Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Alper TURHAN 
Hakan ARIDEMİR
28 Kasım 2015 Cumartesi

Bu makale ilk olarak 10-16 Haziran 2013 tarihleri arasında yapılan 11.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi'nde Alper TURHAN ve Hakan ARIDEMİR  tarafından sunulmuş, kongre yayınında yayımlanmıştır.

1.       Giriş
                   1517 yılından 1.Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı hâkimiyetinde olan günümüz Suriye toprakları, 1.Dünya Savaşı sonrası dönemde Fransa’nın Orta Doğu’daki manda yönetimine bırakılmıştır. Bölgede tesis edilen manda yönetimi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasına kadar mandater devlet olan Fransa üzerinden yürütülmüştür. Bu dönemde ilişkiler, Türkiye ve mandater devlet olan Fransa ile Milletler Cemiyeti Teşkilatı arasında gerçekleşmiştir. Suriye’nin 1946’da bağımsızlığını kazanmasından sonraki süreçte ise ilişkiler, Suriye’nin Türkiye’ye karşı olan tarihsel önyargıları etrafında şekillenmiş ve Büyük Suriye ideası çerçevesinde çatışmacı bir algı ile başlamış, toprak ve su rejimi konusunda karşılıklı itilaflar ve Suriye’nin uluslararası teröre katkı ve desteğinin yarattığı ortamda gelişmiştir[1].

                   Türkiye Suriye ilişkilerinin analiz edildiği bu çalışmanın temel varsayımı, iki ülke ilişkilerinin, 20. ve 21. Yüzyıllarda oluşan tüm uluslararası sistemlerin yapısına paralel olarak gelişim gösterdiğidir. Böylesine bir durumun oluşmasının temel nedeni, iki ülkenin, değişen her uluslararası sistemdeki farklı konumlarından kaynaklanmaktadır. Bu farklılık, ilişkilerde çatışma sürekliliğini beraberinde getirmiştir. Bu durum sadece bir tek dönemde istisnai bir görünüm sergilemiştir. 1999-2010 yılları arasında yaşanan dönemde ilişkilerdeki çatışmacı karakter yerini işbirliğine bırakmıştır. İlişkilerin karakterinde meydana gelen bu değişim, aslında yine uluslararası sistemdeki değişimin iki ülke ilişkilerine yansımasından kaynaklanmıştır.

2.       Soğuk Savaş Öncesi Dönem

                   Kurtuluş Savaşı sırasında belirlenen Misak-i Milli’de Türk toprağı olarak kabul gören Hatay bölgesi, tıpkı Musul ve Kerkük gibi 1.Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti’ne dâhil edilememiştir[2]. Bu durumun çeşitli sebepleri olsa da dönemin uluslararası sisteminin böyle bir duruma imkân tanımamış olması ve revizyonist bir dış politika görünümü sergilemekten kaçınmasından dolayı Türkiye’nin, bu bölgelerle ilgili tasarruflarını ertelemek zorunda kalmasıdır.  

                   1.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistem, bir daha benzer yıkıcılıkta bir savaş yaşanmaması amacıyla çatışmadan uzak, dünya çapında barışın hâkim kılınmasının arzulandığı, idealist bir yapı içinde oluşmuştur. Uluslararası sistemin bu idealist yapısı, geleneksel liberal ve idealist felsefi teorilerin uluslararası ilişkilere uygulanması ile ortaya çıkmıştır[3]. Oluşturulan bu uluslararası yapı, felsefi teoriler ile birlikte dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Woodrow Wilson’un kendi adıyla anılan 14 maddelik, dünya çapında çatışmadan uzak, barış içerisinde bir düzen kurulmasını amaçladığı prensipleri çerçevesinde oluşmuştur. Bu sebeple daha önce benzeri olmayan uluslararası bir kurum Milletler Cemiyeti (MC) kurulmuştur. MC ile ortaya çıkan uluslararası sistemde Dünya, 2.Dünya Savaşına kadar çatışmadan uzak bir dönem geçirmiştir.
                   İki Savaş Arası Dönem olarak adlandırılan iki dünya savaşı arasındaki bu dönemde iki ülke ilişkileri, bu kabuller çerçevesinde ilerlemiştir. Belirtilen bu dönem içerisinde Suriye’de mandater devlet olan Fransa ile manda yönetimi olan Suriye arasında imzalanan bir antlaşma Türkiye’nin dikkatini çekmiştir[4]. Paris’te, Fransa ile Suriye arasında 25 yıllık bir süre için parafe edilen Dostluk ve İttifak Antlaşması’na göre Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşmuş olacak ve MC üyeliğine aday olabilecektir[5]. Söz konusu antlaşma gereğince Türkiye tarafından Misak-i Milli içerisinde olan, Suriye tarafından da Büyük Suriye ideasında yer alan İskenderun Sancağı (Hatay bölgesi), Suriye yönetimine devredilmiş ve İskenderun Sancağının geleceğinin Suriye lehine olacağı belli olmuştur. 

Durumun bu şekilde Türkiye’nin aleyhine olması ve bölgede yaşayan Türk halkının gelecekteki durumundan dolayı konu Türkiye tarafından hassasiyetle ele alınmıştır. Bu şekilde her iki ülke tarafından da milli bir dava olarak kabul gören İskenderun Sancağı, Hatay Sorunu olarak ikili ilişkilerdeki ilk sorun alanını oluşturmuştur.

                   İki Savaş Arası Dönemde itilaflı ilişkilerin çözümünde çatışmacı bir yol izlemenin imkânının olmamasından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine de paralel olacak şekilde konu dönemsel şartlara uygun şekilde ele alınmıştır. Bu sebeple Hatay Sorunu, bölgesel iki ülke ülkenin sorunu olarak iki ülke arasında kalmamıştır. Bu çerçevede Türkiye, sorunu önce Fransa ile müzakere etmiş ardından MC’ ye taşıyarak uluslararası sistemin yapısına uygun davranmıştır. Dönemin şartlarına uygun olan politikalar sayesinde de Türkiye, sorunun çözümünde istediğini alabilmiştir.

3.       Soğuk Savaş Dönemi

                   2.Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın ağır yıkımı neticesinde uluslararası sistem Avrupa merkezli olmaktan çıkmış, savaşın gidişatını belirleyen iki güç ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) savaştan güçlenerek çıkmışlardır. Birbirlerine rakip olan bu iki güç arasında uluslararası sistem; ABD öncülüğünde Batı Bloğu, SSCB öncülüğünde de Doğu Bloğu olacak şekilde iki kutuplu bir hal alarak, Soğuk Savaş Dönemine geçiş yapmış, uluslararası sistemde de yeni bir dönem başlamıştır. Oluşan bu yeni sistemde Türkiye Batı Bloğunda, Suriye ise Doğu bloğunda yer almıştır. Bu farklılık iki ülke ilişkilerinde Soğuk Savaş Döneminde belirleyici unsur olmuş, ilişkiler bu zemin üzerine kurgulanmıştır.

                   Suriye yönetiminin SSCB ile ilişkileri neticesinde, SSCB’nin Suriye üzerinden artan Orta Doğudaki varlığı başta Türkiye olmak üzere Batı Bloğunda rahatsızlık yaratmıştır. Osmanlı Döneminden itibaren gergin olan Türk-Rus ilişkileri, Bolşevik Devriminden 2.Dünya Savaşına kadar sorunsuz geçmiştir. Ancak bu dönem içerisinde SSCB’nin içteki sorunlarını çözüp, 2.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin başat iki aktöründen biri olması ilişkilerin yeniden gergin bir hal almasına neden olmuştur[6].

                İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa’nın ülkeden çekilmesiyle birlikte tam bağımsızlığına kavuşan Suriye’de uzun süre siyasi istikrar sağlanamamıştır. 1945-1949 arasında nispeten sakin geçen Suriye siyasi hayatı, 1949’dan itibaren tam bir karışıklık ve düzensizlik içine girmiştir. 1949-1953 yılları arasında Suriye’de üç hükümet darbesi, 21 hükümet değişikliği olmuş ve bu arada iki askeri diktatörlük kurulmuştur[7]. 14 Ağustos 1949’da başlayan süreçte aynı yıl içinde 20 Aralık’a kadar art arda üç askeri darbe yapılmıştır. 20 Aralık 1949’daki üçüncü darbenin başı olan Albay Edip Çiçekli, Albay Hinnavi’yi devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Çiçekli iktidarı öncekilere göre biraz daha uzun sürse de 1954 yılında gerçekleşen askeri darbe ile yönetim el değiştirmiş ve Suriye yönetiminde BAAS Partisi’nin ön plana çıktığı süreç başlamıştır[8]. Bu gelişmede BAAS’ın 1955’ten itibaren Mısır devlet başkanı Nasır’ı desteklemeye başlaması büyük rol oynamıştır. Süveyş Buhranı sırasında Suriye, hem BAAS Partisi tarafından hem de muhafazakâr kesimle birlikte Mısır’ı desteklemiştir[9]. Nasır, büyük devletlerin Orta Doğu’daki komünizm tehlikesini önlemek amacıyla kurduklarını söyledikleri savunma düzenine karşı olmuş ve SSCB ile yakın ilişkiler kurmuştur. Aynı çerçevede Suriye Hükümeti de Nasır’ın bu politikasına paralel SSCB ile ilişkilerini geliştirmiş ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni de tanıyarak dönemin koşulları altında yapmış olduğu bu hamlelerle tarafını da seçmiştir. SSCB odaklı Orta Doğu’da yaşanan yeni gelişmeler iki ülke ilişkilerinde yeni bir sorun alanını ortaya çıkartmıştır. Suriye’de bu dönemde değişen siyasi algı, Türkiye karşıtlığına çift kutuplu sistemin karşıt unsurluğunu da eklemiştir.

Tarihsel olarak gergin ilişkileri olduğu SSCB’nin güney komşusunda artan etkisi ve coğrafik olarak Sovyet kuşatması altına girmekten rahatsız olan Türkiye, SSCB’nin özelde Suriye politikasını, alt bölge olarak da Orta Doğu bölge politikasını uluslararası ortama taşıyarak konunun sistemsel bir sorun olduğunu kabul etmiş ve çözüm için salt iki ülkeyi değil uluslararası sistemin bütnünü devreye sokmaya çalışmıştır.
                   Bu şekilde ortaya çıkan ve 1957 Türkiye-Suriye Krizi olarak adlandırılan bu olay ile Türkiye, Suriye ile tekrar bir çatışma ortamını yaşamıştır. Ancak bu çatışma ortamı, sistemsel bir çatışmanın mevzisi olmuştur. Çünkü SSCB’nin Suriye üzerinden Orta Doğu’ya açılma stratejisi o zamana kadar Orta Doğu’da etkin olan Batı Bloğunu endişelendirmiştir. Orta Doğu jeopolitiğinde SSCB’nin varlığını kendi çıkarları açısından tehdit olarak kabul eden Batı Bloğu, Türkiye’nin yanında yer almıştır. Türkiye ile Suriye arasında bir sorun olarak başlayan 1957 Krizi, gerek sorun alanının yaşandığı coğrafyadan gerekse iki kutuplu sistemin özelliklerinden dolayı iki ülke arasında bir çatışma ortamı olmaktan çıkmış, uluslararası sistemin başat güçlerinin karşı karşıya geldiği sistemsel bir sorun alanı haline gelmiştir. Böylesine bir hal alan bu sorunun çözümü sistemin belirleyici aktörlerinin anlaşması ile gerçekleşmiştir.
                Orta Doğu alt bölgesinde Soğuk Savaş Dönemi koşullarına uygun şekilde ilişkilerini mesafeli bir şekilde sürdüren her iki ülke, 1960’lı yıllardan itibaren tekrar yeni bir sorun ile karşılaşmıştır. Bu sefer doğal kaynaklar üzerinden başlayan bu sorun iki ülke ilişkileri ile sınırlı kalmamış, Orta Doğu bölgesinin başta gelen sorun alanlarından biri olmuştur. Bölgede hızla artan nüfus, doğal kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi  arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir[10].

