşıyorsa ve kim ulaştırıyorsa!!) partiyi kapatmak olduğunu, fakat bu taktiğin(!) kendi kanaatine göre çok isabetli olmadığını ifade ederek, hedefi tam on ikiden vuracak daha isabetli bir taktik veriyor. Kapatma davası açılmalı, ancak dava devam ederken seçime gidilmeli, bu şekilde halkın Refah Partisi’ne olan güveninin sarsılacağını, böylece kimse töhmet altında kalmadan(!) maksadın da hâsıl olacağını dile getiriyor.

“RP’nin kapatılması, Türkiye’nin genel dengeleri açısından ne sonuç verir?

Amerikalı yetkililerin, kanaatleri bana intikal ettiği kadar, Refah’ın kapatılacağı merkezinde düşünceler var. Ben eskilerin ifadesiyle ‘bila kaydu şart’ o mülahazalara katılmıyorum. Hiç kapamayabilirler. Refah Partisi’nden kurtulmak isteyenler için kapamak bir iştir. Bana göre yapacakları şey, kendileri açısından bunu yapmak isteyebilirler, daha makulü, Refah’ı kapatmamak, mahkemeyi devam ettirmek, mahkeme devam ederken seçime girmek. Seçim sathı mahalline girilirken mahkemenin devam etmesi Refah’a olan güveni sarsar. Kapatılacak olan bir parti mülahazası hasıl eder. Oy verilmez ona. Daha demokratik yolla bu oylar Refah’a yakın partilere kayar, büyük ölçüde. Maksat hasıl olur. Belki böyle yapmayı tercih ederler. Böyle yapma da, toplum tarafından birilerini büyük ölçüde töhmet altına itmez. Mahkeme bitmemiştir. Karar verilmemiştir. Kapatılmamıştır. ‘Eh, ne yapalım, millet tercihini bu istikamette yaptı’ diyebilirler. ” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)

Bu taktik uygulandı mı, taktik başarılı oldu mu, kimler töhmetten kurtuldu, kimler töhmet altında kaldı, bilemiyorum. Fakat bildiğim tek şey var o da şu ki: Onurlu, haysiyetli ve vicdanlı kimselerin gözünde; Gülen’in sadece yukarıdaki soruya verdiği bu cevap dahi dünya durdukça kendine günah, töhmet, zillet ve teslimiyetçilik olarak yeter de artar bile.

Gülen hızını alamıyor ve Refah Partisi aleyhindeki demeçlerine devam ediyor. Özellikle ekonomi alanında herkesin takdir ettiği Erbakan hükümetini, bu alanda dahi başarısız görüyor:

“Bir şeyler vaat ettiler. Ne var ki, sekiz dokuz aylık bir süre zarfında gördük ki vaad edilen meselelerin öşrü bile (onda biri) – malum öşür bir vergidir – yapılmadı. Bir nabız tutulsa anlaşılacaktır.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)

Gülen’in yukarıdaki ifadelerine resmi web sitesindeki bir okurunun ve mensubunun verdiği ibretamiz cevabı, burada alıntılamakta yarar görüyoruz. Zira cahil de olsa vicdanını yitirmeyen herhangi bir insanın bile; kimi zaman fıtratını bozan, vicdanını kirleten, egemenlere boyun eğen liderinden veya âliminden olgulara daha sağlıklı baktığını en güzel şekliyle ortaya koyuyor bu örnek. 

Bu arada 11 Mart 2012 tarihinde saat 23:18’de “ Bu yorum hâlâ Fethullah Gülen’in resmi web sitesinde duruyor mu? ” diye baktığımızda yorumun kaldırıldığını gördük. Oysa biz 06.03.2008 saat 17:02’de söz konusu siteden bu röportajı alıntıladığımızda yorum vardı. Muhtemelen maslahat, konjonktür öyle gerektirmiştir ve bunun mutlaka vardır bir hikmeti(!) “ 28 şubat 97
Yazan mustafadevim@hotmail.com ,

hocam özür dileyerek söylüyorum beni affedin ama verdiğiniz cevapları beğendiğimi söyleyemeyeceğim sonuçta karşıdaki insanlar müslüman ve islamın yükselmesini isteyen insanlar ve herzaman müslümanların birlik beraberliğinden yana siyaset yapmak istediklerini düşünüyorum Bu açıdan baktığımızda verdiğiniz cevaplar o insanların nasıl yıkılabileceğini anlatıyor böyle günlerde müslümanların birbirine daha fazla ihtiyacı yokmudur daha fazla sahip çıkmamız gerekmez mi evet belki strateji hataları olabilir ama biz müslümanlar birbirimizin hatalarını örtmemiz gerekmezmi belki yanlış düşünüyorum aff…”

Gülen’in Erbakan Hazımsızlığının Dile Yansımaları  Fethullah Gülen’in dili çok iyi kullandığını, hem hitabetinin hem de kaleminin iyi olduğunu biliyoruz. 
Özellikle devleti kutsayan devletçiliğinin ve milliyetçiliğinin de etkisiyle, kim olursa olsun devlet ricalinden söz ederken nezakete, inceliğe ve saygınlığa çok dikkat eder. 
Bu tespit Demirel’den, Baykal’a, Ecevit’ten Türkeş’e, Çiller’den Çevik Bir’e Kalemli’den Yılmaz’a kadar hepsi için geçerlidir. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da tek istisna Erbakan’dır. Lütfen aşağıdaki paragrafları dikkatle okuyalım:

“Sık sık görüşüyorlar mı sizinle? ''

- Hayır sık sık görüşmüyorlar. Tansu Hanım’la üçü bilemedin dördü geçmez. Mesut Bey’le de bu kadar ancak. Ecevit Bey’le de iki üç defa olmuştur. 

Deniz Baykal Bey’le bir defa veya iki defa. Birisinde herhalde Kasım Gülek’in -merhumun- cenazesinde olmuştur, İnönü Bey’le de orada görüşme nasip olmuştur.

- Sayın Erbakan’la?

-Necmettin Erbakan’la da hayatımda iki veya üç defa görüşmüşümdür. En son görüşmemizde Alparslan Türkeş Bey’in cenazesinde ben Diyanet işleri Reisi’nin yanında idim, onu iyi tanıyorum, diyanetten çıktık, biz böyle saf tuttuk. Sayın Cumhurbaşkanı vardı, Meclis Başkanı vardı, ben orda duruyordum, başbakan olarak yanıma gelince ben biraz kenara çekildim. Yerimi ona verdim, fakat herhangi konuşma olmadı. Ona görüşme denir mi, denmez mi, çünkü Sayın Kalemli ile bir el sıkışma, Sayın Cumhurbaşkanı ile bir el sıkışma oldu ama, fakat onunla bir konuşma olmadı, gerçekleşmedi. Bir konuşma olduğu şey, geçen sene matematik olimpiyatları oldu. Bu Yükseliş Koleji’nin geniş bir salonu var. O da oraya gelmişti Arkadaşlar beni çağırmışlardı. Orada 3-4 kelimelik, o kalabalık içinde, öyle bir konuşma oldu. O benden evveli ayrıldı gitti, ben de sonra kalktım gittim.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997)

Şimdi lütfen bu meni tekrar dikkatle okuyun. Yukarıda tam 11 isim ve unvan geçmektedir. İsimlerin tamamı ya “ Hanım ” ya “ Bey ” ya da “ Sayın ” unvanıyla birlikte kullanılmaktadır. Unvansız olarak sadece ismi ve soy ismi, sonrasında da üçüncü tekil şahıs olarak “o” zamiri ile anılan tek kişi Erbakan’dır. Üstelik bu mülakatın yapıldığı dönemde Erbakan; Gülen’in çok değer verdiği, kutsadığı, hiçbir kurumuna toz kondurmadığı devletin Başbakanıdır. Bu arada “ Yukarıda sanki ‘Sayın Erbakan’ ifadesi de vardı. Onu niye görmezden geldin?” derseniz, lütfen bir daha bakın derim. Zira yukarıdaki “Sayın Erbakan?” ifadesi Yalçın Doğan’ın sorusudur.

Gülen: Benimle Erbakan Arasında Kalpten Kalbe Yol Yok

Gülen, yukarıda takındığı üslubun felsefi arka planını aslında mülakatın devamında ‘Biz kalubeladan beri birbirimizden hazzetmeyiz.’ diyerek, çok net ortaya koymaktadır:

“Aranızda bir gerginlik mi var?

- Bir gerginlik yok da ‘El ervahu cunudun mücennedetün’ diye birşey var. ‘Ruhlar’ tıpkı bir sistem altında ordunun fertleri gibidir. Bunlar arasında içten böyle birbirine akma, birbirine kayma, birbirine dökülme, birbirini çok iyi bilme varsa telif olur, anlaşma uzlaşma olur, Şayet öyle birşey yoksa tenakür (zıtlık) denir ona.

- Yani tenakür mü vardır ruhların uzlaşmazlığı, uyuşmazlığı mı var?

- Bilmiyorum yani bu şeyleri bir atasözü vardır. Kalpten kalbe yol vardır.

- Şu anda kalbten kalbe pek yol gözükmüyor?

- O yolu koymamışlarsa bizim uzlaşmamız da biraz zor olabilir.

- Bu kişisel birşey mi? Yoksa dünya görüşü mesafesi mi?

- Dünya görüşü meselesi de olabilir. Ben şahsen kişisel olarak, hiç kimsenin aleyhinde olmama niyetinde ve kararındayım.

- Yani aranızda bu kalpten kalbe giden yolun belli ölçüde tıkanık olması İslamiyet’e zarar verecek davranışlar tarafından mı karşı tarafın?

- Öyle zannediyorum veya öyle algılıyorum, öyle içtihat ediyorum.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997)

İnsan sormadan edemiyor. Yukarıda adı geçen diğer zevatla kalpten kalbe yol bulunuyor da, sıra Erbakan’a gelince mi kalp yolu kapanıyor, zıtlıklar tezahür ediyor. Yoksa burada da mı zorbaların ve egemenlerin nezdinde meşruiyet sağlamanın yolu; Müslüman’a kin kusmakta ve bunu deklare etmekte görmek söz konusu?

Birilerinin “Bu bir iftiradır. Erbakan’a saygı duyduğunu görmek için Gülen’in web sitesinde Erbakan için yayımladığı taziye mesajına bakılabilir.” dediğini duyar gibiyim. Evet, doğrudur bundan haberimiz var. Fakat arada bir fark var. Konjonktür. Bu nedenle sözünü ettiğimiz dönemden bir örnek getirilmesi gerektiğini ifade etmek isteriz.

1999’da Gülen Hareketini Kim ve Neden Tasfiye Etmek İstedi

Gülen’in 28 Şubat darbesine destek vermediğini iddia eden Gülen taraftarları, düşüncelerini şu mantığa dayandırırlar:

- Eğer Gülen darbeye destek verdiyse neden 28 Şubat kararlarında Kur’an kursları gibi okullar da hedef gösterildi?

- Gülen eğer darbeye destek verdiyse nasıl oldu da darbecilerin hedefi haline geldi?

- Gülen 28 Şubat’ın asıl hedefiydi, nitekim bundan dolayı Gülen hâlâ sürgünde (!) yaşıyor.

28 Şubat darbesiyle neredeyse Gülen hareketi dışındaki tüm yapılar (tarikatçısından radikaline, milli görüşçüsünden hak yolcusuna kadar) baskı altına alındı, yok edilmeye çalışıldı ve kurumları kapatıldı. Mensupları da tutuklandı, işkenceye maruz kaldı, aleyhlerinde delil ihdas edildi ve hapse atıldı. Tüm bunlar olurken Gülen ve hareketine yönelik Haziran 1999’a kadar somut hiçbir baskı, tutuklama ve kapatma olmadı. Haziran 1999’da da sadece Gülen’in kendisiyle ilgili bir kampanya başlatıldı. Nitekim bu konuda bile somut bir ceza, kapatma ve hapis olmadı Gülen ve hareketinde. Tekrar vurgulama ihtiyacı hissediyoruz. Burada neden onlara bir şey olmadı derken; keşke olsaydı, olmamasına çok üzüldük, gibi bir mana çıkarılmamalı. Sadece bir vakıayı tespit edip şu sonuca varmaya çalışıyoruz. 28 Şubat postmodern darbesinin ikinci yılından sonra, bu defa Gülen ve hareketini hedef tahtasına koyan irade; tüm kurumlarıyla darbe zihniyeti değildir. Faruk Mercan’ın ifadesiyle sadece derin devletin içinde kümelenmiş ulusalcı, devrimci ve komünist bazı unsurlar fırsatını bulmuşken Gülen ve hareketini de tasfiye etme girişiminde bulundular. Ancak derin devletin yargı, Genelkurmay ve siyasetteki diğer unsurları bu işe taraf olmayıp hatta Gülen tarafında yer alınca, bu girişim başarısız kalıyor.