                   Orta Doğu bölgesi için su hayati öneme sahip bir kaynaktır. Coğrafik konumu nedeniyle kurak dönemler geçiren bölgede su kaynakları stratejik önem taşımaktadır. Bölge coğrafyasında Türkiye, bölgenin kuzeyini oluşturmaktadır. Diğer bölge ülkelerine oranla da daha fazla su kaynağına sahiptir. Asi Nehri haricinde diğer su kaynaklarının akış yönünün kuzeyden güneye olmasından dolayı Türkiye, bölge ülkeleri için kaynak ülke olmaktadır. Türkiye kaynaklı suyun paylaşımı bölge ülkelerinde farklı yorumlanmış, bu farklılıkta beraberinde Orta Doğudaki Su Sorununu ortaya çıkartmıştır. Suyun paylaşımı üzerinden kaynaklanan bu sorun alanı zamanla Türkiye ile Suriye ve Irak arasında tartışmalara yol açmıştır. Suyun sorunlara neden özelliği: Orta Doğu bölgesinin stratejik karakteri ile kısmen de suların coğrafik konumundan kaynaklanmaktadır[11].
                   Soğuk Savaş Döneminde ortaya çıkan su sorunu, taraflar arasında açıkça bir çatışma alanına neden olmamıştır. Böyle bir çatışmanın olmama nedeni; iki ülkenin çift kutuplu sistemde karşıt kutuplarda yer alması ve kutuplar arası alt bölgelerde blok üyelerinin çatışmasına genel sistem yapısının imkân tanımamasından kaynaklanmıştır. Çift kutuplu sistemin, alt bölgelerde böyle bir sıcak çatışmaya imkân vermemesi nedeniyle çatışmalar, dolaylı olarak farklı konular üzerinden uygulanan politikalar ile oluşmuş, bölgede Soğuk Savaş su üzerinden de yaşanmıştır. Bu nedenle su sorunu kaynaklı terör sorunu iki ülke arasında ortaya çıkan bir diğer sorun alanıdır.

                   Suriye’nin 1957 Krizi’ne sebebiyet verecek düzeyde SSCB ile yakın ilişki içerisine girmesi, Soğuk Savaş Dönemi boyunca devam etmiştir. Suriye, SSCB’den gördüğü büyük destek ve aldığı yardımlar ile Türkiye karşıtı politikalarını uzun yıllar sürdürme imkânını bulmuştur[12]. Suriye’nin Türkiye karşıtı bu politikalarının başında da kuşkusuz terör örgütü PKK’ya olan desteği ve sağladığı imkânlar gelmektedir. Türkiye’ye göre Suriye’nin böyle bir politika izlemesinin nedeni, çift kutuplu sistemin yapısı da göz önünde tutularak, açıkça bir çatışma ortamına girmeyi göze alamamasından kaynaklanmaktadır[13]. Konunun, ikili ilişkiler ve uluslararası sistem boyutunun farkında olan Türkiye, uluslararası sistemin yapısından dolayı bu politikalara direk müdahalede bulunamamış, sorunun kendisiyle uzun yıllar uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu uğraşta Türkiye’nin uzun yılları istikrarsız geçirmesine, tüm gücünü iç meselelere yoğunlaştırmasına ve büyük maddi kayıplar yaşamasına neden olmuştur.

4.       Soğuk Savaş Sonrası Dönem

                   Soğuk Savaş Dönemini tümüyle çatışmacı bir ortamda sürdüren Türkiye ile Suriye ilişkileri, Soğuk Savaş’ın, SSCB’nin dağılmasıyla bitmesine rağmen Soğuk Savaş algısının ilişkilerdeki yansımalarını ortadan kaldıramamıştır. Bu nedenle 1991’de son bulan Soğuk Savaş Dönemi, Türkiye Suriye ilişkilerinde aynı tarihlerde sona ermemiştir. İlişkiler, Soğuk Savaş algısıyla aynı çatışmacı ruhla ve başta terör sorunu olmak üzere aynı sorunlar etrafında devam etmiştir. Ancak Suriye’nin bu çatışmacı ortamı sürdürmesine destek olan gücün ortadan kalkması ve benzer bir desteği verecek başka müttefikinin olmaması Türkiye ile Suriye’yi karşı karşıya bırakmıştır. Artık bu aşamadan sonra ilişkilerde belirleyici unsur iki ülkenin kapasiteleridir. Çünkü uluslararası sistem bir değişim yaşamış ve çift kutuplu sistem ortadan kalkmıştır. Uluslararası sistemin bu şekilde bir değişim yaşaması sonucunda Suriye, Orta Doğu’da büyük bir destek kaybına uğramış ve yeni oluşan uluslararası sistemin dışında kalmıştır.

                   Geçte olsa değişen sistemin farkına varan Suriye yönetimi, Türkiye’nin sıcak çatışmayı göze alan tavrının net olmasından ve uluslararası sistemin Türkiye lehine olmasından dolayı da uzun yıllardır sürdürdüğü terör kartından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yapılan Adana Mutabakatı ile de Suriye’nin teröre destek vermeyeceği resmiyet kazanmıştır. Bu mutabakat çerçevesinden uzun yıllar Şam’da ikamet eden Abdullah Öcalan; Şam’dan çıkarılmış,  Kenya’da yakalanmış, Türkiye’ye getirilmiş ve yargılanmasına kadar giden süreç başlamıştır. Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile de Türkiye, yaşadığı terör sorununda önemli ilerlemeler kaydetmiştir.

                   1998 yılında yapılan Adana Mutabakatı ile Türkiye Suriye ilişkileri Soğuk Savaş Dönemini geride bırakmıştır. Çatışmacı ilişkilerin sona erdiği bu dönemde, Suriye’de bir değişim daha yaşanmıştır. Bu değişim, Hafız Esad’ın ölümü ve yerine küçük oğlu Beşşar Esad’ın gelmesidir. 1970 yılından itibaren Suriye’yi bir fiil yöneten Hafız Esad’in siyasi çizgisi ve politikaları, Sosyalist Arap Milliyetçileri ile benzerlik taşımış, tarihsel önyargılar ile de Türkiye karşıtlığı içermiştir[14]. Hafız Esad’ın bu algısı, ilişkilere lider faktörü üzerinden olumsuz olarak yansımıştır. Beşşar Esad’ın Suriye’nin yeni lideri olması sadece Türkiye’de değil tüm Dünyada olumlu beklentilere neden olmuştur. Batıda aldığı eğitiminden dolayı kendisinden reformist bir lider portresi beklentisi yüksek olmuştur. Aslında Beşşar Esad, kendisinden beklenen bu çizgiyi iktidarının ilk yıllarında göstermeye çalışmış ve 2005 yılında Şam Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme sürecini başlatmıştır. Ancak bu süreç nihai aşamaya gelemeden son bulmuştur[15].
                   Türkiye’nin Hafız Esad’ın cenaze törenine Cumhurbaşkanı düzeyinde katılımı Beşşar Esad yönetimi tarafından olumlu karşılanmış ve bu çerçevede yeni dönemde Türkiye ile olan ilişkilere eski dönemin aksine önem verme arzusu ortaya çıkmıştır. Tabi ki bu önem, bölgesel ve küresel diğer gelişmeler neticesinde Suriye için daha fazla anlam taşımıştır.
                   11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yapılan terör saldırıları, uluslararası sistemde yeni bir dönüşüme neden olmuştur. ABD’nin kendi topraklarına yapılan bu saldırının karşılığını Afganistan’da vermesi, bölge ve Dünya politikalarını derinden etkileyen gelişmelere yol açmıştır. Ekim 2001’de Afganistan’a, ardından Mart 2003’te Irak’a yapılan harekâtlar, öngörülen sonuçlara ulaşamamış, aksine büyük bir belirsizliği beraberinde getirmiştir. Bu durum ABD’nin gücüne ve prestijine darbe vurmuştur. ABD’nin içine düştüğü bu durum, tek kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçiş sürecini de beraberinde getirmiş, özellikle bölgesel güçlerin yükselişinin önünü açmıştır. Ortaya çıkmaya başlayan bu bölgesel aktörlerden birisi de Orta Doğu bölgesinde Türkiye olmuştur. Irak işgali sürecinde Türkiye’nin işgale karşı olan tavrı, Orta Doğu’da Türkiye’nin prestijini artırmıştır.

                   ABD’nin saldırgan politikalarında Suriye de hedefte olan ülkeler arasında yer almıştır. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un şer ekseni olarak adlandırdığı ülkeler bloğuna (Kuzey Kore, İran, Irak) Suriye de dâhil edilmiş ve ileride gerçekleşmesi muhtemel Suriye karşıtı politikaların işareti verilmiştir. Suriye’nin ABD tarafından bu şekilde değerlendirmesinde Beşşar Esad’ın işgal sürecindeki Irak’a dönük politikaları ve Hafız Esad döneminden itibaren Orta Doğu’daki diğer sorunlu konulara dönük ABD karşıtı politikalar etkili olmuştur. Suriye yönetimindeki algı, ABD’nin Irak’ta yenileceği ve başarısız olacağı yönünde oluşmuştur. Bu sebeple Irak’ta ABD karşıtı politikalar yürütmüştür.
                   11 Eylül sonrası dönem, Suriye için her anlamda sıkıntılı bir dönemi başlatmıştır. Suriye bölgede dâhil olduğu her konuda sorunlu taraf olarak algılanmış ve Batı tarafından bölge istikrarına tehdit olarak görülmüştür. Komşusu Lübnan’da yaşanan gelişmeler Beşşar Esad Suriye’sine en sıkıntılı dönemi yaşatmıştır. 2005 yılında Suriye karşıtı olan eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bombalı suikast sonucu öldürülmesinde Suriye yönetimi birinci sorumlu olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle de Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı ve etkisi ciddi anlamda sorgulanmış ve Birleşmiş Milletlerin (BM) aldığı karar neticesinde Suriye, 1976’dan itibaren Lübnan’da var olan askeri varlığına son vermek zorunda kalmıştır[16].
                   Beşşar Esad iktidarında bölgede ve uluslararası sistemde yaşanan tüm gelişmeler, Suriye için olumsuz sonuçlar ortaya çıkartırken aynı dönemlerde Türkiye için ise gelişmeler olumlu yönde oluşmaya başlamıştır. Tarihinin en büyük ekonomik krizinin ardından toparlanma sürecine giren Türkiye, Kasım 2002 seçimleri sonrası ise koalisyon dönemlerini geride bırakıp Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) Hükümetleri dönemini yaşamaya başlamıştır. 

Ak Parti Hükümetleri döneminde Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik olan politikalarında ve algısında bir değişiklik yaşamış ve Türkiye’nin bölgeye olan yabancılaşmasını sona erdirecek politikaları uygulamaya başlamıştır. Hafız Esad sonrası Beşşar Esad dönemiyle başlayan Türkiye Suriye yakınlaşması Ak Parti Hükümetleri tarafından, Komşularla Sıfır Sorun Politikası çerçevesinde daha da ilerletilmiştir.
                   Karşılıklı ulusal ve bölgesel çıkarlar sebebi ile ilişkilerinde yumuşama dönemine geçiş yapan iki ülke ilişkileri, 2000’li yılların başından itibaren artan bir ivme ile gelişmeye devam etmiştir. Türkiye’nin yeni Orta Doğu politikasının ilk yansımaları da Suriye ile olan ilişkilerde kendisini göstermiştir. Suriye, Türkiye için hem Orta Doğu’ya açılan kapı konumundadır hem de Komşularla Sıfır Sorun Politikasının ilk uygulama yeri ve olumlu sonuçlar alınan ülkesidir. Bu sebeplerle gelişen ilişkiler her iki ülkeye de önemli kazanımlar sağlamıştır.
                   2000’li yılların ilk 10 yılında ilişkilerini sürekli geliştiren iki ülke, bu süre içinde ilişkilerde yumuşa döneminden işbirliği dönemine geçiş yapmıştır. Yumuşama ve işbirliği dönemlerinde ilişkilerde, önemli adımlar atılmış, ekonomik ve siyasi konularda çok sayıda işbirliğini temel alan antlaşmalar imzalanmıştır. 

Bu antlaşmalar içinde siyasi olarak, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSİK) başı çekmiştir. Bu antlaşma çerçevesinde iki ülke biri Türkiye’de biriside Suriye’de olmak üzere iki ortak Bakanlar Kurulu toplantısı gerçekleştirmiştir. Ekonomik olarak ise yapılan çok sayıda antlaşma ile karşılıklı ticari bağlar artmıştır. 

Asi Nehri üzerinde yapımına başlanan baraj ile de ortak ekonomik yatırım olarak değerlendirilebilecek bir projede ortaya çıkmıştır. Geçmişinde su konulu sorun alanı olan iki ülkenin yine su üzerinde böyle tasarrufta bulunulması da ikili ilişkilerde gelinen işbirliği döneminin önemli bir göstergesi olmuştur.
 
                  Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler, uluslararası sistemin 11 Eylül sonrası değişen yapısına paralel olarak çatışma üzerinden değil yumuşama ve işbirliği olarak kendisini göstermiştir. Oluşan bu yeni sistem içinde Türkiye ve Suriye daha önceki sistemlerin aksine karşıt bloklarda yer almamış, bu durum da ilişkilerdeki yumuşama dönemini başlatmış, iki tarafından yeni düzen içerisinde birbirlerine verdiği karşılıklı önem ve değişen algıları ile de işbirliği dönemine geçiş yapılmıştır.

5. “Arap Baharı” Sürecinin İki Ülke İlişkilerine Etkisi

                   Tarih boyunca görülmemiş yumuşama ve sonrasında işbirliği dönemini yaşayan iki ülke, ilişkilerde yeni bir kırılma noktası ile karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu kırılma noktası yine uluslararası sistemin bütününü etkileyen gelişmelerin ikili ilişkilere yansıması şeklinde gerçekleşmiştir.            

2010 yılı Aralık ayında Kuzey Afrika’da başlayan protesto hareketleri ve gösteriler, geniş kitlelere ulaşmış ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen, ülkelerinde iktidarları nispeten kansız olaylar sonucunda değiştiren halk eylemleri ve protestolardır. Bu halk hareketleri; Tunus’ta başlamış, öncesinde tüm Kuzey Afrika ülkelerine ulaşmış, akabinde Mısır’da gösterilere ve iktidar değişimine neden olmuş daha sonrasında ise olaylar Suriye’ye sıçramış ve Suriye’yi iç savaşa kadar götüren olayların başlangıcı olmuştur.

                   Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde yaşanan bu olaylar, göstericilerin isteklerine ulaşması ve uzun yıllardır iktidar olan yönetimleri devirip, değiştirmesi ile 21. yüzyılda Orta Doğu’nun değişim dalgası olarak tanımlanmıştır. Tunus’ta başlayan “Arap Baharı’nda” Türkiye, bölge politikalarını revize etmek durumunda kalmıştır. Yaşanan olaylarda Türkiye, desteğini iktidarlara değil, değişim arzusundaki halklara vererek “Arap Baharı” Sürecinde ve Sonrasındaki Orta Doğu politikasını bölgenin değişimi üzerine belirlemiştir. Bu çerçevede Türkiye; göstericilerden yana tavır almış, barışçıl gösterileri desteklemiş, ilgili muhataplarına halkın isteklerine kulak verme çağrısında bulunmuştur. Libya’da ise Muammer Kaddafi’nin direnmesi sonucu ülke içinde ortaya çıkan çatışma ortamına son vermek amacıyla BM kararı ile oluşturulan uluslararası koalisyonun bir parçası olarak ülkeye askeri müdahalede yer alarak olayların muhalifler lehine sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur.

                   “Arap Baharı’na” bu şekilde yaklaşan Türkiye için bu süreçte sorunlu konu, olayların Mart 2011’de Suriye’de de kendini göstermeye başlaması olmuştur. Çünkü mevcut Beşşar Esad yönetimi ile ilişkiler, ilişkilerin tarihinde hiç görülmemiş bir işbirliği dönemi yaşanmaktaydı. Türkiye, genel olarak “Arap Baharı’na” endeksli yeni Orta Doğu politikası ile Komşularla Sıfır Sorun Politikasının olumlu sonuç verdiği Suriye politikası arasında kalmıştır. Türkiye için bu aşamadan sonra seçim yapma gereksinimi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi bir yaklaşım ile Türkiye, bu durumda ülke politikasını bölge politikalarına tercih etmemiş, büyük resme odaklanıp bölge politikasına önem vermiştir. Bu nedenle de Türkiye, Suriye politikasında tekrar bir değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. 

Bu değişiklikte beraberinde iki ülke ilişkilerinde kronik olarak var olan çatışma ortamını tekrar ortaya çıkartmıştır.

                   Türkiye Suriye ilişkileri, değişen bölge yapısına paralel yeniden değişim yaşamıştır. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ilişkilerde geçte olsa çatışma ortamını geriden bırakan iki ülke ilişkileri, yeniden sistemsel bir değişimi ilişkilerinde yaşamıştır. “Arap Baharı’nı” farklı algılayan Türkiye ve Suriye, bu farklılık neticesinde oluşan kutuplaşmalarda yine karşıt bloklarda yer almıştır. 

Türk yetkililer, Suriyeli muhataplarına işbirliği döneminde ülkede gerekli olan demokratikleşme adımlarını atmasını önermiştir[17]. 

Bu öneri, 2010 yılı ve öncesinde ilişkileri gerginleştirecek bir önemde olmamıştır. Ancak “Arap Baharı” ile değişen Orta Doğu sisteminde benzer görüşleri dile getirmek, Dünyada Orta Doğu merkezli oluşan yeni kutuplaşmada taraf olmak anlamına gelmiştir.
                   Türkiye, olaylar Suriye’de başladığında ilişkileri hemen kesmemiştir. İlişkilerin iyi olması sebebiyle Suriye’ye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bizzat gitmiş, Beşşar Esad ve diğer üst düzey yetkililerle konuları görüşüp, gerekli adımların atılması konusunda önerilerde bulunmuş ve bunların yerine getirileceği konusunda muhataplarında karşılık almıştır. Ancak bu durum Suriye yönetimince yerine getirilmemiş, Ahmet Davutoğlu daha Türkiye’ye dönüş yolunda iken ülke içerisindeki operasyonlara devam edilmiştir. Suriye’nin bu tavrı Türkiye nezdinde Suriye’nin samimi olmadığı duygusunu yaratmış ve ilişkilerdeki en önemli iki kopuştan birisi bu olmuştur. Diğer önemli kopuş ise Doğu Akdeniz’de eğitim uçuşunu gerçekleştiren Türk Jetinin uluslararası sularda Suriye tarafından vurularak düşürülmesi olmuştur. Açıkça bir saldırıya maruz kalan Türkiye, Suriye’ye karşı angajman kurallarında değişikliğe gitmiş ve tüm sınır boyunca Suriye askeri manevralarına karşılık verileceğini açıklamıştır. Türkiye’nin değişen tutumu karşısında Suriye, sınır bölgesindeki askeri manevralarını azaltmak zorunda kalmıştır.
                   Uluslararası kamuoyu genel olarak Suriye’de yaşanan şiddet olaylarına karşı olsa da Suriye’nin; Rusya, İran ve Çin’den gördüğü siyasi destek nedeniyle net yaptırımlar uygulayamamıştır. Bu durumda Suriye’deki olayların bir nihayete ulaşamayıp, ülke içerisindeki istikrarsızlığın uzamasına neden olmuştur. Suriye’nin yine Soğuk Savaş’taki gibi eski müttefiklerinde aldığı destek nedeniyle Türkiye, tek başına Suriye’ye karşı bir tasarrufta bulanamamıştır. İçerisinde bulunduğu Batı merkezli uluslararası sistemden aradığı desteği de tam olarak göremeyen Türkiye, bir kez daha uluslararası sistemin başat aktörlerinin bölge politikaları arasında Suriye ile çatışma ortamında kalmıştır. Bölge hassasiyeti ve çok boyutlu ilişkiler sebebiyle çatışma yine açık ve sıcak çatışma ortamında sürmemektedir. Ancak Suriye yönetiminin zaman zaman Türkiye sınırı boyunca yaptığı askeri operasyonlar Türkiye topraklarına da yansımaktadır. Atılan havan topları Türkiye’de yerleşim birimlerine isabet etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu atışlar neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Kendi topraklarına düşen havan topları ve vatandaşlarının hayatlarını kaybetmesi nedeniyle Türkiye, Suriye’ye karşı değişen angajman kuralları çerçevesinde askeri olarak cevap vermiş ve Suriye askeri hedeflerini hedef almıştır. Benzer olayların devam etmesi ve Suriye yönetiminin Türkiye sınırındaki yerlerde muhaliflere karşı kullandığı hava füzeleri nedeniyle Türkiye, bu durumu NATO’nun ilgili maddeleri gereğince ittifakın gündemine aldırmış ve gerekli olan savunma amaçlı askeri desteğin teminin uluslararası arenada sağlamıştır. Türkiye’nin NATO nezdinde aldığı bu destek neticesinde savunma amaçlı hava savunma sistemi olan Patriot füzeleri ittifaka üye ABD, Almanya ve Hollanda tarafından NATO adına Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Türkiye’nin NATO’dan aldığı bu askeri destek, Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikasının uluslararası desteği olduğunun da bir göstergesi olmuştur.

6.       Sonuç
                   "Arap Baharı” ile ilişkilerinde yine 1998 yılındaki gibi askeri imkânların devreye girdiği bir çatışma ortamı yaşan Türkiye ve Suriye ilişkileri, yaşanan bu gergin ve çatışmacı kimliğe aslında yabancı değildir. Hatay Sorunu ile başlayan sorunlu ilişkiler yine sorunlu konular ile devam etmiştir. Günümüzde yaşanan “Arap Baharı” nedenli sorunlu ilişkiler, tıpkı 1957 Krizinde olduğu gibi yine uluslararası sistemin başat aktörlerinin kendi aralarında bir çözüme ulaşamaması nedeniyle sürmektedir. 

Çözüm de yine bu aktörlerin kendi aralarındaki anlaşmalarına bağlı olmaktadır. Uluslararası sistemin bütününden bağımsız hareket etme imkânının olmamasından dolayı da sorunun çözümü Türkiye’nin tek başına inisiyatifinde olmamaktadır. 

Bu çözümsüzlük Türkiye Suriye ilişkilerinde yeniden çatışma ortamının devam etmesine neden olmaktadır.  

 Alper TURHAN
Hakan ARIDEMİR 

DİPNOTLAR.