Genelkurmay Gülen Davasına Doğrudan Taraf Olmadı

Gülen hareketinin medya sözcülerinden olan Faruk Mercan “Fethullah Gülen” adlı kitabında bu düşünceyi şöyle destekliyor:

“ Aymaz’ın anlatımına göre düğmeye basanlar, Gülen’e karşı ittifak kurmuş birkaç devrimci, sol ve ulusalcı gruptu. Bunların devletin çeşitli kurumlarında destekçileri vardı. Durum böyleyken ‘Düğmeye devlet bastı’ iddiasıyla Türk halkını yanıltıyorlardı. Çünkü Gülen’in Patrik Bartelomeos’la görüşmesine dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Papa’yla görüşmesine dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit açık destek vermişti.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 211; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)

“Yüksel davanın sonlarına doğru son çare olarak, Gülen aleyhine bazı belgeler almak umuduyla Genelkurmay Başkanlığı’na başvurdu. Ancak Genelkurmay, Gülen davasına doğrudan taraf olmadı. Nitekim Genelkurmay’ın bu tutumu, Gülen için verilen beraat kararının ana gerekçelerinden biri oldu. Genelkurmay, Gülen karşıtı devrimci grupların bütün baskılarına rağmen, Gülen davası boyunca ‘hukuk çizgisi’ içinde kalmaya özen gösterdi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 213-214; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)

“ Nuh Mete Yüksel’in bu girişimlerine rağmen, Gülen davasına doğrudan karışmayan Genelkurmay, 28 Şubat sürecinin başladığı 1997 yılından, Nuh Mete Yüksel’in davayı açtığı 2000 yılı ağustos ayına kadar Gülen hakkında çeşitli suçlamalara yer veren onlarca istihbarat raporunu da hiçbir zaman sahiplenmedi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 215; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)

Bana Dokunmayan Yılan Bin Yaşasın

Gülay Göktürk, Gülen ve hareketi aleyhinde başlatılan kampanya döneminde hem kampanyaya karşı çıkmış hem de güncelliğini hiç yitirmeyecek ve herkesin kendisine “kıssadan hisse” alması gereken bir yazı kaleme almıştı. Göktürk; söz konusu yazısında Gülen hareketinin “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” çıkarcılığıyla hareket ettiğini, hatta kimi zaman devletle aynı safta yer alıp baskıları onayladığını, kendisinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu vurgulamaya çalıştığını, toplumun değil devletin gözünde meşrulaşma çabasında olduğunu ifade etmektedir:

“Yakın geçmişi şöyle bir hatırlarsak, Gülen Cemaati’nin 28 Şubat sürecinin başından bu yana, ‘başkalarının’ başına gelenler karşısında sessiz kalarak ‘belayı üzerine çekmeme’ taktiği izlediğini görürüz.

28 Şubat’tan bu yana Türkiye’de dindar kesim son yılların en ağır baskı dönemini yaşadı.

Refahyol, meclis iradesi hiçe sayılarak düşürüldü, Fethullahçılar ses çıkarmadı.

Refah Partisi kapatıldı, yine ses çıkarmadılar. Türban yüzünden mağdur olan binlerce insanı görmezden geldiler.

Merve Kavakçı olayı gibi olay yaşandı, işin özüne sahip çıkmayı unutup yanlış taktiğinden dolayı Fazilet Partisi’ni eleştirdiler.

Başka cemaatleri, başka kimlikleri hedefleyen baskıları, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ oportünizmiyle geçiştirdiler. Hatta zaman zaman, bu baskıları devletle aynı söylemi kullanarak onayladılar. Sürekli olarak, kendilerinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu anlatmaya, devleti buna inandırmaya çalıştılar. Devletçi yapıları gereği, geniş kitlelerin önünde açık tartışmayla kullanılacak bir meşruiyet için çaba harcamak yerine; kendi meşruiyetlerini devlet içindeki klikler arası dengelerde aradılar. Toplumun değil, devletin gözünde meşru olmaya asıl önem verdiler.

Varlıklarını ve özgürlüklerini, başkalarının özgürlüğünün çiğnenmesine göz yumarak korumaya kalktılar. Bu yolla Batı Çalışma Grubu’nun gazabından kurtulabileceklerini, devletin ‘uslu çocuğu’ olabileceklerini sandılar.

Ama bütün bu çabalar işe yaramadı. Hayat; özgürlüğün, iktidarı elinde tutanların inayetiyle korunamayacağını acı bir biçimde gösterdi.

Alman şairi Brecht’in, bir papazın ağzından yazılmış olan o ünlü şiirini bilmem hatırlar mısınız? Ben mealen hatırlıyorum:

‘' Naziler önce Komünistleri kullandılar, sıra nasılsa bana gelmez diye ses çıkarmadım.

Sonra Yahudileri kullandılar, yine bana sıra gelmez diye ses çıkarmadım.

Sosyal Demokratları tutukladılar, yine ses çıkarmadım.

Sıra bana geldiğinde etrafıma baktım, benim tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı.’' Diyordu Brecht.

Eğer Fethullah Gülen Cemaati, ünlü şairin derin bir tarihi tecrübeden süzülüp gelen bu satırlarını kavramış olsaydı, bağırmak için sıranın kendisine geldiği güne kadar beklemezdi.

Şimdi bağırıyorlar.

Neyse ki bu ülkede işler henüz Nazizm’e kadar varmadı.

Ve neyse ki, etraflarında hâlâ ses çıkaracak birileri var…” (Gülay Göktürk; Sabah Gazetesi; Devletin İnayetiyle; 25.06.1999)

Kendi Saadetini Başkalarının Felaketi Üzerine Bina Edenler ve İlkesizliği İlke Edinip Kimliksizleşenler

Mustafa İslamoğlu da o dönemde dokunaklı bir dille kaleme aldığı yazısında, Gülen hareketini “kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina eden” ve “eden bulur” özdeyişleri ile uyarmakta ve çok samimi ve içtenlikli bir özeleştiriye davet etmektedir. İlkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan bir yapının kendisi olmaktan çıkacağını vurgulayarak, aslında Gülen hareketinin adeta ‘ilkesizliği ilke edindiğini’ söylemektedir. İslamoğlu, kendi deyimiyle kardeş eleştirisini bir adım ileri taşıyarak, başkalaşıp ötekinin gözünde meşrulaşmak için ‘öteki’ olmaya çalışanın ‘öteki’ tarafından da kabul edilmeyeceğini; sonunda da kimliksiz ve kişiliksiz olarak ortada kalacağını ifade etmektedir:

“Tabiatın olduğu gibi, ahlakın da ‘zorunlu’ yasaları vardır…

Bunların en ünlülerinden biri ‘Kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina etme!’ tavsiyesidir. Bir başkası ‘Men dakka dukka!’ Arap özdeyişidir ki, Anadolu’da bu özdeyiş farklı muhtevayla ‘eden bulur’ biçiminde yerleşmiştir…