[1] A. Öner Pehlivanoğlu, (2004),  Orta Doğu ve Türkiye, 1. Baskı, Kastaş Yayınevi, İstanbul: s.113
[2] 20 Ekim 1921 ‘de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre Hatay Bölgesi, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup, Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmi dil Türkçe olacak ve para birimi olarak da Türk lirası geçerli olacaktır.
[3]Tayyar Arı, (2008), Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, MKM Yayıncılık, Bursa: s.105
[4] 9 Eylül 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almamıştır. Fransa, Suriye’den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmiştir.
[5] Adnan Sofuoğlu, (2005), Belgeler Işığında Bağımsız Hatay Devletinin Kuruluşu ve Türkiye, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:XXI, http://atam.gov.tr/belgeler-isiginda-bagimsiz-hatay-devletinin-kurulusu-ve-turkiye/
[6]Graham E.Fuller, (2011), Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör, Timaş Yayınları, İstanbul: s.71
[7] Harp Akademileri Yayınları, (1994), Türkiye-Suriye İlişkilerinin Dünü, Bugünü, Yarını, Harp
Akademileri Basımevi, İstanbul: s.32
[8] Mecid Gafur, (2002), Hafız Esad Dönemi Türkiye Suriye İlişkileri, Yüksek Lisans Tezi, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara: s.32
[9] Mehmet Gönlübol vd. (1996), Olaylarla Türk Dış Politikası, 9.Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara: s.290
[10] A.Nazmi Üste, (1998), Uluslararası Politika ve Türk Dış Politikası Açısından Sınır Aşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F Dergisi, Cilt 13 Sayı I, s.231 http://www.iibf.deu.edu.tr/dergi/1139574589_1.pdf,
[11] Yusuf Karakılçık, (2008), Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt:4 No 16, ss. 19-56
[12]Fuller, a.g.e.  s.89
[13]Zafer Sağlam, (2006), Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik Konumları İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, İstanbul: s.-2-48
[14]Andrew Mango, (1968), Turkey in the Middle East, Journal of Contempoary History, Vol.3, No.3, The Middle East, ss.225-236
[15]Yasin Atlıoğlu, (2007), Beşar Esad Suriyesi’nde Reform Demokratikleşme-Güvenlik İkilemi, Tasam Yayınları, İstanbul: s. 36
[16]Osman Bahadır Dinçer, Gamze Coşkun, (2011), Mayınlı Arazide Yürümenin Adı: Suriye’de Değişimi Zorlamak, USAK Raporları, No 11-04, USAK Yayınları, Ankara:  s.40
[17]Hüsnü Mahalli, (2012), Orta Doğu’da Kanlı Bahar, Destek Yayınevi, İstanbul: s.182

***

28 Aralık 2020 Pazartesi

TEK TARAFLI PAKETLER ÇÖZÜM SÜRECİNİ ZORLUYOR

TEK TARAFLI PAKETLER ÇÖZÜM SÜRECİNİ ZORLUYOR


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 09.02.2014 21 BDP/HDP Heyeti Öcalan'la Şubat ayı görüşmesini yaptı. Bu görüşmeden çıkan sonuç daha önceki görüşmelerden farklıydı. Bu görüşmeyi farklı kılan görüşme öncesinde Türkiye'de oluşan siyasi tartışmalarla doğrudan doğruya bağlantılı olmasıdır. Bunlardan birincisi Aydınlık ve İşçi Partisi üzerinden Öcalan'ın montajlı olduğu açık olan videoların yayına verilmiş olması, ikincisi hükümetin yolsuzluk operasyonları nedeniyle yaşadığı sıkıntılardır. Dikkat edilirse gerek cemaatin gerekse İş Partisinin dayandıkları argümanlar yeni değildi. Yolsuzluk desen hep vardı.(Deniz feneri,TOKİ,Kayseri,Şaban Dişli) İşçi Partisinin yaydığı videolar da yeni değildir. Bu ikisi birlikte ele alındığında hedefin Öcalan'ın dediği gibi çözüm sürecidir. Burada önemi olan husus çözüm sürecini neredeyse tek taraflı olarak Kürt tarafının üzerine bırakılmış olmasıdır. Hükümetin de tek taraflı yaklaşarak Kürt tarafını ve Öcalan'ı yalnız bırakmasıdır. Daha yolsuzluk dosyaları ortada yokken Öcalan'ın müzakerenin yeni formatta evrilmesi konusunda bir şey yapılmadı. Bu zaman kaybıydı. Dosyaların olmadığı dönemde bunu yapmak kolaydı. Kim ne derse desin hükümet büyük darbe yemekle kalmamış, yönetemez duruma gelmiştir. Sorunların çözümünü toplum ve kamunun çıkarına göre değil de kendisini kurtarma bakış açısıyla yapıyor. İnternet, HSYK,ÖYM'lerin kaldırılmasında yaptığı başka bir şey değildir. AKP'ye çağrı yapılırken AKP'nin enkaz durumu göz önünde bulundurulmalıdır. Kürt tarafı açısından bakıldığında Çözüm sürecindeki tavırlarıı nedeniyle Kürt tarafına yapılan karalamaların İşçi Partisiyle sınırlı olmadığı TKP'den ÖDP'ye kadar değişik kesimlerin de bu kampanyada yer aldıklarını da bilmek gerekiyor. Özellikle HDP'yi işlevsizleştirmek için bu kesimlerin çabaları biliyor. Bir avuç da olsa bazı sosyalistlerin Kürt hareketiyle birlikte hareket etmeleri "Kürtlerin kuyruğuna takılmak" olarak adlandırılıp itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Gezi'nin sembol ismi Sırrı Süreyya Önder sırf çözüm süreci heyetinde yer alıyor diye onun yerine CHP'nin adayı destekleniyor. Gezi direnişine gelene kadar hiçbir desteği olmayan CHP'nin bu süreçte ortaya çıkıp bunu sahiplenmesi 1960 ve 1970'li yıllarda gelişen sol/sosyalist gelişmelerin o dönemki CHP'ye yönelmesine benzer bir durumla karşı karşıyayız. CHP ile mücadele de Kürt siyasal hareketinin omuzlarrındadır. Çözüm sürecinin temel aktörlerinden biri eski statükonun sahipleri tarafından; diğer aktörü de yeni statüko sahipleri tarafından işlevsizleştirilmek / itibarsızlaştırılmak istenilmektedir. Eski/yeni statüko savaşında eski statükonun etkisi kalmamış olsa da vuruşların çözüm sürecinin aktörleri olması ironik bir şekilde eski ile yeniyi ortak noktaya yaklaştırmış gibi görünüyor. AKP hükümeti Öcalan'a yönelik bu karalama kampanyası karşısında sessiz kalmıştır. Bu görüşmeden çıkan en önemli sonuç Öcalan'ın bu karalama kampanyasına karşı kararlı bir duruş sergilemiş olmasıdır. En önemlisi KCK'nin aynı gün benzer açıklamada bulunuşudur. Sakine Cansız ve arkadaşlarının katliamındaki MİT/AKP izinin ortaya çıkışı zaten güven ilişkisini aşındırmıştı. Başbakanın kendisine yönelik yönelimleri boşa çıkarmak için çaba harcarken Öcalan'a yönelik yönelimlere adeta çanak tutması son görüşmeden sonra yapılan açıklamayı daha fazla önemli kılıyor. Öcalan açıklamasında hükümeti sert bir şekilde uyarıyor. Paketlerin tek taraflı yapılmasının demokratikleşme olmayıp provakatörlük olduğunu söylemiştir. Hükümetin meselenin(Kürt sorununun çözümü) ciddiyetinden uzaklaşıp savrulmakta olduğunu belirtmiştir. Bu eleştiriler bir yılı aşkın süreden beri hükümete yönelik en ağır eleştirilerdir. Bunlar eleştiriden öte tespitlerdir. Bunlara katılmamak mümkün değildir. Bir yandan seçimler öte yandan devlette yönetememe krizi hükümeti daha fazla savurabilir. Bundan sonraki süreçte İmralı'ya yeni heyetler(gazeteciler, akil insanlar) gitse bile bunların süreci devam ettirme güçleri de sınırlıdır. Türkiye'de yaşanan üçlü iktidar çekişmesinden basın da akil insanlar da nasibini almıştır. Buna rağmen Öcalan "acil müzakere heyetleri ve demokratik sözleşme hukuku" önerisini getirmiş olması sürecin devamı için son çıkış kapısı olarak görülebilir. Devletin tüm erklerini elinde tutan Erdoğan'ın bu erkini başkalarıyla paylaşmasına niyeti yok gibi. İmralı'ya gidecek gazeteci veya akil insan heyetlerini kendisinin belirleyeceği iradesi her yerde konuşuluyor. Öcalan'ın sözünü ettiği "müzakere heyetleri" ile hükümetin sözünü dahi etmediği heyetlerden aynı anlam çıkmıyor. Konunun müzakere aşamasına gelip gelmeyeceği de şüpheli. Öcalan, şimdiye kadar müzakere yolunu açık tuttuysa bunun en önemli nedeni Demokratikleşen bir Türkiye'nin Kürt sorunu dahil diğer sorunlarını hal edeceğine dair inancıydı. 20 yılı aşkın süreden beri bunu hep dile getirdi. Kürt/Türk birlikteliğini ayakta tutan en önemli faktör de Öcalan'dan başka biri değildir. Türkiye'de olası Türk/Kürt çatışmasının önünde de en önemli engeldir. Ortadoğu'da çoktan kaybetmiş Türkiye'nin bundan sonraki kayıpları daha da büyük olabilir. Montajlı videoların satır aralarında dahi Öcalan Türkiye'yi oynanan oyun konusunda uyardığı görülmektedir. Türkiye, Ortadoğu ve Dünya politikaları açısından 1999'dan daha iyi durumda değildir.
O dönem konjonktür Türkiye'nin lehineydi. Rusya/ABD/Suriye/Yunanistan/İsrail Öcalan'ın teslimi konusunda Türkiye ile aynı düşüncedeydi. Hatta Talabani ve Barzani de aynı saftaydı. Şimdi her şey farklı. Irak Kürdistan'ı ve Rojava Kantonları var. Siyasallığın zirvesindeki Türkiye Kürdistanı diğer parçaların dinamosu haline gelmiş durumda. Tüm bunlara rağmen elini Türkiye'ye uzatan Öcalan'ın eli yine havada kalırsa belki bunun bedeli Öcalan'ın zindanda ömür boyu kalmasısıyla sonuçlansa da en büyük kaybı yaşayacak Türkiye olacaktır. Tabi ki ilk sonucu da son on iki yılı heba eden AKP... AKP'nin durumu böyle giderse beklenen İstanbul depremi gibi olacaktır. ***

4 Aralık 2020 Cuma

Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları,

Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları,  


Merve Önenli Güven, Terörizm, Terörizmle Mücadele, Abdullah Öcalan, İmralı Görüşmeleri, Çözüm süreci, Mesut Barzani, Akil İnsanlar, Alevi, Ermeni,


Merve Önenli Güven tarafından yazıldı.
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
27 Şubat 2014 Perşembe
21_ Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.,

Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.

    Abdullah Öcalan’ın belirli dönemlerde Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) bünyesinden temsilcilerle görüşmeler yaptığı bilinmektedir. 
Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın, hâlihazırda Hükümet ile sürdürülmekte olan görüşmeler açısından KONGRA-GEL (PKK)'yı, BDP'yi ve Halkların Demokratik 
Partisi (HDP)’ni, ne tür hareket tarzları izlemeleri konusunda yönlendirici bir pozisyonda olduğu da görülmektedir. Bu çerçevede Abdullah Öcalan’ın;

-  Kendisini kurulabilecek olası bir Kürt Devleti’nin lideri olarak gördüğü,
- “Çözüm sürecinin” vazgeçilmez aktörü olduğu iddiasıyla sağlık sorunlarını dahi bir halk hareketine dönüştürebilecek güce sahip olduğu algısını taşıdığı,
- Suriye’de yaşanmakta olan iç savaş nedeniyle ortaya çıkan siyasi boşluğun örgüt tarafından doldurulması ve oluşabilecek siyasi bir yapının da lideri olma 
konusunda bir eğilim sergilediği,
- Ayrıca Kürtlerin tek lideri ve önderi olma arzusu bağlamında Suriye’de kurulacak siyasi oluşumu, Mesut Barzani’nin hâlihazırda sahip olduğu siyasi güce karşı kullanma gayesi içerisinde olduğu,
- Türkiye sınırları dâhilinde özerk, federatif veya bağımsız bir siyasi yapı kurma amacını sürdürdüğü,
-  Örgütün silahlarını bırakmasının beklenmemesini ifade ederken diğer taraftan örgütün bulunduğu bölgelerde askeri bir hareketliliğin süreci sonlandıracak bir 
hareket olacağı, bu bağlamda örgüte yeni ve genç katılımların da örgüt için itici güç niteliği taşıdığı yönünde alt mesajlar verdiği,anlaşılmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın 2013 yılında yaptığı görüşmelerinde öne çıkan söylemleri;
“- Bağımsızlıktan, federasyondan, özerklikten vazgeçmediği, Kürtlerin kendisini devlet içinde sivil toplum olarak örgütlemesi gerektiği,
- Suriye/Haseke’nin, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Baas Rejimi’ne bırakılmaması, burada Arapların ve Süryanilerin de savunmasının yapılması, bölgede örgütün alan özgünlüğünü sağlaması,
- Rojova’da siyasi merkezin meclis tarzında konumlandırılması, Kamışlı’da bir tür devlet merkezi şeklinde üslenilmesi,
- (Kürt ulusal birliğinin sağlanması amacıyla) Irak, Avrupa ve Türkiye’de konferanslar düzenlenmesi,
- Halkın kendisinin doğum gününü, kendilerinin yeniden doğuşu olarak anlamlandırdığı,
- Süreç içerisinde üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı, bundan sonrasının halkın işi ve görevi olduğu,
- İmralı’da ecelinin geldiği, nefesinin tutulduğu, bunların hesaba katılması gerektiği, stratejik önderliğin en az başbakan, cumhurbaşkanı, genelkurmay 
 başkanı demek olduğu,
- Sözüyle, eylemiyle özgür yaşamı yaratmanın amaçlandığı,
- Geri çekilmenin başlamasından sonra Kandil Heyeti, akademisyenlerin de aralarında bulunduğu bir danışma kurulu, medya, sivil toplum temsilcileri, 
Avrupa Birliği (AB) bünyesinden kesimlerle görüştürülebileceği,
 - ‘Akil İnsanlar’ heyetinin olası tıkanmalar noktasında devreye girmesi gerektiği,
- Çözüm sürecini, sol çevrelerin de önünü açmak için yürüttükleri, parlamentonun yapacağı çağrıyla solun da legalleşeceği, ayrıca Ermenilere de kendi hareketleri 
üzerinden yol açtıkları, diğer taraftan Alevilerin de sol etrafında toplanarak kendi birlikteliklerini tam anlamıyla sağlayamadıkları,
- Geri çekilme sonrasında BDP ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin boşatılan alanlarda halkı koruyacak sivil örgütlenmeler yapması, koruculardan bir zarar gelmesi halinde sert darbe indirileceği,

- Ayrıca çekilmeyle birlikte geride bir izleme kurulunun bırakılmış olması gerektiği, gerillanın boşalttığı alanlarda, köylülerin birbirini öldürmeye başladığı, karakollar ın, Hidroelektrik Santrallerin (HES) kurulmaya başlandığı, böyle devam etmesi halinde geri dönüşlerin başlayacağı, bu nedenle de gerilla sayısının hızla tırmandığı,
- Askeri olarak en güçlü dönemde olunduğu, PKK’nın tarihin iç ve dış olmak üzere en büyük savaş potansiyeline sahip olduğu,
- Gençliğin sürecin motor gücü olduğu,
- Geri çekilmeye karar verilmesine rağmen öz savunma haklarının baki kalacağı, ancak herhangi bir provokasyona da ortam sağlanmaması, diğer taraftan 
Hükümet kanadından yapılan; “Geri çekilmenin tek bir kişi kalmayana kadar sürecek” söyleminin saçma olduğu, istenirse gerillanın halkın içine bile karışacağı, 
gerillanın halkın tek güvencesi olduğu,
 - Örgütün kendisini tasfiye etmeyeceği, siyasi arenada temsil hakkı istediği,
- AKP ve PKK’nın anlaşamaması halinde ellerinin serbest olduğu, bu bağlamda İran’ın, Suriye’nin ve Rusya’nın örgüte destek verebileceği,
- Diplomasinin (diğer Kürt parti ve temsilcileriyle) ortak gerçekleştirilmesi gerektiği, örneğin Mesut Barzani’nin artık Türkiye’ye tek başına gitmeyebileceği,
- Yeni yerinin iyi olduğu ama 24 saatte her şeyin değişebileceği, Kürtlerde ilk defa bir önderliğin (kendisinin) çıktığı,”[1] şeklinde özetlenebilir.

KONGRA-GEL (PKK)’nın Demokratik (!) Söylemli Diktatör LideriAbdullah Öcalan’ın “çözüm süreci” adı altında başlatılan gelişmelere ilişkin söylemleri öznesinde, kendisini sürecin yönlendiricisi ve Kürtlerin tek lideri pozisyonunda gördüğü açıkça anlaşılmaktadır. Kürt halkının, hak ve özgürlüklerinin tek temsilcisi ve sağlayıcısı olduğu inancı, doğum gününün kutlanmasına ilişkin, “halkın doğum gününü kendisinin yeniden doğuşu olarak anlamlandırdıkları” söylemi, grup bilincini kendi kişisel kimliği üzerine inşa etmeye çalıştığı ve bu şekilde kendisinin sorgulanamaz ve vazgeçilemez bir şekilde algılanmasını amaçladığı açıkça görülmektedir. 

Bu noktada “Kürtlerde ilk defa bir önderliğin çıktığı” şeklindeki ifadesi ve KONGRA-GEL (PKK)’nın geri çekilmesi sonrasında İmralı’da kendisini yabancı heyetler, sivil toplum örgütleri, medya temsilcileri gibi kişi ve grupların ziyaret etmesini beklemesi de ‘tek adam ve kanaat önderi’ rolüne hazırlandığını göstermektedir.

Ayrıca  “İmralı’da ecelinin geldiği, nefesinin tutulduğu, bunların hesaba katılması gerektiği, stratejik önderliğin en az başbakan, cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı demek olduğu” şeklindeki söylemi de bir yandan kendisine bağlı olan kitleyi hareketlendirmede ve kendisinin biyolojik koşullarının ortaya çıkardığı rahatsızlıkları dahi siyasi ve ideolojik koz olarak kullanma çabasını gözler önüne sermektedir. Ayrıca anılanın kendisini sistem içerisinde cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı olarak konumlandırdığını da göstermektedir. Bu tarz hassasiyetleri belirli bir kitlenin toplumsal psikolojisini güdülemekte kullanarak sağlıklı bir sürecin nasıl yaratılabileceği önemli bir sorunsaldır.

AKP Hükümeti ile KONGRA-GEL (PKK) arasında kurulan bir diyalogun sağlıklı olmasının en önemli koşullarından birisi de tarafların niyetleridir. Bu noktada 
seçilmiş travmalarını içselleştirmiş bir grubun bireylerinin ait oldukları grupla özdeşleştirdikleri kimliklerinin, lider olarak gördükleri kişi tarafından 
ani iniş ve çıkışlarla yönlendirilmesi mümkündür. Bu durumu kendi psişik gerçeği ile kişiselleştiren bir kişinin niyeti, bu noktada sorgulanması gereken önemli 
hususlardan birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda “üzerime düşeni fazlasıyla yaptım, bundan sonrası halkın işi ve görevidir” ifadesi aslında bir 
mesaj niteliğinde olup süreç içerisinde olası olumsuz gelişmeler ve isteklerinin karşılanmaması halinde gerek duyulduğu zaman halkın inisiyatif kullanarak ‘halk 
ayaklanması’ yaratılabileceği hususunu da aba altından gösterdiği anlaşılmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın söylemlerinin örgüt cephesinden yansımaları da anılanın kendisine bağlı örgüt ve uzantılarını, kendi psişik gerçekliği üzerinden 
yönlendirdiğini açıkça gösterir mahiyettedir. Bu bağlamda 11 Temmuz 2013 tarihinde KONGRA-GEL (PKK) lider kadrosunda yer alan Murat Karayılan’ın yaptığı; 

“9. Kongra Gel Genel Kurulu’nda bu sürecin devam etmesi için  karar alındı. Bu süreci Önder Apo başlattı ama hala tecrit altındadır. Avukatları onunla 
görüşemiyor, kimse yanına gidemiyor. Daha da önemlisi şu anda ciddi sağlık sorunları var. Bağımsız ve uzman bir doktor ekibi İmralı’ya gitmeli ve Önder 
Apo’yu sağlık kontrolünden geçirmelidir. Diğer taraftan eğer bu süreç ilerleyecekse Önder Apo’nun koşulları iyileşmeli ve dışarıdan gelen heyetlerle görüşebilmeli. Dışarısıyla irtibatı olmalı. Diğer taraftan yardımcıları ve sekreterleri olmalıdır.”[2] şeklindeki açıklaması Abdullah Öcalan tarafından söylenenlerin bir hareket tarzı olarak belirlendiğini göstermektedir.

Bir barış ortamı sağlanması noktasında iki tarafın bir diyalog süreci başlatması demek birincil koşul olan niyetten sonra ikinci koşul olarak bu niyetin 
temellendirilmesi için bu amaç doğrultusunda karşılıklı adımlar atmaktır. 

Bu noktada da kendisini ancak silahlı olduğu zaman güvende hisseden ve 
silahlarından vazgeçmeyeceğini açıkça belirten bir örgütün henüz ilk koşulu dahi sağlayamadığı görülmektedir. Siyasi bir varlık olmayan ancak sistem içerisinde kendisini silah ve şiddet kullanımı yoluyla var etmeye çalışan bir terör örgütünün, devletin silahlı kuvvetlerinden silah bırakmasını, bir devletin sınırlarını korumak ve iç güvenliğini sağlamak gibi temel vazifelerden vazgeçmesini beklemesi de örgüt ve uzantılarının gerçekliğe dönük yaklaşımlarının ne kadar kısıtlı olduğunu gözler önüne sermektedir.  

Abdullah Öcalan’ın Rüyası

Abdullah Öcalan’ın sürece dair yaklaşımının boyutunu belirgin hale getiren diğer bir husus da ‘Akil İnsanlar’ adı altında kurulan heyete dair söylemleridir. 
Söz konusu heyetin olası tıkanmalarda devreye girmesi ve bir çeşit ikna aracı olarak kullanılması yönündeki beklentisi, aslında bireylerin ve grupların soru 
işaretlerinin cevaplanmaksızın, sürece ilişkin atılan her adımın halk tarafından sorgusuz sualsiz kabullenilmesi amacının taşındığını göstermektedir. 
Bu konuya ilişkin diğer bir husus da ‘Akil İnsanlar Heyeti’nin’ ziyaret ettikleri coğrafyaların, sosyolojik koşullarına ne kadar aşina olduklarıyla ilgilidir. 
Daha önceden belirlenmiş kişiler ile yapılan kısıtlı görüşmelerin, bölge coğrafyasının gerçekliğini tam anlamıyla nasıl yansıttığı önemli sorunsallardan birisidir.

Söz konusu hususların yanı sıra Abdullah Öcalan’ın sadece Kürtleri değil, örgüt ve uzantıları altında farklı kesimleri de bir araya toplamaya çalıştığı söylemlerinden anlaşılmaktadır. Tüm ulusal ve uluslar arası siyasi olayları çözümlediği algısına sahip olan Abdullah Öcalan’ın, kendisinin başlattığını belirttiği bu sürecin sol, Alevi, Ermeni gibi kesimlerin de önünü açacağı iddiası ve HDK gibi yapılanmalar vesilesiyle bu grupları da örgüt ve uzantılarının çatısı altında toplama çabası açıkça görülmektedir. “Kürdistan topraklarında yaşamak isteyenler özgürce yaşayacak lar” ifadesi, “çözüm süreci” adı altında yürütülen girişimin neticesinde, örgüt ve uzantılarının beklentilerinin kendilerinin sınırlarını belirledikleri belirli bir toprak parçasında kendi yönetimlerini kurma gayelerini açıkça gözler önüne sermektedir. 

Bu noktada da BDP’nin bir önceki yerel seçimlerde aldığı belediye sayısını, önümüzdeki yerel seçimlerde daha da arttırmak istemesi, “demokratik özerklik” 
adı altında ifade ettikleri stratejilerinin neyi amaçladığını açıklamaktadır.
“Çözüm süreci” çerçevesinde terörist unsurların geri çekilmesi beklenirken hâlihazırda örgüte özellikle genç kadroların katılmayı sürdürmesi, örgütün 
kırsal kadrosunu güçlendirmeye devam ettiğini göstermektedir. Bu durum da artış göstermeye devam eden kadroların “çözüm süreci” adı altında nasıl 
değerlendirileceği sorusunu ve bir taraftan sözde geri çekilmenin amaçlanmasıyla birlikte diğer taraftan kadrolara katılımların sürdürülmesi arasındaki çelişkiyi 
akıllara getirmektedir. Ayrıca Abdullah Öcalan’ın görüşmelerde örgüt mensuplarının geri çekilirken silahlarını muhafaza etmeleri gerektiği yönündeki 
yönlendirmesinin yanı sıra “BDP ve DTK’nın bu alanlarda halkı koruyacak sivil örgütlenmeler yapmaları, istenirse geri çekilme yapıldıktan sonra Türkiye 
sınırları içerisine silahlı unsurların yeniden sokulabileceği” şeklindeki ifadeleri sürecin ne yönde şekillenebileceğinin sinyallerini vermektedir.  