Tarih şahittir ki, gövdesini kurtarmak için kolunu rüşvet veren hiç kimse, gövdesinin de hayrını görmemiştir. Yine sabittir ki, bir bütüne ait parçalardan biri, varlığını diğer parça ya da parçaların yokluğu üzerine bina ediyorsa, bundan başta kendisi, (sonra) bütünü oluşturan tüm parçalar zarar görür…

Yine ilkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan, kendisi olmaktan çıkar. Peki, başkası olur mu? Belki evet; fakat ‘öteki’ kendisini kabul etsin diye başkalaşan unsuru, bu kez ‘öteki’ de kendisinden saymaz. Çünkü ‘öteki’nin gerçek niyeti, onu ‘kendisi gibi etmek’ten daha çok ‘kendisi olmak’tan çıkarıp kimliksiz ve kişiliksiz bırakmaktır…

… Bedene ait bir organın kendi kendine istiklaliyetini (bağımsızlığını) ilan edip müstağni tavırlara girmesi ve bedenin isterse tek bir tırnağı olsun, diğer organlarını görmezden gelmesi kendi içine kapanarak, kendisini kutsayıp gerisini yok saymasıdır…

Şimdi, dövünme, ah u vah etme zamanı değil, tevbe ve istiğfar zamanıdır; yani tevbe gibi bir özeleştiri zamanıdır…

Cemaatli dostlarım; kendi payıma tüm dualarım, endişelerim, tevbe sadedindeki eleştirilerim şimdi sizin için; bu mealde siz de kendinize dua etmeyi düşünmüyor musunuz?

Bu mevsim, ‘dua’, ‘tevbe / özeleştiri’ mevsimi.” (Mustafa İslamoğlu; Yeni Şafak; Dua Fidanını, Tevbe Tarlasına, Özeleştiri İkliminde Dikme Zamanı, 23.06.1999; )

Dilipak: Batı Çalışma Grubu Fethullah Gülen’i Kullanıp Attı

Abdurrahman Dilipak 21 Haziran 1999 tarihli köşesinde, askerin Gülen’i kullanıp attığını ifade ediyor. Bu arada Gülen de askeri kullandığını düşünüyor olabilir. Ancak Dilipak, bu balayının bittiğini ve köprülerin atıldığını düşünüyor. Dilipak’a göre Gülen; BÇG’nin elinde TSE damgalı ılımlı bir Müslüman tipi olarak kullanılmaya müsaitti ve kullanıldı. Ayrıca Batı ile ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu Fethullah Gülen.

Dilipak, Fethullah Gülen’e karşı başlatılan kampanyanın derin devletteki güçler arasında bir hesaplaşmanın ürünü de olabileceğini vurguluyor ve Gülen gibi derin devlet tarafından kullanılan diğer yapıların da bu olaydan ders alması gerektiğinin altını çizerek bitiriyor yazısını:

“…Bana kalırsa herkes bu işin gerçeğini başından beri biliyordu. Fethullah Efendi ise bir siyaset izlediğini düşünüyor olabilir. Bu oyunda herkes karşısındakini kendi planları istikametinde kullandığını düşündü, kullandı da! Ve sonunda bir gün köprüler atıldı, balayı bitti.

BÇG’nin elinde Fethullah Gülen ılımlı İslam prototipi olarak, TSE damgalı bir Müslüman tipi olarak kullanışlı bir örnekti. Fethullah Efendi’nin söylemi, Batı’nı ve ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu.

Her şey çok açık!

Devlet farklı zamanlarda farklı kesimlerden insanlarla birlikte çalıştı… Sonra yine aynı devlet, ya da devletin içindeki bir kısım unsurlar, konjonktüre bağlı olarak bir anda ipleri kopartıp onları zindana göndermediler mi?

Bu oyun hep böyle oynana geldi.

Şu da olabilir. Devletin içindeki, daha doğrusu derin devletteki güçler arasında derin bir hesaplaşma yaşanıyor. Birileri bir emrivaki yaparak, karşı kanadın işini bozuyor ve elindeki bilgi ve belgeleri basına sızdırarak sonuca gidiyor.

Medya bu konuda tetikçilik yapıyor.

Fethullah Efendi’nin başına gelenler, aynı senaryoda kullanılan diğer isimler için de ders olsun!” (Abdurrahman Dilipak; Akit Gazetesi; İrtica Bahane Vurgun Şahane; 21.06.1999)

Anlayacağımız Gülen hareketi seksenlerden beri devletçilikten, milliyetçilikten, askercilikten, darbelere ve darbecilere yakın durmaktan hiç şaşmamıştır. Aslında gülen hareketinin en tipik özelliği olan “tutarsızlık” “ilkesizlik” ve “pragmatizm”; sadece belli konularda geçerliliğin yitirmektedir. Yani tutarlı oldukları birkaç konu vardır. Ki sadece bu konularda hep tutarlı(!) ve ilkeli(!) olagelmiştir:

- Derin veya şeffaf (!) tüm kurumlarıyla devleti ve devlet adamlarını kutsamak.

- Milliyetçiliği önceliklerinin birinci sırasına koyarak “Türkiye İslamı” senteziyle Türkiye Cumhuriyeti adına lobi faaliyeti yürütmek.

- Uluslararası neoliberal emperyalist siyasi ve ekonomik politikalarla paralel çizgide yürümek.

- Hem Türkiye’deki hem dünyadaki İslamcı ve direnişçi yapılarla en ufak bir ilişki şöyle dursun; onlara karşı askerle, polisle ve devletlerle aynı safta durmak.

Atasoy Müftüoğlu da neo-nurculuk olarak tanımladığı Gülen hareketini benzer gerekçelerle eleştirir:

“ Neo-nurculuğa yönelik dört tane eleştirim var:

1) İslam’ı millileştiriyor.

2) İslam’ı ehlileştiriyor.

3) Müstekbirlerle birlikte hareket ediyor, aynı safta görünüyor.