Abdullah Öcalan’ın iç siyasete ilişkin söylemlerinin yanı sıra dış siyasete ilişkin vurguları da dikkat çekicidir. Bu bağlamda özellikle Suriye’deki iç savaş 
neticesinde ortaya çıkan boşluğu KONGRA-GEL (PKK)’nın Suriye uzantısı olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile bölgede sözü geçen bir aktör haline getirme 
çabası, ifadelerine de açıkça yansımaktadır. Özellikle “oradaki (Suriye’deki) halkımız bana bağlıdır, bu noktaya gelinmesinde onlar da başat rol oynadılar” 
ifadesi, Suriye’de ortaya çıkacak olası bir idarenin lideri olmak istediğini göstermektedir. Bu ayrıca Mesut Barzani’nin Irak’ta sahip olduğu siyasi konum 
bağlamındaki gücüne karşılık Abdullah Öcalan’ın da Suriye’de hâlihazırdaki boşluk üzerinden bu tarz bir güç arzusu içerisinde olduğunun sinyallerini 
vermektedir. 

Bu durumu destekleyen diğer bir husus da Abdullah Öcalan’ın, Suriye/Haseki’nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Baas Rejimi’ne bırakılmaması yönündeki 
talimatıdır. 

Bu çerçevede “öz savunma oluşturarak Arap ve Süryanilerin de savunmasının yapılması” yönündeki talimatı, Türkiye sınırına en yakın bölgelerden birisi olan 
söz konusu bu alanda farklı etnik grupları da örgütün kontrolü altında toplayarak kendisini başat güç haline getirmeye çalışması olarak açıklanabilir. 
Ayrıca “Suriye’de siyasi merkezin oluşturulması, bunun meclis tarzında konumlandırılması ve Kamışlı’da bir tür devlet merkezi gibi üslenilmesi” 
şeklindeki ifade de bu durumu destekler mahiyettedir. Bu bağlamda Abdullah Öcalan’ın, Türkiye/Diyarbakır-Ankara, Irak/Erbil ve Avrupa’da konferanslar 
yapılmasını istemesinin yanı sıra Türkiye, Suriye, Irak ve Lübnan’da birlik kurulması suretiyle bir Ortadoğu Konferansı’nın düzenlenmesi çerçevesindeki 
yönlendirmeleri de dört parçada (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) kurmayı istedikleri Kürdistan’ın temelini hazırlar nitelikteki çabaların göstergesidir. 

Ayrıca Dicle-Fırat suyunun bu birliğin esasını oluşturması yönündeki stratejisinin de kurulması planlanan siyasi yönetimin varlığını sürdürebilmesi 
amacıyla doğal kaynak temini ve bu kaynağın olası komşu ülkelere karşı koz olarak kullanılması niyetlerini de akla getirmektedir.[3]

Sonuç

Sonuç olarak tüm bu hususlar ışığında Abdullah Öcalan’ın; “Gerilla Kürtlerin tek güvencesidir, gerilla kısmen içeride kalsa bile bu yanıltıcı olmasın, istesek 
gerilla halkın içinde bile saklanır, süreç başarısız olursa eliniz serbesttir, İran, Suriye ve Rusya’dan destek alınabilir” şeklindeki ifadeleri, örgüt ve uzantılarını yönlendiren Abdullah Öcalan’ın, süreci nasıl algıladığını ve sürecin nasıl bir yönde ilerleyeceğinin önemli göstergelerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. Abdullah Öcalan’ın; “Özerklikten, federasyondan, bağımsızlıktan vazgeçmedim, Kürtlerin kendisini devlet içinde sivil toplum gibi örgütlemesi gerektiği” şeklindeki ifadesinin, BDP tarafından Mart 2014 yerel seçimleri nezdinde “öz yönetimle özgür kimliğe”[4] söylemi üzerinden pratikleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.  Farklı kimlikleri bir araya getiren ve birlikte yaşamanın esası olan devlet bütünlüğüne karşı etnisite, din, mezhep gibi olguların üzerine inşa edilen ve silahların gölgesiyle güvence altına alınan siyasetin, çatışmaları kaçınılmaz kılacağı aşikârdır. 

Bu bağlamda gerektiği zaman şiddeti kullanırız mantığını taşıyan bir grubun yürütmeye çalıştığı siyasetin, birlikte yaşayabilmenin önünde engel olabilecek en önemli hususlardan birisi olacağı değerlendirilmektedir. 

[1] http://www.bianet.org/konu/imrali-gorusmeleri
[2] http://www.aksam.com.tr/siyaset/karayilandan-ilk-aciklama/haber-224662
[3] http://www.ibp.gov.tr/pg/section-pg-ulke.cfm?id=7F86AC865C88
[4] http://www.bdp.org.tr/tr/

Bu yazı 5292 defa okundu. 

Uzman Hakkında
Merve Önenli Güven
Terörizm ve Terörizmle Mücadele

Uzmanın Diğer Yazıları
 
  10 Maddede Çözüm Süreci 
  KCK’nın Son Açıklaması Sonrasında Çözüm Sürecinin Neresindeyiz? 
  Üçüncü Senesinde Suriye İç Savaşı 
  Cumhurbaşkanlığı Seçiminden Açılıma Doğru 
  KDP-PKK-IŞİD Üçgeni 
  PKK-KDP Kıskacına Giren Türkiye 
  PKK’nın Eylemleri Ne Anlatıyor?  
  PKK'da Cemil Bayık Liderliği Dönemi 
  PKK Ne Yapmak İstiyor? 
  Seçim Sonuçları BDP Açısından Ne Anlatıyor? 
  30 Mart Yerel Seçimlerinden Sonra PKK’nın ve BDP’nin Hareket Tarzına İlişkin Senaryolar 
  Abdullah Öcalan’ın İmralı Görüşmelerinin Satır Araları 
 

Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | 
Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | 
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: 
Mahmut ÖZDEMİR
***

30 Kasım 2019 Cumartesi

KÜRTLER, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN.., BÖLÜM 15

KÜRTLER, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN., BÖLÜM 15




KONGRE GENEL SEKRETER MERKEZ YÜRÜTME KOMİTESİ., 

MERKEZ KOMİTE, 
EYALET KOMİTELERİ, 
BÖLGE KOMİTELERİ, 
YEREL KOMİTELER, 
HÜCRE olarak sıralanır. 

PKK ilk kurulduğundan bu yana belirttiğimiz teşkilat yapısının varlığından söz edilir. Ancak bu yapının tümü formalitedir. Varlığı ve yokluğu belli değildir. 
Bu yapının içinde gerçekten işlevi olan ünite Genel Sekreterliktir. 

Genel Sekreterin kendisi de Abdullah ÖCALAN'dır. 

Diğerlerinin tümü izafi kuruluşlar halindedir. Kurulurlar, dağılırlar tekrar kurulurlar ve gene dağılırlar. Bu kurumların içinde yer alan hiçbir şahsın yetkisi yoktur.Tek yetkileri eylem karan almak ve yaptırmaktır. 

Bunun dışındaki haklarının tümü, APO tarafından gasp edilmiştir.Merkez Yürütme yada Merkez Komitenin bileşimi şöyledir, gücü ve etkisi şu kadardır demek çok zordur. 
Çünkü bugün o konuda bir fikir beyan edersiniz, yarın bakarsınız ki, o teşkilatın boyutları farklı bir biçime getirilmiştir. 

Yani, Abdullah ÖCALAN eşittir bütün PKK teşkilat yapısı demek daha doğru olur. 

Sınıf, tabaka ve gruplardan meydana gelen değişik kesimlerin farklı farklı olan amaçlarına kavuşmak için asgari müştereklerde birleşmiş oldukları siyasi organizasyona, cephe adı verilir.Cephe, bu değişik kesimlerin temsilcilerinden oluşur ve bu temsilcilerce idare edilir. Normalde APO'nun "Kürdistan"ında bulunan ve ulusal kurtuluş mücadelesi isteyen işçi, köylü, esnaf vesanatkar, memurlar diğer çeşitli orta kesimler ile aydınların, kişisel veya kuruluşlar vasıtasıyla bir cephe meydana getirecek bu cepheyi sevk ve idare etmeleri gerekiyordu. Bunlara Kürt işçi sınıfının partisi olan PKK(!) da iştirak edecekti. Doğal olarak da diğer katmanlarla demokratik bir rekabet ortamında, cephe içinde gücü oranında etkin olmaya çalışacaktı. Çünkü; Cephe bir çeşit Parlemento'dur, temsil ve yönetim gücüdür.165 

Ama, öyle olmadı. 1985 yılı 21 Martında Abdullah ÖCALAN; "Ben Cepheyi (ERNK) kurdum!" diyerek bir kuruluş bildirgesi yayınladı.Daha sonra da belli bir teşkilat şemasına lüzum görmeden doğrudan kendisine bağlı PKK üyelerini kitle faaliyetinin olduğu Avrupa'ya, Yunanistan'a, Kıbrıs Rum kesimine göndererek,
cephe faaliyetleri olarak; miting, basın toplantıları, açlık grevi vb. organize etmeye başladı. İyi çalışmayanları cezalandırdı yerlerine yenilerini atadı.  
Kısaca; Cephe (ERNK) de tıpkı PKK gibi eşittir Abdullah ÖCALAN' dır.APO, 1990 baharında CİZRE- NUSAYBİN- SİLOPİ gibi yerlerde başlayan tüm olayları ERNK' nın faaliyeti olarak lanse etmeye çalıştı.Çeşitli yerlerde PKK üyeleri; APO dan aldıkları talimatlar gereği ERNK temsilciliği, İmamlar Birliği gibi isimlerle bildiriler dağıtarak sanki ayrı bir örgütmüş gibi ERNK"yı tanıtmaya, meşrulaştırma ya çalıştılar.  İşte, APO'nun Cephe dediği olay çok kısa olarak budur. Sağda solda, Avrupa'da, Yunanistan'da, Kıbrıs Rum Kesiminde, Türkiye'de Cephe adına bildiri yazıp dağıtanlar APO'nun kendi adamlarıdır lar. PKK üyesi veya en basilinden sempatizanıdır lar. Gelelim ordu (ARGK)'nun bugünkü durumuna: ARGK (Ordu) 3. Kongre kararıyla 1987 yılında kurulmuştu. APO, Türkiye'deki PKK üyesi olan en seçme adamlarından bir Askeri Konsey oluşturarak ordu çalışmasını başlatmıştır. Dahailk etapta APO saflarına aldığı adamların eline bir silah tutuşturmuştur. APO faaliyetleri, PKK faaliyetleri eşittir silahlı eylem demektir. Zaten APO, ayırttığı her insanı bir asker olarak görmüş,her elemanını silahlı eylem için donatmıştır. APO için propagandacı, ajitatör, teorisyen veya benzeri bir şahıs hep eylemcileri tamamlayıcı unsur olarak vardır. Eğer bir kişi gözü kapalı olarak eylemlere dalamıyorsa, 
yakıp yıkamıyor sa ne değeri olabilir? Abdullah ÖCALAN'ın, "ARGK yi kurduk bunu organize edeceğiz. Bu ayrı bir kuruluştur." diyerek ARGK konseyi, ARGK tümeni veya tugaylarından bahsetmesi, elemanlarını birtakım askeri birlikler adıyla 166 anması; harekete isim kazındırmak, iç ve dış kamuoyunun gözünü boyamak için başvurduğu bir propagandadır. Şu an Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinin çeşitli yerlerinde grup, takım, bölük, ana hareketli birlik adıyla bir takım militanlar vardır. 