4) Bütün direniş mücadelelerini kayıtsız şartsız tahkir ediyor (aşağılıyor). Direniş mücadelelerinden İsrail ne kadar rahatsızsa neo-nurculuk da bir o kadar rahatsız.” (Atasoy Müftüoğlu; Dünya Bülteni; 08/03/2011)

Fethullah Gülen ve hareketinin yukarıda sözü edilen yapısına dair birkaç örnek verip yazımızı bitirelim:

- Fethullah Gülen, 12 Eylül darbesine destek vermiş ve methiyeler düzmüştür. “Asker” ve “Son Karakol” adlı yazılarına bakılabilir. Tabi Gülen’in web sitesinden değil, orijinalinden. Zira maalesef bugün için sakınca teşkil eden bazı ifadeler web sitesindeki yazılarda tahrif edilmiştir. Söz gelimi: “Son Karakol” yazısının son cümlesi gerçekte “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” iken, web sitesinde “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.” şeklinde tahrif edilmiştir. (http://tr.fgulen.com/content/view/13128/23/)

- Körfez Savaşı’nda Saddam’ın zalim ve diktatör bir yönetici olduğu (ki öyledir nitekim. Fakat İran’la savaşırken böyle bir şey duymadık kendisinden. Bir de Saddam zalimse peki ABD ne oluyor.) bahanesine sığınarak, tabi bir de Musul ve Kerkük’teki milli menfaatler(!) de böyle gerektirdiği için ABD’nin safında yer almıştır.

Ey Ağlayan ve Ağlatan Hoca

Burada Körfez Savaşı’nda Fethullah Gülen’in takındığı tavırdan dolayı kendisine yönelik Ali Bulaç’ın kaleme aldığı ibretlik yazısını alıntılamayı gerekli görüyoruz. Fakat ne ilginç ve hazindir ki en az Gülen ve taraftarları kadar, bugün için bu yazıdan ibret alması gerekenlerin başında bize göre maalesef Ali Bulaç’ın kendisi gelmektedir.

“Ağlayan ve Ağlatan Hoca ''

“Bu yazıyı kaleme aldığımızda Körfez Savaşı 3. haftasını doldurmuş oluyordu. Bu geçen süre içinde Amerika ve müttefiklerinin Irak’ın yerleşim bölgeleri, askeri ve ekonomik hedefleri üzerine yağdırdıkları bomba sayısı çoktan 200 bini aşmış durumdaydı. Gece gündüz, günün her saatinde 600 uçak havalanıyor, Adana-İncirlik ve Dahran’dan gidip Irak üzerine ölüm yağdırıyor…

Bu katliama karşı kim suskun kalabilir?…

…İnsanlar bu vahşi savaşa, bu soykırıma tepki göstermeye başladılar, sokaklara dökülüp, Amerika ve müttefiklerini lanetlediler.

Türkiye’de hükümet çevrelerinin bu haklı (tepkilerden) büyük rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Hemen karşı propagandaya geçildi ve Körfez Savaşı’nın Hıristiyanlarla, Müslümanlar arasında süren bir savaş olmadığını etrafa yaymaya başladılar. Önce devletin memuru Diyanet İşleri Başkanı bir demeç verdi. Ardından “ağlayan ve ağlatan hoca”ya, “Türkiye vaizi” statüsüne çıkartılan emekli bir vaize merkezi camiler tahsis edilerek Saddam Hüseyin aleyhinde vaazlar verildi. Dün Irak-İran savaşında Ayetullah Humeyni’nin zulmüne karşı gelen Saddam Hüseyin’in erdemlerinden dem vuran Hoca, şimdi yukarıdan aldığı direktifler doğrultusunda, Saddam Hüseyin’in kafirliğinden, işlediği zulümlerden bahsetmeye başladı. Bu artistlere taş çıkartacak profesyonellikle ağlayarak ve ağlatarak, üstelik Rasulullah (s.a.v.) adına saçma sapan rüyalar uydurarak, Saddam aleyhtarlığı yapan Hoca’nın sözlerinden çıkan sonuç, Amerika’nın bölgede yaptıklarından dolayı kınanamayacağı, bu yüz kızartıcı bombardımanlardan mazur görüleceği sonucudur. Ben kişisel olarak bunu yadırgamadım; çünkü adamlar birilerini besliyorlarsa, bunun bir bedeli vardır. Şimdi bu bedeli ödemelerinin tam zamanıdır…

…Bunlar “zihn-i müşevveş” (kamdırılan) kimseler değildir, tam aksine “muallem”(eğitilen) kimselerdir…

…Hani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünya Müslümanlarını bir vücuda benzetmişti; hani bir organa bir diken batsa diğer bütün organlar rahatsız olurdu? Irak’ta bir organımıza diken batmıyor, adeta koparılıyor.

Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!..” (Ali Bulaç, Vahdet, 11 Şubat 1991 / http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=916)

- Gülen; Susurluk olayında devletin, askerin, polisin ve meclisin konumunun zedelenmemesi gerektiğini ifade ederek durduğu yeri tayin etmiştir.

- 28 Şubat darbesinde nerde durduğunu ise detaylı bir biçimde anlattık.

- Başörtüsü zulmünün yaşandığı seksenli ve doksanlı yıllarda direnişçiler için “O çarşafın altında provokatör erkekler var.”, sonra da başörtüsü “furuattır”, yani vazgeçilebilirdir, diyerek direniş hattını bölmüş ve yine egemenlerin yanında safını tutmuştur. (Bu arada istismar edilen ‘furuat’ kavramının fıkhi açıdan doğru bir tespit olmakla birlikte; tevhid, adalet, nübüvvet ve ahiret gibi sayılı birkaç konunun dışındaki namaz, oruç, hac, zekat, zina, hırsızlık, yalan, çıplaklık, faiz, adam öldürme vs. gibi ibadet ve muamelata dair tüm konuların da ‘furuat’ olarak adlandırıldığının altını çizmek isteriz. Yani bu kapıyı araladığınızda ortada din diye bir şeyin kalmayacağını belirtmek isteriz.)

- Irak’ın ikinci defa ABD tarafından işgal edileceği 2003 yılında 1 Mart Tezkeresinin mecliste tartışıldığı dönemde, hoşgörü ve barışı dilinden düşürmeyen Gülen hareketine mensup kimi yazarlar öyle yazılar kaleme aldılar ki; Müslüman olmak şöyle dursun, insanlıktan zerre kadar nasibini almış hiç kimse o satırları kaleme alamazdı, diye düşünüyoruz. (Bakınız: Hüseyin Gülerce, 26.12.2002; Ali H. Aslan, 29.12.2002; Mustafa Ünal, 27.12.2002)

- Ve Mavi Marmara olayı. İnsanlığını, vicdanını, adalet duygusunu yitirmemiş tüm insanların ya içinde ya da yanında yer aldığı Mavi Marmara olayına karşı çıkan tek kişi, tek din adamı ve tek yapı Fethullah Gülen ve Hareketidir. Tabi İsrail, ABD ve yandaşlarını saymazsak. Gerekçisi de hazır; ‘Otoriteye isyan’. Oysa Fethullah Gülen, Müslüman olmanın ilk kelimesinin ‘isyan’ ile başladığını, İslam’a girmenin ilk adımının mevcut zulüm sistemlerine ve ‘otoritelerine’ ‘La / Hayır’ demek olduğunu, bütün peygamberlerin kendi dönemlerindeki zalim otoritelere başkaldırarak ve isyan ederek tevhidi mücadeleyi başlattıklarını bilmiyormuş gibi konuşuyor.

Gülen, zalim otoriteye başkaldırıya karşı çıkmakla kalmıyor; daha sonra Mavi Marmara’da katledilenlerin şehit bile olamayacağını, zira ‘Şehit olmaya gidiyoruz’ dediklerini, bu nedenle bile bile ölüme gittiklerini söylemekte de bir beis görmüyor. Cüneyt Özdemir’den dinliyoruz:

“Sohbetimiz sırasında konu İsrail ve Mavi Marmara gemisine geliyor. Fethullah Gülen Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği ‘şehit olmaya gidiyoruz’ retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor.” (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/)

Aslında bu sözlere denecek çok şey var. Fakat biz yine bu makalede izlediğimiz yöntemimizi takip etmeye devam edelim ve burada serdedilen görüşlerin vicdandan, insaftan ve adaletten uzak olduğunu; buna karşılık pragmatizm, zillet, teslimiyet, ilkesizlik, kişiliksizlik ve kimliksizlik koktuğunu Gülen’in yine kendisine başvurarak yazımıza son verelim. Bizce iki apayrı kişi(lik)le karşı karşıyayız. Aksi halde vicdan, adalet ve insaf sahibi hiç kimse hem Mavi Marmara ile ilgili yukarıdaki sözlerin hem de aşağıya alıntıladığımız sözlerin sahibinin aynı kişi olabileceğine inanamaz:

“ Şehid Olamama Burukluğu ''

Alparslan, Malazgirt’te üzerine giydiği beyaz urbasıyla ordusunun karşısında îrâd ettiği hutbesinde, cübbesinin kendisine kefen olmasını niyaz ediyordu. Sanki o, harp meydanına muzaffer olmaktan daha çok şehid olmak için gelmiş bulunuyordu. Ve bunu, giydiği kefeniyle de bizzat gösteriyordu. Onun için de, kendi ordusunun birkaç misli düşmanla tereddütsüz yaka-paça olabiliyordu.. ve oldu da.. Oldu ama, günün sonunda içi biraz buruktu. Zira şehid olmak istemiş, fakat olamamıştı… Sonrası malum… ” (Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla II, Perspektife Giren Şahıslar)

“ Dünyanın neresinde olursa olsun ortada bir zulüm varsa, mümin o zulmü ortadan kaldırmak zorundadır. Çünkü mümin yeryüzünün muvazene unsurudur. Bunun için de, önce çevresinden işe başlamalı ve gücü nispetinde bu daireyi genişletmenin çarelerini araştırmalıdır. Bu mevzuda himmet öyle âli tutulmalıdır ki, perspektife bütün cihan alınmalı ve sistem de ona göre akort edilmelidir.” (Fethullah Gülen, İla-yı Kelimetullah)

Kimileri, özellikle Gülen hareketi mensupları şunu diyecektir. “Canım Fethullah Gülen, takiyye yapıyor. Bunu bilmeyecek ne var?” Böyle diyenlere Fethullah Gülen’in, ‘Bana takiyye isnadında bulunmak, küfür isnadında bulunmakla eşdeğerdir.’ mealindeki sözünü hatırlatırız.

“Takiyye meselesine gelince takiyye meselesi Farslıların icat ettikleri Alevilik içinde bir prensiptir… Hele Sünnilerde takiyye mevzubahis hiç değildir. Bana takiyye isnadı, nifak isnadı, küfür isnadı gibi bir şey gelir.” (Reha Muhtar’la, Ateş Hattı, TRT 1, 03.07.1995)

Fakat yine de “Zaten takiyye dediğin böyle olur!” diyenlere de diyecek bir şey bulamıyorum. Sadece şunu diyebilirim: Böyle bir mantığın, böyle bir düşüncenin ne dinde ne insanlıkta ne de vicdanda yeri vardır. Bu düşünce olsa olsa bir bedende iki ayrı insan tipi, yani dini tabirle ikiyüzlü insan yetiştirir. İçeride başka, dışarıda başka; eski dönemde başka, yeni dönemde başka; topluma dönük yüzü başka, kendi yapısına dönük yüzü başka; toplumun geneline dönük yaptıkları medya faaliyeti ve programlar (Türkçe olimpiyatları gibi) başka, kendi aralarında yaptıkları programlar başka; başka, başka, başka ve en nihayetinde bambaşka…

( DOĞAN ÖZLÜK / PLATFORM HABER )

Konuya getirilen eleştirileri de göz önünde bulundurarak Gazateciler ve Yazarlar Vakfının yaptığı açıklamayı bir hak gereği olarak yayınlıyoruz

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan açıklama: Sayın Gülen'in darbeyi desteklediği iddiası çok açık bir çarpıtmadır

Toplumsal hayatımızın aktif bir üyesi olan Sayın Gülen’in darbeler öncesinde, sürecinde ve sonrasında bazı tavır ve değerlendirmeleri olmuştur. Ancak, bunların bir kaçı seçmece usullerle alınıp, resmin tamamı verilmeden, Gülen, darbelere destek vermiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Ne Sayın Gülen ne de Hizmet, yaptıklarının mükemmel olduğu iddiasında değildir. Yıkıcı olmayan ve niyet okumayan sorgulamaya ve eleştiriye açıktır. Sayın Gülen ve Hizmet’in darbelerle ilgili tutumlarının sorgulanmasına kimsenin itirazı olamaz. Ancak bu sorgulamalar insaf sınırlarının dışına çıkmayan, maddi hatalar içermeyen objektif ve yapıcı eleştiriler olmalıdır.

Hizmet ve Sayın Gülen’i rasyonel ve bilimsel açıdan anlamanın en önemli ve yetkin araçlarından birisi kendisinin yazı, konuşma ve aksiyonunu bütüncül bakış açısı ile derinlikli bir analize tabi tutmaktır. Bunun dışındaki hüküm çıkarma çabaları eksik ve yetersiz kalacak hatta seçmecilik ve indirgemecilikle malul olacaktır. İşin doğrusu, Hizmet ve Gülen, geniş kesimler ve kamuoyu itibarı ile, en az 20 yıldır Türk kamusal hayatının görünen yüzünde olagelmişlerdir. Olumlu ya da olumsuz hem Türkiye’de hem de yurtdışında haklarında binlerce köşe yazısı ve haber, yüzlerce akademik tebliğ ve makale ve onlarca akademik kitap hazırlanmıştır. İtibarlı ve objektif pek çok akademik yayının işaret ettiği üzere, Hizmet’in ve Gülen’in hem söylemleri hem de pratiği ya direkt ya da dolaylı olarak demokrasi, sivil toplum, insan hakları ve barış inşası yönünde olmuştur. 