Bunların belli bir ilişkileri ve ast-üst düzeni mevcuttur ama ARGK de, ERNK de, PKK de hep aynı kişilerdir. Bunlar da eşittir APO'dur. Yani şematik yapıları ne olursa olsun, PKK-ERNK ve ARGK'nin üçü de birdir.Farklı mekanlarda, farklı isimler altında, farklı faaliyetler yürütseler de her üç kuruluş bir tek şeye; "Silahlı Propaganda"ya hizmet etmektedirler.Bir ulusal kurtuluş savaşında ordu, partinin emrinde değil, cephenin emrinde faaliyet yürütür.Ancak ARGK'nin bütün faaliyetlerini tepeden tırnağa PKK yani, APO kontrol etmektedir. Bu gün hiç bir Allahın kulu kalkıp da "Ben ARGK nin milisi veya savaşçısıyım ama APO' nun şu düşüncesine karşıyım " diyemez. Öte yandan gene hiç kimse "Ben PKK düşüncesine karşıyım ama ERNK içinde faaliyet gösteriyorum " diyemez. İşin gerçeği bu teşkilatlardan herkes ilk önce eğer zorla kaçırılmadıysa PKK üyesi yada sempatizanıdır. Daha sonra ARGK savaşçısı olur veya

ERNK üyesidir."Bundan ne çıkar?" diyenler olabilir, bundan çok şey çıkar. Zaten işin önemi de burada gizlidir.Güneydoğu Anadolu'da baştan beri değindiğimiz gibi kendiliğinden, iç dinamikleriyle bir Kürtçülük hadisesi gelişmemektedir. Her şeyi PKK, Abdullah OCALAN ve yurt içindeki yandaşları zorlayarak, yapay olarak 
geliştirmeye çalışıyor. Normalde çeşitli kesimlerin bir cepheleşme hareketi gelişebilirdi. Bunlar giderek bir silahlı mücadele ve ordulaşma faaliyetine girebilirlerdi. PKK da Marxist-Leninist bir örgüt olarak, işçive emekçilerin bir örgütü olarak Cephenin ve Ordunun içinde belli ilkeler çerçevesinde, belli kurallar dahilinde yer alabilirdi.167 Kısaca; PKK APO'ya rağmen değil, APO'nun elinde bir oyuncak olarak vardır. ERNK veARGK yapaydır. Bunlar PKK'nın çalışma kolları ve tarzlarını ifade ederler.İncelediğimiz PKK örgütlerinin bugünkü yapısı, PKK 4. Kongresine verilen çalışma raporunda eleştirilmiş, işlevsiz kaldıkları belirtilmiştir. Geçmişteki sorumlularının cezalandırılacağı vurgulanmış ve bir "Hazırlık Komitesi"nin oluşturulması kararlaştırılmıştır. Hazırlık Komitesi APO'nun onayıyla önce bir parti merkez komitesi oluşturulmasını, ARGK askeri konseyinin tayin edilmesini ve daha sonra kendisini feshetmesini karara bağlamıştır.

GERİ CEPHE VE DIŞ DESTEĞİN BU GÜNKÜ DURUMU.,

Abdullah ÖCALAN, zihinsel olarak daha bir grup faaliyetini organize etmeye karar vermedenönce dıştan yönlendiriyordu. Bu durumunu uzun süre herkesten gizledi. Ancak yurt dışınaçıktıktan ve tüm gücünü Suriye üzerinden Suriye denetimindeki Güney Lübnan ve BekaaVadisine çektikten sonra kimlerden ve nasıl dış destek aldığını artık fazla gizleyemedi. Fakat,yine de önemli bağlantıları ve ayrıntıları kendi elemanlarından gizliyordu. Bu durumu kıyısındanköşesinden öğrenenleri de MİT-AJAN-KOMPLO senaryolarıyla katlediyordu.Herşeye rağmen gizleyemediği şeyler vardı. Örneğin; Ermeni ASALA ile olan ilişkiler...Bunlar hala devam ediyor. Bu ilişkinin boyutu bir hayli geniştir. Suriye-Beyrut-Atina-Marsilya-Newyork ve benzeri yerlerdeki Ermeni cemaat, grup, lobi ve zengin şahıslar düzeyinde devametmektedir.İlişkilerini çok gizli tutan bu çevreler, APO'ya silah ve para yardımının yanısıra batılı ülkelerinkamuoyu oluşturan kurum ve kuruluşları nezdinde doğrudan ve dolaylı ilişkiler yaratmakladır.EKİM 1990 tarihinde Almanya'da yapılan PKK'nın kuruluş yıldönümü tören ve şölenine Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite Üyeleri de katılmıştır.168   

Suriye ile ilişkiler, 12 Eylül sonrasında APO'ya adeta PKK'yı yeniden yaratma gibi hayati önem ve derecede imkanlar sunmuştur. 
Bu ilişki ve olanakların derecesine daha önce değinmiştik.Suriye bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Hemen hemen tarihi misyonunu tamamlamak üzeredir diyebiliriz. Bundan sonra Suriye'nin devreden çıkması fazla önemli olmayacaktır. 
Bu gün Orta doğu'daki son siyasal gelişmeler Suriye'nin konumunu kısmendeğiştirmişse de PKK ile ilişkileri halen devam etmektedir.Yunanistan ve 
Kıbrıs Rum Kesimi giderek PKK ve Abdullah ÖCALAN'a daha  çok önem ve  imkan  vermektedirler.  PKK'nın yaşatılması için para ve silah yardımının yanı sıra batılı ülkelerin-lobilerine PKK olayını resmi ve gayrı resmi şekilde taşırmanın gayreti içindedirler.Libya lideri KADDAFİ, çeşitli ülkelerin illegal ve özellikle terörist olan gruplarına her türlümaddi imkan ve serbestiyi verdiği gibi bunları PKK ya da vermekte dir. Avrupa'nın çeşitli ülkeleri başta Fransa, Almanya, İsveç, Belçika ve İngiltere olmak üzere Kürtlerin insan haklarıyla ilgilenmiş gibi görünseler de, aslında kendi devlet politikalarının örtülü bir şekilde propagandasını yapan kuruluş ve derneklerini PKK politikasının emrine vermişlerdir.Bu tür kuruluşlar, resmi olmadıkları için hükümetlerini zor durumda bırakmadan kendi devletlerinin birer baskı aracı gibi hareket ederler. İşte bunlar PKK ile ilişki halinde olarak Kürt sorununu, Avrupa kamuoyu ve uluslararası kuruluşların gündemine sokma gayreti içindedirler. İran, resmi düzeyde değil ama tıpkı Suriye gibi; İstihbarat Örgütleri vasıtasıyla PKK ile iyiilişkiler içersinde dir. Bu iyi ilişkiler özellikle 1990 yılından sonra doruk noktasına çıkmıştır.169 Irak ise; 1988 yılında BARZANİ ve TALABANİ Peşmergelerini kimyasal silahlar ile saf dışı bıraktıktan sonra Kuzey Irakta çok büyük bir alanı PKK'ya tahsis etmiştir. Irak hükümeti; Körfez Savaşı sırasında diğer terörist örgütlere yaptığı gibi PKK'ya da büyük imkanlar vaad etmiştir.    
   Geçmişte Sosyalist ülkeler adına ve daha çok Suriye'yi devreye sokarak PKK'yı yaşatmak için büyük gayret sarf eden Bulgaristan işe son dönemlerde oluşmasında büyük emeği geçen PKK üzerindeki inisiyatifini batılı ülkelere kaptırmış durumdadır. Kısaca, PKK'ya dış destek bu kabaca sıraladığımız ilişkilerden gelmektedir. Türkiye'ye komşu olan veya olmayan bu odaklar aynı zamanda bir çok bakımdan Geri Cephe rolü de oynamaktadırlar. Geri Cepheden kastımız; İkmal, iaşe, güç takviyesi, eğitim, manevra, geri çekilmelerin yapıldığı alanlardır.

1984 yılına kadar Suriye ve Lübnan sahası PKK'ya muazzam bir geri cephe rolü oynadı. Bualan PKK ve APO'yu örgütsel yok oluştan kurtardı. APO'nun örgütü sevk ve idare merkezi oldu.Kongre ve konferansların güven içinde yapıldığı, her türlü eğitim ve takviyenin mümkün olduğu, örgüt içinde temizlenmesi gerekenlerin, rehin alınanların rahatlıkla kurşuna dizildiği bir alandı. Bu alan rolünü oynamaya devam ediyor. Suriye kendi topraklarındaki Kürtleri APO'ya her bakımdan kullandırarak ve PKK'ya satarak Kürt sıkıntısına karşı kendisini emniyete aldı. PKK'nın bunların içinden yüzlerce eleman ve milyarlarca 
lira para almasını sağladı. PKK'yı kullanarak kendi Kürtlerini düşmanına, Türkiye'ye hem de Arap çıkarları için savaştırdı.Kuzey Irak ve İran sahası, 1982 yılından başlayarak PKK'nın adeta cirit attığı bir alan durumuna geldi. PKK'nın ülke içinde gerçekleştirdiği bunca katliam hep Suriye, Irak ve İran da planlandı. 
Gruplar buralarda oluşturuldu. Silahlar buralarda ele alındı. Eğitimler buralarda tertiplendi. Türkiye'de sıkışan gruplar buralara geri çekilerek kendilerini 
garantiye aldılar. Kışlarıbu ülkelerde geçirdiler ve geçirmeye devam ediyorlar.170 Adı geçen ülkelerden Türkiye'ye binlerce rejim muhalifi gelip sığındı. Hatta İran'dan gelenlerin sayısı yüzbinler le ifade ediliyordu. Onlar, Türkiye'yi bir çiftlik gibi kullandılar. Onların hiç biri Türkiye tarafından kendi ülkelerine karşı kışkırtılmadı veya rehin alınmadı. Fakat Türkiye'den oülkelere giden herkesin başına bir istihbaratçı çöküyor, onlara; "Ya Türkiye'ye karşı tekrar silahlanıp dövüşeceksin, ki dövüşeceksen biz sana her türlü kolaylığı sağlayacağız, ya daburadan gitmelisin" denilebiliyor.Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi, Türkiye'den gidenlerin PKK militanlarının kucağınadüşmesi için her türlü tedbiri almış durumdadır. Yunanistan, PKK'nın her türlü eğitim,propaganda ve Türkiye'ye sızma faaliyetleri için bütün olanaklarım seferber etmiştir. Avrupa, PKK'nın yayıncılık faaliyetlerinde baş rolü oynamaktadır. 

PKK'YA KİTLEDESTEĞİNİN DURUMU (1991-1992)   

APO ve PKK'nın her dönemde gerçek anlamda güçlü dış destekçileri olmuştur ancak yurtiçinde kitle desteği hep izafidir. Çünkü, PKK kitle desteğini daima 
korkutarak sağlamıştır. Bununiçin de bu destek göreceli ve yanıltıcı olagelmiştir.Bu izafi destek seyircileri korkutmamalıdır. Baskı ve sindirmeye dayalıdır. 
PKK, önce zayıf ve savunmasız a yanaşmış ve "Davamızda haklıyız değil mi?" diye sormuştur. Karşısındakinden mecburen ve korkudan doğan bir "EVET" cevabı alınca, "İşte gerçek bir yurtsever". diyerek kitle desteğinden bahsetmeye başlamıştır. Ondan sonra o "EVET"in sahibini adeta rehin alarak oraya
engerek gibi çöreklenmiş, daha geniş bir çevreye saldırmıştır. Bu çevre içinden devletin koruma-sızlığına rağmen canını ortaya koyarak, "HAYIR" diyen biri çıktığında, MİT- AJAN- HAİN damgasını vurup katletmiştir. Bunun üzerine, beladan kurtulmak için çok kişi kerhen "EVET"çi olmuş ve bu durum 171 kısa sürede paniğe dönüşerek "EVET"çileri çoğaltmıştır.Böylesi bir ortamda bir sürü işsiz güçsüz takımı, bir baltaya sap olamadıkları için hazırdaki"EVET"çilere baş olmak maksadıyla piyasaya çıkmış ve APO'ya militan olmuşlardır.Bir kısım profesyonel, bu ortamı bezirgan mantığıyla kullanmak ve siyasi, sosyal, ekonomik gelecek sağlamak için bu "EVET"çileri bir sağa bir sola koşturmuş tur."EVET"çi olanlar birer oyuncak durumuna düşürüldüklerini farket-mişlerdir ama bir kere"EVET"çi olduktan sonra "HAYIR"cı olmanın öldürülme dahil yaratacağı problemleri göğüsleme cesareti gösteremediklerinden hep bir kurtarıcı için dua etmişlerdir. 12 Eylül öncesi ve  sonrası yaşanan hadiseler, bu durumu teyid eden olaylar ile doludur. PKK niçin BOTAN dediği bölgenin dışında dikiş tutturamıyor? Neden hala Hilvan, Siverek,Nizip, Suruç ve Batman il merkezinde istediği gibi at oynatamıyor? Nedeni çok açıktır; Buraların ağzı 12 Eylülden önce yanmıştır. Ama BOTAN denilen bölgede Cizre, Silopi, Nusaybin, Şırnak gibi bölgelerde 12 Eylül'den önce bir tek PKK'lı faaliyet yürütmemişti. Belki "Buralar dağlıktır,buralar sınırlara yakındır..." denilebilir, evet onun da etkisi vardır. Fakat asıl mesele bu değildir.Buralar kolay kolay, zorla tecavüz dışında, ikinci kere kendilerini iğfal ettirmek istemiyorlar.