Daha önceki açıklamamızda da ifade edildiği üzere, Hizmet’in demokrasi ile insan hak ve özgürlükleri talebi hiçbir zaman toplumun genel anlayış ve beklentilerinin gerisinde olmamıştır. Hizmet bu hedefler ve idealler doğrultusunda ‘çatışmaksızın’ faaliyet göstermeye gayret etmiştir. Dindarlara devlet gücünü de kullanarak yapılan pek çok eziyete karşılık, Hizmete gönül verenler çatışma yerine aktif sabrı tercih etmişler, çatışmaksızın, hak belledikleri yolda çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Hizmet’in temel prensiplerinden biri olan “müspet hareket” tam da bu tavra karşılık gelmektedir. Hizmet üzerine yapılmış bir kısım akademik çalışmalar, bu hareket tarzını çatışmacı olmayan (non-confrontational) ya da katılımcı direnç (participant resistance) olarak adlandırmaktadırlar.

Hizmet’in faaliyetlerinin yoğunlaştığı alanların her birinin barışın inşasına, sivil toplumun gelişmesine, bireylerin ve özellikle de kadınların güçlenmesine ve de demokratikleşmeye orta ve uzun vadede katkı yaptığı ve yapmakta olduğu pek çok akademik çalışmaya konu olmuştur. Hizmet’in din adına siyasete müdahaleye, dinin siyasete araç yapılması ve bir ideoloji haline getirilmesine karşı olduğu da çok açık bilinen bir husustur. Her ne amaçla olursa olsun Hizmet’in herhangi bir darbeye sıcak bakmayacağı çok açıktır. Özellikle din adına devletin yapacağı baskının insanları riya, gösteriş ve münafıklığa iteceği de Hizmet’in temel sosyo-politik anlayışlarından birisidir.

İslami geleneğin yüzyıllardır benimsediği bir prensip olan “en kötü devlet, devletsizlikten, kaos ve anarşiden iyidir” anlayışı, asla demokrasiyi arka plana atan ve devleti ve yaptığı her şeyi kutsayan bir anlayış olarak anlaşılmamalıdır. Mevcut düzen içerisinde hukukun üstünlüğüne, evrensel hukuka ve insan haklarına uygun olmasalar da yasaların bağlayıcılığına saygı gösterme ve çatışmaya girmeme, ancak bunları katılımcı bir dirençle demokratik yollarla evrensel standartlara yakınlaştırmaya çalışma Hizmet’in temel hareket tarzıdır.

1971 darbesinde haksız yere tutuklanan, 1980 darbesinde 6 yıl bir suçlu gibi kovalanan, 28 Şubat post modern darbesinin ardından da 13 yıldır memleketinden uzak yaşamaya mecbur bırakılan Sayın Gülen’in darbelere sıcak baktığı hatta desteklediği iddiası çok açık bir çarpıtmadır. Beraatla sonuçlanmış olsa da, Gülen’in daha 2008’e kadar hakkında açılmış bulunan temelsiz ve haksız bir dava ile darbeciler tarafından hedef alındığı da unutulmamalıdır. Ayrıca, 28 Şubat’ın gerçek mağduriyetinin siyasal değil toplumsal alanda yaşandığı açıktır. Toplumun pek çok kesimi ile birlikte toplumsal alanın önemli bir yerini tutan Hizmet’in de bu mağduriyetten payını aldığı bilinmektedir. Tüm bunlara rağmen müspet hareketi elden bırakmayan Hizmet, mağduriyet söylemini tercih etmemiştir.

Darbelerle ilgili konuşmaları ele alınırken, her şeyden önce Sayın Gülen’in genel tarz ve üslubu dikkatle analiz edilmelidir. Demokrasiyi destekleyen ve öne çıkaran kısımlar göz ardı edilip, bağlamından koparılmış ya da asıl maksadı geniş resim içerisinde ancak anlaşılabilecek cümleleri peş peşe sıralamak Sayın Gülen’i ve Hizmet’i anlamamıza yardımcı olmaz, hatta tam aksi bir sonuç verir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Sayın Gülen’i okurken onun müspet hareket, çatışmasızlık, aktif sabır, sosyal gelişme, muhatabı rencide ve tahrik etmeme anlayışı dikkate alınmalıdır. 

Sayın Gülen’de karamsarlıktan çok iyimserlik vardır. Şartların en ağır olduğu zamanlarda bile sevenlerine ümit aşılamaya çalışır ve hadiselerin olumlu taraflarını nazara verir. Adil olma adına, hoşuna gitmeyen birisinden sadır olan olumlu bir şeyi de görmezden gelmez. Ümitvarlığın bir yansıması olarak durum tespiti yaparken iyiye ve ideale işaret eder. 

Bu hemen hemen her konuda böyle olduğu gibi askerler ve askeriye için de böyledir. Aralarında olan vicdanlı ve demokrat kişiler hatırına darbe dönemlerinde bile hiçbir kuruma düşmanca yaklaşmamış ve toptancı bir şekilde yıkıcı eleştirilerde bulunmamıştır. Bu tavrı darbeleri desteklediği anlamına gelmez. Sayın Gülen, ülkenin daha kötü bir duruma düşmemesi ve tüm toplumun faydası adına tansiyon düşürücü bir tavır alır. Fayda getirmeyecek ve hatta kötü niyetlilere bahane olacak çatışmacı bir tavra girmez.

Öte yandan, iyimserliği asla bir Polyannacılık değildir. Dolayısı ile iyimser olmakla birlikte meydana gelebilecek kötü ihtimallere tarihin dersi ve sosyo-politik realitelerin ışığı ile bakar. 28 Şubat darbesinin liderlerinden bir komutanın hatıratında da geçen ve toplumun en hafif direncini bile fiili darbeye bahane yapmaya hazır olunduğunu gösteren “sokaktan gelen irtica bir halk hareketine dönüşme eğilimine girerse, müdahale son çare olacak” sözü bu açıdan çok manidardır. “Demokrat” denilerek, darbecilerce istihfaf edilen bir generalin Genelkurmay Başkanlığına gelmiş olması, tüm subaylara ve askeriyeye kırıcı bir tavır almanın ne kadar yanlış olabileceğini göstermektedir. Aynı şekilde, Ergenekon davalarının da demokrasi yanlısı subay çoğunluğu olmasa açılamayacağı ve devam edemeyeceği barizdir. Mahkemelerce gerçekliği kabul edilen, bir amiralin günlüklerinde geçen, kıtalardaki subayların çoğunluğunun darbeye karşı olduğu gerçeği de Sayın Gülen’in tavrının doğruluğunu göstermiştir.