   PKK, BOTAN denilen bölgede yavaş yavaş dersini almaya başlamıştır. Daha bir kaç ay öncesine kadar APO, BOTAN daki militanlarına gönderdiği talimatlarda
 "Otoritemizi kabul etmeyenlerin evdeki faresine kadar başını ezin, göçertin. O topraklarda tarafsız kimse olmaz, yabizdendir yada düşman" diyebiliyorken bugünlerde militanlarına; "Bu insanları niye kaçırttınız?İnsansız dağlan ne yapalım? İnsansız devrim olmaz!" demekte hatta işi daha pişkinliğe-vurarak "Bazı adamlarımız TC'ye değil de insanlarına savaş açmıştır!" diyerek halkı yeniden kazanmayaçalışmaktadır. APO bölge halkına yeniden yamanabilir mi? Onu zaman gösterecektir. 

O zavallı insanları yeniden, bir kere 172 daha APO ve canilerine yem ederlerse binlerce defa yazıklar olsun!Issız dağ başlarındaki, kuytu vadilerdeki, kimsesiz 
ve savunmasız insanlarımız, bugün APO'nuni zafi olarak kitle desteğini teşkil etmektedirler. Yine bazı şehir ve kasabalarda sığıntı gibi yaşayan, hiç bir işi ve 
gücü olmayan bir kısım insanlar ekonomik, kültürel ve sosyal 
problemlerinden dolayı gene izafi olarak APO'nun yandaşı ve kitle desteğidirler. Bu kalabalıktan etkilenen ve çeşitli endişelerle bunlarla birlikte hareket eden 
bir takım kişilerde APO'nun destekçisi konumuna düşmüşlerdir.Öte yandan bazı Mercedes arabalı, entel bar müdavimi soysuz, insan simsarları da bu insanları istismar ederek ve bu gariplerin kanlarını pazarlayarak siyasi, ekonomik ve sosyal avantajlar elde etmektedirler. Üstelik bu çakal sürüsü, Türkiye'de kamuoyu oluşturabilmekte ve bir takım hareketlere yön verebilmektedir. APO'nun kitle desteği yalnız bunlar değildir. Türkiye metropollerin de ki sorunlu üniversite öğrencileri, yine buralarda işsiz güçsüz insanlar, Avrupa'ya iltica talebinde bulunmuş ve hayalleri yıkılmışlar, Avrupa'da işçi iken PKK militanlarınca rehin alınmışlar da PKK'nın kitle desteğidir.   

   Peki, denilebilir ki; bu topraklarda APO'nun hiç mi gönülden destekleyicisi yok? Evet var! Var ama kaç kişi, niçin, ne amaçla? 9 AĞUSTOS 1991 günü 
Abdullah ÖCALAN bakınız ne diyor:" PKK lılaşmayı Türkiye'de de biraz yürütüyoruz. PKK'nın etkilerini bizzat PKK çalışma tarzıyla Türkiye'de ilerletiyoruz. 
Belki de devrime biraz da uzun süre biz önderlik edeceğiz.Türkiye'de devrimci değerleri biz ayağa kaldıracağız. Eskiden onlar bize öğretiyordu, şimdi biz öğreteceğiz; 
onlar bize bir şeyler veriyorlardı, biz şimdi bir şeyler vereceğiz, veriyoruz da. Türkiye halkını dost etme, Türkiye devrimcilerini güçlendirme ve en önemlisi de oradaki Kürdistanlı potansiyeli örgütleme; hem Türkiye'nin mücadelesinde çok aktif bir dinamik öge haline getirme devrimci bir öge, önemli devrimci bir öge haline getirme, 
hem de Kürdistan'a taşırma yani boşaltılan Kürdistanı tekrar bir karşı boşaltma 173 ile örgütleyip Kürdistan'a yollama, devrime orada katma ve daha çok Kürdistan'a yollayıp katma gibi çok belirgin bazı eğilimlerle hareket ediyoruz. Çukurova'nın yarısı Kürtleşmiş durumdadır.Çukurova aslında yan yarıya Kurttur. Kısmen Fellahtır, kısmen de Türktür ama, bence Kürtler giderek çoğunluğu da alacak. Bir nevi yarı Kürdistan eyaletidir, Çukurova...Istanbul'da 2-3 milyon Kürt var. Yani 5-6 vilayet değerinde bir çalışma alanıdır. İzmir'de 2 Vilayet değerinde, Konya'da l vilayet değerinde kürt var. İç Anadolu'da l milyon; tam bir eyalet,Ege 'de en az l eyalet; giderek Antalya, Burdur, Isparta'da işçiler turizm sektörü dolayısıylakayıyor, orası da öyle Neredeyse Kürdistan'ın 8 Eyaleti de Türkiye'dedir. 8 Eyalet bu tarafta, 8 Eyalet orada. Dolayısıyla böyle bir ağırlığı vardır. Türkiye çalışmalarının...

"Evet bu sözler kelimesi kelimesine APO'nun belirttiğimiz tarihte "Görevlere önderlik tarzında yaklaşmanın esasları üzerine" isimli konuşmasından alınmıştır. 
Bu sözleri ne olur ne olmaz, ama hiç olmazsa "Sağır Sultan" duysun diye yazıyoruz. Gelecekte Türkiye'de neler olabileceğini ilgililer sonradan, "Biz Duymamış tık!" demesinler.   

PKK'NIN PROPAGANDA İMKANLARI (1991-1992)

Başından beri Abdullah ÖCALAN ve PKK, propaganda vasıtası olarak silahlı eylemi kabul etmiştir. 

Silahlı propagandaya "Devrimci Şiddet" adını koyan da kendisidir. Büyük ve sansasyonel bir eylemin yüzlerce hatibin konuşmalarından, binlerce sayfa yazılı kitap ve dergiden daha etkili neticeler verdiği bilinmektedir.Türkiye gibi bir toplumda beyinlere hitap etmektense göze ve kulağa hitap etmek dahaavantajlı dır. Ayrıca yapılan bir eylem neticesinde tüm basının olayı manşetten vermesi gibi imkan başka hiç bir ülkede kolay bulunacak imkan değildir. Olayı duyan tüm insanlar gönüllü hatiplik yaparak olayla ilgili bilinçsiz değerlendirmeler nasıl olsa yapacaklardır.174 O halde, APO neden zor olanı seçsin? 
APO niçin zor olan yolu; yetişmiş insan, mantıklı insan,teknik ve organizasyon gerektiren yolu tercih etsin? Eylem sırasında eylemi yapanların ölme, sakatlan ma, yaralanma, yakalanıp ağır cezalara çarptırılma gibi durumları olabilir. Olsun! APO için fedai mi yok?Böylesi bir toplumda herkes istediği şartları oluşturduktan sonra, istediği kadar adamı istediği biçimde kullanabilir. Yeter ki bütün insanlık değerlerini APO gibi yitirmiş olsun.Toplumumuzda bir silah patladığı zaman panik başlar. 
Yine bu toplum silah patlatanı kahraman ilan eder. Ona insan üstü vasıflar yakıştırır. Tek tek şahısları kastetmiyoruz, genel olarak bu böyledir. 
Dağın başında, mezrada yaşayan insanımızla, İstanbul'un göbeğinde oturan da aynıdır. Dağdaki çobandan tutun, en sorumlu kademelerdekilerde bile bu 
eğilim mevcuttur. İşte Abdullah ÖCALAN'ın propaganda gücünün temel esprisi buradadır. Bugün, bu gücü en şiddetli biçimde sürdürmektedir. 

1991 yılı Aralık ayında basınımızdan bir manşet;"APO ile görüştük! 1992 yılı baharına kadar eylem yok! "Manşet bu ama gerçek öyle mi?Kırsal kesimde PKK'nın geçici üs olarak kullandığı bölgeler bellidir. Bu mücadele 8 yıldır devam ediyor. Görevliler değişti, PKK militanları değişti ama coğrafya değişmedi. 
Yüksek yerlere kar düştü. Örgüt gruplarının manevra imkanları çok azaldı. Adam her sene olduğu gibi gene kazık çaktığı alanlarda oturup eğitim, konferans, 
seminer vb. gibi çalışmalar yaptı. Dar alanda eylem yapıp başını neden belaya soksun?Fırsatını bulup bir iki devriye veya keşif kolunu pusuya düşürdü, 
küçük bir iki karakol ile Köy korucularına saldırdı ve 1991 kışında da gene kan döktü. Demek ki basın yanılmış. Görüldüğü üzere basit bir örnekle PKK'nın propaganda imkanlarına göz atmaya başladık. 175 en iyi Basının, bilinçsiz örgüt propagandasına yardım kampanyasına ek olarak; PKK, imkanlarının son derece gelişmesine paralel düzeyde başta Almanya olmak üzere broşür ve gazeteleri bastırıp,her türlü yol ve yöntemi kullanarak dağıtımını, okunmasını sağlamakta dır. Diğer yandan afiş, poster, pul, bildiri gibi yaygın malzemeleri de propaganda ve ajitasyon amaçlı olarak kullanmaktadır. 

Bu alanda kullandığı bir diğer malzeme de video ve teyp kasetleridir. 

Özellikle video kasetleriyle yurt içinde ve yurt dışındaki kitlelerde yaygın propaganda, çarpıtma ve ajitasyon çalışmaları sürdürmektedir. Lübnan kampların da Askeri eğitim sonrası yapmış olduğu tatbikatları görüntüleyerek, bunlara Kuzey Irak'ın yeşil vadilerindeki grupların yürüyüşlerini, istirahatlarını, halay çekişlerini, zaferlerle sonuçlanan hayali çatışmalarını da ekleyerek halka sıcak odalarında seyrettirmek te, eleman temini ve kitle desteği yolları araştırmaktadır.  

Bu filmleri seyreden insanlar, PKK gerillalarının son derece idealize edilmiş görüntülerini seyrediyorlar ve elbette cazibesine kapılıyorlar.Özellikle, işsiz-güç süz takımı ve bilinçsiz genç kesim o görüntülerdeki fantastik ortama kavuşmak, o ortamda yer almak kişilerden biri olmak, düşmanı(!) alt eden çatışmalardan 
zaferle çıkmak, köy halkı tarafından coşkuyla karşılanmak, o zümrüt vadilerde piknik yapıp Göreve de katılmak için elbette can atıyorlar. Ayrıca doğrudan yüz yüze yapılan propaganda ve ajitasyon çalışmaları yürütmektedir. Avrupa'da geceler tertip edilerek yüzde doksanı yalan çarpıtılmış haber ve yorumlardan oluşmuş  konuşmalar ile kitle tahrik edilmekte; "Kurtarılmış bölgelerimiz, ordularımız, tugaylarımız alaylarımız vardır, düşmanın şu kadar uçağını, şu kadar helikopterini düşürdük, şu kadar tank ve zırhlı aracını imha ettik, çok yakında devlet kuruyoruz, devlet ve ordu kademeleri içindeki yerinizi bir an önce alın; Öncü olun, baş olun, geride kalmayın vb." denmekte, dinleyiciler adeta iğfal edilerek ardından video, slayt gösterileriyle temsil, folklor ve marşlarla insanlar gaflete düşürülerek para, mal ve benzeri şeylerin yani 176

ALINTIDIR;

http://tr.scribd.com/doc/49597985/Cem-Ersever-Kurtler-PKK-ve-A-Ocalan

***