Aslında Gülen, 1993’ten beri gelmekte olan darbe sürecini görmüş ve buna elinden geldiğince dikkat çekmeye çalışmıştır. 28 Şubat’a yaklaşılırken, Sayın Gülen’in “Gölcük’te hareketlenmeler var” duyumunu ilettiği Devletin zirvesindekiler kendisine “varsa elinizde bunun belgesini verin” demişler, aslında ayyuka çıkan bu demokrasi karşıtı hareketlenmeleri mercek altına almaktansa Demokrat Parti döneminin meşhur Samet Kuşçu olayını hatırlatırcasına olayı ifşa edenleri risk altına atmayı tercih eder görünmüşlerdir. Aynı şekilde, Sayın Gülen’in bir başka ikazına cevaben bir devlet büyüğü "Hocam, dengeli olalım biraz" demiştir.

Sayın Gülen, daha 28 Şubat darbesinin sıcak günleri başlamadan bir grup gazeteciye Ekim 1995’te endişelerini “askeriyede bir grup muhtıra hazırlığı içinde” sözleri ile ifade etmiştir. Bu tarihte söz konusu endişeleri dikkate alacak ne güçlü bir siyasi yapı ne de bunlarla mücadele edecek duyarlı bir medya vardı. Ne yazık ki, birkaç zayıf istisna hariç Gülen’in bu açıklaması destek görmemiştir. Hatta önemli bir partinin grup başkanvekili açıklamayı “Şanssız bir açıklama, amaçlı bir yorum […] Hiçbir hazırlık yok. Fethullah Gülen'in şahsi görüşüdür. Askerlerimiz de milletimizin bir parçasıdır” diyerek karşıt tavır sergilemiştir. O dönemde bir deniz subayı tarafından bütün siyasilere gönderilen ve Sayın Gülen’in de bir kamuoyu oluşturma çabasıyla seslendirdiği endişelerinin önemi, pek çok darbe girişiminin ortaya çıktığı Ergenekon sonrası süreçte ancak anlaşılabilmiştir. 

Hizmet’in ve Sayın Gülen’in 28 Şubat darbe sürecindeki tavrı, ülkenin o zamanki şartları tüm detayları ile göz önüne alınmadan anlaşılamaz. 1997’de sivil siyaset kendisine karşı yapılan psikolojik harbi ilk başlarda hafife almış, daha sonra da engelleyebilecek iradeyi gösterememiştir. Bir kısım iktidar mensupları da niyetlerinde samimi de olsalar yapılan propagandaları doğrulayıcı tavırlar almışlar ve darbeye destek veren medya bunları alabildiğine büyütmüştür. Silahsız kuvvetler olarak adlandırılan bazı etkin ve güçlü “sivil” toplum kuruluşları ve sendikalar demokrasi karşıtı ve darbe yanlısı bir tavır almışlardır. Bazı komutanlar açık açık silahlı müdahale tehditlerine başlamışlardır. Cumhurbaşkanının duruşu belli olmuş, Sincan’da tanklar yürümüş, İçişleri Bakanına “yağlı kazığa oturturuz” tehdidi yapılmış, büyük gazetelerin manşetlerini darbeci komutanlar belirler olmuştur. Bu hengâmede Sayın Gülen’in duruşu ülkenin daha az zararla bu süreci atlatmasını amaçlamıştır.

Bugünden geçmişe bakıp, “asker darbe yapamayacaktı zaten, neden meydan okumadınız?” diye sormanın hiçbir rasyonel dayanağı yoktur. 28 Şubat 1997'deki MGK kararları uygulanmıyor diye bazı askerlerin 11-16 Haziran 1997 tarihleri arasında darbe yapacağı bilgisini ABD de ciddiye almış ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, 14 Haziran 1997’de Milliyet gazetesine yaptığı açıklamada “Anayasal düzenin dışına çıkılmaması gerektiğini Ankara’ya bildirdik” ifadelerini kullanmıştır. Bu açıklamayı manşetten duyuran Milliyet gazetesinin o günkü yayın yönetmeni Sayın Derya Sazak bir komutanın arayıp “Oraya da iki general mi gönderelim?” dediğini açıklamıştır. 

Sayın Gülen, çokça eleştirilen Refah-yol hükümetini çekilmeye davet ettiği 16 Nisan 1997’deki Kanal D’de ki röportajında bile o zor zamanlarda söylenebileceği kadarı ile darbelerin ülkeye zarar verdiğini anlatmaya çalışmıştır. Üstelik bu, siyaset kurumunun dik duramayıp, Hizmet’in ve diğer dini hareketlerin eğitim kurumlarının kapatılmasını ya da devletleştirilmesini öngören 28 Şubat kararlarının imzalamasından bir buçuk ay sonradır. Daha öncesinde de çok sayıda subay/astsubay YAŞ kararları ile ordudan atılmış ve 12 Aralık 1996 tarihli Yeni Şafak “Bu imzayı atmayacaktın, Hocam! Ordu'da son yılların en büyük kıyımı Türkiye'yi ayağa kaldırdı!” manşeti ile çıkmıştır. Açıktır ki, burada Hizmet’in siyaset kurumunu yalnız bırakması gibi bir durum olmadığı gibi belki de ileride araştırmacılar tam tersi bir durumun söz konusu olduğunu dile getireceklerdir. Sayın Gülen’in 28 Şubat kararlarının imzalanmasından bir buçuk ay sonra hükümete “çekilin” çağrısı yapmasının değeri ancak AK Parti hükümetinin 27 Nisan 2007 muhtırasına meydan okuyup erken seçim kararı alması ve sonrasındaki gelişmelerle ancak anlaşılabilinecektir. 

Özetle, Sayın Gülen’in dahli olmadığı ve hiçbir ciddi etkisinin de bulunmadığı; tersine açık hedef olduğu darbe süreçlerindeki tavrı, ülkenin göreceği zararı en aza indirmek için müspet hareket ve aktif sabır anlayışı doğrultusunda itidal, temkin ve dikkat ile hareket etmek şeklinde anlaşılmalıdır.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı


http://www.anadoluplatformu.org/dosyalar/605


****